Yeni Üyelik
47.
Bölüm

47. Bölüm: Vebal

@syildiz_koc


Medya: kolpa (Son nefesim)


"Hayaller kurmakla meşguldüm. Tuhaftı.


Bu hayaller geleceğe yönelik değildi; geçmişi onarmaya çalışıyordu."


SİGMUND FREUD


     


Hayat ne tuhaf değil mi? Her şey var içinde. Mutsuzluk, hüzün, sadakat, ihanet, dert, derman... Tam yıkıldım diyorsun bitti artık; hiç ummadığın bir anda ömrünün yeni bir sayfası çevriliyor ve bu sayfa yırtıp attıklarına inat bambaşka iklimlere emsal oluyor. Paha biçilmez acılar ruhumun temeline dinamit döşerken, hakikat sürünüşüme hasretken hangi umuda ne kadar sığınabilirdim ben de bilmiyordum. Tuhaf başlayan, vaveyla koparan bu hikayemin beni nereye götüreceği ise hiç olmadığı kadar meçhuldeydi. Alışkındım ben umutlarımın kelebekler gibi avuçlarıma dökülmesine. Az savrulmadı hislerim, sevda çölünün harlı ayazına. Zıtlıklarla inşa ettiğim zihnim bu şafak vakti daha nice pervasızlıklara gebeydi?


Uyandığımda ilk işim karnıma dokunmak oldu. Yoktular. Aylarca varlığına alıştığın o sert doku, bir gecede benden gitmişti. Hazin bir iç çekiş eşliğinde, "Bebeğim..." diye bağırdım. Saniyeler içinde doğrulup karnımın her bir zerresini parmaklarımla yokladım.


"Bebeğim... Neredeler, nasıllar?" Başımı çevirdiğimde Mervan, kucağındaki kundakla yanıma yaklaştı.


"Sakin ol! Buradalar." Sesi fısıltı hüviyetindeydi. Gözlerim uzun zaman sonra mutluluktan doluyordu. Bakışlarım o beyaz, masum yüze odaklandı. Onu ilk kez kucağıma aldım. Kokusunu doya doya içime çekip alnına bir buse kondurdum. Misler gibi kokuyordu. Nasıl hassas, nasıl yıkıcı bir duyguydu bu böyle. İçimden ne kıyametler kopup gitmişti de kimseler duymamıştı. Bu güzellikler benim miydi?


Doğrulmaya çalıştığımda inledim. Henüz doğumun izleri bedenimden gitmemişti. O diğer beşiğe uzanıp mavi bir kundağı kollarının arasına alırken ne kadar büyük bir sevgi duyduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. Sertliğine ve inciticiliğine alıştığım gözleri bir başka pırıltının hülyası olmuştu.


"Çok güzeller aşkım; kızımız daha şimdiden sana öyle çok benziyor ki! Sanırım Allah dualarımı kabul etti. Sana benzeyen, ay parçası gibi bir kızım olmasını dilemiştim." Pembe kundaktaki masum yüze baktım. Dudaklarını büzüp sıkılmış gibi gerildi. Maviye çalan gözleri, kirpiklerinin gölgesinde dinleniyordu. Kalp şeklindeki dudakları neredeyse benimkilerle aynıydı.


"Kızım... Bir tanecik yavrum. Hayatıma hoş geldin!"

Birkaç dakika yüzünü yüzüme yaslayıp ruhundaki esintisini hissettim. "Meleğim..." Ancak Mervan'ın omzuma dokunan eliyle yaşadığım ana dönebilmiştim. Ne zordu gerçek sevgiyi tatmışken bırakmak. Ömrümde hissetmediğim eşsiz duygular, bugün hiç olmadığı kadar yüreğime hücum ediyordu. Bakışlarım saniyeler sonra diğer kundağı buldu. Kızımı Mervan'a bırakıp mavi bir battaniyeye sarılmış olan oğluma dokundum. Dünyalar güzeliydi. Kızım ne kadar bana benziyorsa oğlum da o kadar Mervan'ın kopyası gibiydi. Yanağındaki gamzesinden kirpiklerinin, saçlarının karalığına kadar babasının tıpatıp aynısıydı. İkisinin de aynı yerde gamzesi vardı. Onu sevgi ile kucaklayıp küçücük burnuna bir buse kondurdum. Canı yanmış gibi aniden ağlamaya başladı.


Mervan'a yalancıktan bir kızgınlıkla bakış atıp, "Yüzü gibi huysuzluğu da babasına benziyor!" dedim. Tebessümü yanağındaki gamzeyi kirpik uçlarına kadar iliştirmişti.


"Neden olmasın! Belki de acıkmıştır. Annesinin sütüne ihtiyaç duyuyordur, ne dersin?" Oldukça muzır bir tavırla ona sırtımı dönüp bebeği emzirmeye çalıştım. İlk başlarda beceremesem de üstesinden gelebilmiştim. Bu tatlı ıslaklık, yüreğimde tarifsiz duygular oluşturmuştu. Mervan'ın tüm engellemelerine rağmen onu kucağıma alıp dolaşmak istedim. Yeni doğum yapmış birine kıyasla dinç sayılırdım; fakat bu durum ne Mervan ne de hemşire nazarında kabul görmeyecekti. Hemşire, bebeği güç bela elimden alabilmişti. Sandalyeye oturup pencereden şehir ışıklarını seyretmeye koyuldum. Mervan da hemen sol yanıma ilişmiş saçlarımı okşuyordu. Dudakları saçlarımda ve alnımda küçük ürpermelere sebep olduğunda üşümüş gibi kollarımı sarmaladım. Bana dokunmaktan ne zaman vazgeçecekti. Dayan Nazar, az kaldı!


"Beni çok korkuttun Prenses. Size bir şey olacağını düşündüğüm her an delirdiğimi hissettim. Korkunçtu!" Yüzümü kendine çevirip yanağımı tutkuyla öptü. "Gülnaz, her şeyi anlattı. Sizi buraya Azad getirmiş!" Yüzüm suç işlemişim gibi kıpkırmızı olmuştu. "Senin için bir sakıncası mı var?" Bunu öfkeyle söylemiştim.


"O pislik orada ne arıyordu; bilmiyorum. İşin doğrusu merak da etmiyorum. Ailemden uzak durduğu sürece varlığı umurumda değil!"


Yüzümü bıkkın bir eda ile ondan uzaklaştırdım. Saniyeler sonra avuçları yeniden başımı kendine çevirecekti. "Azad'ın çevrenizde olmasından hoşlanmıyorum. Sana dokunmasına, bakmasına bile tahammül edemiyorum. O günkü yemek dün gibi aklımda. Mirzanoğlu tükürdüğünü yalamaz; yeminini unutmaz." Burunlarımızı birbirine değdirip, gözlerini uykuya dalar gibi yumdu.


"Yuvamızı korumak zorundayım. Aşkıma kavuşmuşken, mutluluğu sende bulmuşken kaybetmeye dayanamam."


"Beni kimseden koruma!" dedim anlamayacağını bile bile. "Ben kendi başımın çaresine bakarım. Azad, sadece yardım etti. Başka bir şey yok!" Elleri kollarımı sert bir şekilde kavradı. Bakışları tehditkârdı. "Ondan uzak duracaksın. Yeniden kılıçları çekip gardımızı almayalım. Her şey bu kadar güzelken o pisliğin dünyamızı karartmasına izin verme! Uzak dur ondan; anladın mı beni?" Bu güzel günü sevimsiz sözleri ile mahvettiği için ona kızgındım.


"Doğru..." dedim alaylı bir ifade ile. "Uzak durmazsam beni öldürürsün, kıyarsın değil mi?" Ayağa kalkıp odanın benden uzak bir köşesine gitti.


"Böyle bir hata yapmayacağını biliyorum. O senin sevip gönül verebileceğin biri değil! "

Yanına gidip küçümseyici bir şekilde çenesini kavradım. Alaylı bakışlarımı asla ondan esirgemeyecektim. "Tut ki gönül verdim. Sevdim onu, ne yapacaksın? Hiçbir şey olmamış gibi yine bu evliliği devam ettirebilecek misin?" Kolumdan tutup hafifçe sarstı. Bunun ihtimaline bile dayanamıyordu.


"Sus Nazar! Bu gece yeterince saçmaladın. Bu mutlu anların mahvolmasını istemiyorum. Beni daha fazla çileden çıkarma!"


Bir süre sessiz kaldık. Mervan, gözlerindeki endişeyi gizlemeye çalışıyordu. Bir şeylerin bizi ondan koparmasından deli gibi korktuğunu anlayabiliyordum. Mutluluğa çok zor kavuşmuştu ve o duyguyu elinden almaya kalkan kim olursa olsun kendi sonunu imzalardı. Epey sessiz kaldıktan sonra konuyu değiştirip esas meseleye yönelmek için,


"Baran nasıl oldu? Durumundan bir haber var mı?" diye sordum. Sandalyeye oturup derin bir nefes aldı. Yüzü kederli sesi ise oldukça efkârlıydı.


"Çok şükür daha iyi. Kana ihtiyacı vardı, hallettik." Şükürler olsun! "Kim verdi, ben tanıyor muyum?" Yaralı bir şekilde gülümsedi. "Ben..." Kardeşini ölümün pençesinden almıştı. Bu yaşananların aralarındaki buzları eritmesini umuyordum. Basit bir tokat ve birkaç çirkin söz her şeyi süpürüp tüketmemeliydi. Sözler acıydı acı olmaya ama; kaybedileni düşününce her şeyi yutmak kanatmıyordu insanı. Gurur asla kardeş sevgisinin önüne geçmemeliydi.


"Onu bir çırpıda silip atamayacağını biliyordum. Siz kardeşsiniz; aynı anneden doğmamanız hiçbir şeyi değiştirmez. Biliyorum, o biraz hırçın biraz da vurdum duymaz. Kendine göre haklı da. O evde Baran'ı dinleyen, anlayan kimse yok. Yalnızlık, kendisine bile yabancılaşmasına sebep olmuş. Bu sıkıntıların üstesinden ancak birlikte gelebilirsiniz. İlişkinize biraz zaman ver." Başını onaylar gibi sallayıp, yüzünü sineme gömdü. Derin bir nefes çekip tüm kokumu ruhuyla buluşturdu. Biraz önceki öfkesinin aksine içinde çocuksu bir mutluluğu ağırlıyordu.


"İyi ki varsın Aşkparem. Kızamıyorum kendime; sana yaptıklarımı düşününce kızmak istiyorum ama yanlış olduğunu bilsem de yine yapardım. Sen ömrüme kana kana işlediğim en güzel şiirsin. Mutluluğum sende, sen de ben de kalacaksın!"


Ona söyleyecek binlerce sözüm vardı; ama söylemeyecektim. Tuhaf algısı tüm yetilerimi köreltmişti ve duyguları bencilliğiyle gurur duyacak kadar kendini kaybetmişti. Daha fazla sabrımı zorlamasını istemiyordum. Konuyu değiştirmek için Baran'ı görmek istediğimi söyledim. Ne yazık ki bu isteğimi kabul etmeye hiç de hevesli değildi. Bunun şu an için uygun olmadığını belirtip eve gitmemi istedi. Eve dönmek istemiyordum. Burada kalıp yanlarında bulunmak istiyordum. O kasvetli malikaneden ne kadar uzak olursam o kadar iyiydi.


Telefonu çalınca duraksayıp kapıya yöneldi. Tekinsiz halleri dikkatimden kaçmamıştı. Peşinden gidip terasta onu gözetlemeye başladım. Beni fark etmemişti. Kulağımı duvarın ardından sesin geldiği yöne odaklayıp konuşmalarını dinlemeye çalıştım. Az da olsa söylenilenleri duymuş; çevirdiği gizli işleri anlamıştım. Yeni bir silah sevkiyatı olacağından söz ediyordu. Daha önceki sevkiyatı baltaladığımdan bunun bir telafi işi olduğunu anlamıştım. Sesi gergindi; belli ki Mervan benzer bir durumu yaşayıp her şeyin allak bullak olmasından endişe ediyordu. Karşısındakini başıyla onaylayıp telefonu kapattı. Seslerin kesildiğini anladığımda gizlendiğim yerden çıkıp koşar adım odama yöneldim. Üzerimdeki pudra rengi loğusa takımıyla ne kadar tuhaf durduğumu düşünmemeye çalışıyordum. Merdivenleri çıktıktan sonra 1 dakikadan daha az bir sürede odama ulaşmıştım. Soluk soluğa olduğumu hissettirmemek için olabildiğince sakin olmaya çalıştım. Odadaki lavaboya gidip Makbule Hanım'ın benim için getirdiği giysileri giydim.


Kaldığımız yer oldukça iyi bir hastaneydi. Beyaz rengin hâkim olduğu odada termostan buzdolabına kadar her şey mevcuttu. Büyük, ayarlanabilir bir yatak, tam karşısında televizyon ve masa duruyordu. Temiz beyaz çarşafların kokusu burayı daha da tercih edilebilir kılıyordu.


Hastanenin oldukça iyi yemekleri bulunsa da Makbule Hanım onları kabul etmemiş, "Benim yemeklerimin yerini tutmaz." diye tutturup evden hastaneye yemek taşımıştı. Her ne kadar doğu yemeklerini yağlı ve ağır bulsam da Makbule Hanım'ın yeri mutfakta bir başkaydı. Alışmıştım damağımda bıraktığı o tok lezzete. Buradan çekip gittiğimde yemeklerini de en az onun kadar özleyecektim. Yüzümü su darbeleriyle yıkayıp havluya uzandım. Kapı usulca açıldığı halde Mervan'ın yılan derisi ayakkabılarının sesini duyabiliyordum. Düşüncelerimi dağıtıp yapacağım işe odaklandım. Bunları düşünmek için çok erkendi. Henüz Mervan'dan ve hayatından kurtulmuş sayılmazdım.


Hazırlıklarım bitince banyodan çıktım. Mervan ile karşı karşıya gelmekten hoşlanmamıştım. Siyah, mühürlü gözleri tüm suçlarımı çırılçıplak bırakmıştı. "Hazırsan çıkalım, Battal sizi eve bırakacak." Mahzun mahzun yüzümü düşürüp, "Gitmek istemiyorum." diye direttim. Ne yazık ki hiçbir itirazım nezdinde kabul görmeyecekti. Dediği dedik çaldığı düdük derler ya Mervan tam da öyle bir tipti. Beni asla dinlemeyeceğini çok iyi biliyordum. Bu hastanede durabildiğim kadar durmalı bu sevkiyatı engellemek için bir şeyler yapmalıydım. Baran'ı görmek istediğimi söyleyip biraz daha zaman kazanmaya çalıştım. İstemeye istemeye de olsa ricamı kabul etti. Oldukça üzgün görünüyordu. Belli etmemeye çalışsa da Baran'ı çok sevdiğini ve onun için endişelendiğini biliyordum. Ve ne yazık ki o böyle bir durumdayken bile ihanet kurşunlarımı Mervan'dan esirgeyemiyordum. Gözlerine bakamadım. Zihnimden geçenleri bilse acaba ne yapardı? Aradığı hainin yanı başında olduğundan haberdar mıydı? Bu kadarını yapacağımı tahmin eder miydi?


Yanıma gelip sağ eliyle yüzümü okşadı. "Baran'ı gördükten sonra doğruca eve gideceksin. Daha fazla hastane köşelerinde oyalanmak yok. Eve gittiğinde bir şeyler ye, duşunu al ve güzelce uyu. Ben bir süre daha buralardayım." Başımla onaylayıp peşine takıldım. Birlikte alt kata inip yoğun bakım ünitesine ulaştık. Etrafımız hüzünlü pek çok yüzle dolup taşmıştı. Hastane ortamının bu yıkıcı atmosferi yüreğimi ağır bir kasvete sürüklemişti. Burası Araf gibiydi. Cennet de cehennem de bir nefes kadar yakınımdaydı. Hasta yakınları için sevdiklerinin iyileşip ayağa kalkması bir cennetken, yitirilip toprak altına düşmesi cehennemin ta kendisiydi. O yoğun serum ve ilaç kokusu, telaşla koşuşturan sağlık personeli, ağlayıp inleyen hasta insanlar... Dayanamıyordum bu ortama. Gereğinden fazla merhametli olduğumdan mıdır bilinmez, içim kendi dertlerim yetmezmiş gibi başkalarının dertleriyle de dolup taşmıştı.


Cam bölmeden hareketsiz bir şekilde yatan Baran'a baktım. Alnı yara içindeydi ve yüze morlukların işgaline uğramış gibiydi. Burnundan ince, plastik hortumlar geçiyor; ağzı ise ne işe yaradığını tam olarak bilemediğim boruya benzer bir nesneye ev sahipliği yapıyordu. Tuhaf saç kesimi, alnına düşen tutamlarla biraz daha ortaya çıkmıştı. Beyaz yüzü evden çıktığı o asi hallerinden oldukça uzaktı. Bu hazin hâli içime işlemişti. Orada yatanın abim olduğunu düşündüğümde Mervan'ı çok daha iyi anlıyordum. Bu ölüm gibi bir şeydi. Neyse ki durumu her geçen saat daha da iyiye gidiyordu. İki gün sonra normal odaya geçecek, beklenilenin aksine bir durum olmadıkça da 1 hafta sonra taburcu edilecekti. Bu gerçekten sevindirici bir haberdi. Baran tüm asiliğine rağmen masumdu. Bu kadar erken bir ölümü asla hak etmiyordu. O tuhaf burukluk yine kalbimi dağlamıştı. Baran, bu haldeyken, Mervan darmadağın onu kollarken benim tüm bunları düşünmem doğru muydu? Bencilce mi davranıyordum? Yo hayır dedi iç sesim. Sen doğru olanı yapıyorsun; o bir suçlu!


"İyiye gidiyor, başaracağını biliyorum!" dedim gözlerinin derinliklerindeki yarayı izlerken. Çözemediğim, çözmekten korktuğum bir öfkesi, saç diplerime kadar terlememe sebep oluyordu. Tam bir şey söylemeye hazırlanırken ameliyathanenin kapısı açıldı. Küçük bir sedye usul usul iteklenerek kapının dışına çıkarıldı. Bunun bir bebek yatağı olduğunu anlamıştım. İçime çöreklenen o korku irkilmeme sebep olmuştu. Genç, bir kadın heyecanla kapının hemen önüne dikildi. Uzun siyah saçları terden düğüm düğüm olup karışmıştı. Gözlerinin etrafı mor kavislerle doluydu ve her halinden günlerce uykusuz kaldığını anlayabiliyordum. Yanındaki uzun boylu adam, elini tutup onu sakinleştirmeye çalıştı. Yaklaşık Mervan yaşlarındaydı ve bu gece oldukça yorgun, dağınık bir görüntüsü vardı. Sarıya dönük kestane rengi saçları diplerindeki ter damlalarıyla parlıyordu. O da karısı gibi çok ağlamış, yer yer silmekten burnunun ucu epey kızarmıştı. Doktorun önünü kapatıp umutvâri gözlerle dudaklarını kolladılar. Ne hezimet... Gerçekten bunu duymaya hazır olduklarını düşünüyorlar mıydı?


Doktor kabahat işlemiş gibi başını eğdi ve "Maalesef!" dedi. Açık alnı başımızın üzerindeki lambanın ışığıyla parlıyor, gözleri ise perişan çiftten köşe bucak saklanıyordu. Bir çığlık hastane koridorlarındaki tüm gözleri üzerimize çevirdi. Bir annenin feryadı içimizi yaralayıp kanatmıştı.


"Kızııııııım! Yavrummm! Ölemez!" Bakışlarımı ondan kurtarıp dolan gözlerimi Mervan'a çevirdim. Halimi anlayınca önce omzuma dokundu ardından da beni koridordan koşar adım uzaklaştırdı. Kucağımdaki kızımı sımsıkı göğsüme yaslamış ve derin derin kokusunu ciğerlerime çekmiştim. Alnına ve saç tellerine bıraktığım öpücükler uyku mahmurluğuyla dolu gözlerinin aralanmasına sebep olmuştu. Dudakları ağlamak için büzülse de tenimi hissedip sakinleşmişti. Çıkardığı her tatlı mırıltı, aldığı her nefes için Allah'a binlerce kez şükretmiştim. O kadının yerinde olmadığım için duygularını anlayamazdım. Ben onu anlamak da istemiyordum; çünkü bu durumun hayalini kurmak bile bana ölümden beter geliyordu. Binlerce yıl geçse de unutamayacağım yıkıcı bir manzaraydı ve ben böylesi acılarla yüzleşemeyecek kadar zayıftım.


"Artık gitmelisin, burada daha fazla kalmanı istemiyorum." Mervan'ın sesiyle planımı harekete geçirmem gerektiğinin farkına vardım.


"Lavaboya gitmem gerekiyor. " dedim gözlerimi kaçırarak. Bir tuhaflık olduğunu sezmiş; kemikli, oval yüzüyse bıkkın bir ifadeye bürünmüştü. Cevap vermesine bile izin vermeden bebek pusetini eline tutuşturdum. İki puset ve 2 sırt çantasıyla hastanenin giriş kapısında öylece kala kalmıştı. Koşar adımlarla lavaboya doğru yöneldim. Nefessiz kalmıştım. Kasıklarım yeni doğum yapmamın da etkisiyle matkapla deniyormuşçasına ağrıyordu. Dikişlerimin sızısını anlatmaya ise kelimeler kifayetsiz kalırdı.


Tuvalete girdiğimde ilk işim yüzüme oldukça sert bir şekilde üst üste su çarpmak oldu. İçinde bulunduğum şoku biraz olsun gidereceğini umuyordum. Bir an kaçıp gitmek istedim bu hastaneden. Kaçamazdım... Dışarısı Mervan'ın adamlarıyla doluydu. Her kata sivil giysiler içinde yerleştirildiklerini anlamak hiç de zor değildi. Kaçmaya yeltenmem hâlinde beni enselemeleri an meselesiydi. Bağırıp çağırarak kimseden yardım isteyemezdim. Daha önce yaptığı gibi beni deli gösterebilir, çocuklarımı benden alıp, tımarhaneye atmaya çalışabilirlerdi. O deli raporunu çıkarmak ne Mervan'ı ne de Kadir Bey'i zerre kadar zorlamazdı. Yüksek yerlerden tanıdıkları vardı ve bir sözleri benim kibrit çöpünden dünyamı altüst etmeye yeterdi. Aileme zarar verme ihtimallerini düşünmek dahi istemiyordum. Çocuklarımdan ayrı bir dakika bile geçiremeyeceğimi biliyordum. Üstelik şu an bana herkesten daha çok ihtiyaç duyuyorlardı. Onları bırakmak akıl kârı bir iş değildi. Hızlı düşünmeli ve yapabileceğim en doğru hamleleri yapmalıydım.


Doğum sancılarım tuttuğunda çipi sakladığım yerden almayı akıl edememiştim. Bu, Mervan'ı durduracak tek şeydi. Bana yaptıklarını ispat edemezdim, hepsi karşıma dikilip beni bitirebilirdi. Ben düşüncelerim içinde bocalarken bir kadın, oldukça bitkin bir şekilde ellerini yıkıyordu. Ondan telefonunu kullanmak için izin istedim. İsteksiz de olsa karşı koymadı. Telefon, elime ulaştığında rahatsız olmuş gibi kıpırdandım. Durumu anlamış ve beni yalnız bırakmıştı. Polisi arayıp duyduğum sevkiyat kararını bildirecektim. Telefonu çevirip polisi aradım. Saniyeler sonra genç bir memur sesi kulaklarımı doldurdu.

"Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü, buyurun!"

"İyi akşamlar. Bir ihbarda bulunmak istiyordum."

"Sizi dinliyorum."


"3 ay sonra Urfa Nizip yolunda kaçak bir silah sevkiyatı gerçekleşecek. Diyarbakır plakalı, kırmızı, büyük bir kamyon kaçak yollardan silah taşıyor. "


"Siz kimsiniz? Bunun bilgisini nereden aldınız? Alo..." Adım seslerinin ardından saniyeler sonra Mervan'ın yüzü kapı aralığından görünmüştü. Öfkesi şakaklarından esiyor, boynundaki o koyu damarlar her geçen saniye daha da belirginleşiyordu. Telefonu kapayıp karşısında bir heykel gibi dikildim. Gözlerini kısıp, kindar bir eda ile soludu.

"Ne yapıyorsun sen?" Konuştuklarımın ne kadarına şahit olduğunu bilmiyordum. "B- ben ... " Elimden hızla telefonu aldı. Kimi aradığımı görmek için ekranı kaydırdığında istenilen şifre en büyük şansım olmuştu.


"Sen..." Üzerime yürümeye hazırlanıyordu. Kapı aralandı ve telefonun sahibi olan kadın, anlamsız bakışlar eşliğinde içeri girdi. İkimiz de baskın yemiş gibi neye uğradığımızı şaşırmıştık.


"Telefonumu alabilir miyim? Çıkmamız gerekiyor!" Mervan, öldürücü bakışlarını gözlerimden ayırmadan telefonu sahibine uzattı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi beni sürüklercesine lavabodan çıkardı. Çıldırmış gibi hızla asansöre yöneldik. Geç bir saat olması sebebiyle hastane tenhaydı. Tehditkâr bakışlarını görmemek için gözlerimi asansör düğmelerinden ayırmıyordum. Hiç beklemediğimiz bir anda tepemizdeki kare şeklindeki aydınlatıcı yanıp sönmeye, asansör tuhaf bir şekilde sarsılmaya başladı. Mervan, hemen yardım düğmesine basıp durumu kontrol altına almaya çalıştı. Işık yanıp sönmeye devam ediyor; aksi gibi, "Kimse yok mu?" çığlıklarını duyan olmuyordu. Hızını alamayıp iki kapağı birleştiren ince aralığı ayırmaya ve kapıyı aralamaya çalıştı. Ne yazık ki tüm bu çabalar sonuç vermeyecekti. Sert bir yumruğu ve akabinde yıkıcı bir tekmeyi kapıya geçirdikten sonra sarsak adımlarla ondan uzaklaştı. Asansör oldukça genişti ve ben de kendimden bekleyemeyeceğim kadar sakindim.


Bakışlarımla onu taramaya başladım. Tüm olumsuzluklara rağmen saçları bakımlı, takım elbisesi ve ipek gömleği ütülüydü. Burada bile ipek kravat takmış; onca olan bitene meydan okur gibi pahalı kol düğmelerini göz ardı etmemişti. Sakallarının temiz duruşuna ve parfümünün çılgın kokusuna bakılırsa bu korkunç kazanın bile beyliğini gölgelenmesine izin vermeyecekti. Bu sefer bir başkalık vardı yüzünde. Kibrin ve asaletin her demini mayalayan gözleri endişeli, yüzü ise alçıdan bir duvar gibi bembeyazdı. Kravatını gevşetip gömleğini 1-2 düğmesini açtı. Ellerini alnında ve şakaklarında gezdirip titremesini durdurmaya çalıştı. Tenindeki ter damlaları şüphelerimi haklı çıkarmak için yarışıyordu. Kesik kesik solumaları bugüne kadar hiç fark edemediğim hatta yakıştıramadığım bir korkuyu tozlu gönül vitrininden çıkardı.


"Kapalı alanda kalma korkusu..."

Klostrofobi... Yanına yaklaşıp ellerimle yüzüne dokundum. Yüzü kasıntılığından kurtulmuş, çocuksu bir hâl almıştı. Sesimin ve yakınlığımın yaralı zihnine sık dikişler attığını biliyordum. Sırtımızı asansörün duvarına yaslayıp oturur bir vaziyet aldık. Gözlerini kapatıp yüzünü sineme gömdü. Ellerimi bozulacağını düşünmeden siyah, bakımlı saçlarında gezdirdim. Artık çok daha sakin, bir kuş kadar da ürkekti. Yüzüne sirayet eden huzur beni de rahatlatmıştı. Cebinden telefonunu çıkartıp kontrol etti. Çekmediğini görünce pahalı cihazını avuçlarının arasında sert bir şekilde sıktı. Bir süre sessiz kaldık. Gözlerindeki çocuksu matem içimi acıtmıştı.


Ani bir kararla endişe dolu bir sesle o soruyu dudaklarından bıraktı.

"Kimi aradın o tuvalette?" Nasıl bir yalan uyduracağımı şaşırmıştım. Her şey öyle ani gelişmişti ki bunu düşünmeye hiç vaktim olmamıştı. Kekelememeye çalışarak, "Annemi." diye cevap verdim.


"Doğumu haber vermek istemiştim. İyi olduğumu bilmesi benim için önemliydi." Başını sığındığı yerden kaldırıp derin derin gözlerime baktı. "Bunu benim telefonumdan da yapabilirdin!" Bakışları beceremediğim her yalanı huysuz bir çocuk gibi alayladı. Yeniden sineme sığındığında onu inandıramadığım gerçek ile baş başa kaldım. Neyse ki yarım saat kadar sonra asansör açılmış ve bulunduğumuz o kasvetli yerden kurtulmuştuk. Beni siyah, lüks aracına bindirip eve gönderdi. Araç karanlığı yararak ilerlerken aklımda sadece o vardı. Tuhaf bir suçluluk duygusu tenimi ateşe vermişti sanki. Doğru olanı yapmıştım oysa; üzülmem yersizdi. Neden peki? Neden içimdeki kalp çarpıntısına engel olamıyordum? Neden Mervan'ı düşünmeden tek bir anı bile geçiremiyordum?


Kapalı ortamda kalmaktan korkuyordu. Ne acı! Ömrünün geri kalanını kilitli kapılar ardında parmaklıkları mesken tutarak geçirmek zorunda kalacaktı. En yakıcı olanıysa onu bu çukura benim ittiğim gerçeğiydi. Beni ölürcesine, çılgınlar gibi seviyordu. Sahip olduğu her şeyden vazgeçip, tüm gerçeğimizi bir kalemde silip atacak kadar çok... Esas zindanı yüreğinde yaşarken yarım saatlik bir tutsaklığa bile dayanamayan adam, bu makûs talihe nasıl dayanırdı? Yüreğimin yumuşamasına izin veremezdim. Beynimi yeniden bumerang gibi dönen düşüncelere odakladım. Ne zaman Mervan'a duyduğum öfke azalacak olsa hep aynı şeyi yapardım. Geçmişi hatırlamak...


Filmi sinema makinasındaymışçasına geriye sarar; yaptığı kötülükleri bir bir hafızama taşırdım. Abimin namlunun ucundaki bakışları, onu korumak için kopardığım feryatlar, babamın onunla evlenmem için attığı dayak, Mehmet'in hasreti ile döktüğün gözyaşları, gelinlik hayallerim... Hepsi makus kar taneleri gibi usulca zihnime taşınırdı. Merhametimi süpüren o mavi halı, geçirdiğim seyahatle unuttuğum her şeyi acıtarak hatırlatırdı. O zaman yaptığın her şey manidarlaşır, haklılık kanımdaki bir zehir gibi nefreti beynime taşırdı. Bugün tüm nefretimi ve bencil duygularımı bir kenara bırakıp sadece çocuklarımın geleceği için bunları yapmam gerektiğine karar verdim. Henüz ad koymayı bile düşünemediğim, birbirinden güzel iki bebeğe sahiptim. Onların ömrü benim tüm yaşanmışlıklarımdan daha kıymetliydi. Tüm yaptıklarından sonra Mervan'ı affetmeyi kadınlık gururuma; heveslerine müptela olmuş bir insan olmayı ise annelik sorumluluğuma yakıştıramıyordum. Yemin etmiştim. Mervan'ı sevmek gafletine düşen bir yüreği yakıp küle çevireceğime dair olan sözümü serseri bir eşkıya gibi nöbet tutan onurum koruyup kolluyordu.


Sayılı günlerimiz kalmıştı artık. Hayattaki en büyük hatası ve şansı olarak gördüğü bu evlilik, kısa bir zaman sonra bitecekti. Bu sefer yakayı ele vermesini umuyordum. Kimsenin hakkı kimsede kalmamalıydı. Kadir Bey ve Mervan, hak ettiği cezayı bulduğunda kilitlendiğim kafesin parmaklıkları da kendiliğinden çözülecekti. "Geldik Hanımefendi!" Ses Battal'a aitti.


"Teşekkür ederim!" Düşüncelere dalıp geldiğimin farkına bile varamamıştım. Pusetlerden birini alıp girişe kadar bana eşlik etti. Zil çaldığında ilk Makbule Hanım'ı görmüş ve içime yayılan huzurla boynuna sarılmıştım. O hengamede fark edemediği yavrularımı sevgiyle bağrına bastı. Bebeklerimin mayalı poğaça hamurunu andıran yanaklarına şefkat dolu buseler kondurdu. Bir yandan da "Allah analı babalı büyütsün!" deyip tahtalara vuruyor; göbeğini oynata oynata evde koşuşturup duruyordu.


Dilan ve Korkut abi de oldukça mutlu görünüyordu doğrusu. Özellikle de Dilan, bebeklerimin güzelliğini öve öve bitiremiyordu. Kundağı Korkut abinin kucağına bırakıp gözlerindeki neşe pırıltılarını izledim. Her şey açığa çıktığında yaptıklarım için bana kızacak mıydı? Bunun düşüncesi bile yüreğimi sıkıyor; beni olmadık hüsranlara sürüklüyordu. Gülnaz, bir şey söylemesi gerektiğini anlayıp yanıma geldi.


"Hayırlı olsun!" derken ki buruk ifadesi içime batmıştı. Gözlerinde gördüğüm acıyı ne yapsam unutamıyordum. Eğer çocuğu yaşasaydı şimdi akran olacaklardı. Bu evde birlikte büyümeseler de o bebek, bir gün mutlaka çocuklarımın hayatına değecekti. Dicle ve Melek bebeklerimin kardeşiydi. Bu evle tamamen bağımı koparamazdım. Hapse girdikten sonra da Mervan'a sürekli çocuklarını götürecek, evlat hasreti çekmemesi için elimden geleni yapacaktım. Bu kadarını ona borçluydum. Belki her şey olup bittiğinde Gülnaz'la aramızdaki nefret son bulur, çocuklarımızın mutluluğu için birbirimize sırt verebilirdik. Buna yönelik pek umudum olmasa da gerçekleşmesi için her şeyi yapardım.


Bebekleri Dilan'a bırakıp hızla yukarı çıktım. Odama ulaştığımda yatağın ayakucundaki pufa oturdum. Gülnaz da işaretimi aldığı için peşimden gelmişti. Elimi uzatıp oturması için yer gösterdim. Aramızdaki düşmanlık, zorluklar içinde kördüğüm olmuş hayatımızı daha da içinden çıkılmaz bir kaosa sürüklüyordu. Kavgayı bırakıp el ele vermeliydik. İstemesek de bundan başka çaremiz yoktu. O duyacağı sözleri merakla beklerken ağır ağır konuşmaya başladım.


"Gideceğim buradan. Çocuklarımı da alıp çıkacağım hayatımızdan. Bu tuhaf evliliği daha fazla uzatmak istemiyorum." Alaycı gülümsemesi sinirlerimi bozmuştu. "O seni bırakmaz. Hâlâ bunu başarabileceğine nasıl inanabiliyorsun? Gerçekten kızarsa bu senin hayatına bile mâl olabilir. Eğer çocuklarınla birlikte yaşayabilmek istiyorsan Mervan'ı karşına alma. Seni bir kalemde harcayabilecek kadar gözü dönerse, onu kimse tutamaz. Benim ayrılmak için az da olsa bir şansım var; ama bu ev senin tek çaren! Yerinde olsam gitmek için değil, yerimi sağlamlaştırır kalmak için uğraşırdım."


"Yapamam!" dedim beni anlayacağını umarak. "O korkunç biri; çok tehlikeli işler yapıyor." Bu itirafın az olsa onu şaşırtacağını düşünmüştüm. Şaşırmamıştı. Yüzünde tek bir mimik oynamadığı gibi bakışları dünyanın sırrına ermişçesine tok ve imalıydı.


"Bunu yeni mi anladın?" Gözümden yuvarlanan yaşı parmak uçlarımla silip, "Bildiğin gibi değil; çok daha fenası. O... O..." diye kekeledim. İçimdeki gerçekleri fısıldamak bile beni yoruyordu. "Kaçakçılık yapıyor diyeceksin değil mi?"


Gözlerimin hayretle açıldığını biliyordum; fakat ne yapsam duyduklarıma inanamıyordum. "Biliyor muydun?" Başını onaylayarak salladı. "Sadece bu kadar da değil!" diye ekledi. "Adam öldürmek, alıkoymak, işkence ve daha fazlası... Bunlar onun hayatının en kahrolası gerçeklerinden." Ayağa kalkıp bir süre odada dönüp durdum. Şaşkınlığımı hazmetmeye ve zihnimi toparlamaya çalışıyordum. "Nasıl sustun Gülnaz?" dedim kolunu çekiştirirken.

"Nasıl hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyorsun?"

"Ne yapsaydım? Çocuklarımın babasını polise mi verseydim?"


"O silahların nereye, kime gittiği belli değil. Ya masum insanlara zarar veriyorsa ya yuvalar yıkılıyorsa bu şiddet yüzünden. Çocuklar yetim kalıyorsa... Bunu hiç mi düşünmedin?" Ayağa kalkıp kapıya yöneldi.


"Benim yapabileceğim hiçbir şey yok. Günahı da vebali de onların boynuna. Daha fazla karıştırma bu işi. Kendini değilse bile çocuklarını düşün!" Kapıyı açıp dışarı çıkmak için yeltendi. Onu durduran tek şey ölüm döşeğindeki bir hastanın itirafından daha hallice bulduğum son sözlerim olacaktı.


"O haram lokmaları çocuklarına yedirirken, ödeyeceğin bedelleri hiç mi düşünmedin?" Ani bir duraksamanın ardından son bir bakışla utanç dolu bir yüzden başka hiçbir şey bırakmaksızın odayı terk etti.


***


Loading...
0%