@syildiz_koc
|
Merhaba değerli arkadaşlar. Bu gün ilk defa Mervan'ın kaleminden bir şeyler okuyacağız. Genellikle okurlarım Nazar'ın hikayesinden etkilenir ve Mervan'a öfke duyar, fakat yaptığı şeyleri onaylamasam da Mervan karakterinin yeri bende hep ayrı olacaktır. Onu yakından tanıdığınızda masum bir insanın nasıl canavara dönüştürüleceğini anlamış ve önyargılarınızdan soyutlanmış olacaksınız. Elbette yaşanılanlar hiçbir suçu haklı kılmaz ama bazı farkındalıklar insanı olgunlaştırır ve düşmeden sağlam adımlarla yaşamayı öğretir. Umarım sizler de yazdığım karakterlerin hatalarından ve hayat hikayelerinden dersler çıkarır ve sürükleyici bir serüveni yaşarsınız. Keyifli okumalar. 🤗🥀 Medya:Sezen Aksu (Küçüğüm) MERVAN'IN KALEMİNDEN Otobüs ağır ağır dağları geride bıraktı. Beni Diyarbakır'dan İzmir'e sürükleyen o yıkıcı rüzgâr artık hiç de uzağımda değildi. Ben konuşmayı, sosyalleşmeyi pek becerebilen biri değilim. Her zaman farklıydım. Beyaz bir çarşafın üzerine düşen siyah bir mühür gibiydi varlığım. Ait olamadığım bir evde, beni sevmeyen insanların arasında buruk bir ömrü yaşamıştım. Şimdi ise tüm o mutsuzluğu geride bırakıp yeni bir hayata yelken açıyordum. Bir hafta önce kaderimi değiştirecek bir haber aldım. Beni dereceye sokan yüksek bir puanla Tıp fakültesini kazanmıştım. Yüreğim öyle bir heyecan dalgasına tutuldu ki duygularımı zapt etmek konusunda yüzlerce level atlayan ben bile bu hâlin önüne geçemedim. Haber benimle birlikte Korkut abimi de oldukça sevindirmişti. Felçli yüzünde belli belirsiz umut taneleri peyda oldu. Gözlerini iki kez kırpıp düğümlenmiş diliyle beni tebrik etti. Sonunda hayallerime kavuşacaktım. Yeni ve tertemiz bir sayfa açıp okumak için çıldırdığım doktorluk mesleğini icra edebilecektim. Hayat kurtarmak... Birilerine umut olmak istiyordum. Belki bir gün abimi iyileştirecek olan o tedaviyi öğrenerek bir kez daha başarıyı hayatıma kazandıracaktım. Şimdi bunları yazıp açık açık ifade edebildiğime hayret ediyorum. Normalde az konuşurum ben. Yıllardır kapalı bir kutu gibi sırlarla doluydum. Dağlardan, bulutlardan ses gelirdi de benden gelmezdi. Neden böyle olduğumu çok düşündüm; fakat hâlime mantıklı bir açıklama yapmak güçtü. Artık tüm bunları geride bırakıp değişmek istiyordum. Değişip yepyeni bir Mervan olmak... Babam hayatımdaki en zorlu imtihandı. Sert bakışları, otoritesi, doğruları... Her şeyiyle hayatımı idare eden bir kural mekanizmasına sahipti. Bunları niye yazdığımı ya da yazmaya çalıştığımı ben de bilmiyorum. Neden yazar insan acılarını, neden konuşamadığı her şeyi haykırır ak pak sayfalara? İçimde yaralı bir hissiyat var ve ben artık bu altın kafesten kurtulup kaderimin güzelleşeceği bir şehre gidiyorum. Unutulmuyor yaşananlar. Onları ne yaparsam yapayım tam anlamıyla geride bırakamıyorum. Belki de yüreğimdeki dinmeyen onca yaraya, düşlerimden akan o kop kuyu kana dermandı bu yazacaklarım. Ne kadar iyileşip ne kadar dağılacağım ise bilinmezliğini koruyan bir girdap gibiydi. Çocukluğum kocaman, gösterişli bir evde geçti. Oldukça zengin ve soylu bir aileden geliyordum. Babam şehrin hatta ülkenin ileri gelenlerinden biriydi. Evin ikinci oğluydum. Güzelliğim ve zekâm her yerde kendimi ortaya koymama yetiyordu. Siyahlarla bezeli bir odaya sahiptim. Emrimde uşaklarım, hizmetkârlarım vardı. Sofra mükemmel yemeklerle dolup taşarken yüreğim büyük bir açlığın pençesinde ezildikçe eziliyordu. Sevgi... Bu duyguyu, belli ki hiç öğrenemeyecektim. Sevmek ve sevilmek hayatımda asla yer edinemeyecekti. Bunu anladığımda tek yol onun bana gelmesini beklemeyip peşine düşmek oldu. Yeni hayatım bana tüm bunları, belki çok daha fazlasını verecekti. Her şeyin iyi olacağına inanmak istiyordum. Artık heybemi güzelliklerle doldurma zamanı çoktan gelmişti. Babamın karanlık kalbi asla beni sevmemişti. Bir tebessümü, tatlı bir dokunuşu ummuştum yıllarca; olmamıştı. İşin doğrusu hissettiğim bu eksikliğin ne olduğunu uzunca bir zaman ben de anlayamamıştım. Adını koyamadığım, hissettiğim ama tarif edemediğim tuhaf bir eksikti benim için. İnsan hiç göremediği, yaşayamadığı bir şeye özlem de duyamıyordu. Bu sebepten olsa gerek yüreğimde buz tutan beklentilerimin sebebini bir türlü çözememiştim. Çocuk aklı işte! Tüm babalar aynı sanırdım. Hepsinin babası babam gibiydi. Sevgisiz ve öfkeli... Kabullenmiştim bu durumu. Aramızdaki ilişki böyle olmalıydı. O bir Beydi ve Beyler hep güçlü durmak zorundaydı. Acı bir kabulleniş hayal kırıklıklarıyla dolu bir beklentiden çok daha iyi geliyordu kalbime. O gün içimdeki yitiğin farkına vardım. Henüz 5-6 yaşlarında küçük bir çocuktum. Müştemilata gittiğimde bahçıvanın eski bir sedirin üzerinde uyuduğunu fark ettim. Salyası yanağına akmış, ağzı açık, horultular çıkara çıkara derin bir uykuya saklanmıştı. Başında el örmesi hasırdan hallice bir çiftçi şapkası vardı. Bu haliyle gördüğüm bir karikatürdeki kovboyları andırıyordu. Elime geçirdiğim bir güvercin tüyünü alıp gelişigüzel burnuna, kulaklarına değdirmeye başladım. Burnunu karıştırıp afalladıkça ben de kıkırdamaktan kendimi alamıyordum. Öyle derin uyuyordu ki yaptığım muzırlıkları fark edememişti. Bakışlarım sehpayı bulduğunda üzerindeki televizyon dikkatimi çekti. Bizim evde de vardı bu aletten; fakat açılması yasaktı. Babam film izlemeyi boş ve gereksiz gördüğünden kimse cesaret edip düğmesine basamazdı. Beni burada görmeyeceğini düşünüp birkaç düğmeye bastım. İçinde oynayan küçük insanları görünce şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Kanalları çevirdikçe ilgim artıyor; bakışlarım odaklandığı yerde saniyelerin bile hesabını yapıyordu. O gün izlediğim filmde gerçek bir ailenin nasıl olması gerektiğini 20 dakika içinde öğrenmiştim. Mutlu ve şefkatli bir anne, güler yüzlü bir baba ve sevimli kardeşler... Aile buydu. Bunun dışındaki her şey koca bir yanılgı gibi geliyordu. Ne hayaldi ama! Annem Raziye Hanım, otoriterlikte babamdan hiç geri durmaz, her fırsatta beni örseler dururdu. Yapı itibari ile zor bir kadındı Raziye Hanım. Bir kadına göre oldukça sert sayılırdı. Bundan olsa gerek onun da sevgisizlik konusunda babamdan aşağı kalır bir yanı yoktu. Ne yapsam sevdirememiştim kendimi. Gözlerime nefret dolu bakardı. Diğerlerine özel bir ilgi gösterse de ben onun için hiçbir zaman var olmamıştım. Benimle hiç ilgilenmez, tatlı bir bakışı, sıcak bir gülüşe esirgerdi. Babamın gazabı bile çoğu zaman onun annelik şefkatini harekete geçiremezdi. Ben bir köşeye sinerken o adeta hırpalanışlarımdan zevk alırdı. Bir çocuk olarak bakımıma ilgi göstermez ne uyku saatim ne hastalanmam ne de yiyip içtiklerim umurunda olmazdı. Bir yerde uyuyup kalsam üzerimi örtmez, ya hasta olursa diye düşünmezdi. Bazen holde, verandada ya da bahçede uyuyakalırdım. Tüm dünya ah vah etse annem durumumun farkına bile varamazdı. Bazen siyah odamda kabuslar görürdüm. Tüm evi inletecek çığlıklar atar bana sarılıp sakinleştirecek bir tenin özlemiyle kavrulurdum. Oysa annem ve babam bana bu ilgiyi gösterecek duyarlılığa hiçbir zaman sahip olamamıştı. Altı yaşına kadar tüm bu eksiklikleri görmezden gelebilmiştim. O yıllarda biraz olsun şanslı sayılırdım. Süt ninem vardı çünkü. O başkaydı. Diğerlerine hiç benzemezdi. Sevgi dolu bakardı bana, sarılınca dünyalar benim olurdu. Korktuğumda kollarına sığınır, beni öpüp koklamasına izin verirdim. Çok farklı, sıcak bir kokusu vardı. Ona sığındığımda kendimi güvende hissederdim. Ninem masal okumayı bilmezdi. "Aklım ermez benim öyle şeylere oğlum!" der boynumu bükmemek için de takatuka tekerlemesini komik bir ifadeyle söyler dururdu. Bazen bana komik köy hikayelerinden anlatırdı. Ben de ona sarılıp kahkahalarla gülerdim. Böyle durumlarda kahkahamı bastırmak için ne ağzımı kapatmam para ederdi ne de kafamı yastığa gömmem. Dişlerim heyecanımın da etkisiyle dudaklarıma geçer; geçtiği yerle birlikte yüzümü de mosmor ederdi. Ninemin o tatlı ses tonu, gülerken görünen yarısı dökülmüş dişleri, dudaklarını iki sözcükte bir yalayarak ballandırması... Her şeyi içimde tarifsiz sevinçler oluştururdu. Zaten hastalandığımda başında bekleyen, ağladığımda benimle birlikte gözyaşı döken de ondan başkası olmazdı. Bana tertemiz bakar, Kadir Bey'in karşısında ak pak durmam için koşturup dururdu. Bir başkaydı ninem; kimseye benzemezdi. Her şeye rağmen ona sarılıp mutlu olmaya çalışır ayrılığından da ölesiye korkardım. Kâbuslar da gerçek olurmuş ne yazık! Onu kaybetmek hayatımın bana attığı korkunç bir şaplaktan başka bir şey değildi. Ben onu alırsa diye ölüme duvar olurken bizi birbirimizden ayıracak olan esas Azrail'i görmemiştim. O günlerde süt ninemin bana olan ilgisi babama iyiden iyiye batar olmuştu. Bu fedakâr, yaşlı kadının varlığına tahammül edemeyeceğini düşünememiştim. Babam güce tapardı. İktidar, nam ve para onun için her şeydi. Amaca giden yolda herkesi ve her şeyi harcamak mübahtı. O bana karanlığı anlatır, dipsiz bir kuyuya, kör bir harabeye çekerdi. Ninem ise ondan gizli sevgiyi, adaleti ve hoşgörü aşılardı. Babam gibi olmamam için ne çok gayret ettiğini bilirdim. Ona sarılıp uyuduğumda ahlaka dair anlattığı o güzel öyküler zihnime bir bir işlenirdi. Ne anlatsa ilahi bir kanun gibi gelirdi bana. Uykunun bedenimi boşluğa sürüklediği o anlarda bile sözleri tüm hakikatleri unutturup yüreğimi tutuştururdu. Bu değerler eğitimini öyle ustaca yapardı ki bin yıl geçse de unutacağımı düşünmezdim. Babamın ölümcül tavsiyeleri ve emirleri ben de hiçbir zaman belirgin olamazdı. Ninemin sözlerinden sonra suya yazılmış gibi silinip giderdi. Zaten ne dediğini, söyledikleri ile neyi amaçladığını hiçbir zaman tam olarak idrak edememiştim. Sadece akrostiş olsun diye yazılmış manasız bir şiire benzerdi nasihatleri. Tek farkla: Onun şiiri karanlığı ve kötülüğü davet ederdi. O gün kollarında yine tadına doyamadığım hikayelerinden birini dinliyordum. Merhamet ve adaletle ilgili birbirinden güzel sözleri ardı ardına sıralıyor, buz tutmuş ruhumu sevgi alevi ile ısıtıyordu. Hiç ummadığım bir anda kocaman bir çift elin darbesiyle irkildim. Babam, bana anlattıklarını duymuş ve onu beynimi yıkamakla suçlamıştı. Tüm ağlamalarıma ve yalvarmalarıma rağmen onu evden kovdu. Bahçede dizüstü çöküp haykırışlarıma teslim oldum. Ninemin bindiği siyah araç benden uzaklaşırken arka camdan nemli gözlerini görebiliyordum. Bu ayrılığın ona da ağır geldiğini biliyordum. Bana bakmış, herkese karşı durup bu koca evde kol kanat germişti. Gidişi ölümden beterdi; fakat direnişlerimin bir sonuç vermeyeceğini de çoktan anlamıştım. Bahçede dil söküp saatlerce ağlayarak çocuksu bir hevesle gözyaşlarımın onu geri getireceğini ummuştum. Gelmeyecekti... Bir daha hiç sarılamayacaktı bana. Dokunamayacaktı; öpüp hikayeler anlatamayacaktı. Bir yıldız gibi kayıp gitmişti benden. Bu gidişin dönüşü yoktu. Ben yıldız kaymalarından nefret ederdim. Dilek tutmak ise bana hep aptalca gelirdi. Bunu ömrümde bir kere denemiştim. İlk, tek ve son... Allah'tan ninemin hep yanımda kalmasını, ölümsüz olmasını istemiştim. Olmamıştı. Hatta dileğim ters tepmiş avucumdaki tek umudu da bir hiç uğruna kaybetmiştim. Ninemin gidişiyle yıkılmıştım. Yağmurun altında saatlerce dinmeyen gözyaşlarım artık babamın gazabını iyiden iyiye üzerime çeker olmuştu. Kolumdan tutup sarsarak düştüğüm yerden kaldırdı. Nefret dolu mavi gözleri ürkmeme sebep olmuştu. O sert ellerinin arasında korkak bir kedi yavrusu gibiydim. Babam, "Ağlama!" dedikçe ben feryadın dozunu arttırıyor; inadına kendimi yerlere atıyordum. 6 yaşında bir çocuktan böylesine bir acıya dayanması nasıl beklenirdi? Ben de en iyi bildiğim şeyi yapıyordum o gün. Ağlayıp, bağırmak... Bebekliğinden yadigâr kalan bu davranış, çaresizliğe ve haksızlığa karşı en büyük serzenişimdi. Ne yazık ki bu durum babamı zerre kadar etkilemeyecekti. Kolumdan tutup beni eve doğru sürükledi. Cılız bedenim yüreği nasırlaşmış olan bu bedbaht adama karşı koyamadı. Kendimi dakikalar sonra kilerde bulmuştum. Bu karanlık oda canavar hüviyetine bürünmüş; beni korku ve dehşet ikliminde emip tüketiyordu. Artık ağlayamıyordum. Çünkü öğrenmiştim; ağlamak yaramazlıktı ve yaramazlık yapan çocuklar kilerdeki karanlık cadının kollarına bırakılırdı. Tüm duvarları yokladığım halde ampulü yakacak bir düğmeye rastlamamıştım. Hava soğuktu ve yerde oturabileceğim bir kilim bile yoktu. Ağlayarak kapıyı bir süre tekmeledim; fakat beni bu korkunç yerden kurtaracak birinin geleceğine dair en ufak bir umudum bile yoktu. Ağlamaktan ve bağırmaktan artık sesim çıkmaz olmuştu. Yıpranan boğazımı daha fazla yormamak için bir süre daha odada dolaştım. Başımı kollarımın arasına aldım. Boğuluyordum sanki. Dikenli bir bitki yutmuşum gibi canım acıyordu. Bakışlarım duvar dibine odaklandığında o küçük fare deliği içime tarifsiz bir huzursuzluk yaymıştı. Demek bu kasvetli kilerde yalnız değildim. Saatler geçmek nedir bilmiyordu. Zeminin soğukluğu ayaklarımdan dizlerime kadar ulaşmıştı. Öyle ki artık ayak parmaklarımı bile hissedemez olmuştum. Sanki geçen her saniye ayaklarıma cam kırıkları batıyor, yüreğimin acısına tenimin ayazı ekleniyordu. Gözlerimi kapayıp süt ninemi düşündüm. Kendimi ne zaman üzgün hissetsem hep bunu yapardım. İçimdeki ayaz onun şefkat iklimine taşınırdı. Onun uyuturken kulağıma fısıldadığı ninniyi söylerdim. Dudaklarım da bedenimle birlikte donmuş gibiydi. Titreyip birbirine vuran dişlerim yüzünden sesim kesik kesik çıkıyordu. Yavrum uyusun ninni. Siyah gözleri kapansın ninni. Bu güzel yüzlü çocuğu, melekler öpüp okşasın ninni. Gözlerimi açtığımda odamdaydım. Kurtulmuştum o kilerden. Fareler ayaklarımın üzerinden atlamıyordu artık. Zifiri karanlıkta korkunç canavarlarla savaşmıyordum. Başucumda annem ve babam vardı. Onları ilk defa benimle ilgilenirken bulmuştum. Gözlerim doktorun ilgili bakışlarına takıldı. Onu daha önce de görmüştüm. Ne zaman hastalansam karşımda bulduğum ilk kişi bu beyaz sakallı, uzun yüzlü adam olurdu. Göğsümü dinledikten sonra bir reçete yazıp beslenme alışkanlıklarım konusunda babamı uyardı. Kapıyı çekip çıktığında artık onlarla baş başaydım. İlk uyuşukluk geçince hemen doğrulup oturmaya çalıştım. Babamı iyi tanırdım. O karşısında hazır ol da durmamı isterdi. Onun gazabını daha fazla üzerime çekmek istemiyordum. Deli gibi öksürmeye başladım. Öyle şiddetli öksürüyordum ki neredeyse ciğerlerimin ağzından sökülüp çıkacağını sandım. Babam, anneme kaşıyla sürahiyi işaret edip su vermesini istedi. O da bıkkın bir tavırla suyu doldurup bana uzattı. Bu annemden gördüğüm ilk şeydi. Daha önce benim için bir şey yaptığına şahit olmamıştım. Babamın ruhsuz, gazap dolu bakışları bir süre daha üzerimde gezindi. Ne düşündüğünü anlamak zordu. Beni ince ince süzerken "Bu çocuğa iyi bak!" dedi. "Bu evin Beyi o olacak. Bir dediğini iki etmeyeceksiniz. Diğerlerinden daha özenli davran ona!" Bey olmak... Kendimi bildim bileli babamdan bu sözü çok sık duyar olmuştum. Beyler ne yapardı, nasıl davranırdı; bilmiyordum. Bu tarz şeylere yabancıydım. Babam kendisi gibi olmamı istiyordu. Onun gibi sert, cesur ve otoriter olacaktım. Benim de peşimden koşan, bir dediğimi iki etmeyen adamlarım olacaktı. Belimden silahı düşürmeyecek ve herkesin yüreğine korku salacaktım. Bey olmak bunu gerektiriyordu çünkü. Babam gibi az gülecek, az konuşacak ve yeri geldiğinde çevremdeki adamları paldır küldür dövecektim. Uzak geliyordu tüm bunlar bana. Ne yapsam bu rolü kendime uyduramıyordum. Babam kaderimi çoktan çizmişti ve o asla emirlerine karşı gelinmesini kabul etmezdi. Babam, odadan çıktıktan sonra annemin bakışları bir süre daha üzerimde gezindi. Asla sevgi parıltıları bulamadığım o ela gözler, yine tehditkâr bir edayla gözlerime mıhlanmıştı. Ne bakıştı ama! Gören de karşısında küçük bir yılan, zavallı bir böcek, sinsi bir şeytan var sanırdı. Gözlerinin seğirmesinden, kaşlarının yay gibi gerilmesinden benden ne kadar iğrendiğini sezebiliyordum. Pis miydim, çirkin miydim ben? Bu yüzden mi bu kadar nefret ediyordu annem, bilmiyordum. Bildiğim tek şey onun bakışlarında asla şefkate yer olmadığıydı. Hızlı bir şekilde odadan ayrılmaya yeltendiğinde, "Anne gitme!" diye sayıkladım. Küçücük ellerimle parmak uçlarını yakalamış yalvaran gözlerle ona bakıyordum. Oysa cevabı çok basit ve kesindi. "Bana bir daha anne deme!" Kapının sert bir şekilde çarpması ile yeniden hayal kırıklıklarıma gömüldüm. Çok mutsuzdum. Süt ninemi özlemiştim ve bana bu kadar uzak olmasına tahammül edemiyordum. Yüzü, şefkatli bakışları, kucaklayıp öpmeleri zihnimin en kurak bahçesinde eşsiz güller açtırıyordu. Onu bir daha göremeyecek olmamın ihtimali bile içimde fırtınalar estiriyor; çocuksu kalbim her dakika bu düşüncelerle biraz daha hırpalanıyordu. O geceden sonra günlerce hasta bir şekilde odamda yatmış, battaniyeyi kafama çekip kimseyle konuşmamıştım. Boğazım düğümlenmiş gibiydi. Bu sebepten olsa gerek yemek bile yiyemiyordum. O zamanlar hayatımın en kötü zamanlarının bu hastalık ve hasret dolu günler olduğunu sanırdım. Yanılmışım... Bunlar yaşayacaklarımın yanında en huzurlu ve iyi olduğum günlermiş meğer! Beni daha büyük elemler, daha sarsıcı zamanlar bekliyormuş da haberim yokmuş. Birkaç gün sonra odamın kapısı aniden açıldı. Babamın gölgesini gördüğüm an saniye ıskalamaksızın hemen doğruldum. Karşıma dikilip beni bir süre ince ince süzdü. Eğilip yanaklarımı kavradığı esnada, "Acaba yine ne hata yaptım?" diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Düşüncelerimi boşa çıkarır gibi, "İyi görünüyorsun, toparlanmışsın!" diye sayıkladı. Bana başıyla gardırobu işaret edip, "Sana aldığım siyah takımı giy. Saçlarını tara ve koku sürün. Bugün seni bir yere götüreceğim. Artık zamanı geldi!" dedi. Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Babam beni bu zamana kadar hiç dışarı çıkarmamıştı. Bu evden birkaç metre bile uzaklaşamamıştım. Beni neyin beklediğini bilmiyordum. Bakışlarımı üzgün bir şekilde ondan uzaklaştırdım. Bu reddedişimin onu kızdırması umurumda bile değildi. Yanağını kavrayıp yüzümü yüzüne yaklaştırdı. "Sana ne emredersem onu yapacaksın! Güçlü bir çocuk olacaksın. Topla kendini ve bir Bey gibi davran!" Dehşet saçan mavi gözleri beni daha da ürkütmüştü. Yanaklarımı avuçlayan elleri dudaklarımın katlanıp büzülmesine sebep oldu. Sanki bir kâbusu yaşıyordum. Başımı çaresizce sallayıp onu onayladım. Gitmekten başka çarem yoktu. Babam odadan çıkar çıkmaz hazırlanmaya koyuldum. Siyah takım elbisem, taranmış saçlarım, parlak siyah ayakkabılarımla tam da onun istediği gibi görünüyordu. Yavaş yavaş merdivenleri indiğimde tüm bakışlar üzerimdeydi. Annem histerik bir tebessümün ardından duyarsızca cama yöneldi. Ömer ve babası ellerini önünde buluşturmuş hayranlık ve hürmet dolu bakışlarla beni izliyordu. Bu evde ninemden sonra en sevdiğim insan Ömer'di. O benim en yakın dostum, tek sırdaşımdı. Babam olmadığında bahçenin ücra bir köşesine gider onunla çeşit çeşit oyunlar oynardık. Bazen de geceleri buluşur duvara tırmanıp birbirimize korku hikâyeleri anlatırdık. Babam onunla oyun oynamama asla izin vermezdi. Ben bir Beydim ve beylerin arkadaşları olmazdı. Onlar asla kendilerinden daha düşük biriyle dostluk edip görüşemezdi. Ömer, kâhyanın oğluydu ve benim sadece hizmetkârım olabilirdi. Yavaş ama emin adımlarla merdivenleri indim. Bakışlarım sert, omuzlarım dik bir şekilde tam karşılarında durdum. Babamın baş işaretiyle önce kâhya sonra da Ömer eğilip elimi öptüler. Kâhya benden oldukça büyüktü; Ömer ise yaşıtımdı. Ben bir tek büyüklerin eli öpülür sanırdım; bir gün böylesi bir hürmete bu kadar küçük yaşta muhatap olacağımı düşünmemiştim. İçimden gülmek geliyordu. Sanki tiyatro oynuyorduk ve ben başroldüm. Dudaklarım gülmek için kıvrıldığında aklıma olabilecek en kötü şeyleri getirip kendimi durdurdum. Babam gülmemden hiç hoşlanmazdı. Olabildiğince ciddi olmamı ister, yeri geldiğinde zorbalaşmaktan çekinmezdi. "Kâhya, söyle adamlara arabayı hazırlasınlar." Emri duyan kâhya el pençe divan kapıya koştu. Ben de duruşumu bozmadan babamın peşine düşüp sert sert bakarak bahçeye yöneldim. Epey uzun sayılabilecek bir yolculuğa çıkmıştık. Dışarıdan sokakları inceliyordum. Çamaşır asan kadınlar, top oynayan çocuklar semtin her yerinde gözlerime ilişiyordu. Ben cama yapışmış bir şekilde onları gözlerken omzuma ilişen büyük eller kemiklerimi kavrayıp yeniden Bey çizgisine kaymama sebep oldu. Yine duygularımı belli etmiş, heveskâr yumurcaklar gibi sıradan davranmıştım. Bu davranışımın beni babamın gözünde aciz bir böceğe çevirdiğini bildiğim halde içimden gelen o tavırlara engel olamıyordum. Tekerlekler asfaltı bağırtırken, ani bir firenle hafiften öne doğru savruldum. Oldukça büyük bir mekâna gelmiştik. Masada bizi bekleyen dört kişi daha vardı. Babam, onlarla anlamadığım bir şeyler konuşup yer yer beni süzmeye başladı. Adımı takdim ettiğinde başını kaldırıp gururumu ortaya koydum. Sırayla gelip elimi öptüler. Yeniden koltuklarına geçtiklerinde babama baktım. Başını eğip kaldırarak bana işaret etti. Elimi kaldırıp oturmalarına emreden bir işaret yaptım. Emrim üzerine yeniden koltuklarına yerleştiler. Yanlarında oldukça sıkılmıştım. Konuştuklarından hiçbir şey anlamıyordum. Tek istediğim bir an önce bu ortamdan uzaklaşıp Ömer'e gidebilmekti. Garsonun uzattığı kahveyi tuhaf gözlerle süzüp dudaklarıma götürdüm. Sade bir Türk kahvesiydi. Tadının nasıl olduğunu ilk defa o gün öğrenecektim. Ağzıma almamla suratını buruşturmam bir oldu. Hemen ardından zapt edemediğim bir öksürük tufanına tutulmuştum. Oldukça acı ve koyu bir kahveydi ve bu haliyle boğazımın yanmasına sebep olmuştu. Beyliğimden ödün vermeden kahveye tekrar uzandığımda oldukça dolu olduğunu unuttuğum fincan devrildi ve kahvenin bir kısmı üzerime döküldü. Sıcaklık aniden sıçramama ve bir çığlık eşliğinde fincanı düşürmeme sebep oldu. Başımı kaldırıp babama mahcup bir şekilde baktığımda gözlerinin yine alevler saçtığına şahit olmuştum. Utanarak eğilip dudaklarımı üst ön dişlerimle ısırmaktan başka bir çarem kalmamıştı. Çok basit bir hareketi bile elime yüzüme bulaştırmış, babamı utandırmıştım. Bunu evde defalarca prova ettiğimiz halde bir türlü istediği performansı sergileyemiyordum. Hep bir sakarlık, hep bir yaramazlık işime taş koyuyordu. Elbisem, ellerim ve zemin tümüyle kahveye boyanmıştı. Bu da yetmezmiş gibi tüm acımasız, alaycı bakışlar üzerime çevrilmişti. Keşke yer yarılsa da içine girsem diye aklımdan geçirdim ama hislerimi onlara asla belli etmedim. "Duman, Beyini lavaboya götür." Duman'ın peşine takılıp lavaboya geçtim. Üzerimi oradaki kâğıt havluyla temizleyip aynaya yöneldim. Duman'ın alaycı bakışlarına toslar toslamaz başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bıyık altından gülüyor, "Beylik sana mı kaldı?" der gibi sevimsiz bir şekilde dudaklarını burkuyordu. Küçücük boyuma aldırmadan, "Gir içeri! Ben kendim gelirim!" diye emrettim. Kontak, ters bir bakış atıp içeri geçti. Oldukça lüks bir mekândı; fakat bu bile sıkılıp daralmama engel olamıyordu. Krem rengi örtüler, iç havuz ve kemancılarla oldukça farklı bir konsepte sahipti. Heykeller ve resimler de mekâna ayrı bir sanatsallık lütfetmişti. Önce ayak parmaklarımın ucunda yükselip lavabo taşına yöneldim. Oldukça büyük ve yüksek bir yapısı vardı. Yüzümü yıkadığımda artık işim bitmişti. Babamlar birkaç metre ilerde koyu bir sohbete dalarken kendimi büyük bir cam pencerenin yanında buldum. Parmak uçlarımla cama tutunup caddeyi, geçen arabaları ve bahçede dolaşan çocukları seyre koyuldum. Ellerindeki şeffaf, küçük toplarla tuhaf bir oyun oynuyorlardı. Birkaç dakika oyunu nasıl oynadıklarına göz gezdirdim. Hiç ummadığım bir anda sarışın, kirli yüzlü bir çocukla göz göze geldim. Beni görünce anlık bir şekilde duraksadı. Kısık mavi gözleri, ortamda lider edalarıyla dolaşması, beni oldukça etkilemişti. İkimiz de ilk defa bir insan görüyormuşuz gibi şaşkındık. Çelik kapıya yönelip bahçeye çıktım. Siyah takım elbisem ve bakımlı saçlarımla çok farklı bir dünyadan kopup gelmiş gibi karşılarında öylece duruyordum. Benden oldukça farklı görünüyorlardı. Ayaklarında ayakkabı bozması eski, deri kunduralar vardı. Saçları dağınık, yüzleri de oldukça kirliydi. Sarışın çocuk, siyah boyalarla kapkara olmuş ellerini bana uzattı. Kedi görmüş fare gibi sinip ondan bir adım uzaklaştım. Avcunu açtığında bana uzattığı turkuaz desenli, şeffaf küçük topları gördüm. 5 taneydiler ve beni oyuna davet etmek gibi bir nezaketin izlerini taşıyorlardı. Avcunu açıp bana uzattığı topları aldım. Beni kolumdan çekiştirip boya sandığının yanına doğru getirdi. Restoranda müşteri olmadığını anlamıştım. Sokaklarda ayakkabı boyayan sıradan bir çocuktu. Benim kendileri gibi olmadığımı bildikleri halde birkaç dakikada aralarına kabul etmişlerdi. Bu nazik davranıştan etkilenmiş kendimi tüm bu farklılığa rağmen özel hissetmiştim. Yıllarca Ömer'den başka hiç kimseyle arkadaşlık etmemiştim. Bu duruma yabancı olduğum halde içten içe sevinmekten kendimi alamıyordum. Bana ısınmışlardı. Yoksa tanımadıkları bir çocuğu neden yanlarına kabul edeceklerdi ki? Belli etmesem de içim heyecandan kıpır kıpır olmuştu. Bana 2 metre kadar ilerideki küçük bir çukuru işaret etti. "Bak orada bir yalak var. Elindekine de bilye derler. Bu bilyeleri tek seferde itekleyerek o çukura girdirmeye çalışacaksın. Yalağa en çok bilye kim girdirirse oyunu da o kazanır. Anladın mı?" Başımı evet manasında salladım. İlk atışı göstermek için kendisi yaptı. Onu dikkatle izleyip bilyeyi nasıl attığını gözledim. Sıra bana gelmişti. "Hadi yap!" talimatını alınca çukurun karşısına diz çöküp ilk hamlemi yaptım. Ne yazık ki bilye kenarından geçip hedefi ıskalamıştı. Ben bana kızıp oyundan atacağını sanırken bakışlarım oldukça sabırlı ve uysal bir yüzle karşılaştı. "Bir daha dene!" Çocuğu başımla onaylayıp bir gözümü kısarak yeniden denedim. Bu sefer olmuştu. Hem de iki tane birden girdirmiştim. Sarışın çocuk gülümseyerek başparmağı ile onay işareti yaptı. Bana iki tane daha bilye verdiğinde artık benim de beş bilyem olmuştu. Onlar kendi aralarında şakalaşırken, sert bir çift elin kollarımı kavradığını hissettim. Bakışlarım saniyeler içinde babamın korkunç mavi gözlerine odaklanmıştı. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye yüreğimi ağzıma getiren bir nara patlattı. "Sadece oyun..." Sözüm suratıma indirdiği tokatla bölündü. Elimdeki tüm bilyeler korku dolu bir irkilme eşliğinde toprak zemine döküldü. "Sana oyun oynamayacaksın demiştim. Beyler oyun oynamaz!" Bakışları dehşetli gözlerle bize izleyen arkadaşlarımda gezindi. Onlar da en az benim kadar sarsılmıştı. "Oynadığı çocuklara bak! Bu pis kokulu, sümüklü haşerelerle mi zaman geçireceksin?" Yüzümü avuçlarımın arasına alıp gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. Dudaklarım tüm çabama rağmen gayriihtiyari büzülmüştü. Beni ağlarken görmesini istemezdim. Bunu zayıflık olarak anlar, öfkeli bağırışları ve nefret saçan gözleriyle beni ağladığıma ağlayacağıma pişman ederdi. "Dağılın hemen!" Babam hırsla ellerimi yüzümden ayırdı. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken bileğimden kavramış ve cebinden çıkardığı beş kurşunu şaplaklar gibi avcuma bırakmıştı. Nemli gözlerle bir yandan kurşunlara bakıyor bir yandan da babamın dudaklarından kovacağı incitici sözleri kolluyordum. Kendisini ölüm döşeğinde olsam bile gözümü kırpmadan dinlememi isterdi. Eğer dinlemezsem saniyeler sonra beni test etmek için ne anlattığını sorar bilemeyince de cezalandırırdı. "Artık sahip olduğun en önemli şey bu kurşunlar." dedi şakaklarında nefret rüzgârları estirirken. "Bunlarla gücünü ve iktidarını koruyacaksın. İktidar ve güç ateşten gömlek gibidir. Bunları korumak için gerekirse ölür ve öldürürsün. Bu gerçeklere ayak uydurmaktan başka çaren yok!" Avucumdaki kurşunları var gücümle sıktım. Bugünden sonra o kurşunları bir an bile yanımdan ayırmayacaktım. Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️❤️ |
0% |