Yeni Üyelik
56.
Bölüm

56. Bölüm : Korkmayacaksın

@syildiz_koc

Medya : ömrüm (motive)


        

Yalnızlık... Çok düşünüyordum. Yalnızlık neydi? Kalabalık bir evdeydim. Hizmetkarlar, Bakıcılar, kâhya, bahçıvan ve daha fazlası... Çok mutsuzdum. Uçsuz bucaksız bir vadide ölüme terk edilmişçesine paramparça bir yalnızlığı soluyarak kurtuluşumu bekliyordum. O mutluluğun hayali bile uzak hatta imkânsız gibi geliyordu. Beni anlamayan piyonların arasında bağırıp sesimi duyurmaya çalışıyordum. Herkes acayip bir memnuniyet maskesi takmış umutsuzca yaşayıp gidiyordu. Okulda geçirdiğim 1-2 hafta bana farklı hayatları keşfetme imkânı vermiş; tabiri yerindeyse gözümü açmıştı. Artık ben de biliyordum; yanlış ve tuhaf olan bizdik.


    

Babamın otoritesinde gölgelendirdiği korkunç bir gazabı; annemin dilinin ucuna bile getiremediği ruh tüketen bir gizi vardı. Sevmiyorlardı beni. Neden? Bunu sorgulamadığım tek bir gün bile geçirmiyordum. Neden sevilmiyor, önemsenmiyordum sanki? Tüm bu soruların bir cevabı yoktu; benim de bunları sormaya cesaretim olmayacaktı. Düşüncelerimi bir kenara bırakıp aşağı indim. Artık okula gitmiyordum. Bunun yerine hocalar bana birer ikişer geliyor; derslerimi anlatıp bir bağ kurmaksızın çekip gidiyorlardı.


Zeki bir çocuktum. Derse hevesli bir yapım olmamasına rağmen bir dinlediğimi hemen kapar kolay kolay da unutmazdım. Babam bakımıma göstermediği ilgiyi derslerime gösteriyor; özellikle matematik ve fen derslerine ayrı bir önem veriyordu. Almanca ve İngilizce dışında Fransızca da öğrenmiş; en iyi hocalardan sayısal dersleri alıp kendimi yaşıtlarımın çoktan önüne geçirmiştim. Öğretmenlerim kıvrak zekama hayran kalmıştı. Onlar beni babamın yanında methettikçe özgüven konusunda daha da ilerlemiştim.


Babamın benimle gurur duyması hayatta en çok istediğim şeydi. Kendimi kanıtlama fikri benliğimdeki yegâne arzu olmuştu. İyi olacaktım. Her geçen gün daha iyi olacaktım. En iyi olacaktım ki babam beni sevsin. Babam ilk defa evladıyla gururlansın istiyordum. Bir gün gerçekten beni kabullenip bağrına basacaktı. Buna olan inancımı asla kaybedemezdim. Yaşama sebebim oluyordu bu beklenti.


   

Artık 12 yaşındaydım. Yavaş yavaş bedenim şekillenmeye, çatallanarak da olsa sesim kalınlaşmaya başlamıştı. Babam yediğim içtiğim her şeyle ilgileniyor; gürbüz, bakımlı bir çocuk olmam için herkesi seferber ediyordu. Antrenörler yoğun antrenmanlarla güçlü ve şekilli bir fiziğe sahip olmamı sağlamıştı. Bu yıllarda savunma sporları normal derslerimin önüne geçmişti. Babam o gün okul derslerinden sonra beni bahçeye çıkardı. Yerdeki minderler daha ilk bakışta ilgimi çekmişti. Orta yaşlı, kır saçlı bir adam bizi görünce hürmetle babama yaklaşıp elini öptü. Aynı karşılığı aldığımda bu durumu ilk sefer olduğu gibi tuhaf karşılamadığımı fark ettim. Galiba Beylik taslamaya yavaş yavaş alışıyordum. Karşımda eğilip bükülmeleri normal gelmeye; hatta tuhaf bir gurur vermeye başlamıştı.


     

Babam beni o gün hocamla tanıştırıp öğreneceklerimi anlatmasını istedi. Hocam, bokstan tekvandoya her türlü savunma sporunu öğreneceğimi, kısa sürede güçlü bir delikanlı olacağını söylüyordu. Bu kadar spora neden ihtiyaç duyduğumu bilmiyordum. Babam beni diğer kardeşlerimden ayırıp neden bunca eğitime tabi tutuyordu? Gayesini, düşündüklerini anlamak imkânsız gibiydi. Bana söyleneni yapıp bir adım öne çıktım. Hocam, babamdan başıyla onay alıp kendisine sert bir yumruk savurmamı istedi. Beklenti dolu gözlerle babama bakıp bir yanıt umdum. Bakışları keskindi. Bunu yapmamı herkesten çok istediğini anlamıştım. Cesaretimi toplayıp derin bir nefes aldım ve kendimden emin bir şekilde bana söylenenleri yaptım. Elbette yaptığım hamle hoca tarafından engellenecekti. Ne olduğunu anlamadan havada takla atıp mindere doğru savruldum. Bakışlarım öfkeyle babamı taradı. Başını onaylar gibi sallayıp duruma karşı olan tepkisizliğini devam ettirdi.


     

Ayağa kalkıp babamın heveskâr talimatı üzerine bir tekme savurdum. Ne yazık ki bu girişimim de hoca tarafından geri püskürtülecekti. Engellendikçe hırslanıyor; hırslandıkça darbelerimi daha büyük bir hınçla indiriyordum; fakat henüz başarıya erişememiştim. Sonunda yorgun düşüp kendimi dizüstü mindere bıraktım. Babam yanı başıma gelip kolumdan kavradı ve beni yeniden ayağa kaldırdı.


"Beyler diz çökmez. Seni Harun eğitecek! Bileği bükülmez, güçlü bir delikanlı olacaksın. Hayatında asla zayıflığa yer olmayacak. Eğer gücünü, zekân ve bilginle bütünleştirirsen bu Beylik tahtında bir ömür geçirirsin."


    

Yine beylik... Beylikle neyi kast ediyordu babam? Başımı onaylar gibi sallayıp bakışlarımı hocama yönlendirdim. Belindeki kuşak dikkatimi çekmişti. Epey zaman sonra aynısına sahip olacağımı bilmeden hırsla çalışmaya başladım. Artık oyuncağın ve masal kitabının yerine kum torbası ve boks eldivenleri almıştı; babamsa sonu belirsiz karanlık yolumun müdavimi olmuştu. Hayatımın yeni bir amaç kazanmasından memnundum. Haklıydılar... Gün geçtikçe daha da güçleniyor; annem de dahil herkesin gıpta ile baktığı bir delikanlıya dönüşüyordum. Bu alanlarda ilerlememe rağmen geleceğim konusunda herkesten gizlediğim çok farklı amaçlarım vardı. Doktor olmak istiyordum. İnsan bedenine olan merakım beni daha da hevese getirmiş başka bir şeyin rüyasını göremeyecek bir tavra büründürmüştü. Hem derslerime çalışıyor hem de spor merakımı perçinleyerek idmanları yürütüyordum.


Bir yıl gibi bir sürede sıkı bir çalışmayla beklenenin çok üstünde bir aşama kat etmiştim. Yürüyüşüm, bakışlarım bile o masum çocuk kisvesinden sıyrılmış; siyahların cesaretini pençelerime taşımıştı. Kimseden bir sevgi ummuyor; her geçen dakika yalnızlığımla barışıyordum. Hayat bana sonunda kendi kendime yetmeyi öğretmişti.


     

O gün yepyeni bir deneyimin kapımda nöbet tuttuğunu bilmeksizin takım elbisemi giyip hazırlandım. Babamın gösterişli koltuğunda sabırla beni beklediğini adım gibi biliyordum. Kendinden emin, kudretli adımlarla merdivenleri inip yanına yaklaştım. Beni göz ucuyla tehlikeli bir şekilde süzüp onayladığında aracımıza binip hızla makus talihime doğru yol aldık. Ona büyük bir merakla nereye gideceğimi sordum. Yüzüme bile bakmadan sakalların sıvazlayıp, "Gidince görürsün!" diyerek kestirip attı.


Epey yolculuk yaptıktan sonra kendimi gizli bir sığınakta bulmuştum. Buraya ilk kez geliyordum. Oldukça bakımsız, ürkütücü bir hali vardı. Etraf katmanlaşacak kadar yoğun bir toz birikintisiyle dolup taşmıştı. Üst üste yığılmış demir parmaklıklar burayı ölümcül bir mahzene benzetmeme ve içten içe huzursuzlanmama sebep olmuştu. Aralarında, yapılacak bir sevkiyat üzerine bir şeyler konuştular. Birkaç dakikalık bir sohbet bile ortamın sıkıcılığından boğulmama sebep olmuştu. Artık konuşulan pek çok şeyi anlıyor; ama zerre kadar umursamıyordum. Babamın tehlikeli işler çevirdiği ayan beyan ortadaydı. Kaçak yollardan çeşitli ülkelere silah sokuyor; maşaları sayesinde tırnağına taş değmeden işin içinden sıyrılıyordu. Beylikten kastettiği şeyin ne olduğunu artık anlamaya başlamıştım. Babam tüm o eğitimlerle beni belalı bir gangster haline getirmeye çalışıyordu. Kendisinden sonra bu işleri devralacak ve namlı bir şehir eşkıyası haline gelecektim.


Tüm gansterlerden nefret ediyordum. Bana lütfedilen zekayı, bu karanlık yollarda sarf etmek istemiyordum. Sonunda ölümün ve hapis hayatının olduğu bu karanlık işler benim hayal dünyama giremezdi. Babama kırgındım ve artık çok daha öfkeliydim. İnsan kendi evladını ölüme ve suça itecek kadar niye nefret ederdi ki? Hiç mi önem vermiyordu bana? Bu yollarda ölebilir; günahkâr birtakım insanların eline esir düşebilirdim. Belli ki tüm bu ihtimaller babamı zerre kadar ilgilendirmiyordu. O sadece kazanacağı paranın ve sırtıma basarak yükselteceği tahtının derdindeydi.


Ben öfke dolu mimiklerimi üzerinde gezdirirken yaka paça getirilen bir adam, babamın keskin, mavi gözlerinin hedefindeydi. Adama yaklaşıp, "Bu pisliğe haddini bildirin!" diye bağırdı. Gözlerimin önünde adama türlü işkenceler yapıp konuşturdular. Adamların profesyonelliği konusunda hayretten küçük dilimi yutmuştum. Hiç acımıyor, yaptıkları sıradan şeylermiş gibi büyük bir ilgi ve dikkatle işlerini görüyorlardı. Tırnakları sökülen, kafa derisi sivri uçlu bir bıçakla yüzülen adam ağlayıp yalvarırken midemin kasıldığını, her geçen saniye bacaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Ani bir öğürmenin ardından kendimi yere bırakıp kusmaya başladım. Midemde ne varsa boşaltmış, adamların hayretli bakışları arasında en zayıf halimle darmadağın olmuştum. Babamın sağ kolu olan Berzah, bana doğru birkaç adım attı. Ne yazık ki bu girişim babamın bir el hareketiyle engellenecekti. Beni ayaklar altında çiğnenen pısırık bir kedi gibi yerden kaldırdı. "Ne bu halin, toparlan!" Ona verecek bir cevabım yoktu. Kuzgunî bakışlarımı üzerimden ayırmadan dudaklarımı kolumla sert bir şekilde sildim. "Neden yapıyorsunuz bunu?"


Hayatının en anormal sorusunu duymuş gibi bocaladı. Hayret yüzüne yerleştirdiği korkunç maskeyi toz tanesi kadar bile silememişti. "Yapmamız gerektiği için!" diye cevap verdiğinde yumruklarımı sıkıp yetişkin bir adam gibi üzerine yürüdüm. "Neden yapmamız gerekiyor?" Yakama yapışıp, "Kudretin ve iktidarın bedeli bu. Zamanla sende anlayacaksın!" dedi ve yanındakileri bir baş işaretiyle ortamdan kovdu. Kan solumalarına şahit olmalarını önemsiyor muydu gerçekten? Ondan bir adım uzaklaşıp iğrenir gibi suratımı buruşturdum. "Anlamayacağım. Asla anlamayacağım!" Alnının boncuk boncuk terlediğini fark ettim. Öfkeden deliye dönmüştü. "Ne diyorsun sen?" diye bağırdı. "Bu hayatı kabullenmeyeceğim. Asla sizden biri gibi olmayacağım." Daha yüksek bir sesle, "Senin gibi olmayacağım!" diye bağırdım. Ona sırtımı dönüp deli gibi koşarak sığınaktan çıktım. Peşimden koşan adamları umursamıyordum, yiyeceğim dayağı, kapatılacağım kileri ve sayısız cezaları zerre kadar hatırıma getirmiyordum. O an düşündüğüm tek şey o kan kokulu, iğrenç sığınaktan kurtulmaktı.


Kendimi dışarı atıp ormanın derinliklerine korku ve kararlılık karışıp tuhaf bir bakış attım. Nereye gidecektim? Kime sığınacaktım? Ansızın önüme geçen vahşi köpeklerle adımlarım tökezledi ve kendimi zeminde tepetaklak buldum. Gördüğüm vahşi hayvan, yüreğimi korkunun en amansız pençesine düşürmüş, sıktıkça sıkıyordu. Bana adım adım yaklaştığında göz temasından olabildiğince sakındım. Gözlerindeki dehşeti fark ettiğimde saldırmasından deli gibi korkuyordum. Yavaş yavaş geri çekilip ayaklandım. Şimdi havlamalar dört bir yanımdan uğuldar olmuştu. Sırtımı arkaya çevirdiğimde pek çok köpeğin etrafımı sardığını fark ettim. Yavaş yavaş üzerime gelip beni sığınağın duvarına yapıştırdılar. Elimde kendimi koruyabileceğim hiçbir şey yoktu. Bakışlarım beni uzaktan izleyen babama çarptı. Put gibi dikilmiş öylece çırpınışlarımı izliyordu.


Dakikalar sonra babamın işaretini alan Berzah, uzun ve tiz bir ıslıkla köpeklere gereken talimatı vermiş ve beni biraz olsun rahat bırakmalarını sağlamıştı. Babam ağır adımlarla köpeklerin arasından geçip yanıma geldi. Beni öfkeli bakışlarıma rağmen çekiştirerek onlardan birinin önüne attı. Ellerim ve dizlerim yere sabitlenmiş öylece köpeğe bakıyordum. Babam bocalayışlarımı umursamaksızın eğilip yanağımı sımsıkı kavradı. Tırnaklarıyla oyun hamuru gibi avuçladığı yüzümü köpeğe çevirerek, "Bak!" diye bağırdı. "Bak ona! Seni dişlerinin arasında öğütmek için nasıl da deliriyor değil mi?" Dudaklarımı öfkeyle birbirine bastırdım. "Eğer bir daha bana, babana isyan edersen seni gözümü kırpmadan onlara yem ederim. Hiç acımam!"


İşaret parmağıyla başıma birkaç kez küçük fiske attı ve "Ayağını denk al!" diye soludu. Çok üzgündüm. Henüz ergenlik çağına yeni ulaşmış, yalnız bir çocuktum. Gururum incinmiş, umutlarımın filizlendiği cesaret toprağım yerle yeksan olmuştu. Yeterince anlaşılamadığım gibi bir de yapmayı istemediğim şeylere zorlanıyordum. Ona karşı çıktığımdaysa türlü cezalar ve baskılar karabasan gibi üzerime çöküyordu. Bir türlü sığamadığım şu dünya daha kaç kez başıma yıkılacaktı? Keşke ölsem, dedim içimden. Belki o zaman bu umutsuz kaderden biraz olsun kurtulabilirdim. Kurtuluş yoktu. Bu sürükleniş ben hapse ya da toprak altına girene kadar devam edecekti.


O günden sonra babam gittiği her yere beni de götürmeye başladı. Artık ilk gördüğüm işkence dolu dakikaları arar olmuştum. Kan ve acı dolu feryatlar hayatımın vazgeçilmez trajedisi haline gelmişti. Geceleri kabuslar görüyor; sırılsıklam ter içinde çığlık atarak uyanıyordum. Psikolojik bitaplığım kimsenin gözünden kaçacak gibi değildi. Artık sadece savunma sporları öğrenmiyor; silah kullanma ve nişan alma gibi eğitimlerden de geçiyordum. Henüz 14 yaşında olmama rağmen oldukça güçlü ve becerikli bir çocuk olmuştum.


Her gün silah kullanımı ve atış yapma üzerine çalışıyor; bizzat babamın takibinde en ulaşılmaz hedeflere bile kurşun sıkıyordum. Kısa sürede her tipte silahı ve parçalarını öğrenmiş dakikalar içinde tüm parçalarını bir araya getirip bozacak kadar mekanizmalarını anlamıştım. Hatta gözlerimi bağlayıp hangi parçanın ne işe yaradığını silah içindeki konumunu bilip yerleştirebiliyordum. Gerdel yayı, kabza, tetik manivelası, rayyür, yiv ve setler... Ve daha bilmem ne menem! Bana parçayı uzatan eğitmenime tek tek isimlerini saydığımda hayretle mırıldanmış, "Bu çocuk çok zeki ve becerikli." diyerek beni babama methetmişti. Uzun namlulu, pompalı, saçmalı her türlü silah zamanla uzmanlık alanım haline gelmişti.


İlk başlarda ıskalamalar yaşasam da zamanla elimden ne uçan kurtulabilmişti ne de kaçan. Mermilerim hedefini bir an bile şaşırmıyor; istediğim noktayı tam 12'den vuruyordu. Beylik kisvesi iyice üzerime yapışmıştı. Şimdiden benden çok daha büyük ve güçlü olan pek çok kişiyi korkuyla titretiyordum. Bana saygı gösteriyorlardı. Arabamın kapısını açıyor; geçtiğin yollardaki tüm engelleri hürmetle bertaraf ediyorlardı. Alışmıştım böyle olmaya. Hatta dışarıdaki dünyaya olan yabancılığımın her farkına vardığımda bu ev benim için kafes olmaktan çıkmış korunaklı bir kale olmuştu. İletişim konusunda güçlü değildim. Çok bilirdim ama kendimi bir türlü ifade edemezdim. Şu defteri tutana kadar yazabildiğimin farkında bile değildim. Ciddiyet en güçlü psikolojik silahım, alay ve kibir ise gardımdı. Bunlara sahip olmak bana tuhaf bir özgüven veriyordu. Silik, zavallı karakterimi ve yitirilmiş çocukluğumu önce gözlerimin ardındaki cehennemden ardından da insanların çürük vicdanlarından koruyup saklayabiliyordum.


Babam o gün beni çok özel bir yere götüreceğini söylemişti. Hazırlıklıydım. Az çok nasıl bir yere gideceğimi, ne tip insanlarla karşılaşacağımı biliyordum. Bu işin amentüsü kandı; silah ve işkence ise ritüelleriydi. Bana işlenen otoriter tavrıma bürünüp araçtan ağır ağır indim. Takım elbisem yine siyah, pahalı ayakkabılarım her zamanki gibi pırıl pırıldı. Havalı bir şekle kavuşmuş yoğun, sık telli saçlarımı sağ elimle okşayıp hırsla kapıyı çarptım. Berzah, adamları karşıma dikip bir çalışma tatbikatı yapacağımızı ve kendimi en iyi şekilde korumanın yollarını öğreteceğimi söyledi. Olabilecek tehlikelere karşı adamlarımı bilinçlendirmeye çalışıyor; telaşa düşmemem için silah seslerine aşinalık kazanmamı sağlıyordu. Göstermelik bir kavganın ardından silahlar çekilmiş ve plastik mermilerle çatışma başlamıştı. Oynadığım rolün gözümde bir tiyatrodan farkı yoktu. Silahımı çekip pusuya yattım ve aynı pozisyondaki diğerlerine ateş ettim. Burada adamlarımı doğru tanımam önemliydi. Aksi taktirde yenilgi kaçınılmaz olacaktı. Bir süre silah seslerinin arasında bu tuhaf oyunu ustalıkla canlandırdım. Sıkılmaya başlamıştım artık. Önüme etten bir bariyer ören bu adamlar, gelecekte nasıl bir hayatım olacağını en acımasız şekilde anımsatıyordu. Bense bu korkunç kâbusun bir an önce bitmesini istiyordum.


Rafların kenarından dolaşıp siper olduğum konumu değiştirdim. Artık biraz olsun çatışmanın uzağında dinlenebilirdim. Başımı geriye atıp derin derin soludum. Onların çatışmasını izlemek bana çok daha keyifli gelmişti. Bir filmi takip eder gibi şovlarını izliyordum. Ne yazık ki seyir kısa sürmüştü. Ensemde hissettiğim metal bir soğukluk içimin ürpermesine sebep oldu. "Ayağa kalk!" Saklandığım yerden çıkıp ayağa dikildim. "Silahını at!" Dediğini yapıp silahı bıraktım.


"Ellerini havaya kaldır ve bana yüzünü dön!" diye art arda talimatlar vermeye başlamıştı. Dediğini yapıp yüzümü ona döndüm. Artık göz gözeydik. Babamın karşı gruba aldığı adamlardan biriydi. "Sakin ol!" diye fısıldayıp bakışlarımı hayretle bir başka noktaya odakladım. Bu davranışım bana istediğim dikkat dağınıklığını vermişti. Bakışlarını benden çevirdiği an silahının namlusuna bir darbe indirip bacak arasına sert bir tekme savurdum. O diz çöküp inlerken roller değişmişti ve saniyeler içinde silahı parmaklarımın arasında bulmuştum.


Etrafım yeniden adamlarım tarafından kuşatılmıştı. Benden başka herkes rolünü iyi ezberlemiş, kuralına göre de oynamıştı. "Affedin beni, canımı bağışlayın! Öldürmeyin beni Beyim!" Tekinsiz sert bakışlarımı ondan bir an olsun ayırmadan silahımı indirdim. Adamlar şaşkın şaşkın bakarken oyunun bittiğini düşünüp arkamı döndüm. Buradan bir an önce uzaklaşmak istiyor; o pis kokulu fabrikaya daha fazla dayanamıyordum. Babamın öfkeli bakışları arasında kapıya yöneldim. Tam da bu esnada bir patlama sesi duyuldu. Akabinde iki kürek kemiğimin ortasında yıkıcı bir acı hissettim ve yüzümü yeniden hasmım olan kişiye döndüm. Affettiğim an ilk fırsatta beni sırtımdan vurmuştu. Silahı orada bırakıp düşmanıma sırtımı dönerek büyük bir hata yapmıştım.


Adamlar, bu durum karşısında mahcup olup başlarını eğdiler. Belli ki benim hatamın kendilerine de bir bedel ödetmesinden korkuyorlardı. "Çıkın dışarı! Bizi yalnız bırakın." Babamın şiddeti kollayan gür sesi içimi karanlıklara boğmuştu. Ne kadar kızgın olduğunu tahmin edebiliyordum. Fabrika boşaltıldığında beni yakamdan tutup sert bir şekilde duvara yapıştırdı. Çarpmanın etkisiyle gözlerimi kapayıp ah diye inledim. "Bağışlamak da ne demek oluyor? Ne yaptığını sanıyorsun sen?"


Sesimin titremesine engel olmaya çalışarak, "Oyunun bittiğini sanmıştım." diye kekeledim. Yüzü öfkeden mosmor olmuştu. Yer yer boncuk misali terleyen alnı aleve tutulmuş muşamba gibi kırış kırıştı.


"Sersem! Sen hâlâ yaptığın şeyin aptal bir oyun olduğunu mu sanıyorsun? Buraya seni eğlendirmek için geldik öyle mi? Bu kadar basit, öyle mi?" Dişlerimin arasından nefretle soludum. "Benden af dileyen, silahsız birini öldüremezdim." Beni yaka paça yere savurdu. Toz içindeki yere düştüğümde sarsıntının belkemiğimi incittiğini hissedebiliyordum. "Asla bağışlamayacaksın." dedi kıvrandırıcı dudak hareketleriyle. "Ne olursa olsun affetmeyeceksin. Bu işte merhamete yer yok; hâlâ anlamadın mı? Merhamet edersen, merhamet edilecek hale düşersin. Bu yufka yürekliliği bir kenara bırakacaksın. Bedel ödetmekten korkmayacaksın!"


Yutkunmaya çalıştığım tüm merhametimi boğup, "Bir insanı gözümü kırpmadan öldürmemi istiyorsun!" diye sayıkladım. Ellerim yerdeki bir avuç kumu kavramış, suyunu çıkaracakmışım gibi sert bir şekilde sıkmaya başlamıştı. Anlık bir hayretin ardından başını büyük bir sırrı ifşa ediyormuşçasına kararlı bir edayla salladı. Eşsiz bir şey keşfetmiş gibi ebleh bir surat ifadesine büründü.


"Evet... Aynen öyle! Aynen öyle! Ölmemek için öldürmeni istiyorum. Zayıf olmamak için ezmeni bekliyorum. Evet... Evet... Haklısın!" Gözleri delirmiş gibi etrafı tararken alaycı sayıklayışları daha da sinirimi bozmuştu. "Ben bunu yapamam. Birini öldüremem. Ben..."


"Kes sesini! Sana ne yapmak istersin diye sormadım. Sadece ne yapman ve ne yapmaman gerektiğini emrediyorum." Birkaç adım yürüyüp beni geride bıraktı. Onun hallerini gören ilahi bir gücü var sanırdı. Oysa yaptığı tek şey şeytanın avukatlığını devralmak ve zehrini taze bir çiçeği andıran belleğime akıtmaktı. Cebindeki tesbihle nefreti dua yerine koyup kahrederek çekerken, "İnsanlar nankördür." Diye bağırdı. "Affettiğin an ilk fırsatta seni yeniden sırtından vururlar. Acı çekmemek için acı vermeyi öğreneceksin. İnsanların ne kadar hain olduğunu anladığın an görevini seve seve yerine getireceksin. Hayat oyun değil!" diye devam etti yıkıcı sözlerine. Yine saçma sapan konuşmaya başlamıştı. Bıkmamıştı yıllarca bu palavralarla beynimi doldurmaktan. Böyle biri olmak istemiyordum; bunu ne zaman anlayacaktı?


Beni ani bir kararla yerden kaldırıp çekiştirerek merdivenlere doğru yöneltti. İki kat aşağıya inmiş inerken de her adımda deli gibi ürpermiştim. Duvarlar siyah is kalıntılarıyla doluydu. Yer yer kömürle korkunç resimler çizilmiş, bu görüntüler ortamı daha da sevimsiz bir hâle büründürmüştü. Rutubet kokusu bende kusma isteği uyandırıyordu. Kapıyı açıp beni karanlık bir odaya getirdi. Biraz önceki kararlılığından taviz vermeksizin bana kenardaki tabutu gösterdi. Artık bu karanlık ortama bir de tabutun verdiği huzursuzluk eklenmişti.


"Gir o tabutun içine!" Hayretle sözlerin sahibine baktım. Tabuta girmek de ne demek oluyordu? "Sana gir dedim!" Yavaşça tabuta yöneldim. İçinde bir ceset olması şu an asla şaşıracağım bir durum olmazdı. Kapağı açıp o tahta kundağa uzandım. Belli başlı küçük delikler vardı ve bunun boğulmamam için yapıldığını anlamıştım. Vakit kaybetmeden tabutun kapağını kapattı. Artık içinde karanlıklara bürünmüştüm. "Çıkmak istiyorum. Baba çıkar beni buradan!" Haykırışlarımı umursamayan o tok ses bir kez daha yıkıcı bir yankı bıraktı.


"Hayır. Bu tabutta ölümün soğukluğunu hissedeceksin. En büyük korkunu yaşadığın an o tetiğe basmakta zorlanmayacaksın!" Duyduklarıma inanamıyorum. Beni burada korkularımla baş başa bırakacaktı. Bu korkunç yere nasıl dayanırdım? "Baba çıkar beni ne olur? Çok korkuyorum!"


"Bu gece buradasın. Sana bu hayatta verebileceğim en iyi dersi veriyorum. İyi düşün ve asla hata yapma!" O sözler birbiri ardına dudaklarından yuvarlanırken daha yüksek bir sesle bağırmaya başladım. "Gitme! Gitme, baba!" Önce çarpan kapının sesi körelmiş vicdanımı yokladı; ardından da uzaklaşıp cılızlaşan adım sesleri.


"Baba!" Tüm gürültüler kesildiğinde artık yapayalnız olduğumu anlamıştım. Beni burada çaresiz bir şekilde bırakmıştı. Defalarca kapağı açmaya çalıştım. Ne yazık ki kitlenmişti ve bu durum benim dışarı çıkmak konusundaki tüm umutlarımı baltalamıştı. Bağıra çağıra ağlayarak sesimi duyurmaya çalıştım. Kimse sesimi duymuyordu. Etraf zifiri karanlıktı ve dışarıdan gelen uğultu sesi beni daha da korkutuyordu. Kötü şeyler düşünmemeye çalışıyordum. İyi ve neşeli şeyler düşünmeli; korkularından biraz olsun kurtulmalıydım. Ninemin öğrettiği dualardan okumaya başladım önce. Onun sıcaklığını ve varlığını hissetmek istiyordum. Etrafımda gezinen fare seslerini duymamaya çalışıyordum.


Ölmek gerçekten böyle bir şey miydi? İnsan acıları ve huzursuzlukları ölünce hisseder miydi? Ortamda hiç ses yoktu. Bu durum en ufak bir çıtırtıyı bile benim için ürkütücü yapıyordu. Süt ninemin söylediği o tatlı ninni geldi kulağıma. Belki de ben korkudan öyle duymuştum; bilmiyorum. O sese kulak verip titrek bir sesle, sayıklar gibi ninniyi söyledim.


Yavrum uyusun ninni. Siyah gözleri kapansın ninni.

Bu güzel yüzlü çocuğu, melekler öpüp okşasın ninni.

Yüzünün akı düştü hatırıma. Gözlerinin feri hep yadımda.

Kimler anlar derdimi dost. Analık görmeden cürm-ü hayatında.


Neredeydi şimdi? Beni düşünüyor muydu? Yoksa ölmüş müydü? Yo, hayır. Bunun ihtimaline bile dayanamazdım. Geceyi bu düşüncelerin karmaşası içinde korkunç bir halde geçirmiştim. Gözümü bile kırpmamış saatlerce şu anın kaosundan kaçmaya çalışmıştım. Her uyku uyanıklık arasında bocaladığımda titremeler yeni yeni gürbüzleşen bedenimi zalimce yoklamıştı.


Sonunda kilit sesi bu tahta yapıda cezamın bittiğine dair bir müjde fısıldadı. Kapak açıldı. Karşımda gördüğüm kişi Berzah'tı. Tabutun içinde öylece ona bakıyordum. Yüzünde beliren üzüntü ve utanç kıvrımları kendime daha da acımama sebep oldu. Kaskatı kesilen bedenimi belimden kavrayıp doğrulttu. Belli ki sabah olmuştu. Yerin birkaç metre altında olmamız ortama karanlık konusunda bir şey kaybettirmemişti. Her yanım uyuşmuş gibiydi. Ağrılar bedenimi ne kadar sert örselese de hiçbir zayıflık göstermeden dimdik ayağa kalktım. Sabah yatağımda uyanmışım gibi poz atarak merdivenlere yöneldim. Dışarı çıktığımda güneşin gözlerime attığı hoyrat şaplaklar kolumla gözlerimi kapamama sebep oldu. Babamla göz göze geldik. Yaptıklarının tesirini görmek ister gibi bakışlarını üzerimden ayırmıyordu. Bendeki dik duruşu ve kararlı bakışları gördüğünde, "Gidelim!" diye karşılık verdi. Bugün kazanmıştı; fakat er ya da geç kaybedecekti. Onun cehenneminden kurtulacaktım. Bana sunduğu hayatı asla yaşamayacaktım.


yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️

Loading...
0%