Yeni Üyelik
65.
Bölüm

65. Bölüm: Vişne Çürüğü

@syildiz_koc


Medya: Spartaküs sura them (Etkileyici bir müzik. Bölüme çok yakıştırdım. )


Merhaba kıymetli dostlarım. Öncelikle mendillerinizi hazırlamanızı tavsiye ederim. Oldukça hüzünlü bir bölüm oldu ne yazık ki. Ben Hüsran'ı yazmaya 2020'de başlamıştım. Yaklaşık üç senelik serüvenimizde bu bölümü evlendiğim ilk yıl kaleme almıştım. O zamanlar yazarken hüzünlensem de içimde derin bir acı hissetmemiştim. Bu hikaye gerçek şahısların hayatından esinlenerek kaleme alınsa da bu bölüm kurgudan ibaretti ve gereğinden fazla üzülmek yersizdi. Fakat bir yıl sonra bebek beklemeye başladığımda onun kalp atışlarının bende ne derin bir mutluluk oluşturduğunu keşfettim. Aynı bölümü o aylarda okumayı kaldıramadım. Şimdi küçük kızım Defne Lina hayatımın en değerli hediyesi olarak karşımda duruyor ve masmavi gözleriyle, ipeksi sarı saçlarıyla bana dünyaları bahşediyor.

Ben bölümü yazarken varsayımlardan hareket etmiştim fakat yazdıklarımın bir anne için öldürücü olduğunu yeni fark ediyorum. Umarım sizler de bu hüzne sevgiyle ortak olursunuz. Yıldızlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum. Hoşçakalın. ☺️🥀


VİŞNE ÇÜRÜĞÜ


"Mum olmak kolay değildir. Işık olmak için önce yanmak gerek"


ME VLANA


İnsanın gözündeki feri iki acı söndürmüş: Aşk acısı ve evlat acısı... İkisini de yaşamıştım. Bu eve gelin olarak geldiğimde Mehmet'le olan bağımın koptuğunu düşünmek bana ölümden beter gelmişti. Ölüyorum sanmıştım ama ölmemiştim. Boğulmak için atladığım denizde her kulaç beni amaçsızca tepetaklak etmişti. Zaman içimde gizlediğim acılarımı nasırlaştırsa da bıraktığı izler bir türlü silinmiyordu.


O gün yeni bir ateş düşmüştü yüreğime. Ummadığım bir anda darmadağın olmuştum. Evlat acısı, yaşadığım tüm bedensel ve ruhsal acıları bastırıyordu. Asya... Adının her bir harfini yüreğime, zihnime işlemiştim. Kokusu her an burnumda hayali ise her yerdeydi.


Mervan'dan ölüm haberini aldığımda başıma yıkılan dünyamın enkazında boğulmuş, sinir krizleri geçirmiştim. Beni koluma enjekte ettiği iğneyle ancak zapt edebilmişti. Her zaman yaptığı gibi içinde bulunduğum hezeyanı kaldıramayacağımı düşünmüş ve beni ilaçlarla bastırmaya çalışmıştı. Bedenim çözüldüğünde birkaç saniye de olsa bu acıyı unutabildiğim için Allah'a şükredip duyduklarımın yalan, gördüklerimin ise bir rüya olmasını dilemiştim.


Uyandığımda yanı başımda olacaklardı. Beşiklerine yaklaşacak parmak uçlarımla yanaklarına dokunup kollarımın arasına alacaktım. Asya her zamanki gibi perçemlerime dokunmaya çalışacaktı. Çekiştirdiğinde hissettiğim o acıyı tebessümle karşılayıp parmak uçlarını tek tek öpücüklere boğacaktım. Aras'ın büzülen dudaklarına hayranlıkla bakıp o koyu saçlarının alnına dökülüşünü izleyecektim. Sonra onları yatağına yatırıp bu evden ve bu hayattan kurtulacağımız o güzel anları hayal edecek ve zindanımda tutsaklıkla geçen bir günü daha geride bırakacaktık.


Artık yalnızdım. Yüreğimin bir parçası benden kopup gitmiş, başka bir dünyada kendisine kavuşacağım günü bekliyordu. Yokluğuna dayanamadığım, onsuz geçen dakikalara düşman olduğum ayparem yoktu artık. Dokunamayacaktım ona. Öpüp koklayamayacaktım. Nasıl dayanırdım bu acıya? Nasıl onsuz olmayı kaldırırdım? Peki ya Mervan? Hâlâ güçlü durmaya çalışıyordu. Bense güçlü durmayı boş vermiş, bir şekilde varlığımı sebepsizce devam ettiriyordum.


Ölüm haberini aldığımda çığlıklar atarak kahredip bağır çağır ağlamıştım. O Suskundu... Yüzünün rengi solmuş, gözleri uykusuzluktan şişmişti. Saçları ise genel duruşunun aksine darmadağındı. Tenindeki içki kokusu her zamankinden daha öldürücüydü o gün. Yırtılan yakası, gömleğinin derbeder hali gözümün önünden gitmiyordu. Ellerinin üzerindeki kesik ve yaralar, savaştan çıkmış gibi görünen bedeninin en zavallı tanıklarıydı.


Ah Mervan! Ah... Ağlayıp dövünmek için neden bu kadar direndin? Günlerce bu yüzden mi çıkamadın karşıma? Bu yüzden mi köşe bucak saklandın benden? Gitmişti bizden. Sonra mı? Sonrası koca bir bilmeceydi.


Koluma o meşhur ilaçlarını enjekte ederken gözlerindeki acıyı, akan her bir yaşla beni iliklerime kadar üşüten merhamet duygusunu görmüştüm. Beni uyutarak her şeyi geçirebileceğini sanıyordu. Geçmiyordu işte! Ben uyurken de acı çekiyordum. Asya'yı görüyordum hep ve benden uzaklara gidiyordu. Asla erişemeyeceğim kadar uzaklara... Ve ben çaresizce gözyaşı dökmekten başka bir şey yapamıyordum.


O rüyalardan en korkunç olanını dün görmüştüm. Rüyamda uykudan uyanmış üzerimdeki beyaz gecelikle Hanzade malikanesinin bahçesinde dolaşıyordum. Bakmadığım tek bir ağaç gölgesi kalmadığı halde onu bulamamıştım. Adını her haykırışımda sesim rüzgârın uğultusuyla birlikte dalgalanıyor ve çoğalarak bana geri dönüyordu.


Bakışlarım önce serama ardından da bahçedeki ağaç ve bitkilere kaymıştı. Tüm o güzelliklere ayazın soğuğu vurmuş ve kurutup savurmuştu. Yapraklar mecalsizce yerde çürürken emek verip yetiştirdiğim o saksı çiçeklerine nemli gözlerimle baktım. Çiçek seram da hayal dünyam gibi ziyan olup gitmişti.


Yalınayak eve doğru yürümeye devam ettim. Ayağıma batan taş ve çöplerin bir önemi yoktu. Yolumun kızıma gittiğine inanıyordum ve çekeceğim acılar ancak mutluluk verirdi. Adım seslerime bir başkasının adımları karışınca durup ardıma baktım. Mervan... Karşımda pembe bir kundakla öylece duruyordu.


"Asya!" Ellerimi kalbimin üzerinde buluşturdum ve nemli gözlerimle yüreğimin en derinlerinden gelen bir hevese tutuşup gülümsedim. Ona doğru yürümeye başladığımda gözlerim dehşet verici bir manzaraya ilişti. O güzel kundak kıpkırmızı kana bulanmış ve kanlar fütursuzca kurumuş güz yapraklarına doğru damla damla akıyordu.


Dizlerimin üzerine çöküp haykırırken dilimin döndüğü tek isim onun adıydı. Korku içinde uyandım ve sırılsıklam olan alnımı elimin tersiyle sildim. Yanımdaki sıcak teni fark ettiğimde yaşadığım bu ürkütücü ana dönmenin tüm hengâmesi beynime hücum etti.


Mervan'ın uyuyan yüzünü seyrettim bir süre. Öyle yorgun, öyle uykusuzdu ki için için haline acımaktan kurtulamadım. Kendimden geçtiğim şu günlerde benimle küçük bir çocuk gibi ilgilenmiş tüm ihtiyaçlarımı karşılamak için seferber olmuştu. En sevdiğim şeyleri hazırlar ve yalvar yakar bana yedirmeye çalışırdı. Uyanır uyanmaz ilk işi rahatlamam için beni yıkamak olurdu. Banyoda saçlarımı tarayıp suyun beni sakinleştirişini izlerdi.


Ona direnip bağırma devirleri çok gerilerde kalmıştı. Öyle yalnız, öyle umutsuzdum ki karşı koyma lüksünü artık kolay kolay yaşamayacaktım. Verdiği ilaçlar beni uyuşturmuştu. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa damar yoluyla veriyordu. Artık oğlumu emziremezdim. Bedenime bu kadar ilaç karışırken ona göz göre göre zarar vermeyi kabul edemiyordum.


Rojmin isimli bir sütanne onunla ilgileniyordu. Ağır dozda kullandığım ilaçlar ve yaşadıklarım, tüm günümü tükettiğinden en normal ihtiyaçlarımı bile karşılayamayacak kadar zayıflamıştım.


Yataktan doğrulup aynaya baktım. Kendimle bir süre yüzleşip yalın ayak usulca dışarı süzüldüm. Normalde kilitli tutulan kapıyı açık bulduğuma ben de şaşırmıştım. Hâlâ çiftlik evindeydik. Evi sadece üç adam koruyordu. Babası ile yaşadığı o büyük kavgadan sonra adamları ve parası onu terk etmişti. Yalnızlık onun için oldukça kötü olmalıydı. Mervan geceleri bile uyumaz olmuştu. Günlerce beni koruma adına uyumuyor, evin etrafında kendinden habersiz kuş bile uçurtmuyordu.


Bebeğimizin ölümüne inanmadığım ilk gün gözyaşlarıyla ıslanmış o Allah'ın belası ölüm belgesini avuçlarıma bırakmıştı. Beynimi kasıp kavuran her bir cümleyi yanarak değil ölerek okumuştum. Kelimeler de öldürülmüş insanı. Hem de ne öldürme... Harflerin kurşunladığı ruhum o dakikalarda binlerce zerreye bölünmüş can çekişiyordu. Ve okudukça daha da mahvoluyordum.


Ani kardiyak ölüm... Kalp kasındaki işlevsel bozukluk sebebiyle gerçekleşmiş ve ölümle sonuçlanmıştı. O sayfaları unutamıyordum. Her an gözlerimin önündeydiler ve ne yaparsam yapayım okuduklarım zihnimden silinmiyordu. Asya sağlıklı bir bebekti. Bir anda tüm bu olanları nasıl kabul edebilirdim?


Onunla sağlık üzerine bir sorunu hiç yaşamamıştım. Öldüğüne inanmak öyle zordu ki! Bedenini görmek istemiştim. Ona veda etmek bir anne olarak en doğal hakkımdı. Bu kadarını bile esirgemişlerdi benden. Beynim tüm o düşünceleri kusarken yalınayak çiftlikte dolaşıyordum. Üzerimdeki gecelikle buralarda dolaşmamın uygun olmadığını biliyordum; fakat hiçbir kınamayı, hiçbir kötü bakışı umursayacak durumda değildim.


Epeyce yarı uyuşuk bir şekilde yürüdükten sonra ayaklarım toprağa sabitlendi. Tabanlarının keskin taşların etkisiyle kanadığını, toza toprağa bulandığını biliyordum. Tıpkı rüyamdaki gibi... Gözlerim onları asla görmeyecekti.


Önümdeki tahtadan salıncağa odaklanmış halatlarının düğümlerine öylece bakakalmıştım. Salıncağa yavaş yavaş yaklaştım. Hatıralar ve hayaller art arda zihnime üşüştü. Abimle Mervan'dan kaçtığımız günlerde yaşadıklarım gözlerimin önüne geldi.


O yağmurun altında hayatımın en güzel gününü yaşamıştım. Korkunç kaderimden kaçmaya çalışmış fakat tüm direnişlerime rağmen kendimi Mervan'ın ağlarında bulmuştum. O hatıralar gözlerime mıhlanmışken elimdeki halatı geriye doğru çekip salıncağı sallamaya başladım. Artık geçmişteki o güzel gün rafa kalkmış benim abimin sesine karışmış olan kahkahalarımın yerini Asya'nın neşeli gülücükleri almıştı.


Onu salıncakta hayal ediyordum. Saçlarını mısır örgüsü yapmış, vişneli tokalarını takmıştım. Herhalde en fazla 4-5 yaşlarındaydı. Vişne desenli elbisesini giymişti. Büyüdüğünü ve mavi gözleriyle gülümsediğini düşlüyordum. Ben salıncağı salladıkça, "Daha hızlı!" diye bağırıyor ayaklarını ileri doğru iterek bu coşkulu anın tadını çıkarıyordu. Hayali bile öyle güzeldi ki...


Boş salıncağı farklı bir evrende yaşıyormuşum gibi dakikalarca salladım. Salıncak durduğunda tam karşısına geçtim. Güzeller güzeli kızım neşeyle yanıma geldi. Beyaz elleriyle yüzüme dokunup başını kalbimin üzerine yasladı. "Seni seviyorum anneciğim!" Seni seviyorum kızım.


Asya ve Aras'a dair pek çok hayal kurmuştum. Okula gideceklerdi. Asya'nın saçlarını örüp vişneli tokalar takacaktım. Okuma bayramında şiirlerini dinleyecektim. Tutsak olmayan normal anneler gibi öğretmenine durumunu soracak, diplomalarını alırken törende en önde oturup onu alkışlayacaktım. Âşık olacaktı, anne olacaktı, gelinlik giyecekti benim kızım. Bu düşlerin gerçekleşmeyeceğini bilmek öyle acı veriyordu ki.


Tüm düşler bittiğinde ayağa kalktım. Hayal aleminde yaşıyordum sanki. Geçmiş ve gelecek, hayallerle gerçekler birbirine girmişti. Yerde gördüğüm cam parçası dikkatimi çekti. Ona yönelip camı elime aldım. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Güneş kızıldığını anbean küskün bir şekilde dünyadan çekip alıyordu. Elimdeki o camla salıncağa oturdum. Bacaklarımı hafifçe iteleyip salıncağın hareket etmesini sağladım.


Karanlığı sevmezdim. Bana yitirdiklerimi hatırlatıyordu. Günler önce yaşadıklarım zihnime yeniden hücum etti. Mervan'dan beni Asya'nın mezarına götürmesini istemiştim. Bitmek bilmez ısrarlarımın sonunda kabul etmişti. O mezar taşını gördüğümde darmadağın olmuştum. Kızım gerçekten o toprağın altında mı yatıyordu? Kendimi mezarın üstüne bırakmış defalarca toprağını öpmüştüm. Yüzüme, gözyaşlarıma yapışan tanecikleri zerre kadar umursamayıp saatlerce kokusuna bulanmış ve kızımla hasret gidermiştim. Sesi, ağlayışları, gülücükleri hep kulağımdaydı. "Sanki gitme annem!" desem çıkıp gelecekti. Hayır... Giden gelmiyordu. Gelemezdi. Mervan kollarımdan tutup o gün sımsıkı sarıldı.


"İyileşeceğiz Aşkparem... Her şey yoluna girecek dayan!" Keşke her şey yoluna girebilseydi. Benim için iyi olabilecek yol bile kalmamıştı ki.


Elimdeki camın avucumda bıraktığı sızıyla bir kez daha yaşadığım ana döndüm. Küçük bir kesik ellerimde kırmızı lekeler bırakmıştı. Asya'nın tuttuğu ellerimde... Rüzgâr saçlarımı gözlerimin önüne savurdu. Asya'nın dokunduğu saçlarımı... O perçemlere bir daha dokunamayacağını bilmek tüm kanımın bedeninden çekilmesine sebep oluyordu. O elleri toprak mı öğütecekti şimdi?


Uzun saçlarımdan bir tutam alıp cama sürttüm. O sarı saç telleri köklerinden kurtulup parmaklarımın arasında kalmıştı. Bir başka tutamı daha kavrayıp aynı akıbete uğrattım. Bir başkasını daha... Bir başkasını daha... Saçlarım değil belki ama kalbim acıyordu. Camı saçlarımdan kurtarıp bileklerime sabitlediğimde Asya'nın dokunamayacağı bir şeyi taşımanın anlamsız olduğuna inanmış, kendimi ödeteceğim yeni bedellere tepeden tırnağa hazırlanmıştım.


Gözlerimi kapatıp emelime anbean yaklaşırken bir çığlık kulaklarıma ilişti. "Nazar! Hayır!" Başımı çevirdiğimde hiç beklemediğim bir yüz gözlerime düşmüştü. Gülnaz'ın yüzü... Yanıma gelip beni omuzlarımdan sarstı. Üzerinde siyah dökümlü bir elbise vardı. Saçları da yüzü gibi solgun ve zayıf görünüyordu. Onun gözleri de benimkiler gibi ağlamaktan kanlanmıştı. Camı elimden çekip aldı ve uzaklara fırlattı.


"Ne yaptığını sanıyorsun sen, delirdin mi?" Sesi ağlamaklıydı. "Evet, delirdim!" diye haykırdım. "Delirdim!"


Yüzüme parmaklarıyla dokundu. "Aras'ı düşünmüyor musun? Sana ne kadar ihtiyacı olduğunu görmüyor musun? Onun için yaşamak zorundasın Nazar." Başımı reddeder gibi salladım. "Yaşayamıyorum..." Gözyaşları tenime bir bir hücum ederken kendimi dizüstü yere bıraktım.


"Dayanamıyorum anlasana. Yaşadığım hiçbir acıya benzemiyor. Yana yana her an ölüyorum. Kaldıramıyorum olanları..." İki eliyle başımı sımsıkı kavradı. "Sen çok güçlüsün. Her şeyin üstesinden gelecek kadar güçlü. Vazgeçemezsin. Bu kadar çabuk yılıp bırakamazsın. Bu acıyı da yeneceksin."


Artık ikimizin hıçkırıkları da zapt edilemez bir hâl almıştı. "Beni anlayamazsın" dedim avuçlarımın arasına aldığım toprağı sıkarken ve bir kez daha haykırdım. "Toprak acımıyor; aldığını geri vermiyor anlasana. Evlat hasreti hiçbir şeye benzemiyor, görmüyor musun?"


Elini karnının üzerine koydu. Diğer eliyle başımı çenemden tutarak kaldırdı. "Ben bu acıdan anlamam öyle mi?" Hıçkıra hıçkıra ağlarken yanıldığımı fark etmiştim. O acıların en koyusunu boyanalı aylar olmuştu. Biz bir adamın karanlık avuçlarında harcanan iki yaralı kadınlık. Birbirimizi uçurumlara itmek yerine sahip çıkabilseydik belki de tüm bunlar hiç olmayacaktı.


"Ben evladımın kanını hâlâ ellerimde taşıyorum Nazar!" Başını eğip hıçkırıklara boğuldu. "Ben her gece bana öfkeyle bakan yaralı bir kız çocuğu görüyorum." Avuçlarıyla yüzünü kapatıp feryat etti.


"Ah... Ah! Zaman geriye aksa, o güne, o ana dönsek!" Ellerini toprağa sürüp gözyaşlarını zemine akıttı ve ardından toprağa buladığı ellerini kaldırdı. Parmak aralarından dökülen dokuya bakarak feryatlarına bir yenisini daha ekledi.


"Bu elleri kökünden koparır ama yine de evladıma kıymazdım. Bazı günahların geri dönüşü olmuyor Nazar." Ona sımsıkı sarıldım. Beni ablam gibi göğsüne bastırdı. "Mervan beni affetti. Yaptıkları için benden af diledi; hem de defalarca. Ama... Ben kendimi affedemedim. Bin yıl geçse de affedemeyeceğim, biliyorum."


Burnunu çekip parmaklarını mahvettiğim saçlarımda gezdirdi. "Senin hâlâ bir şansın var. Aras için yaşa. Annesiz kalmasına izin verme. Toparla kendini artık! O masum çocuğun mahvolmasına nasıl dayanacaksın?"


Bir süre öylece kaldık. Birbirimizi öyle çok üzüp yormuştuk ki şu ana şaşırıp kalmamak elimde değildi. Bir adamı paylaşan iki kuma, neşterleri bir kenara atmış; birbirlerinin yaralarını sarmak için kolları sıvamıştı. Elleriyle gözyaşlarını silip toparlanmaya çalıştı. Avcumu açıp hüzünlü bakışlarıyla yaralarıma göz gezdirdi.


"Yaralanmışsın. Pansuman yapmalıyız." Üzerimdeki ölü toprağını silkeleyip yardımıyla ayağa kalktım. Ayağıma batan cam kırıklarını artık hissedebiliyordum. Belli belirsiz inlemeler dudaklarımdan döküldü. Başımı kaldırdığımda Mervan'ın şaşkınlıkla bize baktığını fark ettim. Ne kadar zamandır orada olduğundan habersizdim. Konuştuklarımızın ne kadarını duyduğundan da...


Koşar adım yanımıza gelip hayretle tenimi kollarının arasına aldı. Bakışları saçlarıma iliştiğinde dudaklarından, "Ne yaptın kendine?" diye küçük bir sayıklama döküldü. Camı tuttuğum avcumu açıp pıhtılaşmış kanlarla dolu yaraya göz attı. Gülnaz, kolumu bıraktığı an hiç düşünmeden boynuma sımsıkı sarıldı.


"Ah Nazar!" Siyah kumaş pantolonun üzerine düğmelerini bile ilikleyemediği beyaz gömleğini geçirmiş, dağınık saçları ve uyku mahmuru gözleriyle tuhaf halimizi süzüyordu. Açıkta kalan göğüs kafesinden kalp atışlarının yaralı ritminin duyabiliyordum.


Beni kucağına alıp ayaklarımı yere basma azabından kurtardı. Sol elimi kollarında iken boynuna doladım ve yorgun duygularımı göğsünde dinlendirdim. Anlamıştım. Yaraların dermanı merhem, acıların dermanı ise sevgi ve şefkatti.


Daha dün gece yeminli gibi hayatı ona zindan etmeye çalışmıştım. Sadece bana bir şeyler yedirmek için uğraşıyordu fakat çabalarını göremeyecek kadar duygularımın feryadına esir düşmüştüm.


O gün yatağımın üzerinde donuk donuk duvarı izliyordum. Zihnim yaşadığım acıya hapsolmuş çaresizce feryat ediyordu. Dilim ise lâl olmuşçasına suskundu. Kucağındaki tepsiyle bir şeyler yemem için uğraşan Mervan'ın yüzüne bile bakmıyordum. Kızgındım ona. Her şey çok farklı olabilirdi. Baran kız arkadaşını getirmeseydi Kadir Bey kavga çıkarmazdı. Mervan kardeşini savunmak zorunda kalmadığından babasıyla tartışmazdı. Bu tartışma olmasaydı evden apar topar gitmezdik. Hastalandığında kızımın yanında olurdum. Öyle ya! Anneydim ben, evladımın derdinden benden daha iyi kim anlardı?


Allah kadının hamuruna kimsede olmayan bir cevher mayalanmıştı. Kimsenin dayanamayacağı büyük bir acı yaşar ama bu acıyı çekmemize sebep olan varlığı canımızdan daha çok sevip korurduk. En ufak bir huzursuzluğunu hisseder; yavrumuzun dudak büzüşünden, terleyişinden ve mızmızlanmalarından hemen derdini anlardık.


O gün yanında olabilseydim, belki de her şey bambaşka olurdu. Bazı şeyleri önceden fark edip önlemimi alır doktora götürürdüm. Ölümünü engelleyemesem de ona son kez dokunur, toprağa vermeden doya doya bağrıma basardım. Yapamamıştım. Bir kar tanesi gibi avuçlarımda eriyip gitmişti.


Yaşadıklarımın en büyük suçlusu Mervan'dı. Belki de beni bu zoraki evliliğe mecbur etmese bu acıların hiçbirini yaşamayacaktım. Düşüncelerimde boğulurken kinimle ördüğüm duvarlar ruhumu sıktıkça sıktı. Zaten artık gerçek dünyadan çok zihin dünyamı yaşıyordum. Dışarıdaki dünya ara sıra uğradığın bir han gibiydi. Yeme, içme gibi ihtiyaçlarımı hissettiğim an vardı; başka hiçbir zaman yoktu. Kendime kurduğum hayal sığınağına kaçıyor, geride kalanları hiç düşünmüyordum.


O gece, "Lütfen biraz olsun ye!" dedi mırıldanır gibi. Bakışlarım nefretle ona çevrildi. Ani bir öfke patlamasına mağlup olup elindeki tabağı elimin tersiyle savurdum. Çorba siyah tişörtüne dökülmüş ve etraf beyaz lekelerle tiksindirici bir hâl almıştı.


Bir şey söylemeden ayağa kalktı ve üzerindeki tişörtü çıkardı. Çıplak gövdesi zerre kadar umurumda değildi. Defolup gitmesini istiyordum. Beni yalnız bırakmalı ve hatta yüzüme bile bakmamalıydı. Öfkeli biri olduğunu biliyordum. Benim yerimde bir başkası olsa neler yapabileceğini de... Ama bana acı çektirmesi umurumda değildi.


"Neden yapıyorsun bunu? Benim de senin kadar acı çektiğimi görmüyor musun?" dedi elindeki peçeteyle üzerini silerken. Dudaklarımı nefretle kıvırdım. "Umurumda değilsin."


"Böyle düşünmediğini biliyorum. Kızımı deliler gibi seviyordum. Onun üzerine titrerdim ben."


"Sen benim onsuz kalmama sebep oldun." diyerek sözünü kestim. Artık mühürlü gözlerinin tam hedefindeydim. "Bunu bize yapma Nazar!" Gözlerindeki hassas kırıklık vicdanıma amansızca esiyordu.


"Biliyordum; günahlarının er ya da geç bir bedel ödeteceğini biliyordum. Suçlu sendin; kurban ise Asya oldu." Hıçkırıklar ardı ardına döküldü dudaklarımdan. Ses tonum güçsüzlüğümü ele verir cinstendi.


"O benim bebeğimdi." Odada iç çekişlerimden ve kesik solumalarımdan başka hiçbir ses duyulmuyordu. İyi değildim. İyi değildi!


"O benim yaşama sebebimdi." diye bağırdım. Ayağa kalkıp yumruklarımı tüm acılarımın hıncını almak için Mervan'ın göğsüne indirdim. "O benim her şeyimdi. Hayatımdı anladın mı? Hayatım..." Son sözüm sayıklama gibi çıkmıştı. Karşılık vermediği gibi engellemedi de. Elinden tutup karşımızdaki boy aynasını gösterdim. Ellerim onu etrafımızda olmadığını bildiğim sessiz seyircilere sundu.


"Mervan Hanzade... Büyük patron... Hanzadelerin kibirli ve güçlü Beyi..." Dolu dolu olmuş gözleriyle yüreğimi pare pare yaktı. Ve devam ettim. "Büyüklenir dururdun. Çevrendeki insanlara çöp kadar değer vermezdin. Salınarak yürür, başını hep dik tutardın. Ne oldu?" Yanına bir adım daha yaklaşıp, "Ne oldu?" diye bağırdım. Göğsünden sarsarak bir kez daha duvara ittim.


"Ne oldu Mervan söyle! Ne oldu o kahrolası kibrine? Hani her şeye gücün yeterdi. Hani sen istemedikçe kimse senden hiçbir şey alamazdı?" Yazık eder gibi gözlerinin derinliklerine baktım. Göz pınarlarından dökülen her bir damla benim de yüreğimi yakıyordu. Başını mahcubiyetle eğip dudaklarını birbirine bastırdı.


"Getir hadi kızımızı. Bebeğimi geri getir. Ölümü öldür, çek al yüreğimdeki tüm acıyı. Topraktan sök al yavrumuzu. Durma!"


"Yalvarırım yapma!" diye sayıkladı. Diz çöktü. Yaptıklarımdan ötürü kendime kızıyordum. Haklıydı. Ortada bir kayıp varsa ikimizindi. Ona bu kadar acı çekerken yüklenmemeliydim. Yaralarını kanatmanın kimseye bir faydası olmayacaktı.


Sonra ani bir sakinlikle çılgınlıklarıma bir yenisini daha ekleyip yanına yaklaştım ve yara bere içindeki elini tutup göğsüme bastırdım. Afallamıştı. Acıyla gözlerimin derinliklerine bakıp diğer eliyle saçlarımı okşadı. Gözlerinden damlayan yaşlara aldırmadan kan soluyan bir divane gibi başımı sarsılan göğsüne yasladım.


"Kızımı getir. Söz veriyorum bir daha kaçmayacağım. Ne dersen yapacağım, bir kez bile isyan edip karşı gelmeyeceğim. Bana dokunmak istediğinde seni engellemeyeceğim."


Sahte bir tebessümle dudaklarım aralandı ve alt dudağım söyleyeceğim her şeyi onaylayarak zavallı bir şekilde titredi. "Artık kapıya adam koymana da gerek yok. Kovsan da gitmem, yeter ki bebeklerim yanımda olsun. Başka bir şey istemiyorum. Sadece onlar... Ne gezmek ne sinema ne de o kahrolası aşk hikâyem zerre kadar umurumda olmayacak. Mehmet'i unutacağım."


Delirmiş gibi gülerek sayıkladım. "Ben onu sevmedim. Hiçbir zaman sevmedim. Sadece seni severim; yeter ki kızımı getir."


Titrek sesimle yüzümü göğsüne gömüp hayretle bakan gözlerinden köşe bucak saklandım. Göğsü inip kalktıkça sarsılarak ağladığını fark ediyor; fakat kendi acılarımla hemhal olan ruhumun onu görmezden gelmesine seyirci kalıyordum.


Ayağa kalkıp ahşap, kahverengi gardırobuma yöneldim. Benimle birlikte ayağa dikilip saçmalıklarımı acıyan, kahrolası bakışlarla takip etti. Gardıroptan çıkardığım beyaz elbiseyi nadide bir mücevher gibi göğsüme bastırıp ona nemli, dalgın gözlerle baktım. Üzerimdeki pembe geceliği yırtarak çıkardığımda bana engel olmaya çalıştı.


"Sadece beyaz giyineceğim. Söz veriyorum. Beyazdan başka bir şey asla giymeyeceğim. Sadece... Sadece kızımı istiyorum." Beni sımsıkı sarıp zoraki yatağa iliştirdi. Deli gibi çırpınıp dağıldıkça kolları ve bacaklarıyla daha da kıskaca alıyor, Acılarımla baş etmem için bundan daha faydalı bir şey yapamıyordu.


Bir ürperme zihnime düşen tüm kareleri silip attı. Geçmişten sıyrılıp yeniden yaşadığım ana döndüm. Arkamızda bitap bir şekilde yürüyen Gülnaz'ın adım sesleri eşliğinde usulca çiftliğe yöneliyorduk. Mervan, kollarındaki bedenime bakmaksızın yine hüznünü suskunluğun kanatlarına gizlemişti. Ben gözlerimi yüzünün her bir zerresinde dolaştırırken, o bir an bile yüzüme bakmamıştı. Biliyordu. Bu enkazın tek sebebi Asya'nın ölümü değildi. Bana yaşattıklarıyla alnımdaki her bir elem çizgisine kendisi de bizzat imza atmıştı. Bu tek kişilik bir cinayet olamazdı.


Eve girdiğimizde kaderin tokatlarıyla paramparça olmuş zavallı bedenimi usulca yatağa bıraktı. Bana her baktığında acı çekiyordu. Bakışları ise gözlerimin üzerine acının zehrini katre katre akıtıyor; düşünceleri boynuna doladığı suçluluk duygusunu gözlerimden dökülen her yaşla daha da sıkıp boğuyordu. Gözleri, güçlü adam pozları atan zavallı Hanzade'nin kurguladığı her rolü alaşağı ederken ona ayrı kendime ayrı acıyordum.


Parmak uçları saçlarımda gezindi. Onları mahvettiğimi biliyordum. Saçlarımı benden daha çok seven biri varsa o da Mervan'dı. Kendisine ne yaparsam yapayım onlara dokunmadan duramazdı. Çekmeceden getirdiği ecza çantasıyla avucumdaki yaraya pansuman yaptı.


Gülnaz odanın bir köşesine sinmiş nemli gözlerle sadece bizi izliyordu. Eve büyük bir sessizlik hakimdi. Bu sessizlik bana ölümü hatırlatıp daha da yoruyordu. Sargı işlemi bitince malzemeleri yerine yerleştirip kapağı kapattı. Elinde gördüğüm şırınga artık beni zerre kadar rahatsız etmiyordu. O ilaçların bağımlısı olmuştum. Almadığımda beynimin karıncalandığını, ellerimin titrediğini hissediyordum. Zararlı olup olmadığını sorgulamıyordum. Sadece bana kendimi iyi hissettirmesi ve acılarıma biraz olsun derman olması yeterliydi.


İlaç kanıma karışırken gözlerimi yumdum ve ona teslim oldum. Uyku yavaş yavaş bedenimi esir alıyordu. Göz kapaklarım her geçen saniye ağırlaşıyordu. Doğrulup yatağımdan kalkmak istedim. Gülnaz'ın onunla konuşacakları olduğunu biliyordum. Buna rağmen son direncimi onu durdurmak için kullandım.


"Ne olur beni bırakma. Sana ihtiyacım var!"


İnstagram: seyma_yldz_koc

Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. Okuduğunuzu ancak böyle görebiliyorum. ☺️❤️

Loading...
0%