@syildiz_koc
|
3. OKULDA İLK GÜN Medya : MURAT BOZ (mihriban) "Sen hüzünlüsün diye dünya durup yol vermeyecek." DOĞAN CÜCELOĞLU
Hayallerinin bittiğini düşündüğün bir anda hayat yepyeni bir sayfa açar. Tüm ümit ışıklarını söndürdüm diye sızlanırken güneş kara bulutların ardından hiç solmayacakmış gibi en sade, en içten haliyle gülümser. Geçen zamanın, yaşanmışlıkların bir önemi yoktur artık. Dolu dizgin koşarsın hayatın ardından. Mutlu olmak için ihtiyacın olan tek şey başarmaktır. Başarmak içinse inanmak ve gayret etmek gerekir. O gün hayatımın en güzel deneyimini yaşayacağımı düşünmemiştim. Bu yalanlarla dolu tehlikeli oyunun bana en güzel anları yaşatacağından habersizce yatağımda oğlumun güzel kokusunu içime çekiyor, varlığının bende bıraktığı o sıcak duyguyu sobanın çıtırtıları arasında ciğerlerimin her demine kadar hissediyordum. Güvende olduğuna inanmak istiyordum. Bu kilitli odalarda sakladığım annelik duygusunun asla bitmeyeceğini bildiğim yegâne arzusuydu. Yitirdiklerime inat oğlumla birbirimize sarılacak ve Mervan'ın karanlık aleminden bundan böyle birlikte kaçacaktık. Bu, mutluluk trenine binmek için kesilmiş son bilet, hayatımın ayaza tutulan zavallı yalancı baharı için son çıkıştı. Ve ben ne olursa olsun bu şansı asla tepmeyecektim. Yaklaşık bir saat sonra kapı alacaklı gibi vurmaya başlayınca sıçrayarak yatağımdan doğruldum. Soba sönmüş oda buz gibi olmuştu. Aras'ın yatağımızda debelendiğini görünce içimde belli belirsiz bir huzur oluştu. Fuşya geceliğimin üzerine bir hırka geçirip kapıya yöneldim. Kapı açılır açılmaz rüzgâr dağların soğuğunu yüzüme taşıdı. Hırkamın içinde biraz daha küçültüp kısık gözlerle onların karşımdaki meraklı yüzleri, heveskâr gözleri tek tek inceledim. "Hayırdır inşallah!" Çocuksu kıpırdanmalar esnemelerime eşlik etti. 20 kadar çocuk omuz omuza verip kapımda birikmişti. Cingöz öne atıp, "Hayırlı sabahlar ögretmenim. Sizi okula çağırmak istedik." "Okul mu?" Diğer çocuklar kıkırdarken Cingöz kolunun tersiyle akan burnunu sildi. "Evet ögretmenim. Bugün ikinci dönemin ilk günü. 20 dakika sonra ders başlayacak." Duvar saatine baktığımda çocukların haklı olduğunu anlamıştım. Eyvah, geç kaldım diye içimden coşku dolu bir nara patlattım. Şaşkınlığımı belli etmeden, "Siz gidin ben hemen geliyorum." dedim. Kapıyı kapar kapamaz üzerime hemen ciddi bir şeyler geçirip yatağı topladım. Kaybedecek 1 dakikam bile yoktu. Aras beni tuhaf bir şaşkınlıkla izlerken kalan hazırlıklarımı tamamlayıp onu giydirdim. Beklediğimden çok daha kısa bir sürede hazırlanmıştım. Aras'ı Zilan'a bırakıp okula doğru yürümeye başladım. Çocuklar sıra olmuş büyük bir merakla beni bekliyordu. Bir süre ringe giren rakip boksörler gibi birbirimize baktık. Oldukça eski yıkık dökük bir binanın önünde duruyorduk. İşin tuhaf olan kısmı burada benden başka kimse de bulunmuyordu. Neredeydi bunlar? Okulun müdürü, müdür yardımcısı, hademe ve diğer öğretmenler... Tek başıma tüm eğitim sistemini ben ayakta tutacak değildim ya! Kasketi elinde bana bakıp pişmiş kelle gibi sırıtan muhtarın yanına gittim. "Muhtar Bey, nerede bu idare? Böyle eğitim mi olur?" Muhtar Rıza Bey, sözlerime dökülüp kararmış ön dişlerini göstererek kahkahalarla güldü. Soğuktan kıpkırmızı kesilen burnunu gürültülü bir şekilde cebinden çıkardığı beyaz mendille sildi. Ben dişlerimi dudaklarıma geçirip kurumuş ölü derileri yemekle meşgulken, "Burada sadece 20 öğrencimiz var ögretmen Hanım." diye kestirip attı. Ve itiraz etmem bile fırsat vermeden devam etti. "20 çocuk için bu dağın başına bu kadar personel göndermezler. Sizden önce Pınar Hanım vardı. Babası kanser olunca onun sağlık durumuyla ilgilenmek için izne ayrıldı. Sonra da öğretmen ataması yapılmadı. Daha doğrusu gelecek ögretmen bulamadılar. Kim gelirse lojmanı ve okulu görüp kaçtı." Biraz duraksayıp dudaklarını küskün bir şekilde büktü. "Onlara ikisini de yola getireceğimizi söyleyip söz verdik vermesine ama; 'ben yapamam!' diyen kaçtı. Onlar da kendilerine göre haklı ne de olsa. Burası tek öğretmenli bir okul. Gelen hem müdür hem hademe hem de öğretmen oluyor. Tüm sorumluluklar onda olunca da çabuk yılıyor. Genellikle yeni atanmış tecrübesiz ögretmenler oldukları için de işin içinden çıkamıyorlar doğrusu." Muhtar da öğretmenler de haklıydı. Bir okulun her şeyi olmak büyük bir sorumluluk gerektiriyordu. Hâl böyleyken gözlerin, gönüllerin korkması normal sayılırdı. Emek bu işte her şeydi. Bu çocuklar ancak emek ve sabırla yarınlara hazırlanabilirdi. Milletin ve ülkenin geleceği için velisinden idarecisine, idarecisinden öğretmenine elimizden gelenin en iyisini yapmakla sorumluyduk. Ancak eğitimle cehaletin önü kesilir, kapanan kapılar ardına kadar ışıkla açılırdı. Tüm bunları beynimden kalbime otoban yaptırarak sonuna kadar desteklesem de duyduklarımı sindirmem dakikalar almıştı. Ben öğretmen değildim ve muhtarın söylediği hiçbir şeyi yapabilecek bilgi birikime sahip olmamam kendime duyduğum tüm güveni dakikalar içinde ayak altına düşürmüştü. Ne yapacaktım, nasıl gelecektim bunca sorumluluğun üstesinden ben de bilmiyordum. İşin doğrusu ne yapacağımı bilsem bile yalancı kimliğimle sahte öğretmen pozlarımla yakayı her an ele verebilirdim. Ah Nazar ah diye içimden kendime deli gibi kızdım. Yalan söylemeden de şu köyde barınabilirdin. Hangi akılla öğretmenim dersin? "Buyurun öğretmenim!" diyen muhtarı bezgin görünmemeye çalışarak geride bıraktım ve sınıfa doğru yöneldim. Çocukları içeri alıp onlarla tek tek tanıştım. Benden önceki öğretmenlerinin çalışmalarına dair bilgi almam gerekiyordu. Onun çalışmalarını yok saymak yerine üzerine faydalı bir şeyler bina etmeyi düşünüyordum. 20 öğrenciden on tanesi birinci, altı tanesi ikinci, dört tanesi ise üçüncü sınıf öğrencisiydi. İçlerinden bazılarının ders kitabı bile yoktu. Bir kısmı ise defter gibi okul gereçlerinden yoksundu. İhtiyaç belirlemesi yapmak ilk planda önemliydi. Muhtarı karşıma alıp okul aile birliğine topladım. Okulda gerçekleşen kundaklama olayının izlerini silmek için yardım topladım. Para açılan hesaba kullanılmak üzere aktarıldı. Zimmet defterlerini incelendi. Teftiş raporları ve diğer dosyalar kontrol edildi. Yıllık planları hazırlayıp onayladım. Valilikten onay alamazdım çünkü ben Gülçehre Doğan değildim. Sadece mevcut öğretmenin yokluğunda bir şeyleri başarmaya çalışan çaresiz, firari bir kadındım. Aras'ı Zilan'a bırakıp muhtarla ilçeye gittik. Oldukça yorucu bir yolculuk yapmıştık. Neyse ki okul aile birliğinden toplanan parayla tüm ihtiyaçlar karşılanmıştı. Yıpranan eşyaların yerine devlet desteğiyle yenilerini getirebilmiştik. Çarşafla ilçeyi gezdiğim için yakalanma korkusunu pek yaşamıyordum; fakat yine her an kimliğimin ortaya çıkabileceği gerçeğini yabana atamıyordum. Eve geldiğimizde tüm yorgunluğumu hiçe sayarak elime aldığım ders kitapları ile geçmiş bilgilerimin üzerinden geçtim. Hafızam iyi sayılırdı. Hâlâ ilkokul öğretmenimin nasıl ders anlattığını hatırlıyordum. Elbette bu yeterli olmayacaktı. İlçeden aldığım eğitim bilimleri ile ilgili kitapları okumaya başladım. Çocuklar için dersi en eğlenceli hale getirmenin yollarını arıyordum. Okul, birleştirilmiş sınıflardan oluşan bir eğitim verdiği için nasıl ders işleyeceğim oldukça önemliydi. Bu yüzden herkese uygun bir eğitim ortamı oluşturmalıydım. İkinci gün birinci sınıflara çizgiler çizdirip kaleme yatkınlık kazanmalarını sağladım. İkinci sınıflar da ön koşul öğrenmelerini tekrar edip ödevlerini çoktan almıştı. Onları gönderdikten sonra köydeki genç kızları bir araya getirip harflerden, kelime ve cümlelerden oluşan materyaller yapmış ve satın aldığımız panolara iğnelerle asmıştık. Okul çıkışında temizlik işlerini de sırayla yürütüyorduk. Bunun için tüm veliler ellerinden gelen özveriyi gösteriyordu. Zilan Aras'ı annesine bırakıp sınıf içinde öğrettiğim gibi çocuklara yardımcı olmaya çalıştı. Böylece yüküm biraz olsun hafiflemişti. Hafta sonu tadilat işleri tamamlanınca kurs açma fikrini öne sürüp okuma yazma bilmeyen velilere eğitim alma imkânı sağladık. Başlarda "Bizden geçti Gülçehre Hanım!" deseler de kısa zamanda davetlerime icabet ettiler. 4 saat kadar ders işliyor 1-2 saat de sohbet edip çocukların gelecek planları hakkında konuşuyorduk. Aile ile iletişim kurmam öğrencilerin bana olan sevgisini perçinlemişti. Bu durum ailelerin de dikkatinden kaçmıyordu. Bana çok güveniyorlardı. Öğrenci az olduğu için hepsine özel çizelge hazırlayıp dosyalamıştım. Böylece okul çıkışı gelişim gösterenleri ve zayıf kalanları tespit etmem kolaylaşmıştı. Benim her şeyi takip ettiğimi fark eden öğrenciler radara yakalanmak istemeyen şoförler gibi daha dikkatli davranır olmuştu. Çok heyecanlıydılar. Öyle ki kendi aralarında tatlı bir rekabet bile başlamıştı. Bazı öğrenciler okumaya çok heves ettiklerinden uyanır uyanmaz soluğu okulda alıyorlardı. Ben de ilk ders saatini beslenme saati yapmaya karar verdim. Derse erken gelip sobayı yakıyor Dilan'la birlikte hazırladığımız tandır ekmeklerini ısıtıp taze köy peyniri ve salamura zeytinle öğrencilere nefis bir sofra hazırlıyorduk. Çayı da sobada aheste aheste demleyince hepimiz zevkten dört köşe oluyorduk. Sınıfta Murteza isminde haylaz mı haylaz bir öğrencim vardı. Öndeki iki süt dişi dökülmüştü ve bu ona daha da sevimli bir hava katıyordu. Sesinin güzelliğini öğrencilerden öğrendiğimde bize Anadolu türküleri söylemesini istemiştim. O da biraz Türkçe biraz Kürtçe dilinin döndüğü kadar söyleyip ortamı şenlendirmişti. Hatta Murteza'nın sesine öyle alışmıştık ki o türküsünü söylemeden kahvaltı faslını bitirmez olmuştuk. Çocuklar bu eğlenceli ortamı sevdiğinden okula büyük bir hevesle geliyor, derslerine de daha istekli çalışıyordu. Kürtçe bilmiyordum ve ne yazık ki onlar da benim dilimden bihaberdi. Hâl böyle olunca anlaşmamız epey zorlaşıyordu. Cemilo ve Cingöz bu konuda da herkesten öndeydi. Onların sayesinde derdimi anlatmakta hiç zorlanmıyordum. Söylediklerimi naklen canlı yayın sunar gibi öğrencilere kendilerine has mimiklerini kullanarak çeviriyorlardı. Cingöz'den bazı çocukların tuvalet iznini nasıl söyleyeceklerini bilmediği için sınıf içinde altına kaçırdığını öğrendiğimde çok üzüldüm. Bir çocuk için bu çok utanç verici bir durumdu. Aynı olayın tekrar etmemesi için önemli Kürtçe cümleleri öğrenmem gerektiğinin farkına vardım. "Günaydın, tuvalete gidebilir miyim? İyi akşamlar." Tarzındaki gerekli cümleleri öğrenciler yardımıyla öğrenmiştim. Ben onlardan Kürtçe öğrenirken onlar da aynı cümlelerin Türkçesini benden öğreniyordu ve böylece okula ve eğitime uyumları kolaylaşıyordu. Çıkmadan 10 dakika kadar önce müzik dersi yapıp çocuklarla güzel şarkılar söylüyorduk. Buraların havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez kimi dinlesem hoş bir sesle karşılaşıyordum. Yanakları kıpkırmızı, renkleri de oldukça sağlıklıydı çocukların. Abur cubur tarzı şeyleri yemez, taze bostan sebzeleri ile beslenirlerdi. Buralarda internet çekmediğinden bilgisayar ve telefon çocuklar arasında pek yaygın değildi. Anne babaları da günlerinin çoğunu bostanda, tarlada, malın başında geçirir; kendi iç dünyalarında yaşayıp giderdi. İletişimin bol olduğu yerde teknolojik pek çok imkânın olmaması kimsenin umurunda gibi görünmüyordu. Çocuklar doya doya kırlarda koşup bol bol hareketli oyunlar oynuyordu ve bu durum beden ve ruh sağlıklarının olumlu etkilenmesini sağlıyordu. Gezici okullar yoluyla pek çok eğitim imkânı sağlansa da bu durum pek kabul görmemişti. Aileleri daha Türkçe konuşmayı bile bilmeyen yedi yaşındaki çocukları yatılı okula göndermek istememişti. Özellikle de kız çocuğunu bu kadar esirgemelerini yadırgamıyordum. İçlerinden okumak isteyenler oluyordu ve bu engellerle birlikte birçoğunun hayalleri suya düşüyordu. Çocuğunu okula göndermeyenleri tespit edip köyün hatırı sayılır insanlarını alarak ev ziyareti yaptık. Pek çoğunu ikna etsek de aralarında inatçı olanlar mutlaka oluyordu. O zaman kanun maddelerini hatırlatıyor, yaptırım uygulayacağımız konusunda uyarıyorduk. Bu geç kalmış öğrencilere bireysel eğitim uygulayarak diğerlerine yetişebilmeleri için elimden geleni yapmaya çalışıyordum. Buraya geleli bir buçuk ay olmuştu. Dışarıyla bir bağım olmadığı için yakalanmamıştım. Köy benim için şehirde çok daha güvenliydi. O gün çarşafımı giyip yüzümü simsiyah peçeyle kapattım. İlçeye gidecek ve ailemden bir haber almaya çalışacaktım. Beni merak etmiş olmalıydılar. Onlarla ilgili bilgi almak zorundaydım. Günlerce gecelerce onları düşünmekten artık uyuyamaz olmuştum. Mervan'ın sevdiklerime zarar vermesinden delicesine korkuyordum. Huzur bulabilmem için gerçeklerle yüzleşmem şarttı. Ya gerçekten peşimde tehlikeli adamlar varsa ve aileme zarar verirlerse! Bir şeyler yapmalıydım. Aras'ı köyde bırakmayı düşünsem de bir türlü yüreğime söz geçiremedim. Ona kız kıyafetleri giydirip saçlarına tokalar taktım. Başına geçirdiğim büyük şapkayla tam bir prenses gibi görünüyordu. Minibüse binip yavaş yavaş dağ yollarını aştık. Yaptığımın ne kadar doğru olduğunu bilmiyordum. Pişman olmaktan çok korkuyordum. Araçtan inip etrafta dolaşmaya başladım. Sokaklar köye kıyasla oldukça kalabalıktı. Dükkanlardan nefis kokular geliyordu ve bu karnımın acıktığını hissetmeme sebep oldu. Gazetelerde boy boy fotoğrafım çıkmıştı. Beni gören insanların bir numaraya ulaşmaları isteniyordu. Afallamıştım. Mervan beni her yerde deli gibi arıyordu. Gazeteye ilan verecek kadar çaresiz kaldığını hayretle takip ediyordum. Elimde gazete ile bir dükkâna girip arama yapmak istediğimi söyledim. Neyse ki buranın insanı oldukça yardımseverdi. Kime yönelsem isteğimi geri çevirmiyor, elinden gelenden çok daha fazlasını yapmaya çalışıyordu. Numarayı tuşlayıp abime ulaşmaya çalıştım. Telefonun diğer ucunda "Alo!" sesini duyduğumda boğazımın düğümlendiğini, soluğumun kesildiğini hissettim. Aras elindeki elma parçasını yeni çıkan dişlerini kaşımak için kullanırken ben peçenin üzerinde akıp duran gözyaşlarımı tutmaya çalışıyordum. Yanımdaki adamın işkillenen bakışlarını fark edince derin derin soluklanıp sakin olmaya çalıştım. "Abi!" Kısa bir duraksamadan sonra ahizeden "Nazar!" diye bir çığlık koptu. "Kardeşim!" Yutkunup, "Abi!" diye kısık kısık hıçkırdım. Aras da ortamdaki tuhaf enerjiyi fark etmiş gibi siyah gözlerini ayırmadan beni izler olmuştu. Bir süre art arda ismimi söylediğini duydum. Belli ki günlerce beni aramış, haber beklemişti. Ona sakin olmasını söyleyip, "İyiyim!" diye fısıldadım. "Neredesin, hemen söyle gelip alayım seni. Meraktan delirdim Nazar. Neden hiçbir şey söylemedin?" "Abi mecburdum. Sizden uzak durmam gerekiyordu. Göz göre göre ailemi ateşe atamazdım. Mervan'ın ya da başkalarının sizi harcamasına dayanamazdım. Anla beni abi!" dedim. İç çekiş seslerini duymak kendime verdiğim tüm sözleri unutturmuştu. "Neredesin Nazar? Neden haber vermek için bu kadar bekledin? Sana bir şey yaptıklarını düşünüp kahroldum." Gözyaşlarımı silip, "Sizi çok seviyorum. Kendimden bile çok..." diye fısıldadım. Neyse ki yanımdaki adam çoktan uzaklaşmıştı. Ben etrafımı kolaçan ederken telefonun diğer ucundan tiz bir ses duydum. "Nazar!" "Abla!" "Neredesin bacım sen? Meraktan aklımı kaçıracaktım. Canıma kastın mı var? Hiç bu kadar habersiz koyulur mu?" Yutkunarak titreyen sesimi dizginlemeye çalıştım. "Yerimi söyleyemem abla; anla beni." "Sen gittiğinden beri Mervan iyice delirdi. Uyku bile uyumadan her yerde seni arıyor. Buraya da geldi. Hepimizi tehdit etti. Murat'la birbirlerine girdiler. Ah kardeşim, ah Nazar! Nasıl bir batağın içine düştük biz?" Ellerimle çarşafın üzerinden ağzını kapattım. Boğmaya çalıştığım ne çok haykırış vardı ve ne kadar çok şeyi kanata kanata yüreğime saplamıştım. "Nazar! Bir dedikodu yayılmış." Titreyen ellerimle telefonu kulağıma biraz daha yasladım ve sesimi bir karıncanın fısıltısını aratacak kadar kıstım. "Mervan'ı aldattığını söylüyorlar. Dediklerine göre başka bir adamla kaçmaya çalışmışsın. Namus, şeref deyip duruyorlar. Nazar... Korkuyorum! Çok korkuyorum. Bunlar olan bitene susmazlar Nazar! Öldürürler seni, kıyarlar hiç acımadan. Nazar sen..." Sözünün devamını getiremedi hıçkırıklara boğuldu. Benim değil konuşmak ayakta durmaya bile mecalim kalmamış. "Abla ben yanlış bir şey yapmadım. Ben..." "Biliyorum. Her şeyden haberim var kardeşim. Ortaya çıkma ne olur? Kadir Bey Mervan'a ölüm emrini vermiş. 'Git namusunu temizle!' demiş. Yaşamak zorundasın. Kaçıp git buralardan. Seni öldürmelerine izin verme Nazar. Bizi düşünme, hepimiz iyiyiz. Kendine mukayyet ol bacım." Ona veda edip gözyaşlarımı kan ağlayarak sildim. Günahlardan masum bir güle sığınır gibi Aras'ı sevgiyle bağrıma bastım. Bunca sıkıntıyla nasıl baş edecektim? Mervan'dan nasıl kurtulacaktım? Onu ihbar etmeliydim. Bu çip hayatımı kurtarmanın tek yoluydu. Bu düşüncelerle Diyarbakır İlçe Emniyet'in önüne kadar geldim. Ne yaparsam yapayım içine girmeye cesaret edemiyordum. Mervan'ın sözleri aklımdan gitmiyordu. "Hâlâ gerçeğimizi idrak edemiyorsun. Birbirimize mecburuz. Sen yaşamak için bana mecbursun, ben ise bu kahrolası hayata dayanabilmek için sana muhtacım. Gidemezsin! Şu kapıyı ardına kadar açsam bile gidemezsin. Kendinle birlikte yavrularımızı tehlikeye atmana izin veremem. Ailenin yanına sığınamazsın. Varlığın onların felaketi olur. Acımazlar inan! Kıyarlar hepsine. Hiçbir iktidar, bir kız çocuğunun krallığını yıkmasına izin vermez." Ya haklıysa... Ya bir şeyleri yoluna koyayım derken yine her şeyi mahvedersem. Ne yapacaktım şimdi? Kendi hayatım neyse ama ailemi, oğlumu nasıl tehlikeye atardım? Atamazdım. Düşünceler içinde kavrulurken alacaklarımı alıp yeniden mutsuz ve çaresiz bir şekilde minibüse yöneldim. Geçen gece yaşadıklarımdan sonra enjektörlerdeki ilacı Doktor Koray Bey'e götürmüştüm. Benden ilaca dair bir isim istemişti. Ne yazık ki ismini bilmiyordum ne işe yaradığındansa tamamen habersizdim. Bana ilacı bu işlerden anlayan bir arkadaşına götüreceğini ancak o zaman kesin bir sonuç çıkabileceğini bildirdi. Sonuçları çok merak ediyordum. Beni Mervan'a bağımlı yapan bu tuhaf ilaçlar ne amaçla kullanılıyordu. Düşünceler içinde ilçeye döndüm. Elbette elimde kilolarca muz ve çikolatada vardı. Okulda ders anlattığım zamanlarda imamın kızı Aysel'in her sabah kahvaltıda muz ve çikolata yediğine şahit olmuştum. Bu tarz şeyler pek köyde bulunmuyordu. Dükkanlar ilçeye uzak olduğu için çocuklar sadece kısıtlı ihtiyaçlarını görebiliyordu. Dar sokakların birinde küçük bir bakkal vardı ama onda da böyle taze muzlar, Belçika işi çikolatalar bulunmazdı. Kız zevkle yemişlerini yerken diğer çocuklar sulanan ağızlarını yutkunup ona gıptayla bakıyorlardı. Yarın ki piknik çocuklar için sürprizlerle dolu olacaktı. *** Dağların o güzel kekik kokusunu tüm ruhumu serinletecek bir arzuyla içime çektim. Hava hâlâ çok soğuktu fakat günün bu saatleri biraz olsun ısınabilmiştik. Çok değil 15-20 gün sonra doğa yeniden canlanacak, karın ayazı elini eteğini bu hür coğrafyadan çekip gidecekti. Mutluydum. Küçük, sıradan bir köydeydim fakat o malikanede asla tadamadığım özgürlüğü ve mutluluğu bu sıcacık insanların arasında tatmıştım. Köylüler, saray kurallarını aratan acayip tavırlarla ruhumu yormuyor, beni sevip kollayarak yüreğimi huzurun iklimine taşıyordu. Yalan, düzmece bir kimlikle de olsa hayallerime kavuşmuştum. Öğretmenliği ve onu yüreğimde bıraktığı ılık coşkuyu seve seve yaşıyordum. Gözlerim yanı başımdaki oğlumu yokladı. Al al olmuş yanakları ve nemli dudakları kanımın kaynanasına sebep olmuştu. Havucu kemirmeye çalışan ve bunun içinde var gücüyle çırpınıp salya akıtan Aras'ı doya doya öptüm. O bana mutlu olmak için çok fazla şeye ihtiyacım olmadığını hatırlatan yegâne neşemdi. Eğer Aras olmasaydı Asya'nın ölümüne nasıl dayanırdım ben de bilmiyordum. Etrafta koşuşturan insanlara baktım. Cingöz ve Cemilo yine sağ kolum gibi yerini almış, bitmek bilmez emir ve talşmatlarla çocukları organize etmeye çalışıyordu. Emrah, mangalı yakarken ben de Beritan Hanım'la birlikte ızgaralık köfteleri, sucukları hazırlamıştım. Çocuklar etrafta koşuşturup uçurtmalar uçuruyor, küçük hırlaşmalar eşliğinde harika oyunlar oynuyordu. Tahta masalara geçip oturduk. Kar ayaklarımızın altında gıcırtılı sesler çıkarıp, neşeli gülücüklerimize eşlik ediyordu. Biz yemek faslına devam ederken Cingöz ve Cemilo öğrettiğim çocuk şarkılarından birini kendilerine has o şiveleriyle söylemeye başladı. Çocuklar bir yandan kocaman ısırıklarla sandviçlerinin tadını çıkarırken diğer yandan sinema izler gibi arkadaşlarını takip ediyordu. Neşeli alkışlarımızın ardından çocuklar Emrah'ı türkü söylemesi konusunda sıkıştırmaya başladı. Onlar, "Türkü, türkü!" diye alkış tutup bağrışırken Emrah, mahcup bir edayla bana bakındı. "Bence kurtuluşun yok. Bir türkü dinlemeden seni bırakmayacağız anlaşılan!" diye kıkırdadım. Cemilo abisinin cevap vermesine bile izin vermeden sazı kaptığı gibi onun kucağına bıraktı. "Sazsız türkü olmaz değil mi? Ögretmenim?" Başımı sallayıp güldüm. Kucağımda gömleğimin düğmesi ile oynayan Aras, Emrah'ın elindeki aleti hayranlıkla incelerken Emrah boğazına ayıklayıp sazının tellerine dokundu. Nağmeleri yüreğimi öyle yürek okşayıcı bir tonda gidiyordu ki müziğin ritmine kulak vermemek imkânsız gibiydi. "Sarı saçlarını deli gönlüme, bağlamışım çözülmüyor Mihriban." Sesini yanıklığı, söylerken ki coşkusu hepimize bulaşmıştı. Başka bir şey vardı o tonda. Derinlerden gelen bir hüzün, insanın bam teline değen kırık bir kalple söylüyordu Emrah. Galiba en çok da bu beni etkilemişti. Dudakları asırlık mirası ağırlarken, mahsun gözleri üzerimden bir an olsun ayrılmıyordu. Yutkundum. İyiden iyiye huzursuz olmuştum. O bakışları iyi tanıyordum; içi boş, önemsiz bir nesneye bakar gibi değildi. İnsanın duygularını şaşırtan yaralı bir şeyler vardı buğusunda. Gözlerim çocukları bulduğunda hepsi aradaki sözsüz etkileşimi fark etmişti. İmalı gülüşleri ise beni ortamdan kaçar gibi uzaklaşmaya itmişti. Ben Aras'la koşuşturarak lojmana doğru yürümeye çalışırken Zilan da öğrencilere evlerine gitmeleri yönünde telkinlerde bulunuyordu. Kara bata çıka da olsa sonunda eve geldim. Arkamdan gelen ayak seslerini o öfkeyle umursayacak durumda değildim. "Ne olur rahatsız olmayın ögretmen hanım. Ben sadece..." "Yeter Emrah!" Yüzümü ondan çevirdim. Oldukça mahcup bir hali vardı. Örselenmiş gururu kendimi kötü hissetmeme neden oluyordu. "Özür dilerim." dedi başını eğerken. "Özür dileme! Ama lütfen..." Boğazım düğümlendi. Ortalığa düşmüş hiçbir şey yokken sessiz sedasız gönlüne öfke kusuyordum. Hayır, beni rahatsız edecek bir şey yapmamıştı aslında. Mervan'ın aksine kötü bir kalbe de sahip değildi. Ama yapamazdım; ben burada sadece bir misafirdim. Zamanım az, günlerim sayılıydı. Farklı dünyalardan kopup gelmiş, farklı yapbozların birbirini tamamlayamayacak parçalarıydık. Benim korkunç bir geçmişim, yaşanmışlıklarım vardı. Ben Gülçehre değildim, Nazar'dım. Yalanlarla kurduğum bu dünyaya uzun süresi sığamayacağımı biliyordum ve ne yazık ki bu konuda hiç de masum sayılmazdım. Kucağımdaki Aras'ı okşayıp yeniden eve doğru yöneldim. "Ben... Şey... Sadece..." Kekelemeleri beni daha fazla üzmekten başka bir işe yaramamıştı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı hırsa yüzüne kapattım. Emrah'ın bana yaklaşması azap vericiydi. Bana Mervan'ı hatırlatıyordu. Mervan kadar çekici ve güzel değildi ama sebepsiz ondan bir şeyler bulmuştum. Koyu kahverengi gözleri, siyah uzun kirpikleri Mervan'ın nefesini anbean zihnime taşıyordu. Ben Mervan'ın bende bıraktığı izleri silmeye çalıştıkça Emrah istemeden de olsa o izlerin içine yenilerini ekliyordu. Ve ben ondan kalan tüm duyguların ağırlığını hissedebiliyordum. Aras'ı yatağına yatırıp cama konan bir kar tanelerini izledim. Onlara dokunmak istiyordum; fakat bunu yaptığımda elimin ısısının o yumuşak yapıyı eriteceğini biliyordum. Kar taneleri bile bana onu hatırlatıyordu. Kar tanesi bendim, camın ardındaki el ise Mervan. Karanlık yıkıcı elleri vardı. Beni çok seviyor dokunmak istiyordu; fakat dokunduğunda bana dair tüm güzellikleri soldurup yok ediyordu. Artık benim için iki seçenek vardı; ondan uzakta, fakat özgür ve mutlu yaşamak... Ya da onunla birlikte olup beni ben yapan tüm güzelliklerden, karakterimden vazgeçmek... Kendime duyduğum saygıyı kaybetmemek için onu hayatından tamamen silmem gerekiyordu. Başka çarem yoktu. Geceyi uykusuz geçirmiştim. Kafam karmakarışıktı. Mervan'ı düşünmekten bir an olsun kurtulamıyor; yatağın içinde dönme dolap gibi mesai yapıyordum. Abimin söyledikleri kulağıma korkutucu bir masal olarak yapışmıştı. Kadir Bey, sonunda beni bitirecek tehlikeli hamlesini yapıp ölüm fermanımı imzalamıştı. Zaten asi gelinini ortadan kaldırmak için yanıp tutuştuğunu biliyordum. Elbette bu durum beni hiç mi hiç şaşırtmamıştı. Mervan beni gerçekten öldürmek için mi arıyordu? Beni yüreğinde bitirmiş miydi? "Sensiz yaşayamam, senin olmadığın bir hayatta dayanamam." demişti. Ablamın söylediklerine bakılırsa o bensizliği çoktan kabullenmişti. Bedenimin ılık ılık terlediğini hissediyordum. İşte yine aynı şey oluyordu. Yoksunluk... Mervan'ın bana verdiği ilaçlara bağımlı olmuştum. Tırnaklarımı avuç içlerime sertçe geçirerek bir süre daha direndim. Sadece dört tane enjektör kalmıştı. Biliyordum. Bedenimin bu arzusuna direnemeyip hepsini tek tek kanıma karıştıracaktım. Çok çaresizdim. Ya ilaçlar biterse? O zaman ne olacaktı? Beynim karıncalanıyordu. İçimden saçlarımı yolup tırnaklarımı yüzüme geçirme isteği uyanıyordu. Ayağa kalkıp beyaz, pürüzlü duvara yaslandım. Ellerimin acımasını önemsemeyerek defalarca sert darbeler indirdim. Direnmeye çalışmak ne kadar da boş bir uğraştı oysa. Gözlerime bazı kareler ilişti. Sanki zaman yolculuğu yapıp bir başka evrene gitmiştim. Yakınlaştığımız bazı anlar hızlı bir şekilde zihnimi yoklayıp geçti. Sadece onun bilip yaşadığı birlikteliklerin sebebi bu ilaç mıydı? Beni bununla mı uyuşturuyordu? Neden diye haykırmak istedim. Saçlarımın teline zarar gelecek diye korkan adam, bu kötülüğü bana neden yapmıştı? Düşüncelerin içinde boğuluyordum. Daha fazla direnemeyip enjektöre dört elle sarıldım. İçindeki sarı sıvıyı deli gibi arzuluyordum. Onu koluma enjekte eder etmez Aras'ın beşiğinin hemen yanına sızıp kaldım. Kaç saat o şekilde uyuduğumu bilmiyorum. Gözlerimi oğlumun çığlıklarıyla açtım. Ne kadar zaman bu şekilde ağladığından habersizdim. Onu kucağıma alıp sakinleştirdim. İçinde bulunduğum durumdan oğlumun daha fazla etkilenmesini istemiyordum. Karnını doyurup pışpışladığımda keyfinin yerine geldiğini anladım. Kollarımın arasında gözleriyle boynumdaki kolyeyi yokluyordu. Huzursuzlanmalarının sebebini anlamıştım. Babasının yokluğunu bebek kalbi hissediyordu. Mervan'a olan sevgi dolu bakışlarını hatırlayınca içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Her şeyi yavrum için yapmıştım. Onun geleceği için... Babasının suçlarının oğlumun hayatına bir karabasan gibi çökmesine izin veremezdim. Yanına uzanıp biraz daha uyumak istedim. Hafta sonu olduğu için bol bol uyuyup dinlenebilirdim. Epey zaman sonra çalan kapının tıkırtısı yeniden uyanmama sebep oldu. Açtığımda etrafa göz gezdirdim. Kimse yoktu. Ayak parmaklarıma ilişen zarfla neye uğradığımı şaşırmıştım. Üzerinde herhangi bir isim ya da adres yoktu. Dudaklarımı endişeyle birbirine bastırdım ve notu açıp heyecanla okumaya başladım. "Sevdiğim... Biliyorum, seni çok yalnız bıraktım. Aklım, yüreğim, ruhum seninle öyle dolu ki... Ne seni unuttum ne de seninle yaşadığım günleri. Bekle beni! Çok yakında bir araya geleceğiz." Notu mutluluk dolu bir tebessümle dudaklarıma bastırdım. Oydu. Hayır, bir oyun değildi yazanlar. Burada kimse Mehmet'i bilmezdi. Beni ve oğlumu almaya gelecekti. Bunu hissedebiliyordum. *** |
0% |