Yeni Üyelik
72.
Bölüm

72. Bölüm: Gerçeklerle Bir Başına

@syildiz_koc

.

Medya: Kaldık Böyle (Gökyüzüm)


"Mavi bir renkten daha fazlası bence.


Sonu olmayan bir gökyüzü. Umut dolu bir deniz..."


CEMAL SÜREYA


      


Hangi sır gizli kalırdı ki? Hangi yalanı hakikatin sinesinde saklayabilirdik ki? Yalanlarla ördüğüm bu masum evren artık savaştan yorgun düşen savruk bedenimi kollayamaz olmuştu. Bir gün her şeyin ortaya çıkacağını hissedebiliyordum. En büyük korkum bu insanların çaresizliğimi anlamayıp beni yargılaması ve yaka paça Mervan'a teslim etmesiydi.


Onlara karşı çok mahcuptum. Yalanlarım ortaya çıktığında öğrencilerimin yüzüne nasıl bakacaktım? Onlara öğrettiğim tüm güzellikleri bunca günahla ve yalanla nasıl izah edecektim?


O gün korkularımla yüzleşeceğim zamanın geldiğini bilmeden açtım kapıyı. Cemilo soluk soluğa doktor beyin benimle görüşmek istediğini söyledi. İçime bir kurt düşse de kötü düşünmemeye çalıştım. Belki de ilaçla ilgili bir gelişme vardı ve beni bu konuyu görüşmek için çağırıyordu. Kim bilir? Kucağımda Aras'la sağlık ocağının yokuşlu, dar yolunu tuttum. Çatılardaki kar erimeye yüz tutmuştu. Ne yazık ki bu benim köydeki son günlerimi geçirdiğimin habercisiydi.


Cemilo ile birlikte içeri girdik. Burası tek katlı, yeşil tonlarında eski ve rutubetli bir binaydı. Muayenehanede ufak tefek araçlar olsa da çok eksiğinin olduğunu anlamak için deha olmaya gerek yoktu. Doktor bey oldukça gergindi. Yapı itibariyle de biraz korkak bir mizaca sahipti. Kumral teni ve ela gözleriyle ortayaşlı sayılabilecek yapıdaydı. Ve anladığım üzere tek derdi bir an önce tayin isteyip burdan kurtulmaktı.


Beni görünce yüzü davul gibi gerildi. Hastasını çıkarıp Hemşire Berna Hanım'a sert bir bakış attı. İyi şeyler olmayacağını hissetmiştim. En azından bir şey içip içmediğimi sorup oturmam için yer gösterebilirdi; fakat bunu bile yapacak sabrı kalmamıştı. Ya da düşünememişti bilmiyorum. Bocalamalarını bitirmek için, "Gelmemi istemişsiniz!" dedim. Elindeki gazeteyi hemen sol yanımdaki masanın üzerine fırlattı. "Umarım buna bir açıklamanız vardır Gülçehre Hanım." Gazetedeki fotoğrafımı görünce kabusumun başıma geldiğini anladım. Aras ve ben manşetlerdeydik.


"Sizi dinliyorum!" Nasıl bir açıklama yapacağımı bilmiyordum. Peşimde hem karanlık adamlar hem de Mervan vardı. Kimseye güvenemediğim için polise gidemiyordum. Mervan gücünü kullanıp delillerimi ele geçirebilir ve beni susturabilirdi. Önemli insanlarla bağlantıları olduğunu biliyordum.


"Ben şey..." diye geveledim. "İsminiz Nazar Ateş mi?" Sustum. O ise susmak nedir bilmeyecek gibi duruyordu.


"Bize yalan söylediniz. İsminizi ilçe MEM'den araştırdım. Buraya Pınar Gültekin isminde bir öğretmen atanmış. Babası hasta olduğu için gelememiş. Evraklarınız yok. Her şey koskoca bir yalan."


Sırtını bana dönüp pencereye yöneldi. Kararsızlığını anlamıştım. Camın üzerindeki kar tanelerini izlerken söyleyebileceğim tek söz "Mecburdum!" oldu. Yüzünü dönüp üzerime yürüdü.


"Hiçbir şeye mecbur değildiniz. Yalan söylemek yerine dürüst olabilirdiniz. Bu insanlar size güvendi." Bu sözleri bağırarak söylemesi öfkelenmeme sebep olmuştu. "Ses tonunuza dikkat edin Doktor Bey! Ne yaşadığımı bilmiyorsunuz. Bilip bilmeden beni yargılamaktan vazgeçin." Kapı hızlı açıldı. Yükselen ses tonlarımız iki davetsiz misafiri burnumuzun dibine kadar getirmişti.


"Ne oluyor Doktor Bey? Gülçehre öğretmene neden bağırıyorsun? Sesin ta köyün sonundan duyuluyor. Bir derdin varsa benle konuş!" Emrah'ın müdahalesi sinirimi bozmuştu. Benim doktorla olan tartışmam onu neden bu kadar alakadar ediyordu? Velim gibi her lafa atlayıp beni korumak zorunda mıydı sanki?


Zilan, koluma dokundu. "İyi misin Ögretmen Hanım?" Başıma onaylar gibi salladım. Doktor hızını alamayarak, "Açıklamayı Gülçehre Hanım yapsın! Pardon Nazar Hanım!" diye ekledi. "Nazar mı?" İkisinin aynı anda yüksek sesle tepki göstermesi irkilmeme sebep oldu. Karşılarına geçip tüm cesaretimle yüzleştim.


"Evet adım Gülçehre değil, Nazar. Ve ne yazık ki bu okula atanmadım. Başından beri her şey yalandı. Saklanmak zorundaydım ve ne yazık ki bunun için sizin umutlarınızı istemeden de olsa kullandım. Hizbullah Bey, beni öğretmen sanınca inkâr edemedim. Çok üzgünüm, böyle olmasını istemezdim."


İkisinin de yüzü şaşkınlıktan bembeyaz olmuştu. "Ögretmen değilsen kimsin sen?" Zilan'a gerçekleri anlatmak zorundaydım, en azından bu kadarını borçluydum. "Nazar Ateş... Esas adım bu. Ben oğlumla birlikte kocamdan kaçıyorum."


Emrah kıpkırmızı olmuştu. "Kocan mı? Senin kocan mı var?" dediğinde Emrah'a göz devirdim. Kaçma kısmını ıskalayıp kafayı kocamla bozması ona sinirlenmeme sebep olmuştu. Kasap et derdinde koyun can derdinde dedikleri bu olsa gerek! "Evet!"


"Ama neden?" Zilan'ın sorusunu dikkatle yanıtlamam gerektiğini biliyordum. Başlarını belaya sokacak bilgileri asla vermemeliydim. Bu hepimiz için korkunç olurdu. "Kocam olacak adam benimle zorla evlendi. Nasıl diye sorma, çok uzun ve yaralı bir hikâye. Beni evine hapsetti. Özgürlüğümü elimden aldı. Kaçmaktan başka çarem yoktu. Bunu oğlumun geleceği için yaptım. Ondan kaçar kaçmaz rastgele bir minibüse bindim ve buradayım." Onlar suskunlukla cebelleşirken, "Her yerde beni arıyor. O çok tehlikeli biri." diye ekledim.


Doktor, "Kocanızın kim olduğunu da söyleyin Nazar Hanım. Battık bari tam olsun!" Ona ters bir bakış atıp, "Mervan Hanzade!" diye yanıtladım. İkisinin de gözleri yerinden çıkacakmış gibi açıldı. "Of of of ne yaptın sen Nazar Hanım? Buraların kurdudur o. Belaya düşmüşsün ki hem de ne bela! Çok güçlü biri, hepimiz bir olsak yine de onla baş edemeyiz. Kafasına koyduysa bulur seni." Zilan'ın sözleri beklentilerimi tam on ikiden vurmuştu. Emrah yumruğunu duvara geçirip, "Kahretsin!" diye bağırdı. Tıkanmış soba bacası gibi burnundan soluyordu. Bir süre sessiz kaldık ve sessizliği ilk bölen yine ben oldum.


"Gitmem hepimiz için en iyisi. Başınızı daha fazla belaya sokmak istemiyorum." Emrah külhan beylerini aratmayacak bir ses tonuyla, "Hiçbir yere gitmiyorsun. Sen bize sığındın. Biz bize sığınanı kimseye teslim etmeyiz." diye ahkam kesti. Yiğitliği gözlerimi yaşartsa da bu sözlerin temenniden öteye gitmediğini biliyordum. Elbette Doktor Bey de bu konuda benden farklı düşünmüyordu.


"Emrah sen ne dediğinin farkında mısın? Bu adam tam bir baş belası. Bizi bu dağın başından siler atar, kimsenin ruhu bile duymaz. Bırak poz atmayı da bir kurnazlık bir şeytanlık düşün! Şu an kız tavlama heveslerin için hiç doğru bir zaman değil. Kimse aşkından ölüp bitmiyor. Çapkınlık taktiklerine biraz ara versen iyi edersin." Emrah huzursuzca kıpırdanırken Zilan ve ben mahcup bir şekilde kıkırdadık.


Şu doktor ne kadar da ödlek bir adammış meğer! Tüh senin kalıbına ben de seni bir şey sanmıştım. "O zaman sen bir şey bul. Kravatlı, okumuş adamsın ne de olsa! Bizim gibi maraba değilsin. Çalıştır saksıyı!" dedi Emrah bozulan suratını toplarken. Aralarındaki olumsuz enerji, Çernobil'de bile yoktu. Tüm bu gereksiz tartışmalara son vermek istiyordum. Didişmenin kimseye bir faydası yoktu.


"Boşuna tartışmayın. Hiçbirinize bir şey olmayacak. Yarın ilk iş buradan gidiyorum. Bana güvenen bu insanları daha fazla kandıramam. Başınızın benim yüzümden belaya girmesini istemiyorum."


Emrah, "Seni bırakmayız Gülçehre!" dedi ve sonra hata işlemiş gibi, "Hanım..." diye ekledi. Başımı reddederek salladım. "Olmaz! Mervan'ı tanıyorsunuz. O korkunç biridir. Beni kendisinden almaya çalışan kimseye acımaz. Huzurlu evlerinizin hortumla alabora edilmiş karınca yuvaları gibi dağılmasını istemiyorum." dedim.


Harelerime bıçak gibi saptanan görüntüler gözlerimin nemlenmesine sebep oldu. Hayalime düşen ise Azat'ın kanlar içindeki yüzü ve o depodaki zavallı kurban oldu. Sırtımı duvara yaslayıp gözlerimi kapadım. Garajda kolunu bacağını kırdığı adam... Gülnaz ve Raziye Hanım'ın zehirlenirken yemyeşil kusması... Mervan'ın günahları, ölümün ürpertici nefesini ensemde hissetmeme sebep oluyordu. Bir gün gerçekten iyileşecek miydim bunu ben de bilmiyordum. Ama bende korkunç izler bırakacağı inkâr edilemez bir gerçekti.


Emrah, Zilan'la yanıma gelip teselli etmeye çalıştı. "Senin kötü bir niyetle yalan söylemeyeceğini biliyoruz. Ne olursa olsun gitmene izin veremeyiz."


"Onu tanımıyorsunuz!" desem de sözlerim Emrah tarafından bir kez daha bölünecekti. " Hiçbir şey yapamaz. Jandarma var. Burası Dingo'nun ahırı değil, her elini kolunu sallayan ahkam kesemez."


***


Eve geldiğimde duvarlar sanki üstüme üstüme geliyordu. Elbette Zilan, beni asla yalnız bırakmayacaktı. Emrah'ın onu peşime taktığını biliyordum. Kaçıp gitmeme kolay kolay izin verecek gibi durmuyordu. Aras'ı doyurup pışpışlamaya başladım. Zilan'ın ısrarıyla abimi aramış, ona iyi olduğumu söylemiştim. Benim için daha fazla endişelenmelerini istemiyordum. Abim öfkeli bir mizaca sahipti. Bir delilik yapıp Mervan'la karşı karşıya gelebilir ve beni hayatımın en yıkıcı azabına mecbur edebilirdi. Olayların dışında kalmaları en iyisiydi. Onların zarar görmesine dayanamazdım.


Ben düşüncelerimin kıskacında kıvranırken Zilan'ın söylediği komik türkü kıkırdamama sebep oldu. Yüzüne bulaşan unlarla aklı sıra bana yemek yapıyordu. Zilan, "Ha şöyle!" diye gülüp ürkek bir halde, tutuşan yüzüme dokundu. "Korkma; sahipsiz değilsin sen. Biz ölmedik!" Keşke bir şeylerin iyi olacağına inanabilmiş olsaydım. Mervan'ı çok iyi tanıyordum. O asla vazgeçmezdi. Öcünü almadan huzur bulmazdı. Zilan'ı korkutmamak için daha fazlasını söyleyemedim. Belki de bilmemesi çok daha iyiydi.


Yanıma oturup közlenmeye yüz tutmuş sobanın yanında ısınmaya çalıştı. Ela gözleri üzerimde yine fer fecir okuyarak dolaşıyordu. İçimde kötü bir his vardı. Sona yaklaştığımı hissedebiliyordum. Kar çözülüyor, ilçeye gidip gelmeler artıyordu. O haberi doktor gördüyse herkes görebilirdi. Hangi birine derdimi anlatacaktım ki? Kime dinletecektim o kahrolası gerçeklerimi?


"Nasıl oldu?" Işığın altında gölgeli, kemikli yüzüne boş boş baktım. "Onunla evliliğin canım. Nasıl oldu?" İç çekip, "Boş ver!" diye geçiştirdim. "Söyle, merak ederim. Hem yok mu bu adamın bir fotoğrafı." Daha fazla üstelemeden Aras'ın bebek çantasındaki fotoğrafı çıkardım. Düğün fotoğrafımıza baktığımda yıllarca görmemişim gibi tuhaf bir duygu kapladı içimi. Mervan dış çekim istemediğim halde beni zorlamış, birkaç zoraki fotoğrafın ardından kendimi düğün salonda bulmuştum.


Aras bu fotoğrafı seviyordu. Onun yüzünü gördüğünde ağlamayı bırakıyor, mızmızlıklarına bir süre de olsa ara veriyordu. Kendimi suçlu hissediyordum. Onu babasından asla koparmak istemezdim; fakat yaşanılanlar başka çare bırakmamıştı.


Zilan, fotoğrafı alıp kocaman açılmış gözlerini kırpmadan gülümsedi. "Vay canına!" Mervan'ı gören pek çok kadının vereceği tepkiyi vermişti. "Vallaha ilk söylediğinde Nemrut gibi çirkin, yaşlı bir adam hayal etmiştim. Şu an hayretten kayışı koparmış olabilirim. Adam Yeşilçam artistlerine taş çıkartır. Hiç böylesini görmemiştim."


Gözlerimi devirip Aras'ın masum yüzüne baktım. "Tıpkı babası... Şimdiden ateş parçası gibi. Çok güzel!" Öfkeyle, "Zilan!" diye tısladım. Beni umursamadan kıskandırmak ister gibi iç çekişlerine devam etti.


"Ay keşke benimle zorla evlenseydi." Benim hayretli bakışlarım arasında, "Bunu sesli söylememeliydim sanırım. Ama ne yapayım; ben sert, güçlü erkeklerden hoşlanıyorum. Tuttuğunu koparıp hakkımdan gelsin." Diye devam etti. Hüzünlü bir tebessümle yüzüne baktım.


"Neler yaşadığımı bilseydin asla böyle söylemezdin. Hayallerle gerçekler birbirine uymaz. Kötü karakterli, zorba adamlar ne filmlerdekilere benzer ne de romanlardakine. Keşke o berdelden aşk hikayesi çıkaran dizilerdeki gibi olsaydı gerçek hayat. O çok şirin badboy hikayelerindeki gibi kötü yürekli erkeklerle de mutlu olabilseydi kadınlar. Hayat masal alemindeki gibi olmuyor Zilan. Öyle ki çok sevmek de yetmiyor bazen. Mutluluk ne çok sevmekte ne çok sevilmekte ne de para ve güzellikte. Masum bir bakış, samimi bir tebessüm, sevgi dolu, mahsun bir yürek... Aşk ancak böyle biriyle mutluluk verip anlamlı bir hale geliyor. Sakın kurgulardaki saçma dünyaya heves etme. Kendini yetiştir. Yeteneklerinin hayallerinin farkına var. Ne zengin koca mirası bekle ne de hayır sadakası. Alnının teriyle kazanan, onurlu bir kadın ol. Bizler hassas ve özel varlıklarız. Kendimize duyduğumuz saygıyı kaybetmemek için buna ihtiyacımız var."


Derin bir soluk alıp "Haklısın!" diye sayıkladı. "Ne yaşadığını en iyi sen bilirsin. Benimki de laf!" Daha fazla konuyu deşmeden sustum. Zilan'ın gereğinden fazla şey bilmesini istemiyordum. Bu onun başına bela olabilirdi.


Olayların üzerinden bir hafta geçmişti. Her an kapı çalınacakmış gibi tedirgindim. Kabuslar dipsiz bir kuyuya hapsolmuş hayatımın vazgeçilmeziydi. Mervan vardı o kabusların içinde. Hep koyu, mühürlü gözlerini görüyordum. Bana bakıyor, gözleri alev saçarken tenimi ürkütücü bakışlarıyla buzdan bir dağa çeviriyordu. Sahi o bana gelene kadar fazla mı mutlu olmuştum? Hüsranın beni kanlı tırnaklarıyla ezmesi bu kadar çabuk mu olacaktı?


Gördüğüm rüyayı hatırlayınca daha da ürperdim. Akşamın o kör saatinde çalınan kapı beni acının ve hayretin en koyusunu düşürmüştü. Kilit açıldığında o soğuk bakışlar bedenime katran gibi sokuldu. Yüzüne kapıyı çarpmam için hamle yaptığımda güçlü sert kollarının tutsaklığına düşmekten kurtulamıyordum. Ben gerisin geriye sendelerken üzerime yürüyor, kolumdan tutup küçük bir çocuğu zapt eder gibi kollarına alıyor, yüzüne attığım çizik ve tırnak darbelerini umursamadan sürükler gibi evden çıkarıyordu. Battal, Aras'ı kucaklayıp siyah araçlarına bindirirken tek yapabildiğim umutsuzca yardım dilenmek oluyordu.


Karanlıkta köylüleri kısmen görüyor, kiminin öfkeli bakışlarına kiminin de acıyan yüzüne muhatap oluyordum. Bu rüyanın bir şeylere işaret olduğunu düşünüp daha temkinli davranmaya başladım. Artık göze batmamak için okul dışında evden dışarı çıkmıyordum. Tek dileğim gazetedeki fotoğrafın kimsenin eline geçmemiş olmasıydı. Kimliğimin ortaya çıkmaması için buna ihtiyacım vardı.


Geçen gün az kalsın yakayı ele veriyordum. Neyse ki Zilan'ın yardımıyla saklanmış ve durumu açık etmemiştim. Dört gün önce, okul çıkışı evin yolunu tutmuştum. Bir düğün dikkatimi çekti. Zilan da yanımdaydı. "Merakla düğün kimin!" diye sordum. "Ayşe'yle Zeki'nin kızı Fatma'nın." dedi. Sözlerini algılamamla başımdan aşağı kaynar sular boşalmıştı. "Bizim Fatma mı? Şu okuldaki çocuklarla ilgilenmeme yardım eden kız!" diye hayretle bocaladım.


Zilan, "He odur. Kısmeti çıkmış. Hısım olunca vermişler hemen." dediğinde sinirden kıpkırmızı oldum. Bakışlarımı sertleştirip öfkeyle soludum. "Ne diyorsun sen Zilan? Öyle iş mi olur? O kız 15'inde." Umursamazca, "Ne yapsın kader kısmet!" diye kestirip attı. "Yok böyle kader. Küçük bir kızı göz göre göre harcamak ne zamandan beri kader oldu? Bu ülkede kanun var bilmiyorlar mı suç olduğunu?"


"Kar boyumuzu aştı. Devlet nereden bilsin o kızı nikahladıklarını?" İçimden 'Allah'ım sen sabır ver!' diye soluklandım. Koşar adım düğün alayının karşısına çıktım. İnsanlar beni umursamadan eğlenmelerine devam ettiler. Ortaya büyük ve uzun bir düğün masası kurulmuş, bahçede ise koca koca kazanlarla yemekler pişirilmişti. Masadaki büyüklerin arasında bir oğlan dikkatimi çekti.


Bekir... Tanıyordum onu. Henüz 16'sında temiz bir gençti. Hayır olsun diye okulun odunlarını kırar, küçük kardeşini kara batmaması için sırtında okula kadar getirirdi. Güler yüzlü, ağırbaşlı bir delikanlıydı; fakat bugün yüzünde aşinası olmadığım bir hüzün ve pişmanlık görüyordum. Belki de onun da rızası yoktu bu evliliğe. O yüze bakan insan bu evliliği genç çiftten başka herkesin istediğini sanabilirdi.


İçeri girip Fatma'nın yanına kadar vardım. Durumun yanlış olduğunu anlatıp onu götürmeye çalıştım. Fatma'yı gelinlikler içinde gördüğümde aklıma sadece Mervan'ın annesi Gülçehre gelmişti. Başka Gülçehreler olmasın diye yakalanmak pahasına polisi aradım. Neyse ki hatadan dönülmüş ve iki çocuğun da hayatı kurtulmuştu. Esas mesele polisin ihbarı yapanı bulamamasıydı. Yakalanacağımı düşündüğümden onlar gelmeden en ortadan kaybolup ahırlardan birinde saklanarak kendimi gizlemiştim. Artık ilçeye bile gitmeye korkuyordum. Çarşaf giyerek kendimi kamufle edebileceğim halde oyunumun su yüzüne çıkma ihtimali kendimi güvende hissetmeme engel olmuştu. Ve neyse ki yakalanmadan durumu toparlayabilmiştim.


Ne yazık ki sevinmek için acele etmişim. Hiçbir yalan sonsuza kadar baki kalmıyordu. O gün hayatımı çıkmaza sokan hesapsız bir karar verdim. Öğrencilerimden Hasan'ın birkaç gün okula gelmemesi dikkatimi çekmişti. Kısa bir süre sonra Cemilo'ya onun neden gelmediğini sorup bilgi amaya çalışmıştım. Hasan, akranı pek çok çocuk gibi lösemi hastalığına yakalanmıştı. Erken teşhis olsa da yoğun bir tedaviye ihtiyaç duyuyordu ve bu masraflı tedaviyi ailenin sağlayacak maddi imkânı yoktu.


Evde on yaşlarında bir ablası üç tane de küçük kardeşi vardı. Karınlarını zor duyurduklarını biliyordum; fakat umut dolu konuşmak için çırpınmaktan kendimi kurtaramıyordum. Annesinin gözünden akan yaşlar yüreğime dokunmuştu. Evlat kaybetmenin ne demek olduğunu iyi biliyordum. Onları çaresiz bırakamazdım. Param yoktu. Öğretmenliği kaçak yürüdüğüm için maddi açıdan benim halim de onlardan parlak değildi. Ablamın bıraktığı para suyunu çekmişti ve zor günlerin kapıda nöbet tuttuğunu çok iyi biliyordum.


Sonunda kararımı verdim. Olabilecek hiçbir şeyi düşünmeden Emrah'ı ve Hasan'ın babasını kenara çekip yardım edeceğimi söyledim. Elimde satıp paraya dönüştürebileceğim tek şey Mervan'dan kalan o pırlanta kolyeydi. Mervan zengin olduğu kadar zevkli de bir adamdı. Bu kolye için çuvalla para döktüğünden adım gibi emindim. Artık aramızda bir bağ kalmadığı için kolyenin manevi boyutunu önemseyecek durumda değildim. Bilakis bana onunla geçen acı günleri hatırlattığı için kolyeden kurtulmak istediğim bile söylenebilirdi.


O gün kendim için asla yapmayacağımı bir şey yaptım. Kolyeyi satıp Hasan'ı kurtarmak için Mervan'ın parasını kullandım. Aras'ın da bu paraya ihtiyacı vardı ve ben gurur yapacak lüksü kendimde bulamıyordum.


Emrah, Hasan'ın babası ile ilçeye gidip bu tehlikeli görevi yerine getirmişti. Bir çanta dolusu parayla geldiklerinde Mervan'ın parasına muhtaç kaldığım için hem kendime kızıyordum hem de Hasan'ı kurtaracak imkânı sağlamanın haklı gururunu yaşıyordum. Keşke tüm bunları o haram parayla karşılamayı reddedecek onur ve imkânı elimde bulunduruyor olsaydım.


Paranın bir kısmını Hasan'ın ailesine verip hazırlıklarını yapmalarını istedim. Kalanını Aras'ın bez, mama gibi ihtiyaçlarını karşılamak için ayırdım. Akşama doğru kapı deli gibi çalmaya başlamıştı. Olacakları hissetmiş gibi temkinli bir edayla kapıya yönelip, "Kim o?" dedim. Zilan'ın telaş ve korku dolu sesini duyunca neye uğradığımı şaşırmıştım.


"Nazar benim, aç kapıyı!" Kapıyı açar açmaz içeri girip kesik kesik nefeslendi. "Geldi Nazar! O geldi!" Yutkunup, "Kimden bahsediyorsun?" dedim telaşla. Gözlerini kocaman açıp, "Mervan Hanzade!" diye fısıldadı. Başımın döndüğünü, ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim.


"Kaçman gerekiyor Nazar, bulmuş sizi. Alacaklı gibi kapımızı çaldı. Abimi takip etmişler, seni istiyorlar. 'Karımın ve oğlumun yerini söyleyin!' diye tutturdu. Köyün giriş çıkışını tuttular. Her yer adamlarıyla dolu. Teker teker her kapıyı çalıyorlar. Köşe bucak seni arıyor, kaçman lazım; artık burada kalamazsın!"


Aras'ı kucağıma alıp bağrıma bastım. Duvarın köşesine sinmiş, kâbusun dönüşünü gözyaşlarımla karşılıyordum. Sahi ablam haklı mıydı? Mervan öldürecek miydi beni? Sonunda kıyıp ellerini kanıma bulayacak mıydı? Şu saatten sonra hayatımız asla eskisi gibi olamazdı. Eğer ablamın dedikleri doğruysa ölüm fermanımı çoktan mühürlü kağıtlara işlemişti. Bir şeyler çoktan kırılıp dökülmüştü aramızda. Alnıma sürülen namus karası, girişmediğim o ihanet çemberinin ardında simsiyah bekliyordu.


Aras'ı alnından öpüp, "Ne yapacağım?" diye sayıkladım. "Her yer tutulmuşken nasıl saklanırım?" Zilan'ın gözlerindeki ateş içimdeki umut kırıntılarına yeniden hayat verdi. "Senden gizli bir şey yaptım Nazar!" Ben hayretle sözlerinin sonunu kollarken, "Abine yerini haber verdim." diyerek beynimi kurşuna dizen sözlerini sıraladı.


"Ne yaptın Zilan sen? Ailemi karıştırmak yok demedik mi? Nasıl bana sormadan onu çağırırsın? Nasıl abimin canını tehlikeye atarsın?" Ben yakasını çekiştirirken, "Yeter!" diye bağırdı.


"Ben yaparım, ben ederim, ben kaçarım... Bırak şu hayalleri artık! Sahipsiz değilsin sen. Anan var, baban var, abin var. Herkes öldü de bu dünyanın yükü bir sana mı kaldı? Koşacaklar tabii imdadına. Borçlular bunu. Seni adamın önünü atacak değiller ya! Bir başına bebenle o adamlara nasıl karşı durursun?" Ben abim için sızlanırken, o sırtını dönüp doğru bildiğini konuşmaya devam etti. "Dün gece haber verdim Murat'a. Birkaç saate köye ulaşır. Alır gider seni, sonrası size kalmış!"


Mervan'ın abime zarar vereceğini neden anlamak istemiyordu bu kız? Abimi onun pençelerinden bir kez kurtarmıştım, peki ya şimdi? Şimdi buna güç getirebilecek miydim?


"Onun bir daha hata yapmasına izin verme!" demişti. "Kıyarım!" demişti. Hal böyleyken sonunda harcanacağını bildiğim bir yola abimi nasıl dahil ederdim? Zihnimde biriken tüm endişeleri yutkunup sakinleşmeye çalıştım. Zilan ise beni dikkate almadan temkinli bir şekilde dolabı açtı ve içinden siyah çarşafımı çıkardım.


"Giy şunu! Neredeyse gelirler. Hemen bahçe kapısından kaçar gideriz. Murat gelene kadar sizi saklamamız gerek!" Gözyaşlarımı silip alelacele çarşafı giymeye koyuldum. Çıkışa yöneldiğimiz esnada birinin alacaklı gibi kapıya vurduğunu duydum. Hemen Aras'la vestiyere girdik. Tamamen gizlendiğimizden emin olunca, Zilan oldukça sakin, vurdumduymaz bir tavırla kapıyı açtı.


"Hayrola sen de kimsin?" Adam afallamış bir şekilde, "Genç, sarışın bir kadın ve 7-8 aylık bir erkek bebek arıyoruz." Zilan sert ses tonuyla adamı tersledi. "Gardaş ne bileyim ben neredeler? Burası benim evim. O dediğin kimseler burada yok. Git başka yerde ara!"


Zilan adam cevap vermesine fırsat tanımadan kapıyı yüzüne kapattı. Uzaklaştığından emin olunca bahçe kapısından çıkıp samanlarla dolu, küçük bir ahıra geldik. Zilan, ahırın penceresinden hınca hınç dolu olan kahvehaneyi işaret etti. Küçük bir odadan farkı yoktu. Kahverengi eski masalar ve basit tahta sandalyeler vardı. Küçük bölmede çay, kahve,oralet ve nargile yapıldığını görebiliyordum


"Bak orada. Yerini öğrenmek için kahvedeki adamları sorguya çekiyor." Ona uzaktan korku dolu gözlerle baktım.


Bakımlı, mağrur duruşu hâlâ aynıydı. Boynu asırlık çınarlar gibi dimdik, gözleri kararlılık denizinde bir ateş deryasıydı. Belli etmemeye çalışsa da yorgunluk yüzünün her santiminden okunuyordu. Zayıflamıştı. Öyle ki kemikli yüzündeki hatlar bile daha belirgin bir hale gelmişti. Ben tuhaf bir hayretle onu izlerken Zilan'ın çimdiğiyle neye uğradığımı şaşırdım.


"Adamlar buraya doğru geliyor, çıkmamız lazım." Ahırdan çıktığımda dört bir yanımızda gezindiklerini, ev ev dolaşıp beni aradıklarını görebiliyordum. Zilan'ı çekiştirip sus işareti yaptım ve süzülür gibi yavaş hareketlerle kahvehanenin penceresinin altında gizlendik. Muhtemelen kahvehaneyi çoktan aramışlardı. Aramasalar da fark etmezdi, Mervan benim onca erkeğin içinde bulunmayacağını düşünmüş olmalıydı.


Mervan, diğerlerini sorguya çekerken, o geniş pencereden önce Zilan ardından da bebeği ona uzatıp ben girdim. Üç tarafı tahta sandalyelerle çevrili olan eski bir masanın altına gizlenip sesimizi çıkarmadan olanları takibe koyulduk. Artık Mervan'ın sesini çok daha net duyuyordum. Cama yansımasına baktığımda ne kadar öfkeli ve gergin göründüğünü anlamak hiç de zor değildi.


"Efendiler!" dedi etrafındaki meraklı bakışları süzerken. "Bakın! Bir türlü derdimden anlamıyorsunuz. Karımın ve oğlumun burada olduğunu biliyorum. Sizin Gülçehre diye bahsettiğiniz kadın Nazar Ateş'in ta kendisi. Oğlum Aras'la yaklaşık iki aydır kayıplar. Aramızda bazı sorunlar yaşandı ve beni terk etti. Buraya ailemi tekrar bir araya getirmek için geldim."


Elindeki gazeteyi açıp resmimizi gösterdi. "İşte fotoğrafı... Sizi öğretmen olduğu yalanıyla kandırmış." Şaşkın bakışlar arasında elindeki kolyeyi gösterdi. "Bunu ben Nazar için özel olarak yaptırmıştım. Arkasında ismimiz yazıyor."


Allah kahretsin kolyeyi kullanarak bulmuş beni. Yanımda param olmadığını biliyordu. Er ya da geç kolyeyi elden çıkaracağımı tahmin etmiş ve beklediği hamle gerçekleştiğinde ilk fırsatta Emrah'ı takip ettirip peşime düşmüştü. Allah kahretsin, onun zekâsını nasıl böyle yabana attım? Kolyenin özel tasarım olabileceğini nasıl düşünemedim? Cama baktığımda Mervan'ın cebinden bir şey çıkardığını gördüm.


"İşte karımla çekildiğimiz düğün fotoğrafı..." Köylüler gözlerini çakmak çakmak açıp kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar. Onların bu dağınıklığını fırsat bilen Mervan, bir başka fotoğrafı muhtarın önüne attı.


"Bu da oğlumun doğduğu gün çekildi. Sözlerime neden inanmıyorsunuz? Gittiği günden beri bucak bucak dolaştım; aramadık yer koymadım. Bir yuvanın dağılmasına nasıl göz yumarsınız? İki aydır evlat hasreti çekiyorum ben. Başlarına bir şey gelecek diye uyku bile uyuyamıyorum."


Çatlak ihtiyar bir erkek sesi o an resmen hislerime tercüman oldu. "İyi adamdın da ne demeye karın seni terk etti? Bizimkiler evde duruyor, sen de bir iş olmasa kaçmaz!" Mervan'ın bu sözler karşısında nasıl delirdiğini tahmin edebiliyordum. Adamın haksız olduğunu kimse söyleyemezdi. Hangi kadın durduk yere kocasından kaçırdı ki?


"Dayı sen hiç halden anlamaz mısın? Evladımızı, kızımızı kaybettik. Karımın psikolojisi bozuldu, ablasının sözüne kanmış oğlumu da alıp kaçıp gitmiş işte! Hanginizin karısıyla sorunu olmuyor ki? En ufak bir şeyde yuva mı dağıtıyorsunuz? Ben buraya karım için geldim ve gerekirse jandarmayı çağırır yine de almadan gitmem. Yaptığı suç! Oğlumu benden kaçırmaya hakkı yok. Siz de bu suça ortak oluyorsunuz."


Sözünü tamamladığında ortamda bir sessizlik oldu. Mervan'ın böyle bir şey yapmayacağını çok iyi biliyordum. O asla işlerine polisi karıştırmazdı. Merakla ne olacağını beklemeye koyulmuştum. Sessizlik adım sesleriyle bölündü. Artık bakışların odağında sıska, iri kafalı bir delikanlı vardı.


"Beyim çarşaflı, mavi gözlü bir kadın peçesini açmamakta direniyor. Nazar Hanım olduğundan şüpheleniyoruz."


Camdan Mervan'ın koşar adım çıktığını gördüm. Ortamdan uzaklaşmasıyla tutmaktan bitap düştüğüm soluğumu bir çırpıda bıraktım. Zilan saklandığı yerden kalkıp Kahveci Hüso'yu yanına çağırdı. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra Hüso, "Dağılın beyler; kahve kapanıyor." diye bağırdı. İnsanlar bozulsa da onu dinlemekten başka bir çıkar yol bulamadı. Kapıyı kapatıp perdeleri çektikten sonra kapalıyız yazısını cama iliştirdi. Saklandığım yerden çıkıp mahcup bir şekilde başımı eğdim.


"Ben... Şey..." Hüso, parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. "Bir şey deme kızım. Ben anladım." Zilan, öne atılıp kahveci Hüso'nun tam karşısında yerini aldı. "Hüso dayı. Nazar'ın gitmesi gerek. Artık buralara sığamaz. Hanzade peşini bırakmaz. Onu bu hayattan kurtarmak zorundayız. Köydeki çocuklar için çok şey yaptı. Göz göre göre onu kurda kuşa yem edemeyiz."


Hüso, düşünceli bir şekilde uzun kirli sakallarını sıvazladı. Boynundaki et benini çimdikleyip, "Nasıl yapacağız?" diye mırıldandı. O da en az benim kadar endişeliydi. Karşısındaki adamın bu dağların kurdu olduğunu anlamış, esrarengiz kaçışımda haklı bir gerekçe olduğunu tahmin etmişti.


Zilan dudaklarını morartır gibi ısırdı ve hemen ardından sihirli sözcükleri fısıldadı. "Abisi gelecek dayı. Sözleştik; köyün arka tarafında ikisini bir araya getireceğiz. Adamları bir araya getirmeliyiz. Böylece Nazar, yakalanmadan abisine kavuşabilir. Sen çıngıraklı çeşmenin yanında adamları oyalayacaksın. Ben çarşaf giyip onları peşime takarken sen köyün çıkışını temizleyeceksin. Boyumuz birbirine çok yakın. Kilomuzdan ayırt edemezler."


Kapı çalınca hepimiz kısa süreli bir kalp krizi geçirdik. Hüso cama telaşla göz gezdirince Emrah'ın dışarda olduğunu anladı. Biz derin bir nefes verirken onu içeri aldı. Emrah koşuşturmaktan nefes nefese kalmıştı.


"Nazar, abin geldi. Köyün çıkışındaki harabede gizledim onu. Mervan ve adamları köyde. O çarşaflı kadının sen olmadığını anladılar. Hemen şimdi gitmeliyiz. Kadını rahatsız ettiğini gören köylülerle aralarında arbede çıktı. Tam sırası..."


Zilan, Emrah'ın getirdiği valize benim çantamın içindeki eşyaları yerleştirdi. Aras'ın unicornlu çantasını kahvehanedeki kül tablalarıyla doldurup koluna taktı. Emrah'ın getirdiği burkayla gözleri de dahil tüm bedenini kapattı. Aras'a yine kız çocuğu kıyafetleri giydirmiş, tüm yüzünü de atkı ve bere ile kapatmıştım. Usulca kahvehaneden çıkıp sık evlerin arasındaki bölmede bir süre duraksadım. Aras da bugün hiç olmadığı kadar sessiz ve uysaldı. Sanki bebeğim verdiğim mücadelenin farkındaydı da sessizce annesine yardım ediyordu.


Zilan, benimle kucaklaşıp gözlerimin derinliklerine baktı. "Hakkını helal et. Yolun açık olsun."


"Ne hakkım var ki? Asıl siz helal edin! Beni sizle karşılaştırdığı için Allah'a ne kadar şükretsem az!" Omzuma dokunup son kez sarıldı ve ardından Fatma'nın kucağındaki erkek bebeği alıp arbedeye doğru koşmaya başladı. Çok cesurdu. Onu vurmayacaklarını biliyordum. Özellikle de kucağında bebek varken Mervan asla ona dokunmazdı.


Görünmemeye çalışarak olanları takip ettim. Zilan'ı fark eden adamlarına onu işaret etti. Saniyeler sonra Mervan'ın haykırışı kalbimin ağlamalarına eşlik etti. "Nazar!" O, ben zannettiği Zilan'ı ve kucağındaki uyku mahmuru bebeği kovalarken, Emrah'la köyün çıkışına doğru yol aldık. Jandarma çıkışı tutan adamlarla koyu bir sohbete dalmış uzaktan fark ettiğim kadarıyla onları soru yağmuruna tutmuştu. Dar yollardan kara bata çıka geçtik ve sonunda abimin bulunduğu harabeye vardık. Abimi gördüğümde isyancı gözyaşlarıma engel olamadım ve kesik kesik solumaya başladım.


"Nazar!" Dolu dolu gözlerle bıraktığı bu küçük feryat, yüreğimi dağlıyordu. "Kardeşim!" Bana sımsıkı sarıldı ve buhar çıkaran nefeslerimizi sarılarak birbirine karıştırdı. O belimi kavrayıp sımsıkı göğsüne bastırırken söyleyebildiğim tek şey, "Çok özledim abi. Çok hasretim!" oldu. Ellerimi sırtına sabitlenip yüreğimi huzuruna ve şefkatine bıraktı. Birkaç saniye sonra omzumdan arta kalan o boşluğu bırakıp yeniden yüzüme odaklandı. Belli ki o da en az benim kadar hasret doluydu. Elleriyle gözyaşlarımı silip nemli bakışlarıma aldırmadan dudaklarıyla alnımı mühürledi.


"Artık hasret bitti..."


Abim ölüm uykusundan uyanmış gibi elleriyle gözyaşlarını sildi. "Gidelim artık. O pislik sizi bulmadan kaçalım buradan." Başımı sallayıp onu umutla onayladım. Abim aracın üzerindeki örtüyü kaldırırken son kez Emrah'a döndüm. Gözlerindeki hüznün sebebi olduğumu bilmek yüreğimin sızlamasına sebep olmuştu.


"Her şey için teşekkür ederim. Sen iyi yürekli birisin. Ve çok daha özel birini hak ediyorsun." dedim teselli eder gibi. Başını eğip kızaran yüzünden utandı. "Hoşçakal!" dediğinde buruk bir şekilde, "Hoşçakal!" diye karşılık verdim. Ben abimin çıkardığı araca Aras'la birlikte yerleşirken ağzına iliştirdiği sigaranın ucunu yakıp öldürür gibi bir nefes çekti ve aracın bıraktığı dumanlara sigarasının dumanı karıştı. Tebessümle aracını süren abimin dağları sığdırdığı omzuna başımı yasladım. Ve sonu belirsiz yolumuza doğru umutla yol aldık.


Yıldız atmayı unutmayalım☺️


Loading...
0%