Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm: Lâl

@syildiz_koc

Medya: Suya gider allı gelin has gelin


Ve benim birdenbire yüzünü değil; gözünü değil,


Sesini göresim geldi.


NAZIM HİKMET


Mehmet gideli bir ay olmuştu. Döneceğini umut ederek yaşamaya çalışıyor, dalgın dalgın girdiğim üniversite sınavının sonuçlarını bekliyordum. Sonunda beklediğim o güzel haber geldi. İstanbul Marmara Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği bölümünü kazanmıştım. Öğretmen olacaktım; tıpkı İpek Öğretmen gibi... Bu benim hayalimdi. Onca hasretten ve sıkıntıdan sonra cennetten müjde almış gibi evde koşturmaya, sevinçle annemi ve kardeşlerimi öpüp kucaklamaya başladım.


Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Hemen haberi Mehmet'e ulaştırdım. Bana kısa bir süre sonra cevap mektubu yazdı. Yanında götürdüğü telefonla ancak belli saatlerde konuşabiliyorduk. Yapılan kısıtlamalar iletişim konusunda çok sıkıntılı oluyordu. Kokusunu duyabilmem için mektuplar yazıp, yüzüme söyleyemediği duygularını samimi bir dille anlatırdı. Mektuplarını defalarca doya doya okur; dudaklarıma, yüzüme dokundurup kalbimin üzerine bastırdım. O kâğıt parçaları ne kadar da güzel kokardı. Mehmet gibi...


Günleri sayıyor, onun dönüşünü büyük bir umutla bekliyordum. O beni istemeye geldiğinde hangi elbisemi giyeceğime, saçlarımı, hatta makyajımı nasıl yapacağıma bile karar vermiştim. Kahvesini ikram ettiğimde utançtan kızaran yüzü gözümün önüne geldiğinde içimdeki tüm kelebekler neşeyle kanat çırpıyordu sanki.


5 ay kalmıştı izne gelmesine. Babam beni vermezse diye aklım başımdan gidiyordu. Ablamı tam hayallerindeki gibi biriyle evlendirmişti. Zengin ve soylu bir damatla... Mehmet, onlar gibi zengin değildi. Başında güçlü bir babası yoktu; ama onun tek bir tırnağı bile benim için onlar gibi yüzlerce aileye bedeldi. Böyle kötü şeyler düşünmemeye çalıştım. Her şeyin iyi olacağına inanmak istiyordum. Bu benim tutunduğum tek umuttu.


O gün sevinçle merkeze gittim. Artık üniversite için kayıt hazırlığı başlamıştı. Abimle 3 hafta sonra İstanbul'a gidip kayıt yaptıracaktık. Babam bu meseleye hiç ses çıkarmıyordu; hatta içten içe memnun olduğunu bile sezebiliyordum. En çok da abimin arkamda olmasına seviniyordum; bu güven bana tarifsiz bir mutluluk veriyordu. Hayallerimle aramda çok az bir mesafe kalmıştı. Şimdiden kalacak yer arayışlarına girişmiştim.


O yıl okuldan benimle birlikte 30 kız daha üniversiteyi kazanmıştı. 3 arkadaş uygun bir devlet yurdu bulup gurbette birbirimize kardeşlik yapacaktık. İçim içime sığmıyordu. Çok merak ediyordum İstanbul'u. Orayı Mehmet'e sorduğumda hem cennet hem de cehennemdir demişti bana. "Neden!" diye sordum. "Neden cehennem olsun ki?" Bana korkulu gözlerle baktı. İç çekip, zoraki bir tebessümle cevap verdi.


"Güzel iklimi, yeşilliği, boğazı... Tıpkı bir cenneti andırır; ama geceleri tüm kuşların yuvalarına saklandığı ürkütücü bir atmosferi vardır. Bu büyük şehrin hengamesinde kaç aile, kaç genç kız yitip gitti bir bilsen! Bensiz gideceksin oraya. Senin için endişelenmeden edemiyorum. Ne olur orda kimseye güvenme. Sen bu ilçeden hiç ayrılmadın. Her yer burası gibi olmaz Nazar!"


Güvenle omzuna dokundum. "Benim için endişelenme! Ben attığım her adımda, aldığım her nefeste seni düşüneceğim. Ben senin Nazar'ınım. Bu şehir beni sen varken asla yutmaz!" Biraz olsun rahatlamıştı. Yüzünde yeniden kıvançla bir tebessüm peyda oldu. Bir gün o şehirde Mehmet'le yaşayacağımı bilmek hayatımın anlamı olmuştu bir anda. Hayallerde yaşıyordum sanki. Aşkımın ve umutlarımın halatlarına tutunmuş, hayallerimin peşinde tırmanıp duruyordum hevesle.


Bulaşık, çamaşır gibi burun kıvırdığım işleri bile hevesle yapar olmuştum. Mutluluğumuza nazar değmesin diye sokakta gördüğüm küçük çocukları hediyelerle sevindiriyor, kimsenin tebessümünün benden geri kalmasını istemiyordum. Nerden bilebilirdim ki ektiğim tüm fidanları, büyük bir fırtınanın yerle yeksan edeceğini? Kim bilebilirdi ki düşlerimin üzerine serin haziran yağmurlarının yağacağını ve beni kaçtığım o karanlıkla birlikte toza çamura bulayacağını?


O gün alışverişimi tamamlayıp eve döndüğümde cenaze çanlarını andıran, koskoca bir sessizlikle karşılandım. Sanki evimizin pencerelerine baykuşlar tünemiş, huzurumuza düşman bir şekilde felaket çığlıkları atıyorlardı. Bir şeyler olmuştu bugün! Annemi o közlenmiş sobanın başında hıçkırıklar içinde çaresizce ağlatan şey neydi? Ne olmuştu bize böyle? Babam sessizce koltuğa sinmiş, korkulu gözlerle başını ovup duruyordu. Zavallı Ayşe bile koltuğun arkasına saklanmış, babamın öfkesinden korkarak sessizce içli içli ağlıyordu. Onun olan biteni anladığını bile sanmıyordum.


Annemin yanına gidip ellerini tuttum. "Anne!" Annem, hıçkırıklar içinde ağlamaya devam ediyordu. Sırılsıklam olmuş yüzüne dokundum. Şefkatli bir tavırla, "Anne, ne oldu? Neyin var?" diye sordum. Cevap gelmiyordu. Hızla mutfağa girdim ve bir bardak su alıp ona içirdim. Kâğıt havluyla ter içinde kalmış yüzünü sildim. Artık biraz olsun sakinleşmişti. Kendini toparladığından emin olunca, "Bana olanları anlatmayacak mısın?" diyerek sorumu yineledim. Ellerimi tuttu; sözlerini boğan hıçkırıkları olabildiğince zapt etmeye çalışıyordu.


"Murat... Diyarbakır'a gitmiş. Zeynep'i.... Zeynep'i kaçırmış. Meğer uzun zamandır seviyorlarmış birbirlerini." Annemin yeni öğrendiği bu gerçeği, içimde çok önceden taşıyor olmanın verdiği acıyla kıvrandım. O sözlerine devam ederken kulaklarımın uğultusuyla cebelleşiyordum. "Kızı başkasına vereceklerini duyunca dayanamamış, gizlice evden çıkmış. Anlaşıp kaçıp gitmişler birlikte. Aile silahlarla peşlerine düşmüş. Öldürecekler oğlumu! Gününü görmeden öldürecekler!"


Sözünü tamamlayamadan tekrar hıçkırıklara boğuldu. Duyduklarım karşısında darmadağın olmuştum. Ya o adamlar abime bir şey yaparsa? Taşıdıkları silahları kendi gözlerimle görmüştüm. Dışardan namuslu birer iş adamı olarak görünen o insanlar, bir avuç gansterden başka bir şey değildi. Babam da ağlamıştı deli gibi... Gözlerinin şişliğinden, yüzünün kıpkırmızı olmasından bunu anlayabiliyordum. Titreyen ellerine ve dudaklarına hâkim olmaya çalışarak, "Buna izin vermem; tek oğlumu o aç kurtlara yem etmem!" diye sayıkladı.


Annem, yeniden şiddetli bir şekilde ağlamaya başlamıştı. Hepimiz o kadar çaresizdik ki evde öylece dönüp duruyor ne yapacağımıza bir türlü karar veremiyorduk. Aklıma ablam geldi. Hemen telefonu alıp hızla numarayı çevirdim. Birkaç saniye sonra ablam telefonu açtı. Ona olanlardan haberi olup olmadığını sordum. Ağlayarak bildiğini söyledi.


"Abla! Konuş onlarla! Bu işin bir hâl çaresi olmalı. Anlaşalım, konuşup bir çözüm buluruz!" dedim umutsuzca. Derin bir iç çekip, "Kız sözlenmişti Nazar; affetmezler onları, biliyorum! Aile onuru derler, acımadan kıyarlar. Başka bir aile olsaydı, belki bu durumu önemsemezdi; ama bunlar bildiğim gibi değil! Acımazlar... !!"


Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sanki tüm kabuslarım bir bir gerçek oluyordu. Neden dinlemediler sanki; vermeyelim demiştim ablamı. Bulaşmayalım bu insanlara... Şimdi her birimiz bir yere savrulacaktık. Ailemiz darmadağın olacaktı. Hissedebiliyordum bunu! Ne yapacaktık? Nasıl koruyacaktık abimi o karanlık insanların zulmünden?


Telefonun diğer ucunda bekleyen ablama hiddetle, "Polise gidelim!" dedim. Acı acı güldü. "Ah be bacım! Bu insanlara polis ne yapsın? Suçu başkasına atarlar. Kimseyi inandıramazsın. Yüksek yerlerde ne çok tanıdıkları var bir bilsen!"


"Böyle ölümüne kabullenip susacak mıyız yani?" diye öfkeyle haykırdım. Hırsla telefonu kapatıp, bulunduğum yere öylece çöküp kaldım. Ne düşüneceğimi ve ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Kalbim abime dair korkularımla öyle dolmuştu ki bu durumun beni içten içe yiyip bitirmesine engel olamıyordum.


Aradan sadece bir gün geçmişti. Telefon yeniden acı acı çaldı. Arayan ablamdan başkası değildi. Büyük bir telaş içindeydi, ağlamaktan bir türlü derdini anlatamıyordu. O hıçkırıkların içinden sadece, "Bulmuşlar Murat'ı, ikisi de ellerinde. Mervan, öldürecek onları." dediğini anlayabildim. Bu telefon babamın sabrını taşıran son damla olmuştu. Ceketini ve cüzdanını alıp çıktı. Annem şaşkınlık içinde, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Ben duyduklarım karşısında yıkılmış, sessiz sessiz ağlıyordum. Başımı kaldırıp yıkık bir viraneye dönmüş olan babama, çıkarken tekrar baktım. O da evine hüzünlü bir göz gezdirip, "Oğlumu kurtarmaya!" diye yanıt verdi.


Aradan 2 gün geçmişti. Ağzımıza doğru düzgün bir lokma bile koyamıyorduk. Acı ve hüsranı son demlerine kadar yüreğimizde hissediyorduk. Sabırla gelecek tek bir müjdeli haber için kulağımız telefonda, gözümüz kapıda sessizce bekleyip duruyorduk. Ayşe, bebeğiyle oynamayı bırakmış; yetişkin bir kız gibi kâh anneme sarılıyor, kâh benim saçlarımı okşayarak teselli etmeye çalışıyordu. Donuk bir hayalet gibi ıstırap dolu 48 saat geçirdik. Sonunda zil çaldı. Hemen toparlanıp kapıya koştum. Alabileceğimiz iyi haber, Ayşe'yi ve annemi de çoktan ayaklandırmış, babamın adımlarını bile sayar hâle getirmişti.


Kapıyı açtığımda hayatımda ilk defa babamı gördüğüme sevinmiştim. Hiçbir şey söylemeden içeri alıp bir açıklama yapmasını bekledik. Babam, suskun ve düşünceliydi. Yüzünden ne bir hüzün ne de bir mutluluk hissiyatını çıkaramıyorduk. Derin bir nefes çekip koltuğa oturdu. Annemin sabrı çoktan taşmıştı. Gözlerini ona dikip korkuyla ne olduğunu sordu. Gerçekten duyacaklarımıza hazır mıydık? Babam hırslı bir şekilde kesik kesik soluyordu. Gözlerini gözlerime dikti.


"Murat'ı öldürmeyecekler!" Duyduğum söz, yüreğimin mutlulukla çarpmasına sebep olmuştu. Annemle biraz olsun rahatlamıştık. Sonrasında duyacağımız o korkunç bedelden habersiz sessizce babama odaklanmış sözün devamını bekliyorduk. Ardından gelecek felaket çığlıklarını düşünmeden yüzümün umutla kasılmasına teslim oldum. "Ama bir şartları var!" diye sayıkladı babam. Annem sabırsızlıkla, "Neymiş o şart!" diye fısıldadığında nefesimin meraktan kesildiğini hissettim. Heyecandan ne onda ne de bende bir çift söz edecek hâl kalmamıştı.


Babam ilk defa utanıp sıkılıyordu. Gözlerini gözlerimden ayırıp başını eğdi. "Nazar... Nazar'ı istiyorlar! Zeynep'e karşılık Nazar..." Duyduklarım karşısında ruhsuz bir ceset gibi yere serilip kalmıştım. Dizlerimin üzerine mecalsizce çöktüm. Düz, sarı saçlarım yüzümü kapatıyor ve biraz olsun akan gözyaşlarımı gizleyebiliyordu. Ellerimi kalbimin üzerinde buluşturdum. Titreyen dudaklarıma engel olmaya çalışarak acıklı, kesik nefesler almaya başladım. Günlerdir hiçbir şey yemiyordum ve artık zayıflıktan kemiklerim bile sayılacak hâle gelmişti. Gözaltlarım yorgunluktan ve uykusuzluktan mosmor olmuş; yüzümün solgunluğu ve tenimin cansızlığı beni bir hayalete çevirmişti.


Babamın sözleri dur durak bilmeden kulaklarımda yankılandı. Beynim bu çığlıkların her zerresinde ıssız bir mücadele yürütüyor gibiydi. Sanki dünya bir anda başıma yıkılmış, beni zavallı bir karıncayı ezip ufalar gibi paramparça etmişti. Annem de en az benim kadar şaşkınlık içindeydi. İçindeki çığlıkları ve serzenişleri zapt etmek için hırsla ağzını kapattı. Onun sessiz çırpınışlarını gördükçe deliye dönüyordum. Gözlerinden akan her bir damla sanki lav olup kalbime akıyordu.


"Mervan, onu karısı yapmak istiyor; eğer kabul etmezsek Murat'ı öldürecek!" Abim ölecekti. Eğer bu bedeli kabul etmezsem onu tamamen yitirecektik. Ne yapacaktım şimdi? Kime sığınacaktım? Yapamazdım... Onunla asla evlenemezdim. Mehmet... Onu deli gibi severken bir başkasının karısı olmaya nasıl dayanırdı kalbim?


Annem, ondan beklemediğim kadar cesur bir şekilde, "Mervan'a ne dedin?" diye sordu. Babam hiçbir şey diyemiyordu. Suskunluğu uzayınca daha yüksek bir sesle, "Ne dedin?" diye sözlerini yineledi. "Kabul etmekten başka çarem yoktu." Nemli gözlerimi üzerine diktim. Kurumuş dudaklarıyla ve uykusuz, yorgun gözleriyle bitik bir hâldeydi. Ona kızamıyordum bile. Aynı hassas hâliyle devam etti. "Oğlumuzun canını kurtarmak için kabul ettim. Başka çarem yoktu!"


Harcamıştı beni. Harcamıştı işte! Hiç acımadan, kıymıştı abimin canına karşılık! Tüm hayallerim, umutlarım bir çift sözle suda yüzen kâğıt gemiler gibi dağılıp alabora olmuştu. Bana da bu yıkıntının altında kaderimin oyununa küsmek kalmıştı ne yazık ki!


Annem, "Nasıl yaptın bunu Nazar'a? Okuyacaktı o... Okuyacaktı... Nasıl?" diye haykırdı. Onun sesini ilk defa bu kadar yüksek duyuyordum. Zayıf bir tavuk bile yavrularını kediden korurken aslan kesilirmiş. İşte benim yüreği küçücük sandığım bedbaht annem de böyle koruyup kollamıştı zavallı kızını.


Babam, umutsuzlukla hüzne bulanmış yüzünü, kinle anneme doğrulttu. Artık biraz önceki yıkılmışlığından eser kalmamıştı. Çaresizliğini ve haksızlığını hiddetiyle paspas altına süpürüyor ve haklı itirazımızı bağırarak sindirmeye çalışıyordu. "Başka çarem mi vardı be kadın? Ben ister miydim böyle olmasını?"


Ürkmüştük bu gaddar öfkeden. Yüreğimin acısına rağmen güçlü olmak zorundaydım. Başımı kaldırdım. Yüzüme siper olmuş saçlarımı kulağımın arkasına iteleyip o donuk hâlimle, "Yapamam!'' diye sayıkladım. Kısa bir sessizlik tüm odayı yalayıp, kucakladı. Babamın delici korkunç bakışları, perişanlığıma rağmen üzerimde dolaşmaya başlamıştı. Hınçla ayağa kalktı. Kollarımdan tutup beni sarsarak, "Yapacaksın! O hayallerin abinin canından daha mı kıymetli? Göz göre göre öldürsünler mi Murat'ı? Bunu mu istiyorsun?"


İstemiyordum... Ne abimin ölmesini ne de bu evliliğin olmasını zerre kadar istemiyordum. Bu evlilik hepimizin felaketi olacaktı. Onlarla kurduğumuz bu yeni bağ bir şeyleri düzeltmeyeceği gibi, her şeyi alaşağı edecek ve biz darmadağın olmuş hayatımıza uzaktan bir yabancı gibi acıyarak bakacaktık.


Duygusuz ve donuk bir halde, "Yapamam!" dedim yeniden. "O adamın karısı; o ailenin gelini olmak istemiyorum!" Hınçla yüzüme okkalı bir tokat patlattı. Kulaklarım hiç olmadığı kadar sızlıyordu. Beynimi istila eden o çınlama sesi bedenimi korkunç bir şekilde ürpertirken, gözyaşlarım çorak topraklar gibi kurumuştu.


Dudaklarımdan sızan kana aldırmadan, "Asla evlenmeyeceğim!" dedim. Babam, öfkeden deliye dönmüştü. Bu itirazı benden duyacağını o da çok iyi biliyordu ve beni sindirmek için yine demir yumruklarını kullanmaktan asla vazgeçmiyordu. Vurmak için bir hamle daha yaptı.


"Ona dokunma!" Annemin bu cesur çıkışları babamın öfkesini körüklemekten öteye gitmiyordu. Elini bir kaya gibi annemin acıyla soluyan zayıf göğsüne indirdi. Önüne atlayıp onu var gücümle ittirdim. "Uzak dur annemden!" Şaşırmıştı. Ona el kaldırdığım görülmüş şey değildi. Ama olmuştu işte! Her türlü dayağa ve işkenceye maruz kalan ben, bu sefer karşılık vermiştim.


Bana doğru sert adımlar attı. "Sakın!" dedim kin dolu bakışlarla onu süzerken. "Abim için bana muhtaçsın!" Bu söz onu durdurmuştu. Yumruğunu tahta çerçeveli pencereye sertçe indirdi. Yüzünü gizleyerek pencereye durgun durgun göz gezdirdi. Abimin adı bile onu susturmaya, bir uşak gibi el pençe divan durdurmaya yetiyordu.


Neden? Neden sevmedin beni baba? Abim kadar sevilmek hakkım değil miydi? Acaba bu soruları ona sorabilmiş olsaydım; bana ne cevap verirdi? Hiç soramamıştım. Belki hiçbir zaman cevap da alamayacaktım sorularıma. İçim acıyordu.


Ahsen, "Baba sevgisini hiç tadamadım!" demişti. Babası o bebekken ölmüş. Aile albümlerinden çıkardığı resmi gösterip uzun uzun okşadı yanımda. Bir de ona ait olduğunu söylediği siyah bir tespih bulunurdu odasında. Ona özendim. Keşke dedim. Benim babam da bir resimden ve tespihten ibaret olsaydı. Resmine bakıp iç çekseydim ve onu özleyebilseydim.


Yüreğimde, zihnimin en gizemli köşesinde ona bir karakter uydurur; kendi içimde yalancıktan bir mutlulukla yaşardım onu. Battal Gazi gibi güçlü, Temel Reis gibi akıllı ve belki şirin baba gibi şefkatli biri olurdu. İçimdeki o çocuksu sevinç için, bu kadarı da yeterdi bana. O tespihi koklayıp, ona dair hayaller kurabilseydim ne olurdu sanki? Hayaller... Oysa ben babama dair hayaller bile kuramıyordum. Öyle çok acı vermişti ki bana, hayallerimdeki o sevgi dolu baba kisvesi üzerine oturmuyordu bir türlü.


Akşamları o zil çaldığında deli gibi atan kalbim, sinsi sinsi fısıldıyordu kulağıma. O geldi! İçime doğan zifiri karanlık, ruhuma dolu dizgin kinini akıtırken; uzaktan kendi köşemde durgun bir şekilde televizyon izliyordum. Bazen de kendime iş icat edip ondan olabildiğince kaçıyordum. İşte bu kadardı bizim hikâyemiz. Sevilmemeye alışmış mutsuz bir kız ve onun körelmiş, ruhsuz babası... Başka türlüsü aklıma bile gelmezdi.


Koşarak odama gittim. Hınçla kapıyı çarpıp, kendimi yatağa attım. Haykırışlarımı o yastıkla biraz olsun boğabiliyordum. Artık öğrenmiştim, haykırarak ama bir o kadar da sessiz bir şekilde ağlayabilmeyi. Mehmet! Neredesin! Gel artık... Daha sen gider gitmez karardı tüm dünyam! Neredesin?


***


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️🌹

Loading...
0%