Yeni Üyelik
97.
Bölüm

97. Bölüm: Yaban

@syildiz_koc

 

Merhaba arkadaşlar. Hüsran'ın son kitabıyla devam ediyoruz. Bu kitapta Nazar'ın günlüğünün yerini Mervan'ın günlüğü alıyor. Artık onu bu karanlık hayata neyin ittiğini öğrenme zamanı geldi. Bu hikayede farklı temaları bulacağız. Neden böyle demeyin gerçekten kitabın formatı bu. Bence bu yönüyle daha hoş. Ve heyecan verici...

 

Sizce Mervan'ın doktorluk yolundan çevirip suça iten ne olabilir?☺️☺️☺️

 

YABAN

 

Mervan'ın Kaleminden Günlük

 

Gün ağarmaya yüz tutmuş, ağrıyan sırtıma bir de boynumdaki sızılar eklenmişti. Gözlerimi kamaştıran güneşi selamlayıp arkamda mırıltılar halinde inleyen bebeğin sevimli seslerine kulak verdim. Simsiyah gözleri. Açık kumral teniyle bana benimkini aratmayacak kocaman bir tebessümle karşılık verdi. Yanağındaki o sevimli çukur içimin sıcacık olmasını sağlamıştı. Annesi alnından öptüğünde huzurlu yüz ifademi buruk bir tebessüm aldı.

 

Acaba Raziye Hanım da beni alnımdan hiç öpmüş müydü? Bir kez olsun "Oğlum!" diye bağrına basmış mıydı? Hiç sanmıyordum. O evden bir daha dönmemek üzere ayrılmıştım ama içimde bir burukluk bile hissedemiyordum. Üzerimde kamburundan kurtulmuş yürekli bir adamın ruhu vardı. Bağ kuramadığım, aile olamadığım o insanlardan ayrılmak da beni üzüp yıpratamıyordu. İnsan bir şeylerini kaybettiğinde acı çeker, özlerdi. Ben ne annemi kazanabilmiştim bu hayatta ne de babamı. Bir aile olamamıştık. Kazanamadığım bu insanların hayatından çekip gitmem ayrılık değil vuslat olurdu.

 

Beni özgürlüğe kavuşturup sırtıma iki büyük kanat bahşedecek bir vuslat hem de... Hayallerime ulaştıracak kutlu bir vuslat... Ben geçmişe dönüp baktığımda bir bebek olduğumdan bile emin değildim. Sanki bu halimle ağaç kovuğundan çıkıp Kadir Bey'in nefret haykıran malikanesine düşmüştüm. Oyun oynamasına bile izin verilmeyen, boyama kitaplarıyla birlikte çocukluğu da elinden alınmış bir bireydim. Çok şey ıskalamıştım hayatımda. Emeklemeden koşmak yorucu ve bir o kadar da bıktırıcıydı. Bu yüzden onun istediği gibi biri olmamak için kaçıp kendi hayallerime kucak açmıştım.

 

Otobüs tenhaydı. Kimsenin olmadığına sevindiğimi söylemeliydim, zira hâlâ Diyarbakır'dan yeterince uzaklaşmış sayılmazdık ve her an otobüsün önü kesilebilirdi. Kadir Bey'in sadık köpeklerini karşımda görsem ne yapacaklarını tahmin etmek hiç de güç değildi. Beni yaka paça indirip babamın önüne atacaklarından en ufak bir kuşkum yoktu. Önce okkalı bir tokat hemen ardından da tabuta çivilenip iki gün karanlığa hapsedilme cezalarına yaralı hissiyatım eşlik edecekti.

 

Yo hayır şaşırmayın! Çocukluğumda bundan daha iyi şeyler yaşamamıştım. Tazyikli suyla ıslatılıp duygusal şiddete maruz kalmam, fareli kilere kapatılmalar, aç yattığım zifiri geceler, ağlayamadığım anlar hem aklımda hem de kursağımdaki hezimet çukurundaydı.

 

Bir baba nasıl evladını bir caniye çevirmeye çalışırdı, bunu şu an bile idrak etmekte zorlanıyordum. Doktorluk benim en büyük hayalimken böyle birine dönüşmeye asla tahammül edemezdim. O eylül sabahı hayatımın en zor kararını verdim. Ölmek pahasına düşlerimin peşinden gidecek, beni karanlık dünyasına hapsetmesine izin vermeyecektim. Onca yaşanmışlıktan sonra tek dostum Battal'ın desteğiyle babamın kanlı pençelerinden kurtuldum. Artık bahar güneşi hiç de uzağımda değildi. Yer değiştirip yurtdışına kaçtığım yalanına Kadir Bey'i ikna etmek zor olmamıştı. O kayıp oğlunu dağda ararken ben bağda ideallerime adım adım yaklaşacaktım.

 

"İzmir otogarında inecek yolcu kalmasın." Başımı yanımda horlayan delikanlıya çevirdim. Hiç kalkmaya hevesli görünmüyordu. Onu ürkütmeyecek şekilde birkaç kez dürttüm. Neyse ki sonunda kumral kirpiklerinin arasında kahverengi gözbebekleri görünmüştü.

 

"Hasbinallah. Ne ara geldik birader?" Doğal tavırları istem dışı gülmeme sebep oldu. Gözlerindeki çapakları serçe parmağıyla ayıklar ayıklamaz beni sersemce kenara sıkıştırıp camdan otogardaki insan manzarasını seyretti. Bir yandan da gözlerini mayışmış bir vaziyette mahmur mahmur kırpıyor, ayılmak için resmen uykusuyla mücadele ediyordu. "Hakkatten gelmişiz. Çok uyudum mu?"

 

"Ölümüne uyudun!" dedim dudaklarımın arasından. Uyurken çıkardığı sesleri düşünmek dahi istemiyordum. Resmen bir gorille saatlerce aynı otobüste yan yana yolculuk yapmıştım. Bana sarılıp Tuğçe diye sayıklamış elleriyle mıncıklamadık yerimi bırakmamıştı. Resmen Tuğçe adı altında taciz ediliyordum. "Hop bir de öp istersen!" diye kızdığımda bana horultulu bir şekilde cevap vermişti ama ne dediğini anlayacak kadar gorilce bilmiyordum. Resmen götünde pireler uçuşuyordu. Herifteki rahatlık kimsede yoktu. Başını omzuma dayayıp elimi Tuğçem diye tuttuğunda kaşlarımı çatıp sert bir şekilde dürtmüştüm. Adam geniş geniş beni terslemiş, "Ne elimi tutuyorsun be! Ben kızlardan hoşlanıyorum." demişti. Otobüsün en dürzisi gelip beni bulmuştu iyi mi? Sanki el altından herifi kötü emellerime alet edecektim.

 

Hep iyi niyetim pişmanlık sebebim oluyordu. Otobüsünü kaçırmıştı ve rica minnet zorla yanıma oturmuştu. Rahat edeyim diye çift koltuk almıştım sözde ama dünyanın en iyi yolculuğunu yaptığımda söylenemezdi. Sayesinde hareket edememiş her yanımın tutulmasına razı olmuştum. Herif gürültülü bir şekilde burnunu çekip kendine tuhaf bakışlarımın arasında bir şaplak patlattı. Sanırım bu onun ayılma şekliydi ve pek işe yaramış gibi durmuyordu.

 

Yavaş yavaş ayaklanıp çıkışa yöneldik. Ayağıma basan 3 kadın ve 2 ihtiyarı saymazsak o gün başka badire atlatmayacağımdan emindim. Akşam saatleriydi. Etrafta seyyar satıcılar kol geziyordu. Bir grup insan bağıra bağıra genç bir çocuğu omuzlarına almış askere uğurluyordu. "En büyük asker bizim asker! En büyük asker bizim asker!"

 

Çocuk biraz endişeli ve mahzun olsa da oldukça mutlu görünüyordu. Annesi olduğunu düşündüğüm beyaz tülbentli kadın gözyaşları içinde oğluna sımsıkı sarıldı. Yanlarında ben yaşlarında bir çocuk daha vardı. Konuşmalardan anladığım kadarıyla o da Diyarbakır'a üniversite okumaya gidiyordu. Aile büyükleri ve kardeşleri sımsıkı sarılıp vedalaştığında yalnızlığımın burukluğu içime işlemişti. Kendi yaşadığım hayata dönüp uzaktan baktım. Beni yolcu eden kimse olmamıştı. Buraya geldiğimi öğrense muhtemelen Kadir Bey beni döve döve hastanelik ederdi. Başıma gelecekleri düşünmek dahi istemiyordum.

 

Çantamı alıp lavaboya geçtim. Daha fazla o manzaraya dayanabileceğimi sanmıyordum. Hayır kıskanmamıştım elbette. Sadece bana şansız bir çocuk olduğumu hatırlatmıştı. Aynaya baktığımda ıssız çocukluğum ve kimlik kartımdaki isimden ibaret olan anne babam karşımda hazin birer gerçek olarak nöbet tutmuştu. Beyaz gömleğim ve siyah ciddi pantolonumla yanımda gezdirdiğim gangsterlerden pek de farklı görünmüyordum.

      

Ben yüzümü yıkarken otobüsteki kumral çocuk da araçtaki gibi hemen yanı başımda saçlarını jöleyle şekillendirmeye çalışıyordu. Benim hüznümün ve suskunluğumun zerresi bile yüzüne değmiyordu. Ayrı dünyaların aynı diyara yolculuk yapan iki neferiydik. Uzaylı görmüş gibi ters ters ona baktım.

 

"İşte kuzu kuzu geldim. Dilediğince kapandım dizlerine. Bu kez gururumu ateşe verdim yaktım da geldim." Ellerini yıkayıp beni delirtir gibi sularını sağa sola sıçrattı. Gözlerimi kısıp boğazını sıkmamak için kendime bildiğim tüm motivasyon sözlerini söyledim. Korkunç öfkemi umursamıyordu bile. Bu ne kaygısızlık arkadaş, pes!

 

"Saçmalıklarına kızdığımı anlaman için ne yapmam gerekiyor?"

 

"İster at ister öp beni!"

 

"Ne?" Aynanın karşısında yaptığı kıvrak tuhaf dansına ara verip duyarsızca bana baktı. "Bir şey mi dedin?" Kollarımı ensemde birleştirip, "Ya sabır!" çektim. Sonra da bakışlarını umursamadan lavabodan çekip gittim. Eminim benden sonra yine hiçbir şey olmamış gibi dansına devam edip Tarkan'ı sanata küstürmüştür. Hatta "Allah belamı verseydi de bu şarkıyı piyasaya kazandırmasaydım!" diye isyan etmiş bile olabilir. Söylene söylene durağa yaklaştım. Etraf valiz taşıyan insanlarla doluydu. Kucaklaşıp hasret gideren tek bir kişiyi bile görmediğim için Allah'a şükran borçluydum. Bu kadar tantana renksiz geçen hayatıma biraz fazlaydı.

 

Ondan kurtulduğumdan emin olduktan sonra bulabildiğim ilk boş taksiye kendimi attım. Şu an için maddi kaygılarım yoktu, fakat değirmenin suyunun kesildiğini anlamak hiç de zor değildi. Hanzadelerin güçlü Beyi Mervan sıradan, kimsesiz bir öğrenci olmuştu. Kaygısızca harcadığım paraların geride kaldığının bilincinde olmalıydım. Ucuz bir otel bulabilmek için üniversite yakınlarındaki semtlere yöneldim. İlk gece için şanslı bile sayılabilirdim. Burası sekiz katlı, eski bir pansiyondu ve neyse ki fiyatı uygun olduğu gibi odaları da oldukça temizdi. İçeri giren tuhaf çiftleri ve yan odalardan gelen inlemeyle karışık kahkaha seslerini saymazsak rahat olduğu söylenebilirdi. Sanırım insanların içine karışmam zaman alacaktı. Bu gürültü uzun süre peşimi bırakacak gibi durmuyordu.

 

Kadir Bey'in malikanesi şehirden çok uzaktı ve ben oradan kolay kolay çıkmazdım. O, suç dünyasının kralı olduğu için sevgili veliahtını gözler önünde tutmaz, korumasız tuvalete bile göndermezdi. Bu yüzden sıradan biri gibi topluma karışmak bana biraz tuhaf geliyordu ve sanırım zamanla alışacaktım. En azından mafya kimliğimi kimse bilmiyordu ve asla da bilmelerine izin vermeyecektim.

 

Geceyi karmaşık düşünceler içinde geçirip sabah ilk iş üniversiteye gittim. Kantinde birkaç dilim böreğin ardından artık kayıt yaptırmam için önümde bir engel kalmamıştı. Başımı çevirdiğimde aynı kumral delikanlının birkaç metre ötemde kızlarla dolu bir masaya yerleştiğini fark etmiştim. Anlaşılan benim ondan kurtuluşum yoktu. Peşimden geliyordu her yere! Bu hergele kendisini dövdürmeden adam olmayacaktı anlaşılan.

 

Etrafındaki kızlar hipnotize olmuş gibi onu dileyip kıkırdarken oldukça matrak bir duruşu olduğunun bir kez daha farkına vardım. Onu uzaktan alayla izlerken aslında birileri de beni aynı tuhaf bakışlarla izliyordu. Takım elbise giymiştim ve sanırım etrafta takım elbise giyen benden başka kimse yoktu. İnsanlar tuhaf bakışlarla beni süzüyordu ve ister istemez bir yabancılık duygusu içime hakim olmuştu. Yürüyüşüm ve duruşum insanlarda tuhaf bir çekinme duygusu oluşturmuştu. Öyle ki benden çok daha olgun olan bazı beyefendiler ceketlerini ilikleyip yutkunma ihtiyacı hissetmişti. Yanlarından geçerken şaşkınlıkla birlikte bir hürmet duygusunun yüzlerini yalayıp geçtiğini fark etmiştim. Muhtemelen Kadir Bey'in eğitiminden geçmiş biri olduğumu bilmeden benim önemli biri olduğumu düşünüyorlardı. Bir hoca veyahut yüksek zümreden bir CEO... Hiçbiri değildim ne yazık ki! Bir suçlu olmamak için babasından kaçan, belki de hayatında ilk defa kendi için yaşayan biriydim.

 

Günler geçiyordu. O günlerde hayatıma 3 arkadaş katıldı. Ömer'den sonra ilk defa birileriyle arkadaşlık edebilmiştim. Yolumuz ilk Orkun'la kesişti. Şaşırmayın bu herif otobüste tanıştığım o hergeleden başkası değildi. Öyle hayta biriydi ki yaptığı muzırlıklar hiç bitmez, bizi gülmekten yerlere yatırırdı. Sürekli etrafımda dönüp dursa da tanışmak kayıttan bir gün sonra kısmet olmuştu.

 

O gün ilk defa otobüse binmiş ve akpil denilen tuhaf araçla da aynı gün tanışmıştım. Burada özel araçlarla ve özel şoförle bir yerden bir yere gidemeyeceğimi çok iyi biliyordum. Para şimdiden alıştığım lüks hayatın ağırlığını taşıyamamış ve haydan gelip huya gitmişti. Haram paradan bereket ummak da pek olası bir şey değildi zaten.

 

Fakülteye doğru yol alırken bir anda üzerime doğru gelen bisikletle ne yapacağımı şaşırmıştım. Kendimi kurtarmak için çırpınsam da karşımdaki duracak gibi durmuyordu.

 

"Çekilin önümden firen tutmuyor. Kaçıııın!" Bu Orkun'dan başkası değildi ve neyse ki henüz tanışmıyorduk. Sanırım tanışmasaydık daha iyi de olabilirdi. Üzerindeki beyaz gömlek rüzgarla balon gibi şişmişti, suratında ise ekşi yoğurt yemiş gibi buruk bir ifade vardı. Çarpışmanın neticesinde kendimizi paldır küldür yerde yuvarlanırken bulduk. "Kahretsin! Bir durmadı şu meret!" Kendimi geri çekip ağrıyan alnımı kızgın bir ifade ile ovdum. "Aman be! Geldiğimden beridir başıma bela oldun. Senin başka işin gücün yok mu?" dedim şakaklarımda hoyrat kıvılcımlar eserken. O ise eşine az rastlanır bir küfür zincirini dilinden yuvarladı. "Ben senin ..."

 

"Bana mı dedin sen?"

 

"Ne?" dedi ortamda bizden başkası varmış gibi. Arkasından koşturan iri kıyım çocukları görünce hızının sebebini anlamam hiç de uzun sürmedi. Belli ki yine bir haytalık yapıp başını belaya sokmuştu. "Ulan Derya. Madem sevgilin var niye peşinden koşturuyorsun? Beni kulaklarımdan tavana asacaklar." Yine deli deli konuşuyordu. Belli ki yanlış tavuğa askıntı olmanın ceremesini hem kendine hem de bana çektirecekti. Kurunun yanında yanan yaş olmayı kendime yediremiyordum. O herifleri haklamasına haklardım ama dikkat çekmem geleceğim için iyi olmazdı. Silkelenip beni meraklı, gergin bakışlarım arasında bisikletinin başına geçti.

 

"Atla arkama" dediğinde bu tuhaf oyuna istemeden de olsa dahil olduğumun farkına varmıştım. Üzerindeki tuhaf tişörtü dolan havadan balon gibi şişmiş, uzun saçları ve kaşlarına değen kakülü gözlerimin önüne gelip tüm yolu kapatmıştı. Rüzgarın hoyrat tokatlarıyla yaşaran gözlerimi kısıp, "Yavaşla" diye bağırdım. Bu hergele başıma bela olmadan duramayacaktı. Her an havada taklalar atarak asfaltı boylayabilirdik. Etraftaki esnaf bize tuhaf gözlerle bakıyor, insanlar dalga geçer gibi gülüp bizi işaret ediyordu. Dışardan bu kadar komik göründüğüm günlerin sayısı azdı. Tablacı çocuğa çarptığımızda, "Yeter, dur artık!" diye isyan bayrağını çektim. Eleman hiç oralı bile değildi. Git gide pazarın içlerine giriyor, alışveriş yapmak için uğraşan insanları delip geçiyorduk. Çarptığım insanların ne haddi vardı ne de hesabı. Kadir Bey burada olsaydı çoktan elime silah tutuşturup öldür onu diye talimat vermeye başlardı. "Dur ulan dur! Öldüreceksin ikimizi de!"

 

"Duramam lan duramam." Dedi ağlamaklı bir telaşla. "Götüm tehlikede. O at hırsız kılıklı herifler götümden kan alacak. Kaçmazsam içimden geçerler." Dişlerimi gıcırdatıp öldürücü bir nefes verdim. "Ulan salak! Kucağımda kocaman bir lahanayla yolculuk yapıyorum ben. Saçlarımın arasında domates suyu var ve koynumda manitam gibi bir bağ maydanoz taşıyorum. Söylesene başıma bela olmadan kıyıdan kıyıdan dolaşamaz mıydın? Hep mi beni bulursun be?"

 

"Harika!" dedi dalga geçer gibi. Yüzündeki tebessüm lahanayı ağzına tıkama isteği uyandırdı. "O malzemeleri sakla akşam yurda geçtiğimizde kısır yaparız." Bisikleti ellerini çekip kendi haline bıraktı. Ellerini iki yana coşkuyla açıp "Yaşasın bu gece aç yatmayacağız. Her şey kısır için!" diye bağırdığında acaba Diyarbakır'a geri mi dönsem diye düşündüm. Ben yüzümde beliren hayretle ağzıma tıkanan lafları geveleyerek homurdandım. İnsan nasıl bu kadar umursamaz olabilirdi? Resmen beni delirtmek için özel bir çaba harcıyordu.

 

Bisiklet ara sokaklara girdi. Burası iç içe geçmiş sıra sıra gecekonduların olduğu bir mahalleydi. Karşı karşıya olan evler arasına uzun bir ip gerilmiş ve ipin iki ucuna sıra sıra çamaşırlar asılmıştı. Başımı eğip çamaşırlara toslamamak için adeta ip çambazı gibi esnek bir şekilde hareket ediyordum.

 

Aniden etrafın karardığını, başımın üzerinde ise bir kumaşın sallanıp durduğunu hissettim. Onu güç bela çekiştirirken dengemi kaybetmeme ramak kalmıştı. Şalvar başımdan uzaklaşınca neyse ki görüş açım biraz olsun açıldı. Gözlerim gömleğimi bulduğunda gövdeme yapışan sutyenle neye uğradığımı şaşırdım. Bana dönüp gevrek gevrek sırıttı. "Vay arkadaş. Ne tuhaf fantezilerin var böyle!" Resmen bu inek kahkahalarla gülüyordu.

 

Sutyeni çıkarıp onu boğmak ister gibi boğazına yapıştırdım. "Hemen kenara çekip dur, yoksa Allah yarattı demem."

 

"Lan boğuluyorum!" dedi hırıltılı, boğuk bir sesle. Sutyen beynine kan taşıyan iki damarın canını okumuştu. Sutyenin gücü adına... Neyse ki bir şey yapmama gerek kalmamıştı. Önümüzdeki çukuru görmediği için bisiklet yalpalayıp sıçramaya başladı. Kendimi kurtarabilmek için bisikletten bel aşağı sarktım. Bereket versin son saniyede Orkun'un yakasını kavrayıp olası bir sürüklenmeden kendimi koruyabilmiştim. Fakat kafamdaki kadın şalvarından kurtulsam da bozulan dengemizi bir daha sağlamamız mümkün olmayacaktı. Tökezleyen bisiklet saniyeler içinde dengesini kaybetti ve bizi fıskiyeli büyük parkın havuzuna attı. "Hass..." diye küfreden Orkun'la diz dize suyun içinde yuvarlandık. Anlaşılan bu çocuktan belaya bulaşmadan kurtulamayacaktım.

 

Sinirden sıktığım yumruklarla suya hatırı sayılır şaplaklar attım. İşin tuhaf olan kısmı, sinirlenmeye zerre kadar hakkı olmadığı halde Orkun' da en az benim kadar sert tepkiler veriyordu. Sanki o benim başıma bela olmamış da ben peşine düşmüşüm gibi ağzının küfrü, isyankâr bakışları ortamdan eksik olmuyordu. En sonunda bu tuhaf gösteriye dayanamayıp "Yeter be!" diye isyan ettim. Bocalamıştı. Dışardan sert, sessiz badboylara benzediğimden midir bilinmez soğuk yüzümden böyle bir çıkışı beklemiyordu. Kısa bir duraksamanın ardından birbirimize bakıp kahkahalarla güldük. Sinirlerimiz bozulmuştu. Hava sıcaktı ve ikimiz de fazlasıyla gergindik. Bir patlama anı şu durumda kaçınılmaz olacaktı.

 

"Neyse!" dedi omuzlarını kaygısız kaygısız silkerken. "Her işte bir hayır vardır. Bu sıcakta soğuk bir duş bize lazımdı zaten." Pollyanna yanında alt etmiş. Kimse bu adamdan daha umursamaz ve mutluluk budalası olamaz. Elimin tersiyle alnımı sıvazlayıp ayağa kalktım. Ardından elimi uzatıp sudan çıkmasına yardım ettim. Pişkinliği eline alıp tembelce doğrulma zahmetinde bulundu. Ardından yıllarca ahbaplık etmişiz gibi teklifsizce elini omzuma attı. "Adım Orkun. İzmirliyim..." Kısa bir sessizliğin ardından, "Mervan... Diyarbakırlıyım" diye karşılık verdim. O kırık bisikletini sürükleyerek yürürken ben de yanı başında karasız adımlarla eşlik ediyordum.

 

Pek çok insan için sıradan olan bu olay benim için yepyeni bir deneyimdi. İlk defa farklı dünyadan biriyle arkadaş olacaktım. Benim geçmişimi bilmiyordu ve sıradan biri olduğuma inanmıştı. Ona kimsesiz olduğumu söyledim. Yetimhanede büyüdüğüme inanmakta zorlanmıştı. Duruşum hiç de yetim, kimsesiz biri gibi değilmiş. Konuşmam fazla elitmiş, Hollywood yıldızlarına benziyormuşum, ayak parmağımla burnumu karıştırmak gibi üstün yeteneklerim var mıymış falan filan işte! Duyduğum en tuhaf özel yetenek buydu.

 

Birlikte devlet yurduna yerleştik. Orada çantamdan çıkan kıyafetleri görünce epey şaşırdı. O marka takım elbiseler benim gibi sahipsiz biri için fazla lükstü. Okul için de fazla abartılı... Onların birilerinin eskisi olduğunu ve bana idareten verildiğini söylediğim halde yüzündeki kuşkulu ifadede pek bir değişim olmamıştı. Kol düğmelerinin gerçek olmadığına inandırana kadar kıçımdan ter akmıştı ama neyse ki birkaç kez malzemeleri dişleyip yalancı bir sarraf edasıyla "Sahte!" diyebilmişti. Onun elmas olduğunu anlayacak diye ödüm patlamıştı. Saç jölelerim, pahalı tıraş köpüğüm ve daha yazmaya üşendiğim kozmetik ürünlerinin tamamı onda merak konusuydu. Kaçak, sahte mallar getiren bir tanıdığım olduğunu söylemiştim. İyi ki Pinokyo değildim aksi takdirde uzayan burnumla bu devlet yurduna asla sığamazdım.

 

Alıştığım hayat tarzından uzaklaşamıyordum. İnsanların şort ve atletle gezdiği yurt odasında bile takım elbise giyiyor, bakımlı saçlarla dolaşıyordum. Dik duruşum onlarda tuhaf bakışlarla birlikte belirgin bir hayranlığa sebep oluyordu. Ütüsüz kıyafet giymezdim. Fakat burada o bile lükstü. Yoğun duş kuyruklarına bir de ütü kuyruğu eklenince tertipli gitmek epey imkânsız bir hal almıştı. Sürekli saçlarıma bakım yapmam ve kıyafetlerimi ütülemek için her gün ütü sırasına girmem onlar için akıl alır gibi değildi. Orkun bunun yolunu da bulmuştu. Kıyafetini ütülememek için yatağının altına koyuyor, gece boyu da mart ayında partner bulamamış kızışık kedi gibi üzerinde tepiniyordu. Ütü sırasına girmek yerine ütünün bizzat kendisi olmak onun için daha tercih edilebilirdi.

 

Kirli çamaşırlar büyük kazanlı makinalarda toplu olarak yıkanıyordu. Onca kişinin çamaşırının içine kıyafetlerini atmak istemeyen ben bundan iğrendiğim için çoğunu elimde yıkıyordum. Bazıları da kuru temizlemeye gidiyordu. Bu benim için ciddi bir sorun olsa da Orkun için sorunun "s"si bile değildi.

 

Okula bir tişört ve pantolonla gider yurda döndüğünde kirli olanları çıkarıp yatağın altına atar ve diğer kıyafetleriyle sonraki günü tamamlardı. Ardından üçüncü gün ilk gün ki kirli kıyafetleri 'bu daha temizmiş' diyerek yeniden giyerdi. Yaklaşık üç çift kıyafeti vardı ve kıyafetler bile artık bir döngü halinde yıkanmadan giyilmeye alışmıştı. Bu durumu sorguladıklarını bile sanmıyordum. Sanki normal olan Orkun'un yaptığıydı, biz anormal beceriksizlerdik.

 

Bitirme tezimi Orkun'un horultusu üzerine yapmaya karar vermiştim. Bir insan bu horultuyla kaç beygir gücünde olabilirdi? Uzayda olsaydık salınan eşyalar çekiminden etkilenip Orkun'un ağzına yapışır mıydı hâlâ merak ediyorum. Kulaklık takmak da para etmiyordu çoğu zaman. O gün daha fazla dayanamayıp ranzanın demirinden sarkan çorabı büyük bir keyifle Orkun'un ağzına tıktım. Bu sayede gecenin geri kalanını huzurla tamamlayabilmiştik.

 

Burası alıştığım düzenden oldukça farklıydı. Evimdeki o lüks odayla kıyas edilemeyecek bir yerdeydim. 8 küçük ranza ikişerli olmak üzere üst üste dizilmişti. Aralarından ancak bir insanın sağa sola çarpmadan yürüyebileceği bir mesafe vardı. Çok dar olan odada kendimize ait bir yaşam alanı neredeyse yoktu. Ranzamız her şeyimizdi. Orda bir şeyler yer, ders çalışır, müzik dinler ve uyurduk. Üst ranza da olduğum için odadaki boğuculuk alttaki arkadaşlara kıyasla oldukça azdı. Çoğu geceler horlama seslerinden uyuyamazdım. Etüt salonları ise yol geçen hanı gibiydi. Kapı o kadar çok açılıp kapanırdı ki dikkatimi okuduğum kitaba vermek deveye bale yaptırmaktan bile zordu.

 

Günde iki kez yemek verilirdi. Kahvaltı ve akşam yemeği... Ne yazık ki gece boyu ders çalışmak zorunda olan bazı öğrencilere bu kadarcık yemek yeterli gelmezdi. Bazen 7-8 kişi anlaşıp dışardan bir şeyler sipariş ederdik, fakat ne yazık ki buradaki öğrencilerin birçoğu fakir ailelerden geldiği için basit bir hamburger ve döner için bile limit koyması gerekirdi.

 

Kyk bursları sınırlı ihtiyaçlar için yeterli olsa da her gün dışardan yemek yemeye uygun değildi. İşin doğrusu benim bir bursum dahi yoktu. Buradan gidip daha konforlu bir yer bulmalıydık. Elbette bu düşüncemde Orkun'un yurtta yaptığı banyo ve ranza kavgalarının da epey etkisi olmuştu.

 

Kısa zaman içinde yanımda getirdiğim marka saatleri ve kol düğmelerini satmış zor zamanlar için kenara üç beş kuruş koymuştum. Onlarla altı aydan fazla idare edemeyeceğimin farkındaydım fakat nasıl bir gelir kaynağı elde edeceğimi bilemiyordum. Okul öyle yoğundu ki çalışmak uyuduğum saatleri daha da azaltacak ve derslerdeki performansımı düşürecekti. Yine de başka çarem olmadığını geç de olsa anlamıştım.

 

Orkun'la kampüste yurt dertlerini konuşurken bu şekilde daha fazla devam edemeyeceğimize karar verdik. İlk işimiz part-time bir iş bulmak olacaktı. Böylece biraz para biriktirip birkaç arkadaş ayrı eve çıkabilecektik. Kasiyerlik, bulaşıkçılık gibi işleri denesem de bıraktığı yorgunluğa dayanamıyordum. Sonunda küçük bir kafede garsonluk işi geldi. Patronum seviyeli, şen şakrak bir kadındı. Bizim okumak için gösterdiğimiz çabayı biliyor ve işi zorlaştırmamak için destek oluyordu. Kimi zaman evde yaptığı özel yemeklerden getirir, karnımızı daha iyi şeylerle doyurmamız için elinden geleni yapardı. Bazen uykusuzluğumu fark eder ve biraz uyumam için kafenin kilerindeki şilteyi gösterirdi. Ben de çoğu zaman reddeder bazen de yorgunluğuma yenik düşüp bir iki saat kestirirdim. O bir iki saat bile öyle iyi gelirdi ki yorgun bedenim bu istirahatle adeta bayram ederdi.

 

Elimize biraz para geçince ilk iş benim kıyafet tarzında değişiklik yapmak oldu. Takım elbiseyle okulda çok sırıtıyordum ve bu benim rahat olmama engel oluyordu. Bu yüzden beni diğerlerinin arasında farklı kılmayacak yeni bir şeyler almalıydım. Uygun fiyatlı birkaç mağazaya uğrayıp gerekli alışverişi yaptık. Sezon sonu olduğu için uygun fiyatlı ve kaliteli bir şeyler alabilmiştim. Bazen defolu ürün reyonuna giderdik ve oradan bir şeyler beğenmeye çalışırdık. Bu ürünler önemli hataları olmadığı halde diğerlerinden daha uygun bir fiyata satılırdı. Ve itiraf etmeliyim bu rahat giysiler takımlardan çok daha rahattı. Herkes gibi olmak benim için eşsiz bir deneyim olmuştu. İnsanların yanından geçtiğimde bana tuhaf gözlerle bakmıyorlardı. Ve giysilerim bana o eski gangsterlik dönemlerimi biraz olsun unutturuyordu.

 

Keşke yurt hayatına adapte olmakta bu kadar zorlanmasaydım. Yokluk ve yorgunluk belimi bükse de yaşadığım hayattan memnundum. Başımı yastığa koyduğumda karanlık düşler görmüyor ve okula gittiğimde merak ettiğim pek çok güzel şeyi öğreneceğimi biliyordum. Hayallerime yaklaşmak ve güzel bir arkadaşlık ortamı kurmak bana kendimi harika hissettirmişti. Dudaklarımızdan eksik olmayan gülümseme de sanırım bunun en belirgin yansımasıydı.

 

O sıralarda yurttan ayrılıp bir ev kurma fikri bizde iyiden iyiye yerleşti. Daha rahat bir çalışma ortamı ve kaliteli bir yaşam alanı için öğrenci evi çok daha iyi bir tercih olacaktı. Sonunda kararımızı verdik. 4 arkadaş bir ev tutacak ve o evin masraflarını paylaşıp birlikte mezun olacaktık. Orkun benim en samimi olduğum arkadaşımdı. Biraz deli dolu bir çocuktu ama kötü bir karakteri olmadığını bilirdim. Bazen yaptığı şakalarla hepimizi gülmekten kırıp geçirirdi. Bitmek bilmez bir enerjisi, insanı kendine çeken bir aurası vardı. Onun sayesinde Ziya isminde Trabzonlu bir başka delikanlıyla tanıştım. Bu laz çocuk da onu aratmayacak kadar komikti. Yaylada yaşadığı olayları biraz da abartarak hikayeleştirip anlatır, Orkun'la şakalaşıp sürekli hırlaşırdı. Bu ikili yan yana geldiğinde değmeyin keyfimize der tantananın içinde adeta kendimizi kaybederdik.

 

Aramıza en son katılan kişi ise Berk olmuştu. Berk Muğla'dan okumak için bu şehre gelmişti. İlk tanıştığımızda ona karşı olumsuz bir duygu hissetmemiştim ama nedendir bilinmez içime tuhaf bir kasvet düşmüştü. Ağır başlı, heyecansız ve kontrollü yaşayan bir tipti. Bu konuda bana rakip olamasa da ilk tanıştığımız sıralarda oldukça yabandı. Samimiyetimiz ilerlediğinde bir kıza âşık olduğunu ve maalesef aynı kız tarafından terk edildiğini öğrendim. Orkun ve Ziya onu makaraya alıp Mecnun diye dalga geçse de içten içe dalıp gitmelerinden durumun epey vahim olduğunu anlamıştım. Gönül yarası nasıl bir duyguydu, o sıralar hiç tecrübe etmemiştim. Bu sebepten olsa gerek onu anlamam pek mümkün değildi. Yine de konuşup bana sevdiği kızı anlattığında onu sabırla dinler, fakat dişe dokunur iç açıcı bir tavsiyede bulunamazdım.

 

Esasen etrafımdaki çoğu kızdan ilgi gördüğümü düşünürsek çoktan fakültenin aranılan yüzlerinden biri olmuştum. Beni gördüklerinde gülümseyip not istiyor, ellerindeki küçük aynalarla makyajlarını kontrol ediyorlardı. Adımın kantinde ve yemekhanede pek çok kez anıldığını duyar olmuştum. İyi konuşamayan asosyal biriydim ve bu halimle kızlar tarafından düşünülmem bana biraz saçma gelirdi. Kopup geldiğim dünya yaşadığım hayattan öyle bağımsızdı ki buraya ne kadar uğraşırsam uğraşayım uyum sağlayamıyordum. Kadın-erkek ilişkilerindeki beceriksizliğimi de hesaba katarsak benden uzak durmaları olası bir hayal kırıklığından çok daha iyi bir tercih olurdu.

 

Günler su gibi akıp geçti ve ev tutup eşya alacak kadar kenara para koyabildik. Şimdi iş, 4 okullu gence ev verecek ve gereksiz zam yapmayacak hayırsever bir ev sahibi bulmaya gelmişti. Bulabildiğimiz en ucuz semtte, bulabildiğimiz en sakin ve iyi ev sahibini avlamak için harekete geçtik. Ev bulabilseydik Berk, eşya işini çok daha kolay bir şekilde ayarlayabilecekti, fakat ev bulmak o kadar da kolay olamayacaktı ne yazık ki.

 

Ev sahipleri öğrenci olduğumuz için bizi çömez buluyor, kiraları vaktinde ödemeyip faturaları üzerine yıkarız diye tozdan nem kapıp veryansın ediyordu. Elbette sorumsuz insanlar değildik ama bunu sütten dili yanmış, pek çok kötü kiracı deneyimlemiş ev sahiplerine anlatamıyorduk. O sıralarda Orkun'un eski mahallesinden Fazıl isminde bir amcanın kapısını çalmaya karar verdik. Adam başlarda bizi sıcak karşıladıysa da ev tutmak için geldiğimizi öğrendiğinde suratının renginin atması hiç uzun sürmedi. Yüzündeki gülümseme silindi önce, ardından da sigarasını keyifsizce önündeki tablasına bastırıp öflemeye başladı. İyi sinyaller almayacağımızı anlamıştık, fakat son sözü beklediğimizden trajikti. Sırtını arkaya yaslayarak dudağının kenarını diliyle yalayıp nemlendirdi.

 

"Heç gusura bakmaan gençler. Ben bekar adama ev neyin vermem" dedi kaygısızca. Ardından kaşının birini kaldırıp ekşimiş bir suratla ekledi. "Hele hele öğrenciye heç vermem." Orkun'la korku filminin dehşet sahnesini izler gibi birbirimize tuhaf tuhaf baktık. "Nedenmiş dayı?" dedi Orkun ufaktan yükselen sinirlerini bastırarak. Adam dünyanın en haklı sözlerini kovar gibi, "Evin namusunu kirletiyorlar." diye çatallı bir sesle bağırdı. Orkun'la aynı anda "Evin namusu mu?" diye sayıkladık.

 

Adam başındaki kasketi çıkarıp kasketinin içindeki mendille önce kafasını, sonra alnını hemen ardında yanaklarını ve burnunu sildi. Biz ise gözümüzü bile kırpmadan ağzımız açık sözünün devamını bekliyorduk.

 

"Evin namusu ya! Yo yo yo yo yo... Seni severim yeğenim. Baban eyice adamdı emme, o iş başka bu iş başka. Bekar adama ne zaman ev versem, temiz aile yuvasını keraneye çevirdi. Gelen karının kızın haddi hesabı yok. Bundan kelli aile olmayana ev falan yok. Heç gusura bakmayasın. Selametle." Orkun'la birbirimize baktığımızda gülmekle ağlamak arasında bocaladık. Hiç bizi tanımadığı halde üzerimize etiketi yapıştırmış ve köpek dalar gibi kapısından kovmuştu.

 

"Ama dayı. Biz öyle insanlar değiliz. Ama..." diye sarsıldı Orkun. Benim aksime hemen pes edecek bir hali yoktu.

 

"Ben anlamam. Boşuna nefes tüketme." Elimi mutsuz ve öfke dolu soluklar alıp veren Orkun'un omzuna uzattım ve başımla kapıyı işaret ettim. Şu saatten sonra ne söylesek boşunaydı. Gitmemiz evin namusu için yapılabilecek en doğru şeydi. Fazıl Emmi'ye buruk bir bakış atıp saygıda kusur etmeden yanından ayrıldık. Ne yazık ki bu göstermelik saygı Orkun'un bahçe kapısından geçmesiyle son bulacaktı. Bundan sonrasına Las Vegas'ı aratmayacak küfürler eşlik etmişti. Birkaç emlakçı daha dolaştıysak da nafile. Üzerimize bir kez etiket yapıştırılmıştı. Zira tüm emlakçılar ve ev sahipleri öğrenciye ev verilmemesi konusunda ağız birliği etmişçesine tek yürek olmuştu.

 

Orkun, sigarasını dudaklarına götürürken çatallanan diliyle "Lan emmi, lan emmi!" diye söyleniyordu. Ben de onun sigarasının dumanında boğulmamak için derin derin soluyordum. Yapacak bir şey yoktu. Bir çay bahçesine oturup Berk ve Ziya'ya durumu anlatmak zorunda kaldık. Epey küfür duyduğumdan emin olunca soluğu yurtta almıştım. Yurt şartları zor olmaya zordu ama sokakta kalma ihtimali düşünülünce o eski ranza cennetten bir parça gibi görünür olmuştu gözüme. Oraya bile zorla girmiş, epey dil döktükten sonra Allah'a emanet olarak yerleşmiştim.

 

O gece keyifsizce ranzalara tünemişken sessizliği yine bozan Orkun oldu. "Hatayı başta yaptık birader." Kendi suratına birkaç silke patlatıp, "Dürüstlük kim ben kim?" diye Tuhaf tuhaf vızıldandı. Kaşımın birini kaldırıp merakla lafının gideceği güzergahı kolladım. "Hasbinallaaaah!" diye mırıldandı Ziya. Herkes gibi o da Orkun'un dilinin altında sakladığı baklayı bekliyordu. Orkun delik çorabına parmağını tıkayıp gürültüyle burnunu çekti ve hemen ardından sokak kabadayısı edasıyla baş parmağının ucuyla burnunu kaşıdı. Yine bir itlik peşinde olduğunu anlamam uzun sürmemişti.

 

Tarzan edasıyla demirden tutunarak çevik bir hamleyle alt ranzadan üst ranzaya geçti. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra dumanını kırıştırdığım burnuma aldırmadan yüzüme doğru gri bir halka şeklinde üfledi. Şu saçma mafya babası taktiklerini mafyanın ta kendisinin karşısında oynaması yok mu gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Ben onun yaşından daha çok kötü adam görmüş bu alemi tokatlayıp gelmiştim ama bana kötü jön rolü kesmekten bir türlü vazgeçemezdi Orkun Bey.

 

Ziya, bizim yanımıza tünerken Orkun pis pis sırıtıp sigarasını kül tablasına bastırdı. "Ula tekeru yan yaymuş teyyare gene ne edecesun? Kızgın tavaya duşen hamsi gibu hoplayup duraysun. "

 

Orkun sinsi sinsi gülerken bu işin sonunun kodes olmaması için dua ediyordum. Kodese girmemek için uzun yıllar çorak kokan bu korkunç odaya dayanabilirdim ama Orkun belli ki o kadar sabırlı değildi. "Siz işi bana bırakın." Dedi kontrol budalası tavrını bozmadan. Sanki o ağaydı biz de elini öpen kulları. Adamda öyle bir hava civa vardı ki odunla dövsem sönmezdi.

 

"Şimdi söyleyin bakalım. Bu yolda benimle yürümeye var mısınız yok musunuz?" Kaygısızca bize uzatılan yumruğa küçük bir vuruş yapıp, "Varız." dedik. Peşine düştüğümüz adam pek aklı başında sayılmazdı ama içinde bulunduğumuz şartları düşününce çaresizce onun ipinde cambaz olmayı kabul etmiştik. Dakikalar sonra onu hayalleriyle baş başa bırakıp birkaç parça bir şeyler atıştırıp çalıştığım kafeye gitmek üzere hazırlandım. Şimdi üniversiteden aldığım bisiklete binip pedal çevirmekten tutulan bacaklarımla müşterilere servis yapma zamanı gelmişti.

 

Deri ceketimi ilikleyip sade ayakkabılarımla koşar adım bisiklete yöneldim. Havalar henüz yeterince soğumadığı için şanslı sayılırdım. Soğuk henüz bedenimi kırgınlaştıracak kadar güçlü değildi. İşe geç kalmıştım. Bu yüzden kestirme yolu tercih etmek en doğru seçim olacaktı. İçime düşen sıkıntıyı unutmaya çalışarak patika yola yöneldim. Burası bir aracın geçemeyeceği kadar dar, insanların cesaret edemeyeceği kadar tenhaydı.

 

Sonunda yol genişledi ve ben hızımı biraz daha arttırdım. Pedallara asılıp kontrolümü sağlamaya çalıştığımda gözlerim uzun farlarla adeta kör oldu. Bir elim bisikletin direksiyonunu tutarken diğeri gözlerimle farlar arasında perde olmaya çalıştı. Bakışlarımı kısıp bu kendini bilmezin kim olduğunu görmeye çalıştım. Fakat ne mümkün? Karşımdaki hiç de halden anlayacak biri gibi durmuyordu. Direksiyonu sola kırıp yolumu değiştirmeye çalıştım. Ne yazık ki araç aksi gibi kendisinden kurtulmama müsaade etmiyordu. Üzerime doğru geldiğini ve bu davranışları planlı yaptığını anladığımda içimdeki kurt dilimden kalbime kadar kemirmeye çoktan başlamıştı.

 

Farlarla birlikte üzerime gelmeye devam ediyordu ve neyse ki çarpmaktan son anda kurtulmuştuk. Onu ardımda bıraktığımı düşünüp bisikletle kalabalık olan caddeye doğru ilerlemeye çalıştım. Tenhada başıma gelebilecek şeyleri kalabalıkta biraz olsun önleyebilirdim. Ardımı kontrol ettiğimde kurtuluşumun o kadar mümkün olmadığını anlamam zor olmadı. Peşime düşmüş, iç göstermeyen siyah camlarıyla tehlike çanlarını çaldırıyordu. Attığı makaslarla dikkatimi dağıtmayı başarmıştı. Öfkeli bir bakış atıp kendimi büyük siyah aracın hışmından kurtarmaya çalıştım. Kısa süre sonra arkamdan önüme geçip üzerime direksiyon kırdı. Attığı makaslar burada da canıma kastetmekten kurtulamayacaktı.

 

Yağan yağmurun şiddeti burnumu okşayan toprak kokusunu bastırmıştı. Artık hayatım için kaygılanmam gerektiğini çok iyi anlamıştım. Onu geçmek için yaptığım her şey manasızdı. Basit bir öğrenci bisikletiyle o araca karşı hiç şansım yoktu. Belli ki bu tenha yoldan cesedim çıkacaktı. Bisikletin hemen yanına yanaşıp beni sağdaki dik yamaca doğru iteledi. İkinci girişiminin sonucunda istediğini elde edebilmişti. Killi toprak zemin tekerlekleri tutamayınca tüm kurtarma çabalarıma rağmen kendimi yamaçta yuvarlanırken buldum. Soğuk içime işlerken yüzü koyun toprak zemine çakıldım. Yumruklarımı sıkıp yerdeki iri gölgeye nefretle baktım. Omzuma ilişen sert eller yüzümü çamurdan kurtarıp sırtüstü dönmemi sağladı. Gördüklerim gerçek miydi?

 

Ben hayalle gerçek arasında kıvranırken dilim tek bir isme odaklandı. "Berzah!" Şişman güçlü bedeni, samimiyetsiz gülüşüne davetiye çıkaran bıyıklarıyla ve çürümüş siyah dişleriyle ta kendisiydi. Toparlanmaya çalışarak bir kez daha inledim. "Berzah, sen!"

 

"Sizi de görmek güzel efendim."

 

***

 

 

Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️❤️‍🔥

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%