Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. bölüm: geçmişin külleri

@syildiz_koc

 

 

 

Yıllar Önce:

 

Efsun, büyük bir heyecanla üzerindeki beyaz gelinliği düzeltti. Saçlarını tepeden sıkı bir topuz yapmış, minik sevimli yüzünü pembe tonlardaki makyaj malzemeleriyle renklendirmişti. Gelinliğini elleriyle iki yana açıp kendi etrafında neşeyle döndü. Bu gün 23 Nisandı ve minik kız bu özel günde okul müdürünün koltuğuna oturacak okul müsamerelerinde dans ederek çocuk bayramını coşkuyla kutlayacaktı. Masmavi gözlerini kocaman açıp neşeyle gülümsedi. "Cici Efsun, güzel Efsun." Aynanın karşısına geçip boğaz ayıkladı.

 

"Ayna ayna söyle bana! Benden daha güzeli var mı bu dünyada?" Sağ elini kulağıyla buluşturup aynadan gelecek sesi dinledi. "En çirkin sensin. Sesin de borazan gibi..." Küçük kız gözlerini kocaman açıp konuşan aynaya ters ters baktı. "Sen çirkinsin asıl. Kaka ayna! Ben de suç, sana soru soruyorum. Kuş beyinli ayna! Paçoz ayna! Hıh!" Aynanın arkasından gelen sinsi kahkahalar kahverengi ince kaşlarını çatmasına sebep oldu.

 

"Delisin kızım sen!"dedi Demir aynanın arkasından çıkıp Efsun'un karşısına dikilirken. "Demek sendin? Hain sümüklü!" Demir'in gülüşü söndü bir anda ve bakışlarını alaycı bir şekilde Efsun'un üzerinde dolaştı. "Sümüklüymüş. Bir de şaşırıyor! Deli çebiş. Aynanın konuştuğuna şaşırmıyorsun da benim aynanın arkasından çıkmama mı şaşırıyorsun?" Demir'in aşağılayıcı bakışları kızın minik kalbinin incinmesine sebep olmuştu. Bu edepsiz ne hakla soyunma odasına girerdi? İnsan hiç mi utanmazdı?

 

"Pis salyangoz! Yine sümüklerin akıyor! Senin burnuna bir tıpa takmak lazım. Eğer biraz daha uğraşırsan beynin sümükle birlikte burnundan akacak. Zaten soğan cücüğü gibi küçücük beynin var iyice beyinsiz kalacaksın." Efsun dil çıkarıp nanik yaparken Demir kızgın boğa gibi gazap kusuyordu. Bu kızla ağız dalaşına girilmezdi. Efsun gövdesine sabitleyip sümüklü böcek taklidi yaparken Demir bulunduğu yerde tepinecek kadar delirmişti. Kızı itip duvara çarptı. Daha kestiği topun hesabını sormamıştı. Elbette Efsun bu saldırının altında kalacak bir kız değildi. Ağrıyan sırtını umursamadan Demir'e sert bir tekme savurdu. Biraz öncekinden çok daha sert itip Demir'in omurgasını sızım sızım sızlatmıştı. Efsun o toparlanmaya fırsat vermeden öndeki uzun kakülünden yakalayıp çıkışa kadar bağırışına aldırmadan sürükledi.

 

Demir kendisine yakışıp yakışmadığını bile sorgulamadan Amerikan tarzı saç traşı olmuştu ve önde kocaman bir kakülle havalı olduğunu sanarak dolaşıyordu. Efsun bu kakülün lamaların kakülünden daha güzel olmadığını ve Demir'i şebek gibi gösterdiğini düşünmeden bir gün bile geçirmezdi. Demir'e dokunmak istemiyordu zira hangi tişörtü giyse kolları sümük dolu olurdu. İşin ucunda Demir'in sümükleriyle hemhal olmak vardı. Pantolonu hep tarz olacam diye yırtıktı ve yakaları manşetleri kir ve terden hep sararmış olurdu. O dönemde yırtık pantolon modaydı. Hadise'nin düm tek tek şarkısı sayesinde tüm pantolonlar makasla yırtılmış beyaz yarım atletler ise moda olmuştu.

 

Demir, kapının diğer tarafında intikam yeminleri ederken saçlarını eliyle düzeltip son rötuşlarını yaptı. "Sümüklü böcek ne olacak!" Dakikalar sonra öğretmeni dışarıdaki diğer gelinlikli kızları da alıp tören alanına götürdü. 3 katlı kahverengi krem karışımı okul binasının önünde bayrak töreni yapıldı. Ardından adet olduğu üzere küçük bir öğrenci müdürün koltuğuna oturacaktı. Öğrenmen bu özel görev için Efsun'u seçmişti ve küçük kız bunun haftalar öncesinde gururunu yaşamaya başlamıştı. Okunan İstiklal Marşı'nın ardından günün anlam ve önemini belirten konuşma yapıldı. Ardından müdür merasime geçmek için Efsun'u yanına çağırdı. O sırada yüksekteki sahnede Demir de elinde çiçekle bekliyordu. Müdüre çiçeği takdim ettikten sonra koltuğa oturması için beklenen Efsun'a sinsi sinsi güldü.

 

Efsun, koltuğa yerleşmek için adım attığında aniden Demir'in attığı çelmekle yere yapıştı. Karşısında sıra sıra dizilen öğrenciler bir anda kahkahalarla onun düştüğü bu duruma gülmeye başladı. Demir ise burnunun ucuna kadar gelen sümüğü ani bir geri çekişle genzine gönderip çürük dişlerini Efsun'u delirterek gösterdi. En büyük kahkahayı o atıyordu.

 

Efsun gururlu yüz ifadesini bozmadan asil bir kontes gibi nezaketle ayağa kalktı ve ayağındaki tek ayakkabıyı da sahneden süzülen bir balerin gibi fırlattı. Tamamen yalın ayak olmak tek ayakkabıyla dolaşmaktan daha tercih edilesi duruyordu. Bereket versin ayakkabı da düşeceği kafayı iyi bulmuştu. "Ah!" Efsun ayakkabının hışmına uğrayan Demir'e kaşının altından bakıp sırıttı ve dimdik durarak kendisine gösterilen koltuğa oturdu. Bunun intikamını almadan ölmemeye yemin etmişti. Onun bu profesyonel duruşu başta müdür olmak üzere kimsenin dikkatinden kaçmamıştı. Bu kız gerçekten çok yaramazdı.

 

Efsun koltuğa oturunca büyük bir alkış tufanı salonu yokladı. Müdür kendinden emin bir tarzda gülüp Okulla ilgili bir istediğinin olup olmadığını sordu. Sorunlarını dinleyip çözüm üretmek de adettendi. Efsun iç çekip tatlı, ince sesiyle konuşmaya başlayınca mikrofonun yankısı her yeri doldurdu.

 

"Sayın müdürüm kantin çok pahalı, fiyatların düşürülmesi lazım. Okula olimpik havuz istiyoruz. Hepimize bedava bilgisayar dağıtılsın. Bilgisayar dersleri haftada 10 saat olsun. Bir de öğrencilere daha saygılı davranılması lazım. Mesela geçen arkadaşım Orçun'un kulağını çekmiştiniz. Bu hiç hoş değildi." Müdür kocaman açılmış gözleriyle Efsun'u dehşet içinde dinlerken küçük kız biraz duraksayıp devam etti.

 

"Hımmm! Bir de şu aidat paraları kalksın artık. Sürekli para istiyorsunuz. Amcam şu şişko müdüre söyleyin biz banker gasteli değiliz demişti." Efsun kaşlarını kaldırıp en ön sırada alı alına moru moruna karışan amcasına baktı ve maalesef müdürün gözleri de kendisi gibi oradaydı. Amcası bocalayarak zoraki gülmeye çalıştı. "Çocuk işte!" Dedi sağında ve solunda oturup kendisini izleyen velilere. Bakışları eve götürüp Efsun'u kazana atacak bir zombi gibi tehlikeliydi.

 

"Hımmmm bir de!" Dediğinde herkes yeniden dikkatini Efsun'a çevirdi. Sevimli suratını burkup dudaklarını büzdü. "Şey sanırım biraz daha bol bir pantolon ve uzun bir ceket giymelisiniz müdür bey. Bu kıyafetler poponuzu çok kocaman gösteriyor." Öğretmenler kıkırdarken veliler daha fazla dayanamayıp Efsun'u yerine oturtan müdürün pişmanlığına kahkahalarla güldü. Karşılarındaki bir çocuk değildi adeta laf cambazıydı. Bu kız bir canavar olmalı düşüncesi beyinlerin en büyük meşguliyetiydi.

 

Müdür "şakacı çocuk" diyerek morarmış bir vaziyette gülümsemeye çalıştı. Daha sonra törene güç bela geçilebilmişti. Efsun önce gelinlikle defileye katılıp tüm okulu turlar gibi arkadaşlarıyla dolaştı. Yanında partneri olarak kuzeni Oğuz bulunuyordu. Ardında kıyafetini değiştirip Hadise'nin "düm tek tek" şarkısı eşliğinde samimi olduğu beş arkadaşıyla özel bir dans gösterisi sergiledi. Kıvrak dansıyla ve özgüveniyle tüm konukları kendisine hayran bırakmıştı. Keşke babası da onun gösterilerini izleyebilseydi. Keşke....

 

Sonunda sıra yarışmalara gelebilmişti. Efsun verilen aradan faydalanıp kimseye fark ettirmeden su kovalarının yanına gitti. Elinde koca bir paket gübre de bulunuyordu. Bu gübre paketini hademe Veli amcanın odasından almışlardı. Veli amca gübreleri ağaçların dibine koyardı. Efsun 3 hafta önce gübrelerin ne kadar koktuğuna yakından şahit olmuş ve aklına Demir'den alacağı intikam için ilk gübre gelmişti. Hi hi diye gülerek kapını önünde bekleyen Funda'yı da alıp kovaya bıraktığı gübrelere veda etti.

 

Demir, top oyununda 2. Sıradaydı ve Efsun iki numaralı kovaya gübreyi boşaltmış ve Demir'in topu düşüreceği anı beklemeye başlamıştı. Ve o an geldi. Küçük çocuk yaklaşık 50 defa top sektirdikten sonra nihayet topu düşürdü. Başından aşağıya konfeti düşeceğini sana çocuk sırıtarak ellerini açarken bir anda bocalanan cıvık gübreyle neye uğradığını şaşırmıştı. "Lan bu da ne?" Herkes basit bir şaşkınlığın ardında kahkahalarla gülmeye başladı. Onu en önden izleyen Efsun'u gördüğünde kimin intikam aldığını çok iyi anlamıştı. "Bittin kızım sen! Bittin!"

 

💫💫💫

 

 

Günümüz

 

Araç sakin ve kararlı bir seyirde yoluna devam ederken belki de yüzüncü kez Güney'den beni kenarda indirmesini rica etmiştim. Ama inatçıydı. Kolay kolay pes edip yola gelecek gibi durmuyordu.

 

"İnmek istiyorum. Neden zorla evine götürüyorsun. Bu adam kaçırmak demek. Ve suç!" Güney beni umursamadan aracı sürmeye devam etti. "Beni duymuyor musun? Sana diyorum. Başının belaya girmesini istemiyorsan durdur arabayı."

 

"Sanırım biraz adrenalin hiç fena olmaz!"dedi beni delirtmek ister gibi. Yüzündeki sinsi sırıtış bile yüzümü cellat gibi asmama sebep oldu. "Demek adrenalin istiyorsun!"

 

"Ne yapacaksınız Efsun Hanım." Yüzümde beliren öldürücü ifade yutkunmasına sebep oldu. "Şarkı söyleyeceğim elbette!"dediğimde gülüşü kulaklarına vardı. Ben o kulakları usturayla kesmez miyim? Hayhay! Görürsün sen mavi gözlü star bozuntusu!

 

"Ali babanın bir çiftliği var, çiftliğinde inekleri var. Mö mö diye bağırır!" Ben korkunç sesimle bağıra bağıra şarkı söylerken Güney mavi gözlerini kocaman açmış o gudubet sesin benden çıkıp çıkmadığını anlamaya çalışıyordu. Her mö deyişimde kulak zarını yırtmaya niyetli gibi kepçelerine yaklaşıyor ve avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Kulakları kulak olalı böyle müzik şöleni duymuş olamazdı değil mi? Ha ha! Sevgili kulaklar. Siz değerli dostlarıma çirkeflik yapmak istemezdim ama sahibiniz beni çok zorladı. Ben ve korkunç sesim ona haddini bildirmeden asla geri adım atmayız. "Ali babanın bir çiftliği var. Çiftliğinde kedileri var. Miyav miyav diye bağırır çiftliğinde Ali babanın."

 

"Yeter!" dedi boynunu gömdüğü yerden çıkarmaya çalışırken. "Senin sesine cinler sirayet etmiş olmalı. Resmen çarpıldım. Bayılmak üzereyim. Kulaklarım benden bağımsızlaşıp kendi iktidarını kurdu. Beynim hâlâ zonkluyor. Resmen akşam akşam bela aldım başıma!" Islak kıyafetlerini silkeler gibi didiklerken kıkırdadım. Beklediğimden çok daha dayanıksız çıkmıştı sarışın. Bu kadar çabuk pes edeceğini hiç sanmazdım. "Oh yaptım. Canıma da değsin. Bir daha bana zorla bir şey yaptırmaya kalkmazsın. Sana hiçbir şey anlatmayacağım. Özel meselelerim sadece beni ilgilendirir."

 

Frene bastığında asfalt aracın tekerlekleri ağladı. Solumalarından ve çakmak çakmak olan mavi gözlerinden son derece kızgın olduğunu anlayabiliyordum. "Seni yanımda tutmak gibi bir derdim yok Efsun Dumanlı. Seni koynuma almaya falan çalışmıyorum. Zarar vermek ya da Faydalanmak gibi bir amacım da yok. Zaten parasız olduğunu düşünürsek senden maddi bir beklentim istesem de olamaz. Farkında değilsin ama başın belada. Tehdit ediliyorsun. Her an başına her şey gelebilir. Seni korumaya ve peşindeki adamlara hak ettikleri karşılığı vermeye çalışıyorum."

 

Dolu gözlerimin ardındaki öfke pırıltılarını esirgemeden lacivert harelerine püskürttüm. "Bana yardım etme. Ben kimim ki yardım edeceksin. Ucuz..."

 

"Yeter!" Bağırdığında susup önüme döndüm. Ne kindar biri olmuştum ben böyle. Ne yapsam sözünü unutamıyordum. Her seferinde aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önüne koymaktan vazgeçemeyecektim bu gidişle. Başını koltuğuna yaslayıp iç çekti. "Sana pişman olduğumu söyledim. Ne yapmamı istiyorsun? Ayaklarına mı kapanayım? Sokağın ortasında bağıra bağıra özür mü dileyeyim? Herkesin önünde ben eşeğim deyip anırmaya falan mı başlayayım?" Son sözü kıkırdamama sebep oldu. Onu kocaman eşek kulaklarla dumura yatıp anırır şekilde hayal edince tüm karizması bir anda tuzla buz olmuştu.

 

"Hi hi!" Kaşlarını çatıp dişlerini gıcırdattı. "Bakıyorum çok hoşuna gitti." Dişlerimi sıkıp, "Çooook!" Diye karşılık verdim. "Seni bir an eşek kılığında anırırken hayal edince çok komik geldi." Yüzünün rengi son sözümden sonra önce gazapla morardı sonra da dudakları tüm engelleme çabalarına rağmen titreyip kıvrıldı ardından büyük bir kahkaha tufanına tutulması uzun sürmedi. Aynı anda kahkahalara boğulduk. Dakikalarca birbirimize bakıp güldüğümüzde ne bende sinir kalmıştı ne de onda. Gülmekten karnıma ağrı bile girmiş olabilirdi. Bu Güney alem çocuktu. Beni evine götürerek resmen başına iş açmıştı haberi yok. Ben ele avuca sığan, uslu bir kız değildim ki. Onun benimle başa çıkması için on fırın ekmek yemesi lazımdı. Peşine ordu taksa benimle baş edemezdin sarı aquamen.

 

Sonunda sustuğunda gözleri yıldızları ince ince süzdü. Hayranlığı tarafımca anlaşılabilir bir durum değildi. Güney benim aksime onlara en çok yaklaşan kişiydi. O da bir stardı ve onca yıldızın arasında en gösterişli dünyaya adım atanlardandı. Peşinde imza almak ve bir kez sarılıp fotoğraf çekilebilmek için konser alanlarında sabahlayan hayranları vardı. Benim gibi kimsenin adını sanını bilmediği birinin büyük hayalleri olurdu. Bu büyük hayalleri derme çatma zavallı teknem taşıyamaz alabora olup hiçliği kana kana içerdi.

 

O, elini uzatsa yıldızlara değecekmiş gibi gelirdi bana. Parası, ünü, yakışıklılığı ve akıllara durgunluk veren karizmasıyla istediği her şeye sahip olabilirdi. Beni bile kazanmıştı. Hiç büyük laflar edip gerçekleri inkar edemeyecektim. Ben Güney'i düşünmeden tek bir an bile geçiremiyordum. Onu kıskanıyor etrafındaki güzel tüm kadınlara istemesem de düşman oluyordum. Her gün biraz daha çekildiğimi bildiğim içindi aslında bu kaçış. Küçük kızın büyük hayalleri er ya da geç ayağına dolaşacaktı. Kalbimi susturup yoluma gitmeliydim. Zaten Güney de benden farklı bir şey yapmayacaktı.

 

"Onunla aranda bir şey yoktu değil mi?" Yüzümdeki şapşal ifadeyi çekici yüz hatlarına şutladım. "Kimden bahsediyorsun?" Sessizdi. Cevabını bildiğim soruma karşılık bile vermemişti. "Umarım Harzem denilen o dangalaktan bahsetmiyorsundur." Dangalak sözümden fazlasıyla hoşlanmıştı. Aydınlanan yüzünü görmezden gelip şımarık tavırlarla devam ettim.

 

"Sen aklını yitirmiş olmalısın. O çirkin yaratığa aşık olduğuma inanmak için insanın önce deli olması gerekir. O kocaman burnunu, sevimsiz çirkin suratını, sigaradan sapsarı olan iğrenç dişlerini falan mı sevecektim." Kusar gibi öğürdüm. "Ölsem gebersem bile o pisliği sevme hatasına düşmem. Yüzünü şeytan görsün. Hatta bence şeytan da görmesin. Zavallı şeytancık onu gördükten sonra mesleği bırakıp güzelik yarışmasına katılır. Tavuk görse stresten psikolojisi bozulur yumurtlayamaz. Horozlar ötmeyi unutur. Kediler kuyruklarına teneke bağlayıp kolbastı yapar. Iyyyyyy!"

 

Ekşiyen suratım yüzünün daha da keyifli bir hâl almasına sebep oldu. O kahkahalarını zapt edemezken ben kafamın üzerindeki soru işaretini elimin tersiyle savurdum. "Bakıyorum keyfin yerine geldi." Sözüme karşılık dudaklarını çekiştirerek gülüşünü bastırmaya çalıştı. Ne yani? Her şey bu iğreti cümleleri duymak için miydi? "Aranızda bir şey olduğunu düşünüyordum." Yok artık! Bende penguenlerin sekiz tane kulağı olduğunu düşünüyordum. Yoksa var mı? Bunu ilk fırsatta sevgili Google'dan araştırmalıyım.

 

"O pisliğin suratına bile tükürmem. Yazık yani! Benim gibi bir mübareğin ağzından çıkıp onun suratına düşecek. Tükürüğün de bir şerefi var. Tükürüğümü kimseye harcatmam." Son sözüm iyiden iyiye kahkahalarının frekansını arttırmıştı. "Sen gerçekten bir kaçıksın. Söylesene uzaydan falan mı geldin? Daha önce hiç böylesini görmemiştim." Gülüşüm büyürken kendimi toparlamaya çalıştım. "Neyse ne! Beni ketenkereye getirmeye çalışma. Kenara çek aracı! Yoksa senin hakkında iyi şeyler düşünmeyeceğim."

 

Sözümü umursamadan "Sevindim!" dedi kaygısızca omuz silkerken. "O pisliğin hayatında olması beni üzerdi. Seni mahvedecek kadar gözünü karartan biri asla hayatında olmayı hak etmiyor." Sanırım o da benden hoşlanıyordu. Belki de bundan çok daha fazlası... Bu koruma içgüdüsünün amacı neydi bilmiyorum ama hoşuma gittiğini itiraf etmeme gerek yoktu sanırım.

 

"Fazla sevinme.Fıstık gibi kızım. Ondan daha iyilerine yolumun rast geleceğinden emin olabilirsin. Hep böyle sap sap dolaşacak değilim ya! Hayatıma Melis'in dışında da birileri rast gelir. Şöyle yakışıklı, karizmatik ve benim ucuz olmadığımı düşünen birileri..." Yüzü düşmüştü. Böyle birinin benimle olması belli ki süper starı rahatsız etmişti. Bakışlarını kaçırıp hüzünle burun kemerini sıktı.

 

"Ne yapsam bazı şeyleri silemeyeceğim." Yüzüne çöken kara bulutlar kalbimin ritmini bozmuştu. Zavallıcık dertten derde düşmüş sözün devamına bıçak gören koyun gibi ürpererek düşmüştü. Ben ona ters ters bakarken komşu camını kıran haylaz çocuk edasıyla "Merak etme." Diye sayıkladı. "Burada kalıcı değilim. Kısa bir süre sonra başka bir ülkede yeni bir başlangıç yapacağım. O zaman hayatını nasıl istersen öyle yaşarsın. Sana engel olmaya hakkım yok." Kilidi açıp bana kapıyı işaret etti. "Gitmek istiyorsan git! Ama pişman olursan bazı şeyleri telafi etmede geç kalabiliriz. Seni tehdit edenler Melis'e de zarar verebilirler. Daha da ileri gidebilirler. Üstesinden gelebilmek için güç birliği yapmamız lazım."

 

Onun gideceği düşüncesi kalbimde bir şeylerin sızlamasına sebep oldu. Onsuz kalacağımı bilmek beni içten içe mahvediyordu. Keşke söylediğim gibi gamsız olabilseydim. Keşke gerçekten ondan başkasını düşünüp umacak kadar kaygısız kalabilseydim. Olamıyordum. Ruhumdaki kördüğümü çözecek adam aynı zamanda beni o düğüme mecbur eden adamdı. Dizlerim zedelenmişti fakat ben koşmak için yine çareler arıyordum. Gücüm olmadığını bile bile, olmayacağına kanayan kalbimle inanırken bir mucize bekliyordum. Oysa tüm yıldızlar benim için çok önceden kaymıştı ve ben dilek haklarımın tamamını görmeden kaybetmiştim.

 

"Gideceksin."dedim. Sesimin biraz önceki alaylı tınısının üzerinde baykuşlar ötüyordu. Bakışları beni bulduğunda gözleri ürkek bir serçe gibi kaçacak yer aradı. "Sen gitmeyecek misin?" dediğinde bir süre kapının kulpuyla bakıştım. Gitmek istemiyordum. Tüm kızgınlıklarıma rağmen onun yanında olmak huzur vericiydi. Sessizlik aramızdaki yankı, yağmur ise tatlı bir aşk melodisi oldu. Dışarda dolunay vardı. Gece parlak ay ışığını aramıza sızdırmıştı. Cama vuran damlalar gözlerimin kapanmasına sebep oldu. Sadece onun kokusunu almak ve yağmurun sesine eşlik eden iç çekişlerini dinlemek istiyordum. Beni biraz da olsa seviyor muydu? Önemsiyor muydu gerçekten? Neden bu kadar çok düşünüyordu sanki?

 

Beni annem bile sevmemiş, üç kuruşluk aşkının peşinden koşarken annem bile düşünmemişti. Güney neden bu kadar üzerime titreyecek, şefkat kanadını bir güvercin misali kalbimin mahzun tellerine konduracaktı? Hayali bile öyle imkansızdı ki. Ben her şeyi sevmeyi öğrenmiştim. Bir çiçeği, kelebeği, yıldızları, güneşi, toprağı... Yemin ediyorum toprağın üzerinde dolaşan solucanları, kırıntıları yuvalarına taşıyan karıncaları hatta kolumu sokup o bayram sabahı tüm gün beni ağlatan arıyı bile sevmiştim. Vallahi sevmiştim. Canımı acıtsa da kızgınlığım uzun sürmemişti. Ne yazık ki kendimi sevmeyi bir türlü becerememiştim. Belki de en büyük eksiğim buydu.

 

Eli yeniden anahtarı nazikçe çevirdi. Gitmeyeceğimi anlamıştı. Biliyordum, o da beni göndermeye hevesli değildi. Belki gitmek için irkilsem kolumdan tutar yine omuzlarının değdiği o hoş kokulu koltuğa sabitlerdi. Aracı çalıştırdı. Yüzünde halinden memnun olduğunu gösteren tatlı bir ifade vardı. Neyse ki yollarda bizi kısa sürede evine götürmüştü.

 

Büyük bir malikanede oturuyordu. Evin kuzeyinde kış bahçesi güneyinde ise büyük yuvarlak bir havuz vardı. Alt kattaki verandayı gördüğümde demirlerine tutunan sarmaşık güllerine hevesle baktım. Birbirlerine tutunup ayakta kalmayı başarmışlardı. Peki ya ben Güney'e tutunmaya çalışmakla doğru mu yapıyordum? Sonu olabileceğimi bile bile bu bencilliğe daha ne kadar devam edecektim?

 

Anahtarla kapıyı açtı. İçeri girmemle bir yabancılık duygusu benliğimi esir almıştı. Resmen yanında o çekingen halimle emanet gibi duruyordum. "Lütfen içeri gir! Misafir gibi davranmana gerek yok!" İçeri girip salona göz gezdirdim. Sanırım aramızın açıldığı o günlerde salonda bazı değişiklikler yapılmıştı. Daha spor bir dizaynının olduğuna emindim. Büyük bir büfe sol tarafta yerini almıştı. Arka tarafta bardaklar, kadehler ve içki şişeleri vardı. Güney'in kariyerini mahveden şeyin ne olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi.

 

Bana bej rengi koltuklarından birini işaret edip oturmamı söyledi. Fakat oraya gitmek istemedim. Ona nasıl bir açıklama yapacağımı bilmiyordum. Tüm hayatım kocaman bir yalan yumağıydı. Hal böyleyken gerçeklerimin neresinden tutsam elimde kalacak, mecburiyetlerim bana her fırsatta nanik yapacaktı. "İstersen verandaya çıkalım. Açık hava daha iyi olabilir." Bir şey demedim. Hâlâ beynimi sarsan kararsızlık rüzgarlarıyla mücadele ediyordum.

 

Yağmur hafif bir ayazın tenime geçmesine sebep oldu. Salıncaklı koltuğa oturdum. Ayaklarım hafifçe yere dokunup salıncağı hareket ettirdi. Bu istismar meselesini bilmememliydi. Utanıyordum. Utanılacak bir şey yapmamıştım ama kalbime yapışan bu utançtan kurtulamıyordum. Kirlenmişlik duygusu ne yapsam peşimi bırakmıyordu. Bulunduğum koltukta daha da küçüldüm. Ruhum üşüyordu. Gerçeklerime yüz çeviren gururuma rağmen kendimi yine sırılsıklam Güney'in dizlerinin dibinde bulmuştum.

 

"Bir şeyler içmek bize iyi gelecek." Oturduğum yerde toparlanma ihtiyacı hissederek bakışlarımı kaçırdım. Hemen karşımdaki plastik sandalyeye oturup hazırladığı köpüklü lattelerden birini uzattı. Ben köpüğün yoğun tadını tüm dil yüzeyimde hissederken içeceğinden kocaman bir yudum aldı. Gözlerim oynayan adem elmasında bir süre oyalansa da ikramına karşılık verip memnun bir şekilde ilk yudumumu aldım. "Çok güzel. Teşekkür ederim."

 

"Rica ederim." Birkaç yudum alarak ağzımı oyalamak istedim. Bay karizma beni gerçekleri öğrenmeden asla bırakmayacaktı. Sabırsızdı. Belli ki haylaz kaçışlarıma yenilecek kadar idmanlıydı. "Eveeeet!" Kaşımı kaldırıp, "Ne evet?"diye sordum. Bal gibi de biliyordum evetin beni köşeye sıkıştırdığını. Güney kendisine açık olmamak istiyordu.

 

Bana doğru eğilip pinpon topu gibi dönüp duran gözlerimin içine baktı ve lacivert hareleri her bir pırıltıyı avuçlayıp kafese tıktı. "Efsun. Senin düşmanın değilim. Tek derdim sana biraz olsun yardımcı olabilmek. Lütfen beni daha fazla zorlama. Bilmek, öğrenmek istediğim şeyler var. Benden bir şeyler sakladığını biliyorum. Sana yardımcı olmak istiyorum ama ısrarla kaçıp saklanıyorsun. Bana çekinmeden anlatabilirsin. Seni yargılamayacağım. Bir daha asla incitmeyeceğim. Tek istediğim güvende olman." Haklıydı. Bana zarar vermek gibi bir amacı yoktu. Ah be deli yüreğim neden bu kadar zorlanıyorsun. Keşke Ali babanın kırk haramileri gibi Güney açıl susam açıl deseydi de gönlüm önüne seriliverseydi. Köşeye sıkışmıştım. Artık kaçabileceğim pek bir yer yoktu.

 

"Güney ben..."

"Harzem gibi biriyle ne işin var Efsun?" Dedi sabırsızca. Konuya resmen bodoslama dalmıştı. Sandalyesini önü doğru sürükleyip bana biraz daha yaklaştı. "O adamın ne korkunç suçlar işlediğini biliyor musun? Senin yaşınının 10 katı suç işlemiş. Sabıka kaydında yazanları bir araya getirsek doktora tezi çıkar. Madem aranızda bir şey yok neden bu adamın peşinde dolaşıyorsun? Neden onunla buluşup otele gidiyorsun?"

 

Zaman kazanmak için kahveme gömüldüm. Ona olanları nasıl anlatabilirdim ki? İşin sonunda benimle birlikte ateşe çekilme ihtimali vardı."Sana daha önce de söyledim. Harzem denen kenar mahalle dayısıyla bir işim yok. Ona aşık falan da değilim. Bana vermesi gereken bir hesabı var." Yutkundum. O lafın devamını kovalarken, "Birinin peşindeyim."dedim. Daha fazla saklayamazdım.

 

Kaşlarını kaldırıp dilimdeki esrarı çözmek için için dudaklarımı taradı. "Kimi?"

"Koruyup bakmak zorunda olduğum bir bebek vardı beş sene evvel. Onu bir süre ilgilenmesi için teyzeme bıraktım. Birkaç ay sonra teyzemle görüştüğümde bebeğin öldüğünü öğrendim. Buna inanmıyordum. Bir şeyler ters gidiyordu. Kuşkularım beni beş sene sonra yeniden teyzeme yönlendirdi." O merakla beni dinlerken, "Teyzemi bir kazada kaybettim."diye sayıkladım. Nefesim şişen ciğerlerimi nefessizlikten yangın yerine çevirmişti. Yüzündeki ifade kafasındaki pek çok soruyu gözlerinden kusuyordu.

 

"Sonra?" Saçlarımı geriye doğru itip sırtımı arkaya yasladım. Ondan uzaklaşmak iyi gelecekti. "Harzemle olan mesajlarını okuduğumda bebeğin yaşadığını öğrendim ve peşine düştüm. Teyzem tehdit sonucu istemeden de olsa bebeği birine vermişti. Adamlar bebeğe karşılık teyzeme ve Harzem'e yüklü bir miktar ödeme yapmıştı. Bu sayede teyzem rüya gibi bir evde yaşamaya başlamıştı. Harzem'i defalarca sıkıştırdığım halde bana hiçbir şey söylemedi. Sadece peşimde karanlık ve güçlü insanlar olduğunu biliyordum ve bu insanlar artık beni darp edecek kadar ileri gitmişti."

 

Güney ayağa kalkıp bir süre kafasındaki düşüncelerle boğuştu. Gözleri bir kartal pençesi gibi yırtıcı, dağ başına çöken bir şafak vakti gibi ıssızdı. Söylediklerimi bir yapboz parçası gibi bir araya getirip ölçüyordu.

 

"Anlayamıyorum."dedi omuzlarının üzerinden bana bakarken. "Neden bebeği kaçırsınlar ki? Küçücük bir bebekle ne alıp veremedikleri olabilir?" Ondan uzaklaşıp verandanın demirlerine sımsıkı tutundum. "Keşke bu sorunun cevabını bilebilsem." Yüzümü ona döndüğümde bakışlarının gerçekleri öğrenmiş olmanın verdiği aydınlıkla hemhal olduğunu anladım. Belli ki çok daha kötü şeyler bekliyordu. Aslında çok daha fena gerçekler vardı fakat benim yüreğim bunları dillendirmeyecek kadar miniminnacıktı. Gerçeklerimi ben bile taşıyamıyordum. O nasıl taşıyacaktı?

 

"Harzem'le Yiğit'i bulmak için buluştum." Yiğit'in ismi bile onu heyecanlandırmıştı. Bakışlarındaki mutluluğu görmezden gelerek "Bana kumpas kurdu."dedim. Kaşlarını çatıp yanıma geldi. Sağ eli omuzuma dokunmak ister gibi hareketlendi fakat vazgeçmişti. Beni ürkütmekten, kendisini yanlış tanıtmaktan korkuyordu. Keşke bilseydi. Ben en çok ona sarıldığımda acılarımın hengâmesinden kurtuluyordum, bir tek onun mavi gözlerinde dertlerimi unutuyordum. Gözleri Derya denizdi. Uçsuz bucaksız bir masal evrenine götüren yaldızlı bir kapı gibiydi. Gerçeğin kanlı tırnağı beni kafese tıkıp esir alırken o kapının eşiğinden geçip asla gerçek olamayacağını bildiğim masal dünyasına girmiştim.

 

"O otel odasından bizden başka biri daha vardı. Sanırım bana aşırı dozda sakinleştiriciler verip etkisiz hale getirdiler. Sonra da kanımı aldılar."

 

"Kanını mı? Ama... Bunu neden yapsınlar Efsun? Kanında ne aramış olabilirler?" Başımı çaresizce salladım. Bilmiyordum ve işin doğrusu bilme ihtimali bile ürkütücüydü. Başımı eğdim. Aklıma gelen kötü şeyler nefes alışverişlerimi bile engelliyordu. Mahvoluyordum. Yiğit'e bir zarar gelmesi ihtimaline bile dayanamıyordum. Bu beni öldürürdü. Ya oğlumun gerçekten bana ihtiyacı varsa. Ya şu an onların elinde karanlık, kötü günler geçiriyorsa! Bu belirsizliğe daha ne kadar dayanacaktım? İnsan delik, bir parçası başka bir diyarda olan zavallı bir kalple nasıl yaşardı? Ben nasıl hiçbir şey olamamış gibi yoluma devam ederdim?

 

Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Kollarımı birbirine sarıp içimdeki hezeyanın durulmasını bekledim. Robot değildim ben sonuçta. Tamam yıkılmamıştım ama yaralar almış ve sarsılmıştım. Yeniden ayağa dikilmek için bir başka bedenden sıcak bir nefes ummak çok da zavallı bir hareket olmazdı. Sonuçta ben belalarımı da heybeme atarak Güney'e gitmemiştim. Bana gelen mavi gözlü devin ta kendisiydi. Sandalyenin üzerindeki siyah deri ceketini omuzlarıma bırakıp bana sımsıkı sarıldı.

 

"Söz veriyorum sadece 20 saniye. İstersen içinden sayabilirsin. Daha fazla kalırsam..."

 

Dudaklarımdaki gülümseme büyürken "Şşşşşş!"diye fısıldadım. "Sadece iyileşmek istiyorum." Öylece kaldık. Bu sefer 20 saniye değildi. Bu kadar kısa olmasına izin vermemiştim. İnsanın tadı damağında kalıyordu sonuçta. Sıcacık kokusunu tenimde hissetmek, omuzlarının başımı dumanlı bir dağ gibi dimdik tutması öyle huzur vericiydi ki kim olduğumuz, ne olduğumuz ya da ne olacağımız aklımda bir problem olmaktan uzaklaşıyordu. Sadece duygularımda bıraktığı sevdanın sedefini hissetmek istiyordum. Kalbimin etrafına dizdiği gümüş parmaklıklar umurumda bile değildi. Çünkü kollarında en güzel tutsaklığı yaşıyordum. Hiçbir esaret bende bu kadar güzel duygular uyandırmamıştı. Aşk insanın kendi kendini kafese tıkması gibiydi. Bir yanı özgürlüktü bir yani alabildiğine mavi... Ne zaman kara bulutların geleceği ne zaman gökkuşağının açacağı hiç belli olmuyordu.

 

Yiğit'in kim olduğunu ona söyleyememiştim. Neyse ki o da sormamıştı. Anlatmak istemiyordum. Ben bir oğlum olduğunda asla utanmazdım ama o çocuğun bana yapılan bir saldırının sonucu olması canımı yakıyordu. Yaşadığım acıdan Güney'e bahsetmek istemiyordum. Bana acımasına ve bu yüzden kol kanat germesine dayanamazdım. Belki o ağır travmamı öğrendiğinde benden soğuyacak ve ruhu tükenen bu kadını yakınında istemeyecekti. Ona yakıştıramıyordum bu davranışları. Belki sadece kendi kuruntumdu. Şeytan beni parmağına dolaşmış uğraşıp duruyordu ama böyle hissetmekten kurtulamıyordum. Birini öldürdüğümü biliyor olabilir miydi gerçekten? Şu an bir katile sarıldığını biliyor muydu? Hiç mi korkmuyor muydu benden? Kendisine zarar veririm diye aklından bir düşünce geçmiyor muydu?

 

Kötü biri olup olmadığımı nerden bilecekti ki? Yaşadığım onca zaman kimseye güven duymamam gerektiğini anlamıştım. Biraz sonra uyumak için odasına geçtiğinde zulasını patlatmayacağımın ya da evini kötü arkadaşlarımla işgal etmeyeceğimin garantisini kim verebilirdi? Of neler düşünüyorum ben böyle? Şu aralar çok film izledim bu yüzden oluyor galiba. Kendime bir süre film izlemeyi yasaklamalıyım. Hi hi!

 

"Sanırım bacaklarım ağrıdı!" Kıkırdadığını duydum. Benden kolay kolay çözülecek gibi durmuyordu. "Sanırım benimde..."dediğinde kaşlarımı çattım. Beklediğimden çabuk sıkılmıştı. Sonra bırakmamdan korkar gibi "Oturarak devam etsek olur mu?"dedi. Hi hi! Sanırım ben bağımlılık yapıyordum. Biraz daha yapışık bir şekilde sarılmaya devam edersek muhtemelen uzun süre topallamadan yürüyemeyecektik. Kollarım ondan çözüldü. Bu çözülmeden hoşlanmış gibi durmuyordu. İç çekti. Ben yeniden cici kız edalarıyla salıncaklı koltuğa yerleşirken o da hemen yanıbaşıma ilişmişti.

 

Bardağıma baktım. Tüh! Ağzımı konuşmamak için oyalayabileceğim bir kahvem de yoktu artık. Daha fazla soru sormamasını umuyordum. Yanlış bir şey söylemekten çok korkuyordum. Güney'in başı benim yüzümden belaya girebilirdi. Öldürülebilirdi. Onun acısını yaşamaya nasıl dayanırdım? Nasıl hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam ederdim? Bundan sonraki hiçbir gelişmeyi Güney'e bildirmeyecektim. Olan bitenden uzak durması için her şeyi yapacaktım. Ve bir gün onu tamamen geride bırakıp oğlumla birlikte yeni bir hayata yelken açacaktım. Gidişim ikimiz için de iyi olacaktı.

 

"Yorgun görünüyorsun." Başımı onu onaylar gibi salladım. Gerçekten yorgun ve uykusuzdum. 2 saat boyunca kucaklaşmıştık. Onunla kırgınlık yaşadığım o günden beri üzülüp ağlamaktan doğru düzgün uyuyamamıştım bile. Sonra da bu Amerika'ya gitme meselesi çıkmıştı ve benim uyku düzenimin çoktan selası okunup gitmişti. Şu yastığın üzerinde bize dair kurduğum hayalleri bir kenara yazsam kral gibi dizi olurdu. Üzerinden beş film sekiz tane de roman çıkardı. Umut nasıl fakirin ekmeğiyse hayal de aşığın sığınağı, limanıydı.

 

"Sanırım biraz uyusam iyi olacak." Beni içeri davet ettiğinde toparlanıp peşine takıldım. Verandadan saksılarla dolu hole yöneldik. Ardından Güney'le kırmızı bir halıyla kaplanan merdiveni çıkmaya başladık. Bir koridor bizi karşılamıştı. Beyaz ışık aydınlatmalı nefis bir asma tavan vardı ve tavanda harika bir uzay manzarası gözlerimi bekliyordu. Beni geride bırakıp şifoniyeri açtı ve içinden bir anahtar çıkardı. "Bu kalacağın misafir odasının anahtarı. Banyo koridorun sonunda sağda. Misafir bornozu çıkarıldı. Yeni kıyafetlerin de gelmiştir. Bedenine tahmini aldım ama olacağından şüphem yok."

 

Beni bu kadar düşünmesi hoşuma gitmişti. Gözünden de hiçbir şey kaçmıyordu starın. "Teşekkür ederim. Keşke kırgınlığım geçmiş olsaydı. Bazen ne kadar unutmaya çalışsak da bazı şeylerin üzeri kapanmıyor. Affetsen bile kırgınlık hiç geçmiyor." Bakışlarını yere indirdi. Kızgınlıkla söylediği o sözlerin pişmanlığını gözlerinden okuyabiliyordum.

 

"Sana kendimi affettirmek için her şeyi yapacağım. Benden o kadar kolay kurtulamazsın." Gülümsedim. Şeytan tüyü vardı resmen. Allem etti kallem etti sonunda beni yumuşatmayı başardı. Ona uzun süre direnip küs kalmak pek mümkün olmuyordu. Affet Efsun diyordum içimden. Yokluğu affetmekten daha iyi değil. Sil at duyduklarını. Olmuyordu. Zamana inanmak istiyordum. Zihnimi zamanın öğütüp bir çırpıda silip atacağını umuyordum. Bu benim Güney'e karşı tek tesellimdi.

 

O ardımdan bakarken yorgun bir şekilde bana ayırdığı odaya geçtim. Kapıyı ardımdan üç kez kitledim. Bunu yapmamın Güney'in yanındayken yersiz olduğunu biliyordum fakat yine içim rahat etmiyordu. Kilitli olmayan kapı benim için tehlike demekti. Korkuyordum. O kapının ardında bana zarar vermek isteyen birilerinin olduğunu düşünüyor kafamda komplo teorileri üretiyordum. Işıkları kapatmaktan korkardım. Karanlık ürkütücüydü. Yatağımda yatarken bana saldıracak birilerinin o ışıksız ortamı beklediğini sanırdım. Karanlık, bir perde olup bana kan kokulu o kötü günü defalarca yaşatırdı. Oynayan ihanet klibi gözlerimin akan yaşına zifiri yalanları ekler ve beni kabus dolu bir geceye uyandırırdı.

 

Sırtımı kapıya yaslayıp dizlerimi karnıma çekerek oturdum. Onu düşünüyordum. Ona sarılabildiğime hâlâ inanamıyordum. Korkmadan, titremeden tam iki saat ona sımsıkı sarılmıştım. Rüya gibiydi fakat kendimi çimdiklediğim halde uyanamamıştım. Ona dair kurduğum düşlere yatağımda devam ettim. Güney, varlığıyla bana hem acı veriyordu hem de yaşadığım kötü şeylere karşı zihnimin kaçıp saklandığı bir sığınak oluyordu. Ondan kaçmaya yeltendiğimde önce kalbim sonra da ayaklarım beni sürükleye sürükleye onun kollarına bırakıyordu.

 

Bakışlarım odada dolaştı. Gri gümüş tonlarında nefis bir odaydı. Çarşaflar tertemiz sakız gibiydi. Odada misafirler için bir kitaplık da bulunuyordu. Yorgunluğum onlara göz atmama engel olsa da yarın ilk işim o güzel kitapların arasında cıvıldaşan kırlangıç kuşları gibi dolaşmak olacaktı. Şifoniyere ve aynalığa baktığımda Güney'in tahmin ettiğimden çok daha zevkli olduğunu anladım.

 

Temiz tek kişilik yatağa uzanıp olanları düşündüm. Güney'e bunları anlattığım için kendimi huzurlu hissetmiyordum. Başına benim yüzümden bir şey gelirse asla kendimi affetmezdim. Geceyi trambolinle duygudan duyguya zıplayarak geçirdim. Ondan uzak kalamıyorum. Hata yapıyordu. Ona tutunmak için fırsat kollayan duygularımı koruyup kollayamayacağım kadar şımartıyordu. Bir gün benden çekip gittiğinde yokluğu her zamankinden daha zor gelecekti. Daha çok yara alacaktım. Bunu tüm hayalleri elinden alınmış çocukluğuma yapamazdı. Yaşattıkları beni yarısı kırık bir köprüye kollarında getirip ilk fırsatta uçuruma itmesi gibi bir şeydi ve bu ihanete sakat duygularım dayanamazdı.

 

Yatağımda deli danalar gibi dönüp birkaç saatlik uykuyla geceyi tamamladım. Saat 7 sularında gözlerimi açtım. Yabancı bir odadaydım. Kısa bir duraksamanın ardından gece olan biten her şeyi hatırlamıştım. Saçlarımı bileğimdeki lastik tokayla tepeden bir topuz yaptım. Beni buraya aceleyle getirdiği için yanıma bir şey almamıştım ve Güney bu konuda da harikaydı. Beni bir süre idare edecek kıyafetleri asistanı kızıl kraliçeye bildirmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar odayı donatmıştı.

 

Her zamanki erkek Fatma imajımdan kurtulup biraz daha kadınsı bir şeyler tercih etmeye karar verdim. Siyah kırmızı renkteki elbiseyi gördüğümde aradığımı bulmuştum. Bu tam istediğim gibi bir şeydi. Etek uçları ve göğüs kısmı dantelliydi. Karpuz kol detayına bayılmıştı. Fransız dantelli şapkayı aynanın karşısında başıma geçirdim. "Vay canına nefis bir şey bu!" Makyaj malzemeleri bile düşünülmüştü. Bornozu çamaşırlarla birlikte çıkarıp yatağın üzerine bıraktım. Artık banyoya gitmek içim hazırdım. Koridora çıkıp parmak uçlarımda hareket ederek banyoya yöneldim.

 

"Mavi gözlü dev uyanmadan görevi tamamlayalım. Görev 1: Ilık duş. görev 2: Kahvaltı, Görev 3:Melis'le durum değerlendirmesi." Asker edasıyla duşa geçtim. Kabin buğulu cam formatındaydı. Büyük bir lavabo aynası vardı. Yerdeki seramikler sade krem renkteydi. Temizlik malzemeleri ve kişisel bakım ürünleri sol tarafımdaki dolaptaydı.

 

Kıyafetlerimden kurtulup ılık duşun altına girdiğimde benden mutlusu yok gibiydi. Böyleydim ben işte! Üzülmeyi bile doğru düzgün beceremezdim. Bir gece deli gibi haykıra haykıra ağlarken ertesi gün kalkıp neşeyle dans ederdim. Galiba babaannem haklıydı. Sepeti seyreğin tekiydim ben! Tahtalarımı güzelce yağlamalıydılar ki gıcırdayıp etraftaki insanları delirtmesin. Hep bana 'seni alan yandı kızım' derdi babaannem. Çenesizlik bendeydi, sakarlık duble bendeydi. Eeee alan ne yapsın çekecekti kahrımı artık yapacak bir şey yok! Hem ne çekmesi ya? Almış benim gibi kainat güzeli kalksın Allah'ına şükretsin kerata. Bir de çile diye dert yanacak. Totosundan kan alırım ben adamın. Hah!

 

Duş başlığını telefon gibi ağzıma yaklaştırdığımda birkaç kez öksürüp şahane şarkıma başladım. "Miço nerden geliyor ormanlardan aşağı. Miço nerden geliyor ormanlardan aşağı. Oyna da Miço oyna, zıpla da Miço zıpla." Ben yerimde tepinip bağıra bağıra şarkı söylerken ılık su da yavaştan ısınmaya başladı. O an beni kasvete düşüren o keskin ses tüm neşemi siyah bir mağaraya itti. Duş başlığı elimden kayıp musluğa çarptı. Demirin sesi yine aynı kabusa düşmeme sebep olmuştu. Demirin sesinden nefret ederdim hatta ben demir ilacı bile içmezdim kan değerlerim düştüğünde. Ses beni o korkunç geceye götürürdü. Kulaklarımda aynı geniz yakıcı kahkaha hayat bulurdu. Tüm perdeler kalktı ve sahne kötülüğün oldu.

 

"Beni unutamayacaksın. Sende bıraktığım iz asla silinmeyecek. Ne zaman bu sesi duysan sesim kulaklarında yankılanacak kokum tenine sinecek ve bedenimde varlığını hissedeceksin." Böyle demişti o korkunç iblis. Hayatımı karartıp beni kirletmiş ve duygularımı o kırmızı kördüğüme iliştirmişti. O günden sonra hiçbir zaman eskisi gibi olamamıştım. Kırmızılar korkutmuştu beni. Kırmızıya dair her şey midemi bulandırmaya başlamıştı. Kaçmak istedim onun günahından kaçamadım. Lekenin rengiydi kırmızı. Bir günahın nöbetini tutan hain bir asker gibiydi kırmızı. Günahın rengiydi kırmızı. İhanetin son kutsal savaşçısı. Kırmızılar bitirmişti Efsun'u. Demir bitirmişti. İşte bu yüzden bu gün makus mazimi yenip kırmızı giymek istemiştim. Hem de en siyah dantellisinden...

 

Bir hıçkırık zihnime düşen acı hatıralara eşlik etti düş sokağımda. Gözyaşlarım tepemdeki başlıktan akan ılık sulara karıştı. Elime aldığım misafir lifine sertçe sabun sürüp boynumdan başlayarak tüm vücudumu köpüğe boğdum. Öyle sert ovuyordum ki derim isyan edip mosmor kesilmişti. Suyun eski sıcaklığında olmadığını biliyordum. Geçen her dakika sıcaklığı artıyordu ve adeta derimi kaynar bir kazanda haşlıyor gibiydim. Yanıyordum fakat bedenimdeki tüm lekelerin ısıyla akıp gideceğini düşünüyordum. Canım yanıyordu fakat içimde kopan o fırtına ellerimi durdurmaya yetmiyordu. Sanki tüm derim soyulunca yeniden o ak pak Efsun olacaktım. Çocuksu neşem elimde solup tükenmeyecekti.

 

Bezi bırakıp derime hunharca saldırdım. Su kaynamaya devam ediyordu. Kendimde korkunç izler bırakacağımı bile bile buna engel olmuyordum. Deli gibi ağlıyor bedenimi kendi ellerimle korkunç bir işkenceye maruz bırakıyordum. Buhar kabinin tamamını kaplamıştı. Göz gözü görmüyordu. O an o eşsiz ses beni boğulduğum karanlıktan kurtaran tek şey oldu. "Efsun iyi misin? İyi misin Efsun cevap ver. Korkutuyorsun beni."

 

Ona cevap veremiyordum. Nefes almak bile öyle güçlü ki. Bir şeylerin ayrımına varamıyordum. Sanki o duş kabini benim cehennemimdi. Üzerime bornoz alıp olabildiğince normal görünmeye çalışarak duş kabininden çıktım. "Efsun, bana bir cevap ver." Güney'in daha fazla orada durmayacağını biliyordum. Bedenimin hali ve içler acısı gözlerim çıktığım yaşadığım kaostan onu haberdar edecekti. Birkaç kez ayağıyla kapıya sert tekmeler attı. Beni beni kendi halime bırakmayacağını anlamıştım. Ağlamaktan sesim kısılmıştı ve ona cevap dahi veremiyordum. "Tamam. Giriyorum."

 

Büyük bir gürültü banyonun duvarlarında tok bir yankı bıraktı.Kan ter içinde içeri girdiğinde gözleri karşısında sersem gibi ayakta duran bana takıldı. Donuk yüz ifadem kaşlarını çatmasına, alnının hayretle kırışmasına sebep oldu. Bana doğru birkaç adım attığında boynumdaki izleri görmemesi için omuzlarımı dikleştirdim. " Neden cevap vermedin? Banyoya düşüp kaldığını sandım."

 

"Hiç! Hiç!"dedim. Daha fazlasını söyleyecek gücüm yoktu. Her an deli gibi ağlayabilirdim. Beni böyle görmesini istemiyordum. Acılarımı onunla paylaşamazdım. Bu beni çok yorardı. Derdimden ne kadar anlayacağı ise şüpheliydi. Elleri ıslak saçlarıma dokunmak için uzandığında sağ omzum ürkekçe hareketlendi. "İyi misin?"

 

"İyiyim."dedim benden bekleyemeyeceği bir sakinlikle. Büyük bir dikkatle boynuma mavi, güzel gözlerini dikti. "Bunlar da ne?" Ellerimle boynumdaki kızarıklıkları gizlemeye çalıştım fakat elleri parmaklarımı kavrayarak tüm girişimlerimi baltaladı. "Bunlar da ne? Kendine ne yaptın böyle?" Telaşını bakışlarımı kaçırıp bedenimi ondan uzaklaştırarak görmezden gelmeye çalıştım. "Seni ilgilendirmez."

 

"Ne demek beni ilgilendirmez?" Uzaklaşmak istediğimde kolumu kavradı ve kendisinden köşe bucak sakladığım yüzümü kendisine çevirdi. Su neyse ki yüzüme değmemişti. Bu yüzden yüzümde tek bir emare bile yoktu. Dolu dolu gözlerle gözlerine baktım. Büyük bir şaşkınlık kendisini bekleyen hüzne eşlik etti "Neden?" Dilinin söylediği son söz içimde kasırgalar koparmıştı. Keşke bunun cevabını ben de biliyor olsaydım. Keşke kendime kıyacak kadar zavallı olmasaydım. Parmakları çaresizce boynumdaki yaralarda dolaşırken bir hıçkırık dudaklarımdan firar etti. Boynumda keşfe çıkan parmakları duraksadığında yanaklarımdan süzülen yaşlar elinin üzerine şefkat dilenir gibi düştü.

 

Bana sımsıkı sarıldı. Tüm acılarımı siler gibi, tenimi düştüğü kordan kurtarır gibi, ölüm gibi sımsıkı sarıldı. Ne yaşadığımı bildiğini sanmıyordum ama kalbimde bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. İçimde ağlayıp duran hassas çocuğu görmüştü. Sıcacıktı. Kokusu dağlardaki tüm çiçeklerin sevdasını ılık ılık gönlüme esmişti. Yüzüme hafifçe batan sakalları bedenimdeki acıların yanında bir nefes hayat gibiydi. Onunlayken iyiydim. O yokken eksik ve yaralı... Bağlanmamam gerektiğini bildiğim halde kendimi onun kumsalında dolaşırken buluyordum. Dudaklarımı omzuna bastırdım. Keşke gözyaşlarımı tutabilseydim. Keşke yaşadığım kötü anları unutabilseydim.

 

Unutamıyorum. İyileşebileceğimi sanmıyordum. "Neden bana açık olmuyorsun?"diye sorduğunda gizlediğim şeylerden daha büyük bir utanç duydum. Nefes alışverişleri boynumu sıcacık yapmıştı. Esen her meltemle birlikte ruhumda şiddetli depremler olduğunu biliyordum. Duygularının enkazında kalan küçücük bir kız çocuğu gibiydim. Bilanço kötüydü çünkü ben geçen gün biraz daha ona çekiliyordum.

 

Bedenini kısmen benden koparıp parmak uçlarıyla yüzümde tatlı dokunuşlar bıraktı. Kendi içimde ne kadar yıprandığımı biliyordu. Göründüğüm kadar şakacı, umursamaz ve neşeli bir kız olmadığımı anlamıştı. Gülüşüm ve yalanlarım karanlık geçmişimi ondan gizleyen tek maskeydi. O maskeyi çıkarıp gerçek benle karşısında durmak benim için hayal bile değildi. "Ben iyiyim."dedim. Sesimin kırılgan dokusu inandırıcı olmadığımı yüzüme haykıran gözlerinden utanıp saklandı. "İyi olacaksın!"dediğinde buna tüm kalbimle inanmayı seçtim. Bu mümkün müydü?

 

Ayaklarımın altında bir ıslaklık hissettim. Bakışlarım yere iner inmez küçük sevimli bir burun ve ağzından aşağı sarkmış pembe bir dil bakışlarımı esir aldı. "Esmer!" Golden cinsi köpek iki ayağının üzerinde insan gibi dik durup Güney'in kendisine öğrettiği numaraları yapmaya başladı. Bir anda karamsar ruh halim dağıldı ve kıkırdamaya başladım. "Şuna bak!" Güney'in de yüzünde güller açmıştı. Mavi gözlü dev bu tatlı hayvanlarla tüm gün ilgileniyor muydu gerçekten? Bu harikaydı. Natalie annesinin yanına gelip ayaklarıma kapandı. Ben üzerimdeki bornoza aldırmadan kıkırdamaya devam ettim. "Yaramaz kızlarım benim."dedi Güney neşeyle onları izlerken. Kıkırdamalarımın yerini çoktan kahkahalar almıştı. Bunlar bu kadar sevimli olmak zorunda mıydı?

 

Güney'in evine geldiğim ilk günü düşündüm. İçeren gelen seslere garip anlamlar yüklemiş ve Güney'i sözde iş üstündeyken basmaya kalkmıştım. Sanki adam bana hesap verecekti. Sıradan, geçici bir misafirden fazlası bile değildim. Buna rağmen esmer ve Natalie'yi kız zannedip Bizans kapısının önünü kuşatan uç beyi gibi hurra odasına dalmış, cin olmadan adam çarpıp evini zapt etmiştim.

 

"Güney! Umarım buradaki rezilliğin bir açıklaması vardır?" Başımızı aynı anda çevirdiğimizde karşımda gördüğüm şaşkın ve kızgın yüzler tüm şalterlerimi attırmıştı. Aklıma o an sadece Pepee'nin çocuk şarkıları geldi. Çişimiz tuvalette, kakamız tuvalette. Artık kimse yapmayacak altındaki beze. Bezleri attık, kilotlar giydik... Bu tuhaf şarkı aklıma niye geldi bilmiyorum ama kafamızda felaket çanların çaldığını iyi biliyordum.

 

"Anne."

"Ve Harun Bey!"diye ekledim. Harun Bey'i ilk defa sinirli görüyordum. Resmen yüzünden düşen binbir parçaydı. Gerginlikten şaşaklarından alevler çıkıyordu sanki. Şık giyim tarzıyla tam karşımda yerini almıştı. Gözleri üzerimdeki bornozda oyalandı bir süre ve ardından ters ters Güney'e baktı. Adama bak ya biraz yardımcı oldu diye tapulu malı değiliz ya. Oldu olacak evine aldı diye Güney'i evire çevire dövseydi. Hıh!

 

"Anne geleceğini söylememiştin!" Kadın ağzını yapmacık bir şekilde büküp yazıklar olsun der gibi başını salladı. Bunlar bizi ne zannetmişti şimdi? Ben bornozlu ve ıslaktım Güney de bana sarılmıştı. Yoksa biz öpüşmüş müydük onların gözünde? Yok artık! Çüş falan yani!

 

"Sandığınız gibi değil! Biz..." Harun Bey yumruklarını sıkarken 50'li yaşlarında olan hanımefendi tok sesiyle Güney'e "Yazıklar olsun!"diye karşılık verdi. "Ben seni böyle mi yetiştirdim? Resmen evi kümese çevirmişsin!" Buradaki tavuk ben horoz ise Güney mi oluyordu? Ne yani birbirimizi gagaladığımızı mı düşünüyorlardı? "Anne nasıl göründüğünü biliyorum ama hata ediyorsun. Lütfen bunu burda tartışmayalım." Harun Bey yanıma gelip nazik olmaya çalışarak kolumdan tuttu. "Gidelim Efsun Hanım. Daha fazla bu ortamda kalmamanız en iyisi!"

 

Güney, araya girip "Amca Lütfen!"diye bağırdı. Harun Bey'in müdahalesi onu epey kızdırmıştı. Açıkçası bu sahiplenişe ben de anlam verememiştim. Harun Bey'in yanıtı ise oldukça sertti. "Bu konuyu seninle daha sonra konuşacağız Güney!" Güney beni kolumdan çekip Harun Bey'in elinden kurtardı. Bu durum sevgili patronumun hiç de hoşuma gitmemişti. Her an Güney'in üzerine atılıp boğazlayacakmış gibi bir hali vardı. "Hiçbir şey konuşmayacağız!"dedi Güney. Sesi sert ve kararlıydı. "Seni böyle mi yetiştirdim oğlum!"diyen annesine kızgınlığın ardına gizlenen kırgın bir bakış attı. Bu sus demek oluyordu.

 

Artık ne düşündüklerini ben de biliyordum. Of anam of! Gel de çık işin içinden. Ne desek inanmazdı bunlar. Dile gelmiş bir şeyler yokken onlara derdimizi nasıl anlatacaktık? Ben ne düşünürlerse düşünsünler diyecek biri de değildim. Böyle yetiştirilmemiştim. Namusu şunda ara bunda arama kavgalarına hiç girmezdim. Değerlerin yozlaşması ve çürüme zaten alıp başını gitmişti. Bir de pişkin pişkin sizi ilgilendirmez diyip asi ergen pozları da çekemezdim. Utanmayı bilirdim. Bazı şeyler ayakaltı olamayacak kadar değerliydi. Bana göre hiçbir kadın kimsenin gelip geçici hevesi olmamalıydı. Kadın dediğin değerliydi. Hayatına layık olmayı bilene yâr olmalıydı. Kucaktan kucağa gezmemeliydi. Belli ki karşımdaki insanlar bu konuda benden farklı düşünmüyordu.

 

Güney, onların kızgın bakışlarına aldırmadan elimi tuttu. Ben endişeyle yüzüne bakarken dimdik durup karşısındaki meraklı gözlere son sözlerini söyledi. "Biz evlenmeye karar verdik. Ve hayır sandığınızın aksine aramızda hiçbir şey yaşanmadı. Kimsenin onu incitmesine izin vermem. Söz konusu ben bile olsam!"

 

Duyduklarımla neye uğradığımı şaşırmıştım. Karşımızdaki insanların öfkesinin yerini şaşkınlık almıştı. Şimdi çok sayın starımız annesine benimle evlenmek istediğini mi söylemişti? Biz... Evlilik... Yok devenin bale pabucu! Biz ne ara evlenmeye karar vermiştik ya? Daha neler! Şaşkınlıktan bakışlarımı kaçırıp yutkundum. Köpeklerin pati seslerimden başka bir ses duyulmuyordu. Onu inkar edememiştim. Şimdi ne olacaktı?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%