@syildiz_koc
|
Yıllar önce Hayat dediğin öyle büyük tuzakları içinde barındırıyordu ki insan her şeyin muhteşem olduğunu düşündüğü bir anda yanlışların öldürücü sonuçlarına maruz kalmaktan kurtulamıyordu. Küçük kız çocuğu babasının omuzlarının üzerinde yaşayacağı en huzur dolu günlerden birini ömrüne işliyordu. Mavi, küçük gözlerinde neşenin bin bir rengi ahenkle dans ederken henüz ihanet zehri hayatına bulaşmamıştı. Kin nedir, aşk nedir bilmemişti. Çarşıda babasının omuzlarının üzerinde elmalı şekerin tadına varan küçük kız mutluluk dolu gülücükler eşliğinde eğilip babasını yanağından öptü. "Biricik Efsun'um bugün babasıyla çarşıya mı gelmiş?" Küçük kızın elleri babasının yanaklarına uzanıp sıcacık dolaştı. "Hı hı!" Babası onu omuzlarından indirip rengarenk bebeklerin olduğu şirin bir oyuncakçının önüne getirdi. Küçük kız sevinçle oyuncakların arasında dolaşmaya başladı. Kalbi her gördüğü güzellikte oyalanıyor. Hepsine dokunmak, onlarla konuşup arkadaş olmak istiyordu. Babasının ilgili, güzel bakışları eşliğinde kendisini 1 metre boyundaki devasa oyuncak ayının kucağına attı. Efsun ayıcığa sımsıkı sarılırken babası Kerim Bey de onun tatlı kıkırdamalarına içtenlikle gülümsüyordu. "Tatlı cadı. Demek onu çok sevdin." Efsun başını su tulumbası gibi aşağı yukarı hızlıca salladı. Bu ayıcığın alınacağının yemini gibiydi. Kerim Bey, biricik kızını asla üzmez, onu mutlu etmek için gerekirse cebindeki parayı sonuna kadar harcardı. Çok zengin bir adam sayılmazdı. Fabrika köşelerinde geceli gündüzlü çalışıyor, inşaatların tepelerinde iskele üzerinde üç kuruş kazanmak için ölüme meydan okuyordu. Kazandığını güç bela yetirmeye çalışsa da her şeyi tamam kılacak bir ekonomik güce kavuşamamıştı. Küçük kızı çok anlayışlı, çok sevecendi ama eşi Nergis Hanım her fırsatta yetersizliğini yüzüne vurmaktan çekinmiyordu. Çok paraya ihtiyaç duyuyor, en pahalı giysileri giymek, marka ayakkabıların içinde mutluluğu bulmak istiyordu. Zavallı adamcağız elinde avucunda ne varsa veriyordu ama karısını bir türlü memnun edemiyordu. Gözü yüksekte olanı, aşkı şaşaada arayanı kim mutlu edebilirdi ki? Lüksün sınırı yoktu. Onu mutlu edebilmek için mesaiye kalmadığı gün neredeyse yoktu fakat ne yapsa yetiremiyordu. Eşe dosta olan borcu da dağ olmuş başına birikmişti. Olmuyordu. Hiç mi memnun olmazdı insan? Hiç mi teşekkür etmezdi? Dünyalar güzeli bir kızları vardı. Açta açıkta değildi Nergis Hanım. Kendisini seven iyi bir eşe sahipti fakat asla tatmin olmuyordu. Orta halli evleri ve eşyaları genç kadının aşağılayıp yüz çevirdiği önemsiz birer detay gibiydi. Kerim Bey, eşinden aldığı yaraları düşünmemeye çalışarak küçük kıza yüzündeki sevgi dolu tebessümle yaklaştı. "Başka bir şey almamızı ister misin? Belki ayıcığa bir de kardeş seçmek istersin." Küçük kız, babasını daha fazla maddi açıdan yormak istemediğinde hayır manasında başını salladı. "İstemem. Ama şey..." "Şey..." Yutkunan Efsun ayıcığın üzerinden kalkıp babasının yere bıraktığı dizine ilişti. "Bu çok pahalıdır. Almasak da olur. Hem paramız biterse annem çok kızar." Babası evde dönen muhabbetlerin kızı tarafından bilinmesine fena halde bozulsa da bu mutlu bahar sabahının kasvete boğulmasına izin vermedi. "Sen parayı düşünme güzelim. Sadece beğendin mi onu söyle." "Beğendim." dedi Efsun ayıcığın sevimli burnunu okşarken. "O zaman hiç beklemeye gerek yok. Ayıcığımızı da alıp hemen evimizin yolunu tutalım. Annen bizi merak etmiştir." Babası ayıyı almaya yeltendiğinde küçük kız yüzündeki komik ifadeyi düzeltip kaşlarını hüzünle çattı. "Dur baba!" Babası manasızca yüzüne baktığında, "Ayıcığa benimle gelmek isteyip istemediğini sormadım." Babası muzır kızı eğilip ayının kulağına fısıldarken afacanlığına hayretle baktı. Cansız varlıklar konuştuğunu ve onlarla arkadaş olduğunu biliyordu. Bu durumu başta tuhaf karşılasa da yaşına uyan bir davranış olduğunu öğrenince oyunlarına gülüp geçti. Küçük kız minik dişlerini göstererek gülümsedi. "Bobi bizimle gelmek istiyormuş baba." "O zaman Bobi'yi de alıp gidelim." Kerim Bey kasaya yönelmek üzere ayağa kalktığında Efsun düşük kaşlarla hâlâ oturduğu yerde bekliyordu. "Neden gelmiyorsun?" Küçük kız başını mahzunca eğip babasına ellerini kavuşturarak fısıldadı. "Ona teşekkür etmedin baba. Bobi kabalıktan hiç hoşlanmıyor." Babası kaygısızca omuz silkip ayıcığın karşısında diz çöktü ve kızının meraklı mavi bakışlarını tatlı tatlı izleyerek elini ayıcığın başına uzattı. "Sevgili Bobi oyun arkadaşı olarak bizi seçtiğin için sana çok teşekkür ederim. İyi ki varsın." Kerim Bey, Efsun'u bıyık altından süzdüğünde yeterince memnun olmadığını anladı. "Yine ne oldu? Teşekkür ettim işte!" Efsun, kısık, hüzünlü bir ses tonuyla, "Ama onu öpmedin!" diyerek küskün küskün mırıldandı. Derin bir iç çekişin ardından Kerim Bey, ayıcığın burnuna küçük bir öpücük bıraktı. "Oldu mu şimdi?" "Oldu." Efsun'un parıldayan neşesi babasının kederli ruh halini düzeltmeye yetmişti. Eve gittiklerinde ayıcığı gören Nergis Hanım'ın çıkaracağı gürültüyü düşünemeyecek kadar mutluydu. Kerim Bey, kızını oturduğu yerden kaldırıp elini tuttu, diğer eliyle ayıcığı kavrayıp kasaya yöneldi. Efsun babası kasada ayıcığın ücretini öderken çoktan yerdeki seramiklerin üzerinde sek sek oynamaya başlamıştı. Kerim Bey, kasadaki çalışanla birlikte oyunu bitinceye kadar sabırla bekledi. Kalbi kızının sevgisiyle öyle doluydu ki ona kızamıyor bu sevimli tavırlarını her seferinde sıcak karşılıyordu. Oyunun uzayacağını anladığında "Hoppaa!" diyerek küçük kızı yeniden omuzlarına aldı. Onun sevimli çığlıklarını umursamadan o çok sevdiği Anadolu türkülerini yanık sesini esirgemeden neşe içinde söyledi. O her Leylim Ley dediğinde Efsun da sevgili babasına eşlik ediyordu. Sokaktan gelip geçen insanların ne söylediğinin bir önemi yoktu. Deli, çatlak, şaşkın... Baba kızın düşündüğü tek şey birlikte yaşadıkları o güzel anlardı. Arnavut kaldırımlı taş sokaktan geçip tek katlı gecekondularına yöneldiler. Tahta çerçeveli pencerelere baktığında pek çok komşusunun sokağa sarktığını gören Kerim Bey kaygısız görünmeye çalışarak evinin önüne geldi. Kapı ardına kadar açıktı. Öyle ki başındaki yazma ile ağzını kapatan komşuları bile bulundukları yerden evlerinin içini görebiliyor, tüm mahremiyetlerine istemese de şahit oluyordu. Kapı aralığında çıkan Nergis Hanım'ı gördüğünde genç adam taş kesti. Kalın, püskül bıyıkları ve bir Anadolu erkeğini andıran sade oduncu gömleğiyle karşısında lâl olmuş kaskatı duruyordu. Kadın yanındaki takım elbiseli genç adama bakıp gözlerini yeniden acı ve hayretle soluyan kocasına dikti. Kerim Bey elindeki elma şekeriyle suskunluk kusan kızını omuzlarından indirdi. Bir belayı def eder gibi elini tutup arkasına sakladı. Kadın yanındaki tekinsiz adama sırtını dönüp kocasının ardına gizlenen küçük kıza elini uzattı. "Gidiyoruz Efsun! Artık burada yaşamayacağız." İhanetin zehri Kerim Bey'i daha şimdiden divane etmişti. "Demek sonunda bunu da yaptın. Kızım hiçbir yere gelmiyor." dedi Kerim Bey acı dolu gözlerini Nergis Hanım'a dikerken. İçi yanıyordu ama gidene dur diyemeyecek kadar da gururluydu. Çok sevmişti sevilmediğinde habersiz. Ama mutsuz bir evliliği devam ettirmektense yolları ayırmak Efsun için de en iyisi olacaktı. İhanet unutulamazdı ve telafisi asla mümkün değildi. Kadın öne atılıp küçük kıza ulaşmak istediğinde onu reddeder gibi itti. "Git buradan! Artık bizimle bir işin yok!" Bu hareket yanındaki tekinsiz adamı harekete geçirdi. "Dokunma ona!" diyen yabancı Kerim Bey'i zıvanadan çıkarmaya yetmişi. Bu adam kim oluyordu da karısıyla olan ilişkisine karışma hakkını kendinde görüyordu. "Gidin buradan. Onun daha fazla utanmasını istemiyorum. Aşağılık sevgilini de al, defol evimden Efsun benimle kalacak." Aşağılık sözünü duyan yabancı adam birkaç adım öne çıkıp "Haddini bil!" diye efelendi. Biraz önceki sakinliğin yerini çoktan nefret duvarları almıştı. "Etmezsem ne olur?" diyen Kerim Bey'e cevap yumruk şeklinde olacaktı. Dakikalar içinde iki adam birbirine girmiş, ardı adına inen yumruklar ikisini de kan revan için bırakmıştı. Küçük kız kendisini kucaklayan annesinden kurtulmaya çalışarak deli gibi haykırdı. Artık karşısında annesini göremiyor anlam veremediği olaylar karşısında kalbinin sözünü dinlemekten kurtulamıyordu. Bir silah tenha sokakta tok ve yankılı bir ses bıraktı. Saniyeler sonra yabancı adam kana boyanan beyaz gömleğiyle tam karşılarında yerini almıştı. Nergis Hanım elindeki silahı bırakıp sevdiği adama yöneldi. Efsun küçücük kalbiyle yerde kanlar içinde yatan babasına nemli gözlerle baktı. Dudaklarından firar eden hıçkırıklar çaresizliğini ele veren tek tanıklardı. Kendisini tutmaya çalışan annesinin pençelerinden kurtulup babasına sımsıkı sarıldı. Ellerini sevgiyle kalbine bastırdı. Öldüğüne inanmak istemiyordu. Gözleri açıktı. Televizyonda gördüğü hiçbir ölünün gözleri açık değildi. Babası da ölmüş olamazdı. Ölenlerin gözleri açık olmazdı. Yabancı adam zavallı çocuğu tüm çırpınışlarına aldırmadan belini kavrayarak yerden kaldırdı ve yaka paça annesine teslim etti. Tek farkla artık Efsun elini kana bulayan o kadını annesi değil düşmanı olarak görüyordu. Annesi Efsun'un tırnaklarını geçirdiği yüzünün acısına aldırmadan koşarak oradan uzaklaştı. Peki vicdanından kaçabilir miydi? Aklında sadece küçük kızıyla o kan yığını sokaktan uzaklaşmak vardı. Küçük kız tekmeleriyle annesine karşılık veriyor, bu sürüklenişe asla razı olmuyordu. İçi acıyordu. Babasını o sokakta kanlar içinde bırakmak çocuksu, ürkek yüreğine ağır geliyordu. Peki şimdi ne olacaktı? Günümüz: Efsun'un kaleminden Bulunduğum ranzanın alt katına tünemiş, sıcak yaz gününün bunaltıcı mahkûm koğuşunun beni nasıl örselediğini düşünmemeye çalışıyordum. Beş yıldır bir boşluktaydım ve benim çığlık atmaya bağırıp haykırmaya bile mecalim kalmamıştı. Küf kokan duvarlar bakışlarımın odağından bir an olsun ayrılmıyordu. Sanki bir sinema perdesine bakıyor ve aynı perdede harcanıp giden zavallı ömrümü görüyordum. Yo hayır güçsüz bir kadın değildim sadece harcanmışlıklarım ve kahrolası bir mazim vardı. Yanlış ellere emanet edilmiş her kız gibi solmuş, koskoca bir vaha da bir damla suya hasret kalmıştım. 15 kişilik koğuşta iki dostum vardı. Ayla ve Nevin... Hayatımdaki varlıkları mevsimlik miydi ömürlük müydü bilmem ama ben bir tek onlarla dertleşip konuşabiliyordum. Matem ılık ılık esti kestane rengi saçlarımda. Asi, beyaz yüzümün masum göründüğünü söylediklerini hatırlıyorum. Ne masumiyet ama! Bu sözcüğü her duyduğumda şuh bir kahkaha atmak gelir içimden. Masumiyetini gelinliğini giydiği gün terk eden bir zavallı olduğum düşer yadıma. Bana tecavüz etmeye çalışan kocamın aşağılık davranışını ikinci kez engellemeye çalıştığımda katil defterine adımı eklemeleri uzun sürmemişti. Teslim olmamış ilkinin intikamını da gözümü karartıp almakta bir an bile tereddüt etmemiştim. Henüz 16'sında zayıf bir kızdım o zamanlar. Niyetim öldürmek olmasa da kafasına indirdiğim vazonun beyninde oluşturacağı o sarsıntının boyutlarını tahmin edemeyecek kadar şaşkın ve tırsaktım. Ve kodes... Sonunda kendimi burada bulmuştum. Yaşım küçük olduğundan hâkimin kestiği ceza da öldürmeyecek kadar basit, her güne gözyaşı sığdırabileceğim kadar afilli olmuştu. O domuzun öldüğünü anladığımda önce korkmuş sonra daha yumuşak vurmadığım için pişman olmuştum olmaya ama içimdeki o ses "kurtuldun!" demişti de başka bir şey dememişti. Bileğimde kelepçelerle evden çıkarıldığımda suratıma yediğim tokat düştüğüm şaşkınlık girdabını paramparça edip acıyla ayılmama sebep olmuştu. O gün arkamdan ölüm yeminleri eden aşağılık kocamın lanet kardeşinden başkası değildi. Rahmetsizin çığlıklar içinde ağıt yakan annesi saçlarımı yolmaya kalksa da sağımda ve solumda bulunan kadın polisler bu kadarına müsaade etmeyecekti. Beni istemediğim halde oğluna alırken bunların olabileceğini belli ki muhterem kayınvalidem tahmin edememişti. Önce sorgu sonra da sevk. Bir cana kıyarken beni mahvedecek şeyin hapis hayatı olacağını sanırdım. Değilmiş... Meğer esas vurgunu vicdanımda anbean kök salan pişmanlık tohumuyla yaşayacakmışım. Öldürdüğüm adamın o son karanlık bakışı geceleri kabuslarım olmuş, işlediğim cinayetin vebali koynumda sabahlayan bir yılan gibi zehrini ruhuma akıttıkça akıtıp beni için için çürütmüştü. Daha kötü ne olabilir derken geciken regl dönemleri olası bir korkunun içime çöreklenmesine sebep oldu. O yılanın çocuğunu taşıyor olamazdım değil mi? Günler geçiyor, korkularım ortaya çıkmaya başlayan belirtilerle daha da zapt edilmez bir boyuta ulaşıyordu. Daha kendim çocuk sayılırdım, annelik benim neyimeydi? Korkuyordum. Kabuslarımın baş aktörü olan adamın canından bir parçayı içimde taşımaktan ve onu dünyaya getirip her gün babasının yüzünü görmekten korkuyordum. Ve kararımı verdim. Onu doğurmayacaktım. Kendimi defalarca üst ranzadan atsam da akla gelmeyecek otları Hasibe'den temin edip içsem de kerata bana mısın dememiş, rahmime sıkı sıkıya tutunup yaşamaya devam etmişti. Sonunda koğuştakilerin ikna çabaları sonuç verdi ve bebeği öfke ve nefretle de olsa doğurmayı kabul ettim. Ve nefret ettiğim o canlı, atan kalbiyle karnımdaki süzülüşleriyle bana yepyeni bir umut oldu. Onunla büyüdüm, onunla yeşerdim. Fedakarlığı ve anneliği ondan öğrendim. Kalp atışları beni hayata bağladı. Artık eskisinden çok daha iyiydim. Ve o gün geldiğinde hayatımda yepyeni bir sayfa açıldı. Oğlumu kollarımın arasına aldığımda küçük sayılabilecek yaşıma rağmen annelik duygusu hücrelerime kadar her zerreme sirayet etmişti. Bebeğimin adını Yiğit koydum ve onun hayatımdaki en özel varlık olacağını düşünerek günleri saymaya başladım. Burada yabana atılamayacak kadar uzun kalacaktım ve hapishane koşulları bir bebeği büyütmek için hiç de iyi sayılmazdı. Oğlum 6 aylık olduğunda hayatımı pişmanlığa sürükleyecek o korkunç kararı aldım. Yiğit'i benimle aynı şehirde yaşamakta olan teyzeme bırakacak ve bu olumsuz koşullardan uzak bir şekilde büyümesini sağlayacaktım. Ayrılık günü gelip çattığında gözyaşları içinde onu teyzeme emanet ettim. İlk birkaç hafta her şey yolunda gitmişti. Yokluğuna zor olsa da dayanıyor görüş gününü iple çekiyordum. İçimde günbegün artan bir korku ve huzursuzluk vardı. Ekimin son haftasıydı. Soğuk iyiden iyiye kendini hissettirse de kat kat örttüğüm battaniyeye rağmen tüm bedenimi saran bir titreme içimde hoyrat rüzgarlar estiriyordu. Karşımda gördüğüm kadın teyzem değildi sanki. Kop koyu bir cehennemden çıkıp gelmiş gibi utanç dolu ve gam yüklüydü. Yaralı bakışları, nemli gözleri gereksiz bir şefkatle üzerimde gezindiğinde alacağım haberi tahmin etmiş gibi çığlıklar içinde bağırıp ortalığı ayağa kaldırdım. Sesim gardiyanları ve diğer kadın mahkumları harekete geçirmiş olacak ki bir anda ortalık kaosa sürüklenmişti. Gözlerimi açtığımda revirdeydim. Aldığım sakinleştiriciler beni donuk ve ölü bir kisveye büründürse de dilim tek bir sözcüğün yakasına tutunmuştu. "O ölmedi!" "Hey! Efsun gelin. Bugün çıkıyorsun. Ne bu suskunluk? Çalıp oynaman, gülücükler temannalar dağıtman lazım. Seni gören de idama gittiğini zanneder." Yüzüm buruk bir tebessümle kaçamak mimikler yapsa da gözlerimdeki alaydan bir şey kaybetmemiştim. "Çok mutluyum. Oğluma kavuşmama az kaldı. Hesaplaşma zamanı çok ama çok yakın." Hasibe, bıkkınlıkla elindeki boncukları bir kenara bırakıp burnuna kadar indirdiği gözlüklerini düzeltti. "Of be gülüm. Bıkmadın mı hayal kurmaktan. Evladını kaybeden bir sen mi varsın? İnkâr etmen neyi değiştirir? Yıllardır kendini ayrı bizi ayrı yedin. Bırak şu deli inadını da başının çaresine bakmak için saksıyı çalıştır. Burada tutsak da olsan keyfin yerindeydi. Karnın tok sırtın pek yaşayıp gidiyordun. Dışarısı kurtlar sofrası... Paran yok, pulun yok, arkanda sağlam baban, elinden tutacak dayın yok. Senin için tutsaklık şimdi başlıyor." Hasibe haklıydı. Severdi beni koğuştakiler. Bir ah desem kırk kişi imdadıma yetişir, gözümün yaşını siler sırtıma dikenli topuzu indirmek için bekleyen tüm o hainlerden daha çok sahiplenirdi. Şimdi yalnız sayılırdım. Dışarda bir arkadaşım vardı güvenebileceğim. Başka da kimseye dost deyip bel bağlamazdım. Şu saatten sonra oğlumu bulup yalnızlığın belini sadece onun varlığına sığınarak kıracaktım. Kalkıp çantamı hazırladım. Birkaç parça giysiden başka koyabileceğim bir şeyim yoktu. "Kızma Efsun. Hasibe çok da haksız sayılmaz. Bu işler hiç de kolay değil." Nevin'i duyarsızlıkla karşılayıp eşyalarımı toplamaya koyuldum. Kimseye bir açıklama yapmak istemiyordum. Oğlumun hayatta olduğuna inanıp inanmamaları zerre kadar umurumda değildi. Onu bulacaktım. Sonra isterse tüm dünya yıkılsın, şeytan önümde alaylı kahkahalar atsın kimin umurunda? Ben cananımı bulduktan sonra isterse kıyamet bile beklemeden kopabilirdi. Nevin omzumdan tutup gövdemi kendine çevirdi. "Senin için endişeleniyorum. Ya kocan olacak hainin akrabaları peşine düşerse. Ya sana zarar verirlerse! Bunları düşününce uykularım kaçıyor, yüreğim tükeniyor anla beni. 3 ay kaldı çıkmama. Ah bir çıksam, dünyanın bir ucunda olsan koşar gelirim yanına." Tükenir gibi gözlerini kaçırdı. Biliyordum. Tek derdi oğlumun ölümünün peşine düşüp daha fazla hayal kırıklığına uğramamamdı. Ama ben her şeyi çoktan göze almıştım. İnanmıyordum. İçimde bir duygu vardı. Kalbimdeki yıldızlar henüz o kanlı yası tutmamış, umudum düştüğü toprakta geçen yıllara aldırmadan yeşermeye devam etmişti. "Beni düşünme Nevin. İstanbul'a gideceğim. Teyzemin oraya taşındığını öğrendim. Bana vereceği iyi bir hesabı olsa iyi olur. Oğlumun başına gelen kazayı araştıracağım. Gerekirse mezarını dahi açtırırım ama emin olana kadar bu işin peşini bırakmam. İstanbul'da bir arkadaşım var. O bana her konuda yardım edecektir." "Her şey gönlünce olsun kardeşim. Dualarım hep seninle olacak." *** Hayatımın belki de en kaos dolu günlerini geride bıraktım. Arkadaşlarımdan ayrılmak bana çok zor gelmişti. Çok yorgun bir o kadar da kırgındım. İçimde başlattığım o savaş ve oğlumu bulma arzusu beni ayakta dimdik tutan gayelerdi. Olabilecek her şeyle yüzleşmeye hazırdım. Bana ne olduğu ya da ne olacağı umurumda değildi. Şansız doğmuş bir kız çocuğuydum fakat başkalarının arkasına saklanarak yaşamaya çalışan bir zavallı olmayacaktım. Artık hayatım çok daha zor olacaktı. Eli kanlı bir katil, güven vermeyen bir suçlu gibi bakacaklardı bana. İş bulma imkanımın ne kadar kısıtlı olduğunu biliyordum. Fakat kimseye muhtaç olmamak için deli gibi her kapıyı çalacak asla onurumdan ödün vermeyecektim. Hayır hayır! Korkum açlık değildi. Birilerinin katil damgasıyla beni ötekileştirmelerine de alışmıştım. Bunlar toplumdan beklediğim zavallı hareketler olarak hafızamın beynimi eşelediği her an resetlenmeye mahkûm olan gerçeklerdi. Severlerdi çukura düşeni en dibe çekmeyi. Ruhu ölmüş bir kadının üzerine toprak serpmek, nemli bir çift bakışı, yaralı mahsun bir yüzü çamurla sıvamak onların işiydi. Hepsi öyle günahsızdı ki aralarında karalara bürünen bir bendim(!) Geçmişimi ve öldürücü hatıralarımı bilmeden harcar, suçumun ardındaki yüzümde vahşi bir katil ararlardı. Ben tüm bunlarla yüzleşirdim, fakat söz konusu oğlum olduğunda ithamlar bu kadar tekdüze kalamıyordu. Onu doğuran kadının, babasının katili olduğu gerçeğiyle yüzleştiğinde benim küçük bebeğim olamamasından delicesine korkuyordum. Düşüncelerimi bir kenara bırakarak otogara geldim. Yaz havası vardı ve karnım fena halde acıkmıştı. Elimdeki birkaç kuruşla gözüme ganimet gibi görünen lezzetli mi lezzetli bir sandviç aldım. Etraftaki insanların arasında ne kadar yaban göründüğümü düşünmeden iri ısırıklar alarak salamın ve peynirin ağzımda bıraktığı o uyuma teslim oldum. Çevrem ayrılık düşüncesiyle hasret gideren bir yığın insanla çevrilmişti. İşe seyyar satıcıların gürültüsü de eklenince pek çok insanın küfredip bir an önce kaçmak isteyeceği bir seyirlik oluşmuştu. Elbette ben o insanlardan biri değildim. Koğuştaki beyaz gürültüyü düşününce gerçek dünyaya adım attığımı ancak çevremdeki farklı simalardan anlayabiliyordum. Neyse ki alnımda sabıkalı yazmıyordu ve ben bir katile yakıştırılamayacak kadar taze ve güzel bir yüze sahiptim. Kestane rengi saçlarımı küçük bir el hareketiyle arkama doğru bıraktım. Parmak boğumlarımı çıtlatarak geçmek bilmez dakikalara esefle kızdım. İstikamet İstanbul'du. Ben "Seni yeneceğim İstanbul!" diye bağıranlardan değildim. Kimseyle savaşmak gibi bir derdim de yoktu. Oğlumu bulup kıyıda kenarda bir dikiş tuttursam Allah'tan başka şey istemez, halimi velinimet sayardım. O yaşıyordu ve ben ne pahasına olursa olsun ona kavuşacaktım. Sonunda otobüsüm geldi ve ben soluğu koltuğumda aldım. Uzun bir yolculuğun ardından bana verilen adrese doğru aceleci, heveskâr tavırlarla ulaşmaya çalıştım. Havanın iyiden iyiye karardığını anladığımda cebimdeki üç kuruşu taksiye vermekten başka çarem kalmamıştı. Dışardan bakıldığında kırsal bir duruşum yoktu ve oldukça iyi bir diksiyonu sahiptim. Giyim kuşamıma özen gösterdiğim için şehirde olumsuz bakışları üzerime çekmiyordum. Etrafımda yutkunarak bakıp bıyık burkan Kabasakal kılıklı sersemler olmasaydı kendimi çok daha iyi hissedebilirdim. Taksici "Geldik abla!" dediğinde cama yapıştırdığım şapşal bakışlarımı ön koltuktaki kel adama sabitledim. Bez çantamdan çıkardığım cüzdanımdaki tüm parayı verip yaban görünmemeye çalışarak araçtan indim. Oldukça lüks bir binaya gelmiştik. Buranın bir otel olduğunu anladığımdan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Melis bu otelde çalışıyor olamazdı değil mi? İçine kuşların yuva yapacağı kadar büyükçe açılan ağzımı kapatıp valizle girişe yöneldim. Döner kapıdan geçtiğimde karşıma ızbandut kılıklı iki adam çıktı. Varlığım onlara kendini rahatsız hissettirmiş olacak ki yol verme zahmetine bile girişmeden sertçe öksürüp dik dik baktılar. "Kimi aramıştınız?" "B-ben Efsun. Melis'i aramıştım da. Bana bu adresi verdi." Elimdeki kâğıdı çıkarıp bebek poposu gibi pürüzsüz bir yüze sahip olan delikanlıya uzattım. Burun kemerini sıkıp sahte bir ilgiyle kâğıdı inceledi. Ardından başını iki yana sallayarak, "Sizi içeri alamam Hanımefendi. Bugün çok özel bir davet var. Kesin talimat aldık. Davet listesinde adı yazmayan kimseyi kabul edemiyoruz." dedi. Bocalamamaya çalışarak, "Ben davetli değilim. Buraya çalışmak için geldim. Garsonluk yapmak için...." diye karşılık verdim. Adam yalanıma inanmasa da teyit amaçlı organizasyon sahibini aradı. Dakikalar sonra çatlak bir ses imdadıma Hızır gibi yetişti. "Şapşal mısınız siz? Hâlâ neyi bekliyorsunuz? Eleman açığımız var." Terleyen avuç içlerimi kot pantolonumun baldırlarına silip orta yaşlı kadının karşısında dimdik durmaya çalıştım. Kızıl saçlarını sımsıkı bir topuzla tepeden tutturmuş, siyah kalem eteği ve beyaz dar gömleğiyle oldukça titiz bir iş kadını gibi duruyordu. Büyük çerçeveli kare gözlüğünü iki parmağıyla profesyonelce düzeltip dudaklarını öne doğru topladı. "Şu bahsi geçen kız sen olmalısın." Bir adım öne çıkıp, "E- evet benim." diye kekeledim. Sivri burunlu platform topuk ayakkabılarını sitemle yere vurup sol kolumdan kavradı ve beni sürükler gibi içeri aldı. "Tanrı aşkına neden bu kadar geç kaldın? Biraz daha gelmeseydin patronunu arayıp bildiğim tüm hakaretleri saydırmak zorunda kalacaktım." Ben olan biteni idrak etmeye çalışırken beni hızla asansöre doğru yönlendirdi. Etrafımız mermer detayları olan pek çok obje ile çevrilmişti. Gece krem ve gri renklerle dolu bir ambiyansa şahitlik ediyordu. Resepsiyondaki görevliler dur durak bilmeksizin çalışıyor, garsonlar şık giyimli hizmet melekleri gibi ortalıkta cirit atıyordu. Asansördeki düğmelerin çokluğu otelin büyüklüğünü fark edip afallamama sebep olmuştu. İçerisinde yüzlerce oda olduğundan ve bir o kadar çalışanın buradan ekmek yediğinden hiç şüphem kalmamıştı. Ne olduğunu bile anlamadan kolumdan tutup rengarenk detaylarla dolu bir odaya çekiştirildim. Artık gerçekleri söyleme zamanıydı. Ben buraya sadece arkadaşımı bulmak için gelmiştim ve herhangi bir şirket tarafından gönderilmemiştim. "Hanımefendi bir yanlışlık oldu sanırım. Ben..." "Sen hemen hazırlanmaya koyuluyorsun. Geç bile kaldın." Beni dinlemiyor kafasındaki plan her neyse onu harekete geçirmek için çırpınıp duruyordu. "Ama sandığınız gibi değil!" demeye kalmadan beni kolumdan çekiştirerek kulise yönlendirdi ve esmer, sıska bir kıza, "Ne yapacağını biliyorsun, acele et!" diyerek emirvari konuştu. Kendimi saniyeler sonra makyaj masasında anlam veremediğim bir halde bulmuştum. Etraf tuhaf kostüm ve elbiselerle doluydu. Kelebek kanatları takmış 10 kişilik kız grubu kaş altından beni süzüp basit egzersizlerle şovuna hazırlık yapmaya çalışıyordu. Kendimi bir anda hiç hayal edemediğim bir ortamda, tanımadığım insanların arasında bulmuştum ve şu halimle peynir ararken kapana kısılmış zavallı bir fındık faresinden farksızdım. "Lütfen beni dinleyin!" "Ah hayır! Çeneni kapatmazsan makyajını yapamam ki! Uslu dur ve sadece söylediklerimi yap." "Ama sandığınız gibi değil. Aradığınız kişi ben değilim." "Aşağıya bak kirpiklerini boyamamız gerek!" İşi bittiğinde simli, pembe ruju taşırarak ince dudaklarıma sürdü ve serzenişlerimi zerre kadar dikkate almadan yeniden işine konsantre oldu. Bir anda saçlarıma arkadan yapışan bir başka elle neye uğradığımı şaşırdım. "Heyyyy! Onlar benim, ne yaptığını sanıyorsun?" Umursamadan hızlıca saçlarımı tararken, "Neyse ki temiz görünüyorlar. 10 dakikaya istediğimiz saç modeline kavuşuruz." dedi. Anlaşılan kimsenin beni dinlemeye hevesi yoktu. Sesimi çıkarmadan büyük bir itaatle çenemi kapadım ve bu saçma durumdan beni kurtarması için yaratıcıya dua ettim. Yüzümdeki süslü makyaj bitmiş, saç tutamlarım tepeden dağınık bir topuz haline getirilmişti. Öyle ki sıkılığından beynimdeki tüm ince damarların gerildiğini, saç köklerimin her an elimde kalacakmış gibi söküleceğini hissettim. "İşte oldu!" sözünü duyduğumda bu işkencenin daha fazla devam etmeyeceğini düşünüp "Tanrıya şükür!" diye mırıldandım. Sevinmekte acele ettiğimi anlamam sadece bir dakikamı almıştı. Beni kulise alıp o tuhaf beyaz giysiyi giydirdikleri an aklımı kaçırmama ramak kaldığından emindim. "Bu şey daaaar!" diye bağırdım. Kızlar huzursuzca yanıma gelip içine sığmakta zorlandığım elbisenin arkasındaki ipleri alttan başlayarak sertçe birleştirdiler. Her hamlede irkiliyor, ciğerlerime nefes alacak kadar bile mesafe bırakamıyordum. Elbise patlamak üzereydi ve ben artık o dar şeyin içinde hareket bile edemiyordum. "Allah'ım al beni yanına kurtulayım." "Şşşşş. Çok iyi oldu. Gevezelik etme de şu ayakkabıları giy." Sivri topuklu ayakkabıları istemesem de önüme bırakıp giymemi beklediler. Ayakkabıları giydiğimde esas işkencenin ayaklarıma yapılacağından habersizdim. Sanki topuklarıma iki çivi geçirmişlerdi ve ben çaresizce üzerinde yürümek için çırpınıyordum. "Gitmek istiyorum. Ben sandığınız kişi değilim." Esmer kız, gözlerini devirip saçlarını yolar gibi çekiştirdi. "Aklını kaybetmiş olmalısın. Gösteri nerdeyse başlamak üzere. Vazgeçmek için şu dakikayı mı bekledin? Eğer bir saçmalık yaparsan yüklü miktarda tazminat ödemekten kurtulamazsın." Hayretle gözlerimi kocaman açtım. "Tazminat mı?" İkisi birden dudaklarını alayla kıvırıp başını onaylar gibi salladı. "Ne sandın. Bu işler kolay mı? Şimdi uslu bir kız ol ve sana söylenileni yap!" "A-ama ben ne yapacağımı dahi bilmiyorum." Esmer bıkkınlıkla, "Of bu kızları kim işe alıyor bilmiyorum ki!" diye söylendi. Bir anlık boşluklarından yararlanarak her şeyi göze alıp çıkışa doğru koşmaya başladım. Şaşkınlık içinde arkamdan öylece bakakaldılar. İçimden kendi kendimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Benden bekledikleri şey her neyse yapamayacağım ayan beyan ortadaydı ve her şeyi daha da berbat etmeden buradan çıkıp gitmek en iyisiydi. Aceleyle klasik dönemeçli merdivenleri hızla indim. Sağıma soluma bakıp şapşal bir şekilde çıkışı bulmaya çalışıyordum. Allah'ın belası otel bu kadar karışık olmak zorunda mıydı? Başımın üzerinde parıldayıp duran beyaz avizelerle iyice afalladım. Ayağımdaki topuklular parmaklarımın su toplamasına, belimdeki korse ise bağırsaklarımın ve midemin ağzımdan çakacak kadar sıkışmasına sebep oldu. "Hadi ama! Açlık oyunları oynamıyoruz. Ah Melis neredesin?" "Demek buradasın." Bu beni kapıdaki güvenlikten kurtarıp daha beterine gönderen kırmızı kafalı kadından başkası değildi. "Bir yanlışlık..." demeye kalmadan kolumdan tuttuğu gibi merdivenin altındaki kapıya yöneltti. Karşımda sarı saçları joleyle şekillendirilmiş, metroseksüel tarzda genç bir adamla karşılaştım. "Ah sonunda gelebildiniz. Neredeyse şov berbat olacaktı." Başımı aşağı eğdiğimde tam altımda bir sahne olduğunu genç sarışın bir adamın harika bir melodiyle keman çaldığını fark ettim. Kendi etrafında dönüyor, artistik hareketlerle karşısındaki seyirciyi heyecan dalgasına sürüklüyordu. Takım elbisesinin şıklığı daha ilk anda gözlerimi cazibeye sürüklemişti. Bu muhteşem görüntü, bu özgüvenli duruş gerçek miydi? Jöleli adam kolumdan tutup, etrafı yıldız şeklindeki minik ampullerle süslenmiş salıncağa doğru yönlendirdi. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Fakat içimden bir ses durumun vehametinin git gide arttığını söylüyordu. Saniyeler sonra "Şimdi!" talimatıyla kendimi zeminden oldukça yüksek bir yerde salınıp sahneye doğru süzülürken buldum. Kemanın ritmine kapılıp kendinden geçen sarışın adam sahnedeki şovunu daha da hızlandırırken çığlıklarım seyircinin heyecan dolu haykırışlarına karıştı. Yıldızsaçanlar ve yıldız şeklindeki konfetiler nabzımızı her geçen dakika daha da zapt edilemez boyutlara taşıyordu. Üzerimdeki beyaz elbisenin kuyruğu sahnenin metrelerce altına inecek kadar uzundu ve derin sırt dekoltesi her salınma hareketimle küçük meltemlerin istilasına uğruyordu. Korkudan yaşaran gözlerim bu tuhaf gösteriyi soft makyajımı bozarak çoktan mahvetmiş olmalıydı ki, "İnmek istiyorum!" haykırışım kimsenin umurunda bile değildi. "Allah'ım kurtar beni. Ölmek istemiyorum!" diye bir kez daha bağırdım ve bu bağırışım sahnenin üzerinde coşkuyla keman çalıp şarkı söyleyen adamı bile duraksatmıştı. İpler ummadığım bir anda beni yıldızlı salıncaktan seyircinin olduğu koltuklara doğru savurdu ve akla zarar bir hızla onların üzerinde dönüp elbisenin kuyruğuna dokunma arzularına direndim. Onlar, "Müthiş gösteri, muhteşem prens!" diye haykırırken onca ani hareketin bir neticesi olarak midemdekilerin bir kısmını zavallı insanların üzerine boşaltmıştım. Birkaç "Iyyy!" sesi duysam da artık elimden bir şey gelmezdi. Sahneye yaklaştığımda dansçıların ve assolistin bakışlarından bir şeylerin ters gittiğini sezdiklerini anladım. Fakat artık çok geçti. Ne yaparsam yapayım zamanı geri alıp bu rezilliği engelleyemezdim. Sonunda popomu kaskatı yapan o salıncağın tahta çıtası altımdan kaydı ve bir anda kendimi sarışın adamın üzerinde buldum. Çok sert düşmüş hem kendi başımı hem de onun gövdesini sert zemine çakılmaktan kurtaramamıştım. İnsanların hayret dolu bakışları eşliğinde üst üste öylece kalakaldık. Tanrı aşkına başıma bundan daha kötü ne gelebilirdi ki? İç sesim hafızamdaki bazı yaşanmışlıkları gözlerimin önüne düşürürken, "Özür dilerim Tanrım haklısın." diye mırıldandım. Altımda birkaç inleme duyduğumda korkudan gömleğinin yakasını deli gibi kavradığımı henüz fark etmiştim. "Şunu keser misin?" Başımı kaldırıp, mavi gözlerin sahibine mahcubiyetle baktım. Gözlerindeki lacivert halkalar bakışlarını daha da dayanılmaz kılmıştı. Kemikli yüzü, açık tenini tamamlamış; göğüs kafesi ve belimi kavrayan ince parmakları bedenime demir parmaklıkları andıran etten bir duvar olmuştu. Biz yaşadığımız anın sarsıntısıyla şoktan şoka girerken insanlar halimize kahkahalarla gülüyor, bu korkunç geceyi benim için daha da dayanılmaz yapmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ve perde kapandı. Hayat benim için nelere gebeydi ben de bilmiyordum. Şimdi ne olacaktı? Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayınız. ☺️💫 |
0% |