Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm: Kimsin Sen Be!

@syildiz_koc

2. BÖLÜM: KİMSİN SEN BE!


Yıllar önce


Bir insanın tüm hayatı 24 saat içinde değişir miydi? Değişirdi. Efsun, o gün hayatının en büyük darbesini babasının kaybıyla yaşamıştı. Çocuk kalbi Kerim Bey'in öldüğü o anı asla unutamıyor gözleri hasret kaldığı uykunun bedeninde bıraktığı acı lezzeti arıyordu. Saatlerce annesi olduğuna inanmak istemediği o kadının karşısında ağlayıp bağırmış, kendisine verilen hiçbir yiyeceği yemek istememişti. Açtı fakat açlık kalbindeki sancının yanında hiçbir şey değildi.


Kalbi acıyordu. Acı hislerini ortaya koymada öyle yetersiz öyle basit bir kelime gibi kalıyordu ki teninden kopan et canıyla birlikte ruhunu da söküp almıştı. Boğazına dizilen çiviler artık yangıya dönüşmüş, sesi duygularını kelimelere dökecek kadar bile çıkmaz olmuştu.


Ucuz bir pansiyonda geçirmişlerdi geceyi. Annesinin tüm konuşma çabalarını bertaraf edip yüz çevirmişti. Babasını düşünüyor, kollarında kana bulanmış bir halde duran oyuncak ayıyı unutamıyordu. Annesinin kendisine hazırladığı yatağa yatmayıp beton zemine başını kollarının arasına alarak oturdu. Gözleri annesindeydi. Hâlâ babasının yerine koymaya çalıştığı adamı baba olarak kabul etmeyi reddediyordu.


Kadın yanındaki adama her yaklaştığında içine çöreklenen nefret ve öfkenin zapt edilemez boyutlara vardığını hissediyordu. Annesini o kan gününden önce her şeye rağmen sevmişti. Babasıyla çok sık kavga ettiklerini göre bile annesine duyduğu sevgiyi muhafaza etmeye çalışmıştı. Peki şimdi yüreğindeki gamın ve nefretin izlerini nasıl silecekti? Nasıl unutacaktı o manzarayı? Babasından başkasına nasıl baba diyecekti? Yapamazdı Efsun, Kerim Bey onun babasıydı ve kimse babasının yerine geçemezdi.


Kerim Bey'e verdiği değer kalbine sığamayacak kadar büyüktü. Annesi neden onu sevmeyi, olduğu gibi kabul etmeyi reddediyordu? Babası bu kadar sevecen ve tatlıyken annesi neden bu koca yürekli adama yüz çevirmişti ki? Her şeyin sebebi bu adam mıydı? Yanındaki esmer adam için mi bunca şeyi yapmış babasını öldürmüştü? Bu adam şimdi babasının yerine mi geçecekti? Haksızlıktı bu! Efsun'un zaten bir babası vardı. O annesi çok istese bile ikinci bir babayı istemiyor, Kerim Bey'in ilelebet yanında kalmasını istiyordu. Annesi var ya da yok, Efsun'un yanı babasının yanıydı.


Efsun kendisini getirdikleri ucuz pansiyona baktı. Karşılıklı dört odadan oluşan sade bir yerdi. Odada büyük bir yatak, küçük bir dolap ve yemek için kullanılacak ahşap bir masada başka bir şey yoktu. Kör ışık nefret ettiği yüzleri aydınlatıyor yüreğine sığmayan kini iyice ayyuka çıkarıyordu. Yerdeki kilime her baktığında o asfalt yoldaki kanı görüyor, desenlerinde babasının acısını okuyordu. Şimdi Bobi kim bilir neredeydi? Hâlâ babasının yanında olabilir miydi? Onu koruyup kollar mıydı? Efsun'u Kerim Bey'den ayırmışlardı, hiç değilse ayıcığı babasının yanında kalsaydı. Belki yeniden kavuşana kadar ona teselli verir, gözyaşını silerdi.


Gözleri odanın duvarlarında dolaşırken o yabancı adam onu sessizce izliyordu. Bakışlarında gördüğü merhamet kırıntıları midesini bulandırmıştı. Onun yüzünü aklından silmek istedi. Sırf daha yakışıklı olduğu için annesi bu adamı nasıl kabul ederdi.


"Bebeğim ne olur anla bizi! Sen benim kızımsın ve benimle kalmalısın. Senin baban Cemal, onu unutmak zorundasın. Artık birlikte yeni bir hayat kuracağız. Sen, ben ve Cemal...Onu da seveceksin, onunla çok daha keyifli zaman geçireceksin! Lütfen kızım bana öyle nefretle bakma. Böyle olmasını istemedim." Efsun kendisine içirmek için uğraştığı çorbayı elinin tersiyle itip annesinin üzerine döktü. Bu davranışı kendisine babalık yapacak olan adamı da kızdırmıştı.


Efsun, gözlerinden akan yaşlara düşman kesilmiş içindeki acıyı ve öfkeyi perdelediğini düşündüğü için onlara bile kin kusmuştu. Küçük kız, iri mavi gözlerini daha da büyüterek haykırdı. "Senden nefret ediyorum. Babamı öldürdün sen! Beni ondan ayırdın! Sen çok kötü bir annesin!" Annesi onunla konuşmanın yersiz olduğunu anladı. Sesini son perdesine kadar kullanan küçük kız boğazını acıtan son sözlerini sıraladıktan sonra kesik kesik ağlayarak kendisini tuvalete kapattı.


Sabaha kadar dil döktükleri halde minik kızı oradan çıkarmaya güç yetiremediler. Sonunda vakit gelmişti. Efsun'u da alıp gözden uzak bir yerde yeniden hayata tutunmaya karar verdiler. Bu ölüm onların da arzu ettiği bir durum değildi; fakat Kerim Bey'in karşı koyuşunu bertaraf etmenin başka bir yolu kalmamıştı.


Adam Nuh demiş peygamber de demiş fakat kızı veririm dememişti. Kızından ayrılmayı göze alamayan genç kadın diretse de çıkan hengamede sevdiği adamı kararan vicdanına tercih ederek kocasını tek el kurşunla yere sermişti. Asfaltın kırmızıya boyanması içini acıtsa da o saatten sonra yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Onun gözünde evliliği kangren olmuş bir kol gibiydi ve o müdahale etmese bile er ya da geç yok olacaktı. Yapılabilecek en doğru şey hastalık tüm vücuda yayılmadan kesip atmaktı. Aşkı zapt etmeye güç yetmiyordu. Tam da bu sebepten evliliğini bitirmeli ve sevdiği adama kavuşup kızıyla ve aşkıyla mutlu bir hayat kurmalıydı. Efsun ancak böyle bir ailede mutlu bir çocuk olarak büyüyebilirdi.


Sabah ilk iş sevdiği adamın yardımıyla tuvalet kapısını açıp küçük kızı uyandırmadan oradan çıkardılar. Tüm ısrarlarına rağmen Efsun kahvaltı etmeyi reddetmişti. Ağlamaktan helak olan küçük kızı sürükler gibi otogara götürdüler. Çevreleri seyyar satıcılarla doluydu. Yılbaşı günü olduğundan etraf enfes bir şekilde süslenmişti. Efsun bu gidişe dayanamıyor her an babasının çıkıp gelmesini istiyordu. Bakışları pembe bir oyuncak ayıda oyalandı. Çok güzeldi. Tıpkı babasının son günlerinde kendisine aldığı Bobi'ye benziyordu. Babasının kanıyla allara boyanan Bobi'ye...


Minik kız annesinin uzattığı poğaçalara yüz çevirip başını eğdi. Gitmek istemiyordu. Bu şehirde babasının kokusu vardı. Hatay'ı terk etmek babasını terk etmek gibiydi. Küçük yüreği bu kadarına artık tahammül edemezdi. Nergis Hanım, elindeki poğaçayı ikiye böldü ve Efsun'a uzattı. Küçük kız kin dolu bakışlarını annesinin kahverengi gözlerine dikti. Bu kadarcık nefret bile anne yüreğini alevler içine düşürmeye yetmişti.


Daha fazla oyalanmadan kızın elini tutup binecekleri otobüse yöneldiler. Nergis Hanım'ın artık tek isteği hep hayalini kurduğu mutlu yuvaya sahip olmaktı. Efsun da zamanla alışacaktı. Kerim Bey'i unutacak ve annesiyle birlikte yeni hayatlarına uyum sağlayacaktı.


Önce ona sevimli bir oda yapacaklardı. Eşsiz masal kitapları ve birbirinden güzel oyuncaklar alacaktı. Ona çok sevdiği elmalı tarttan yapacaktı. Ne zaman küsse gönlünü bu şekilde alırdı Nergis Hanım. O da uzun süre o güzel tarçın kokusuna dayanamaz ve affederdi. Çocuk kalbi zamanla acısını unutacaktı. Ve eskisinden çok daha iyi olacaklardı.


Kendisine ayırdığı koltuğa sevgilisi ve kızıyla birlikte yerleştiler. Küçük kız camdaki buğuyu parmak uçlarıyla dağıtıp dışarda koşuşturan insanları izlemeye başladı. Nergis Hanım ve sevgilisi, iç çekerek onun hüzünlü gözlerine baktı. Etrafı kolaçan ediyor bir terslik olmasından deli gibi korkuyorlardı. Araç hareket etmeye başlayınca birbirlerine korkuyla karışık bir tebessüm edip biletlerini gösterdiler. Araç sonunda otogardan çıkmış yavaş yavaş şehrin uzak bölgelerine yönelmişti. Ne zamana kadar kaçacaklarını bilmiyorlardı. Polis enselerinde bitmeden ülkeden çıkabilecekler miydi?


"Çevirme var galiba!"


"Hay Allah, polis kimlik kontrolü yapıyor."


Sesleri duyan genç kadın korku dolu gözlerle sevgilisine baktı. Sevgilisinin mavi gözleri hüzünle buğulandı. Küçük kız da bir terslik olduğunu anlamıştı. Genç bir memur, tek tek yolcuların kimliğini kontrol etmeye başladı. Sıra kendisine geldiğinde Nergis Hanım yolun sonuna geldiğini anlamıştı. Sevdiği adama son kez baktı. Cemal başını reddeder gibi salladı. Dakikalar sonra olan olmuştu. Nergis Hanım kimlik kontrolünün ardından iki kadın polisle birlikte onlarca kişinin gözünün önünde polis arabasına kelepçelerle bindirilmişti.


"Seni bırakmayacağım Nergis. Oradan çıkman için her şeyi yapacağım. Ne olur dayan!"


Efsun, elini tuttuğu polis memuruyla birlikte annesinin ardından nemli gözlerle baktı. Araçların yanıp sönen ışıkları küçük kızı daha da sinmeye mecbur etmişti. Kelepçelerin şıngırtısından ürküp araca sırtını döndü. Şimdi siren seslerinden ürküp göz pınarlarından küçük çiğ damlaları dökme sırası gelmişti.


Annesinin babasının yerine tercih ettiği adam ona dokunmak üzere yaklaştığında yüzünü çevirip polis memuruna sımsıkı sarıldı. Annesine öyle öfkeliydi ki ardından bakarken ona acıma hissini bile duymuyordu. O, en çok babası için üzülüyordu. Şu saatten sonra istese de annesiyle eskisi gibi olamazdı. Nergis Hanım babasını üzmüştü. Hem de çok üzmüştü. Yanındaki kötü adam yüzünden ona hiç acımadan kıymıştı. Öyle birini Efsun asla sevemezdi. Kötü adamlar ve kötü kadınlar er ya da geç masallarda cezasını bulurdu. Mutluluk sadece iyilere yâr olan özel bir şeydi. Yine öyle olmuştu. Kötüler yaptıklarının bedelini ödemişti.


Küçük kız, tutuklanan adamın arkasından öfkeyle baktı. Annesine âşık olduğunu söyleyen bu kötü adam nedendir bilinmez yaptığı tüm aksiliklere susmuş ve ona şefkatle yaklaşmaktan vazgeçememişti. Kolunda kelepçelerle araca bindirilirken hüzünlü gözlerle Efsun'a bakmıştı. Mavi gözlerindeki korku ve merhamet Efsun'un taş kesen kalbini asla yumuşatmaya yetmemişti. Araç tamamen uzaklaşana kadar küçük kızı hasretle izlemiş ve gözlerini bir an olsun onun yüzünden ayırmamıştı.


***


Günümüz


Hayat karşımıza bazen öyle şeyler çıkarırdı ki tesadüflerin peşinde doğruyu ve yanlışı ayırt etmeksizin savrulur dururduk. Ben yaşanan güzel çirkin her şeyin arkasında bir hikmet olduğunu düşünüyordum. Hayatım kodesten bu şık otele doğru yol alırken ipler çoktan benim elimden çıkmıştı. Zincirleme kaza gibi zincirleme tesadüfler yaşıyordum ve bu sefer sanırım sakarlığımla sert kayaya çarpmıştım.


Kendimi çok mutsuz bir o kadar da utanç dolu hissediyordum. Melis'in bana yazdığı mesajı umursamamış, bir aptal gibi peşine düşmüştüm. Ne olduğunu bile anlayamadan o tuhaf insanlar asla ait olmadığımı düşündüğüm görkemli ışıkların altına düşmeme sebep olmuştu ve ben Efsun Dumanlı daha iki ayağımın üzerinde bile zor yürürken bir anda sahne yıldızı olup çıkmıştım. Ne yıldız ama!


Aman Allah'ım, birkaç dakika önce yaşananlar gerçek miydi yoksa ben bir rüya görmüştüm de haberim mi yoktu? Aynanın karşısına geçip kendime küçük bir şaplak attım. Yo hayır, Kahretsin! Hala aynı yerdeyim. Kestane rengi saçlarımın bir tutamını çekiştirip kâbusun beni terk etmesini bekledim, ama kâbus beni çok sevmiş olacak ki yakamı bir türlü bırakmıyordu. Etrafıma baktığımda o renkli kulis, aynı çarpıcılığıyla tam kadro karşımdaydı.


Sahneye o mavi gözlü koca devin tam üzerine düştüğümde beynimin tüm şartalleri atmış olmalıydı, aksi taktirde bu kadar aptallaşmış olmam görülmüş şey değildi. Sarışın adamın kollarından ayrılır ayrılmaz ayağa kalkmış ve onun öfke dolu bakışlarından kurtulmak için hemen kelebeklerin arkasındaki çıkışa yönelmeye çalışmıştım. İnsanların kahkahaları dur durak bilmeksizin devam ederken dev, "Tutun şunu!" diye emir verip kaçabileceğim tüm noktaları tıkadı. Önce sahne ışıkları söndü ardından perde büyük bir hızla kapandı. Sanırım gösteri büyük bir rezaletle bitmişti ve bunun tek sebebi bendim. Benim aptallıklarım her şeyi altüst etmişti.


"Ben bir şey yapmadım. Size bir yanlışlık olduğunu söylemiştim. Bırakın!" Elbette bağırmalarımı kimse duymak istememişti. Beni kollarımdan tutup El-Kaide militanı gibi yaka paça zapt etmeye çalıştılar. Yine kimseye derdimi anlatamıyordum. Devin gözleri kan saçan bir öfkeyle üzerimde oyalandı. Elbisenin kuyruğu birkaç yerden yırtılmıştı. Makyajım akmış, gözlerim bozulan rimelimle birlikte simsiyah kesmişti. Kırmızı perdeyi yırtıp "Kurtarın beni!" diye bağırıp yardım isteyeceğim esnada kolumu saran çiçekli gömleği olan bir adam ağzımı kocaman elleriyle tıkadı.


"Sussan iyi olur tatlış! Konuşabilecek durumda olduğunu sanmıyorum." Alevler saçan mavi bakışlar huysuzca kocaman açtığım gözlerime zehir akıttı. Beni baştan aşağı süzdüğünde içimdeki yangın da çoğalıp beni küle çeviriyordu.


"Kızı hemen kulise götürün. Bakalım bu işin arkasında kim var?"


Etrafımı saran smokinli adamlar beni sürüklercesine arka kapıdan kulise doğru götürmeye başladılar. Beyaz elbisenin uzun kuyruğu yerde toza kire dair ne varsa toplamış benle birlikte geliyordu. Topuklu ayakkabılarım çoktan çıkmıştı ve çıplak ayakla akıl hastanesine kapatılmaya çalışılan bir divaneden hiçbir farkım yoktu. Birkaç kez debelensem de çaresizce boyun eğmek zorunda kaldım ve ağzıma kapanan ellerle çığlıklarım bastırılmaya devam etti.


"Benden ne istiyorsunuz? Durun!" demeye kalmadan kendimi yüzüstü yere kapaklanmış bir şekilde bu süslü odada buldum. "Allah'ım sana geliyorum! Bu Efsun kulun neden her gittiği yerde başını belaya sokuyor ki?" Etrafıma baktım. Çeşit çeşit ışıklar, makyaj fırçaları, far paletleri her yerdeydi. Tüllü, püsküllü şallar, kostümlerle birlikte yan yana dizilmişti ve ben etrafımdaki onlarca sandalyeye yüz çevirip yere iki büklüm serilmeyi tercih etmiştim. Her tarafın aynalarla bezenmiş olması halimdeki vahşeti her an gözüme oya oya işliyordu.


Televizyonda dinlediğim doktorun dediğini yapıp nefes egzersizleriyle heyecanımı dizginlemeye çalıştım. Yoksa kalbim ürkek tavşanların kalbi gibi cırt diye ortadan ikiye ayrılacaktı ve ben oğlumu bulamadan kendimi tahtalı köy dinlenme tesislerinde bulacaktım. Duyulacağımı ummadan, "Kimse yok mu? Çıkarın beni buradan!" diye deli gibi bağırdım. Ne gelen vardı ne de giden. Karnım acıkmıştı ve yiyecek bir şeyler bulmazsam midemden çıkacak gurultular aşağıdaki curcunayı mumla aratacak türden olacaktı.


Sandalyenin altındaki çikolatalı gofreti görünce mutluluktan bir lokmacık kalan aklımın da benden uçup gittiğini hissettim. Hemen uzanıp aldım, hatta almak bir yana avını kıskıvrak yakalayan vahşi aslan gibi üzerine çullandım. Çikolata dudaklarımla buluştuğunda içinde bulunduğum zor duruma bile gülecek kadar mutlu olmuştum. Dudaklarımı yalayıp her zaman yaptığım gibi kendimle konuşmaya başladım. Benim gibi açların psikoloğa gidecek parası olmadığından kendi kendileriyle konuşarak bir nevi terapi yapmaları akışkanlık haline gelirdi ve bundan hiçbirimiz gocunmazdık.


"Bak sevgili ayna. Ben çok akıllı biri sayılmam ama buraya gelip beceremediğim halde şov yapacak kadar da şapşal değilim. Evet başımı belaya sokmak konusunda Master yaptım ama bu sefer suç benden çok çevremdekilerdeydi. Ben mi dedim onlara beni sahneye çıkarın diye, hayır. O zaman niye suçlu ben oluyorum? Kabul etmiyorum efendim. Suçlu tamamen o karşımdaki yumuşak adamla mavi gözlü dev. Sevgili evren perileri. Size emrediyorum verdiğim mesajı alın ve onları parça pinçik edin. Ben..."


"Bu kız deli galiba. Görüyorsun değil mi Güney, önce gösteriyi mahvetti, şimdi de deli taklidi yaparak aklımızla dalga geçiyor." Başımı çevirdiğimde mavi gözlü devle bir kez daha göz göze geldim. Öfkeli bakışları yaydan fırlayan ok gibi içime saplanıp kaldı. Kollarını birbirine kavuşturmuş, öfkeyle karışık bir hayretle beni bakışlarına maruz bırakıyordu.


Ben aynayı bir kenara bırakıp süklüm püklüm yerden kalkarken üzerime doğru ağır ağır yaklaştı. "Yeter artık oyun bitti. Bana aşağıda yaptığın tüm o saçmalıkların hesabını vereceksin."


Gururlu bir edayla "Benim kimseye verecek hesabım yok." diye bağırdım. Bu kadar üzerime gelmeye hiç ama hiç hakları yoktu ve belli ki sesimi çıkarmazsam çok daha ileri gitmekten çekinmeyeceklerdi. Yanıma gelip kolumu sıkıca tuttu ve beni masaya doğru hafifçe eğdi. Sözlerim öfkeli gözlerinde alevler çakmasına sebep olmuştu. Korksam da belli etmeyip mağrur bakışlarımı ondan ayırmadan karşılık verdim.


"Bana bak mavi gözlü dev! Bana böyle kaba davranamazsın. Beni buraya turuncu kafalı kadın getirdi ve şu arkandaki çiçekli böcekli giyinen adam da zorla sahneye itti. Onlara defalarca aradıkları kişinin ben olmadığımı söyledim ama kimse beni dinlemedi."


Ellerini sertçe itip arkamı döndüm. Kolumu çekip bakışlarının odağından ayrılmama izin vermedi. Dudaklarını üst dişlerine geçirip çenesindeki tüm kasları sıktı. Öyle ki tüm dişlerinin porselen gibi döküleceğini düşünmeye bile başlamıştım.


"Bak sevimli kız. Seni gösteriyi mahvetmek için kim gönderdi bilmiyorum ama iyi numara. Böyle saf, masum kız ayaklarıyla beni kandıramazsın. İçeride emek verdiğimiz her şeyi darmadağın ettin ve şu an pişkin pişkin bana meydan okuyorsun. Karşındakinin kim olduğunu bilmiyorsun sen. Böyle her şeyi mahvedip çekip gidemezsin. Seni polise vermemi istemiyorsan bana arkandakilerin isimlerini ver ben de beyefendilik çizgimi bozmadan seni evine kadar bırakayım."


Belimi onu iterek doğrulttum ve alev saçan gözlerimi esirgemeden onu yakasından çekiştirip aynı ayarda öfke kustum. Duvara yapıştırıp racon kesme işlerini benden daha iyi bilecek değildi ya! Göz gözeydik, öyle ki lacivert harelerinde boğulduğumu, dipsiz mavi bir kuyuya düştüğümü hissettim.


"Neden anlamak istemiyorsunuz, beni kimse göndermedi diyorum. Buraya arkadaşım Melis'i görmek için geldim. Her şey kazayla oldu. Önce güvenlik görevlileri beni içeri almak istemedi, sonra o turuncu kafalı kadın beni iki şaşkın kızın yanına götürdü. Kaçıp gitmek istedim fakat kendimi zoraki sahnede buldum. Beni salıncakla iten de yanınızdaki arkadaşınızın ta kendisiydi." Mavi gözlü dev sarı saçlarına tuhaf renkler eklemiş olan arkadaşına baktı ve sonra huzursuzca burun kemerini sıktı. Beyaz metalik gömleği ve siyah artistik pantolonuyla tam bir stardı. Öyle ki aurası ve ışıkları biraz önceki rezilliği bana çoktan unutturmuştu.


"Kızın söyledikleri doğru mu Kıvanç?" Çiçekli gömleğinin düğmeleriyle oynayan adam gergince tısladı. Belli ki kabağın kendi başına patlamasına razı olamıyordu.


"Kızı öyle hazırlanmış görünce aradığımız dansçının o olduğunu sandım. Onu gösteri için bana getiren Pelin'den başkası değildi. Nerden bilebilirdim?" Güney, eliyle alaylı bir alkış tutturup kapının önünde tırnaklarını kemirmekte olan turuncu kafalı kadına hırslı bir bakış attı.


"Bravo size. Bir çuval inciri berbat ettiniz." Bayan turuncu, itiraz etmek için ağzını açsa da Starımızın tepkisinden çekinip vazgeçti. "İkiniz de atıldınız. Kendinize yeni bir patron bulun."


"Ama efendim. Biz..." Mora çalan yüzüyle kızıl kraliçe neredeyse öfke ve utançtan yerinde tepinmeye başlayacaktı. Buradaki herkes hatalara karşı neden bu kadar tahammülsüzdü ki?


Mavi gözlü dev, kalçasını duvara yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi. "Hiçbir şey duymak istemiyorum. Kıvanç tazminatını almadan önce kızı evine bırak." Hızla önüne geçip başımı reddeder gibi salladım. "Olmaaaaz!" Tüm gözler merakla üzerime çevrildi.


"Ben kendim giderim." diye kestirip attım. Cebimde beş kuruş param yoktu, fakat fakir ama gururlu genç kız modundan asla çıkmazdım. "Saat geç oldu hanımefendi. Madem suç bizde bırakın da hatamızı telafi edelim." Dudaklarımı muzırca birbirine bastırıp, "İstemez!" diye yineledim. Saçımı sağ elimin ucuyla savururken dudaklarımı onu aşağılayarak yukarı doğru kıvırdım. "Yeterince yardımcı oldunuz zaten. Hıh!" Mavi gözlü dev öfkeyle yumruklarını sıkarken bez çantamı alıp üstümdeki tuhaf elbiseyle dışarı çıktım. Üzerimi değiştirmek için kıyafetlerimi aramış ama ne hikmetse bıraktığım yerde bir türlü bulamamıştım.


"Hay aksi şeytan! Neden tüm sıkıntılar bugün beni buluyor? İlk fırsatta kendime kurşun döktürmeliyim. Hep o çirkef Hasibe'nin gözleri değiyor bana. Kıskanç kadın, beni çekemedi gitti."


"Hâlâ kendi kendine konuşuyor olamazsın değil mi?"


Arkamı dönüp bana bakan sarışın adamın ürpertici duruşuyla sendeledim. "Kendi kendime şarkı mırıldanıyordum ve emin olun sizden çok daha iyi söylüyorum." Alayla, "Ben de öyle düşünmüştüm zaten!" diye geveledi. Bez çantayı kafasına atmamak için içimdeki çirkefle ciddi bir mücadele veriyordum ve evet sesim ondan çok daha iyiydi.


Adımlarım lüks merdivende epey oyalandı. Her bir basamak yanlardan özel kokulu mumlarla süslenmişti. Aynalar ve tablolar otele çok daha mistik bir hava katıyordu. Antika müzik aletleri konuklar tarafında epey ilgiyle karşılanmış olsa da üzerimdeki tuhaf giysi ve dağınık saçlarımla bu ortamın nezih atmosferine kendimi bir türlü yakıştıramıyordum.


Hızlı adım seslerini duymaya kalmadan belimi saran bir çift elle neye uğradığımı şaşırdım. Bakışlarım mavi gözlerdeki lacivert pırıltıları bulduğunda "Hey!" diye bağırdım. Kulaklarından kavak yelleri esen adam etrafı huzursuzca kolaçan etti. Lacivert hareleri beni gururumla birlikte çoktan biçip un ufak etmişti.


"Nereye gittiğini sanıyorsun? Dışarda korkunç bir basın ordusu soru yağmuruna tutmak için seni bekliyor. Bence bu gece daha fazla rezillik çıkarmamalısın. Performansını ilerleyen günlere sakla!" Öfke şakaklarımdan taşıp yorgun gözlerimden gözlerine lav gibi püskürdü. "Bak bayım. Bu sersem yere gelmek benim hatam olabilir ama o sahneye beni iten şapşal elemanlarınızdan başkası değildi." Kolumu ondan kurtarıp dişlerimin arasından, "Şimdi!" diye tısladım. "Başımı daha fazla belaya sokmadan yakamdan düşseniz iyi edersiniz."


Gözlerinde anlam veremediğim bir şaşkınlık vardı. Öyle ki bakışlarını kollayan herkes beni değil de başında antenleri olan yeşil bir uzaylıyı dikizlediğini düşünürdü. Benden bir adım uzaklaşıp, "Artık kör olduğundan şüphelenmeye başladım. Karşında kim olduğunun farkında mısın yoksa ilgimi çekmek için rol mü yapıyorsun?" Onu baştan aşağı süzdüm ve kaşımın birini kaldırıp, "Karşımda kibirli bir pos-star bozuntusundan başka bir şey görmüyorum. Yoksa siz daha farklı bir şey mi düşünüyordunuz?" dedim. Verdiğim tepki daha da öfkelenmesine sebep oldu. Sanırım bana arabasını çizip kaçan o yumurcaklardan biriymişim gibi bakıyordu ve evet böyle muamele görmek hiç de hoşuma gitmemişti.


"Küstahsınız bayan. Karşınızda dünyaca ünlü bir yıldız olduğunu göremeyecek kadar da körsünüz. Ben Güney Tunç Atasoy'um ve benimle konuşurken haddinizi bilmenizi tavsiye ederim."


"Ne ne ne?" diye alayla dudaklarımı kıvırdım. "Ünlü bir yıldız olmanız umurumda bile değil. İnsanları küçük görme zavallılığından vazgeçmediğiniz sürece asla saygı duyduğum biri olamayacaksınız." Çıplak ayaklarımı defalarca yere vurarak, "Buradan defolup gitmenizi rica ediyorum sayın pop-star. Böylece ben de sizin cafcaflı hayatınızdan kurtulup evime gidebilirim." diye bağırdım. Acaba haykırışım onun umurunda mıydı?


Adem elması gözüme cirit ata gibi inip kalktı. Onu yutkundurmayı ve haddini bildirmeyi başarmıştım. Bu artistlerin en büyük sorunu sahne dışında da artistlik yapmak oluyordu ve ben böylelerine pabuç bırakmazdım. Güney Tunç Atasoy yani eşsiz yıldızımız mavi gözlü dev beni imza kuyruklarında onu kucaklamak için çıldıran ergenlerden biri zannediyordu ve hayır ben asla öyle biri olamazdım. Onun için sahneye atlayıp şapşal şapşal ağlamak ve çığlık çığlığa Güney diye bağırmak da hiç bana göre değildi. Asla tişörtüme adını ve fotoğrafını bastırmayacak, saçma posterlerini odasına yapıştırıp öpmeden uyumayan şaşkınlar gibi olmayacaktım.


Yeniden çıkışa yöneldiğimde ters bakışlarımı umursamadan kolumu tuttu. "Böyle gidemezsiniz. Bu kıyafetlerle dışarı çıkmanız iyi olmaz." Ellerimi iki yana açıp inatla, "Ne varmış kıyafetimde?" diye bağırdım. Kollarını süperman kostümündeki şişme cüsselere benzettiğim göğsüne buluşturdu bakışları beni lazer ışını gibi baştan aşağı taradı.


"Tımarhane kaçkını gibi görünüyorsunuz. Sizi yakalayıp akıl hastanesine atmak isteyecekler. Ayrıca dışarısı soğuk ve bu kıyafetler sizi ısıtacak yeterlilikte değil." Hıh diyerek bozulan saçımı elimin tersiyle omuzlarımın üzerinden ittim. Ona kabadayı gibi yan yan bakıp burnunun ucuna değecek kadar parmak uçlarımda yükseldim.


"Gözlerim yaşardı. İyiliğinizi nasıl öderim ben şimdi?" Gözlerini devirip kendi gerçekliğimle yüzleşmemi sabırla bekledi. Aynaya baktığımda hiç de haksız olmadığını anladım. Eteğin kuyruğu toz içindeydi ve takıldığı yerler yırtılıp zarar görmesine sebep olmuştu. Beyaz elbise oldukça kirliydi ve dışardaki havaya uyamayacak kadar ince bir görüntüsü vardı. Bulamaç haline getirdiğim makyajıma manas destanı yazılabilirdi. Elbette ki gururum bu rezilliği yaşamayı ondan yardım dilemeye tercih edecekti. Neden her şey bu kadar kötü olmak zorundaydı?


Umursamazca ön kapıya yöneldiğimde, "Demek gazeteciler tarafından rahatsız edilmek umurunuzda değil." diye sayıkladı. Tırnaklarının ucunu tuhaf bir gururla incelerken, kendisinden yana bir tercihte bulunacağıma neredeyse emindi.


"Hıh!" deyip diğer çakışa yöneldim. Peşimden gelip bir taksiye bile binmeden yollarda yalın ayak yürüyüşümü görmemesi için Allah'a dua ediyordum. Bence bu günkü macera kotamı çoktan doldurmuştum ve bir rezilliği daha kaldıracak durumum yoktu.


Çevremdeki insanların tuhaf, iğreti bakışlarını umursamayarak caddedeki kaldırıma yöneldim. Şimdi en yakın durağı bulacak ve bu sinir bozucu yerden hemen uzaklaşacaktım. Bozulan topuzumdan firar edip önüme gelen saç tutamlarımı beceriksizce gerisin geriye ittim. Araç kornaları her iki adımda bir kulaklarımı yırtıyor, açılan camlardan sarkan sevimsiz suratlar içimi korkudan korkuya sürüklüyordu.


"Hey, gideceğin yere bırakalım güzelim." Sesin sahibi araçtan inip karşıma dikildiğinde alayla gülümsedim. O iştahla beni süzerken, ayağımı bacak arasının tam ortasına sertçe indirdim. "G** herif! Bir daha yalnız ve korkan bir kadına yaklaşırken iki kere düşünürsün."


Toparlanıp peşime düşmeden koşarak durağa geldim. Dakikalarca uygun otobüse beklemiş ama her geçen araçta hevesim kursağımda kalmıştı. Şimdi bu kılıkla onca insanın karşısına çıkmak ölümden beter geliyordu. Önümde duran siyah spor araba otobüs beklemekten kanlanan gözlerimin kadrajını istila etmişti. Cam usulca indirildiğinde gördüğüm yüz tenimin patlıcan gibi morarmasına sebep olmuştu. "Yine mi siz!"


Kendisini kare bir çerçeveye hapseden araç camından sarktı. "Hadi kızım delirtme beni. Bu günlük bu kadar macera yeter. Ayaklarında ayakkabıların bile olmadan İstanbul turu attın. Bırak inadı da bin şu araca. Sadece evine bırakacağım. Gazozuna ilaç atıp seni kötü emellerime alet etmek gibi bir niyetim yok! Başımı seninle daha fazla belaya sokmak istediği hiç sanmıyorum." Şuna bak! Özrü kabahatinden büyük dedikleri bu olsa gerekti! Bizi araç camlarından inceleyen insanları umursamadan ayağa kalktım, çıplak toz içindeki ayaklarımı ve sırılsıklam olan elbisemi umursamadan ellerimle belimi kavrayıp poz atmaktan çekinmedim.


"Neden size güveneyim? Kulisteki kaba davranışlarınızdan sonra sizce de bunu hakkediyor musunuz?" Çenesini baş parmağı ile işaret parmağı arasına yerleştirip, "Bir düşüneyim." diye vızıldadı. "Sanırım başka çaren yok. Bu yüzden bu araca binmen gerekiyor ve bu karanlıkta, bu saate, bu ücra durakta tek bir otobüs bile bulamazsın. Birazdan serseriler, kapkaççılar, kadın tüccarları damlar ve senin taksiye verecek paran olduğunu da hiç sanmıyorum."


Haklı olduğunu bilmek içimin ezilmesine sebep olmuştu. Ne yani Efsun, şimdi attığın tüm tripleri yutup öylece kös kös aracına binip sana zavallı gibi davranmasına izin mi vereceksin? Hiiiiiç sanmıyorum!


"Ben kendim giderim. Yardımına ihtiyacım yok." Onu görmezden gelerek hazırladığı tüm diyalogları kursağında bıraktım. Ben ayaklarıma taşlar bata bata kaldırımda yürürken o da lüks aracının içinde açtığı son ses müzikle beni itinayla delirtiyordu. Aynı hizada yürüyorduk. O yol kenarında aracının içindeydi ve kuruydu ben ise onun aksine kaldırımda çıplak ayak geziyordum ve sıçan gibi ıslaktım. O bir star gibi kasım kasım kasılırken ben neredeyse ayağıma camlar batmasın diye sirtaki yapacaktım. Of adaletin bu mu dünya şarkısı kulaklarımda çoktan çalmaya başlamıştı.


"Hâlâ burdayııııım!" Bakışlarım lüks aracının camına değse de sinsi tebessümünü asla umursamayacaktım. Elbette ona cevap dahi vermedim. Gerekirse eve kadar yalınayak yürürdüm fakat asla beni aracına almasına izi vermezdim. Gurur parayla değildi ya!


"Neden bu kadar inatçısınız hanımefendi. Sizi izleyip eğlenen insanlardan kurtulmak için bile yardımımı kabul edeceğinizi düşünmüştüm." Bedenimi doksan derece çevirip inatla yumruklarımı sıktım ve parmak boğumlarımdaki çıtırtının yağmurun şapırtısına karışmasına izin verdim.


"Eğer hemen beni takip etmeyi bırakmazsanız sapık var diye avazım çıktığı kadar bağırırım." Yüzü düştü. Gitmesinden delicesine korktuğum halde tanımadığım bu şehirde tek başıma adresini bilmediğim bir eve gitmeyi nasıl göze alacaktım? Hem de bu kılıkla!


"Peki hâlâ öyle olsun." dedi aracını hızlandırmak için hamle yaparken. Ne yani beni böylece bırakarak çekip gidecek miydi? Acaba teklifini kabul etmeli miydim? Araçtan inerken teşekkür babında bir kez daha trip atabilirdim. Araç yüzümün atan rengine aldırmadan gaza basıp benden uzaklaştı. Sanırım hapı yutmuştum. Umarım tek parça halinde eve gidebilirdim. Etrafın ıssızlaşması oldukça can alıcıydı. Ben yalnızlıktan korkardım. Hem de çok korkardım ve bu yağmur çakacak şimşeklerin de habercisiydi. Şimşek ise korkularımın içinde aslan payına sahip olan tek şeydi.


Epey yürümüş ve hâlâ binebileceğim bir araç bulamamıştım. Bir süre sonra ayaklarımın acısına dayanamayıp kaldırım kenarına oturdum ve şişen topuklarımı ovmaya başladım. Etrafımda dolaşan bazı erkekleri görünce bu tekinsiz yerden bir an önce gidebilmek için ayaklandım. Yürüyünce korkum biraz olsun azalıyordu.


"Ah!" Sanırım ayağıma oldukça keskin bir taş batmıştı. Kolumu kavrayan el korkumu katmerleştirmişti. Tam bağıracağım esnada iri bir el ağzımı soluğumu tamamen kesecek kadar güçlü bir şekilde kapattı. "Eğer süper güçlerin olsaydı inadınla dağları devirirdin." Ne yani gitmemiş miydi? Bu star bozuntusu beni korkutup kandırmış mıydı? Omuz silkip bakışlarımı kaçırdım. Soğuk hücrelerime kadar ürpermeme sebep olmuştu ve ben hâlâ şapşal gururumun lafını dinleyip inat üstüne inat ediyordum.


"Yanımdan hemen uzaklaş. Yoksa..."


"Tamam. Ama bir şartla." Dudaklarımı büzüp gözleri kıstım. "Neymiş o?"


Kollarını kavuşturup burun kemerini sıktı. "Seninle bir oyun oynayacağız. Eğer ben kazandırsam sesini çıkarmadan araca bineceksin, sen kazanırsan seni rahat bırakacağım." Henüz ne oynayacağımızı bile bilmiyordum. Bu durum ister istemez tedirgin olmama neden oluyordu. "Beni gafil avlamayacağın ne malum?"


"Ben dürüst bir sanatçıyım. Asla hile yapmam." Kabule yakın bir duruş sergilediğimi anlar anlamaz elini uzatıp sıkarak onay vermemi bekledi. Tereddütle de olsa dediğini yaptım. "Bana kibirli olduğumu, şöhretim sayesinde dikkat çektiğimi söylemiştin. Bu sözlerinin ne kadar haksız olduğunu sana kanıtlamak istiyorum. Arabasına yönelip içinden eski püskü bir palto çıkardı. Benim tuhaf bakışlarım arasında kırk tane yaması bulunan ayakkabıyı kutusundan çıkarıp ayaklarına geçirdi. Başına da oldukça kirli olduğunu fark ettiğim çirkin bir kasket taktı. Paltonun düğmelerini iliklediğinde bir sokak dilencisinden farksız görünüyordu.


"Ne yapmaya çalıştığınızı anlamıyorum." Kaşını kaldırarak meydan okuyan bakışlarını yorgunluktan bitap düşmüş gözlerime sakladı.


"Sana şöhretsiz de fark edilip insanları büyüleyebileceğimi göstermek istiyorum. Eğer 3 dakika içinde kemanımla çaldığım müzik insanları etrafıma toplarsa ve hatta bu tenha sokakta dans eden 3 kişi bulabilirsem oyunu ben kazanacağım. Bulamazsam istediğini yapmakta özgürsün."


Meraklı gözlerle etrafı inceledim. Şu durumda insanların tek derdi yağmurdan kaçıp evlerine geçerek biraz olsun dinlenmekti. Hiç kimsenin bir kaçığın peşine takılıp ıslanmayı göze alarak dans edeceğini sanmazdım. Bu hem iyiydi hem de kötü. İyiydi, çünkü kazanmak gururumu onun karşısında hiç olmadığı kadar okşayacaktı. Kötüydü çünkü kaybedersem dona dona kardan adam gibi oldukça uzak olduğunu bildiğim semte gitmek zorunda kalacaktım.


Kendimden emin bir şekilde, "Kabul." dedim. "Yenilgiye hazır olsanız iyi edersiniz." Dudaklarının kenarında meydan okuyan bir tebessüm peyda oldu. Kendine güveniyordu, fakat bu güveni her zaman iyi bir sonuç doğuramazdı değil mi?


Caddenin kenarına geçip kemanı omuzlarında yükseltti ve oldukça keyifli bir melodinin yaydan kurtulup kulaklarımıza ilişmesine izin verdi. 30 saniye kadar insanlar bu saatte yağmurun altında dinledikleri serenatın etkisine kapılıp hareketsiz kaldılar. Araçlar kornalara asılmayı bırakmış yağan yağmura aldırmadan camdan onu gözleyen insanlarla dolup taşmıştı. Kaçar gibi koşuşturan insanlar etrafımızı sarıp belirgin bir alkış tutturdu. Yaşlı bir kadın, "Aman amaaan!" diye bir nara kopartıp bastonunu kaldırımın kenarına atarak göbek atmaya koyuldu.


Çaldığı oyun havası genç delikanlıları da çekmiş yanlarındaki kızları bırakıp dans etmeye zorlamıştı. O yan yan bana bakarken pop-starımızı fareli köyün kavalcısına benzetmekten kurtulamadım. Annelerini merakla çekiştiren ikiz kız çocukları kalabalığı arttıran bir unsur olarak çoktan kaldırımda yerini almıştı. 2 dakika içinde heyecanlı kalabalık ortamda neşeli bir düğün alayı oluşturmuştu. Müzik öyle bir ritimle dalga dalga yayılıyordu ki bu tempoya kapılmamak imkânsız gibiydi. 3 dakikanın sonunda hedeflenen kişi sayısının çoktan üzerine çıkılmıştı ve ben söyleyecek tek bir söz dahi bulamıyordum.


Müziği sonlandırıp çevresinde alkış tutan insanları saygıyla selamladı. Ardından yanıma gelip, kulağıma eğildi ve "Sanırım kaybettin!" diye fısıldadı. Aracın kapısını açtığında kıyafetleriyle alakasız aracı bizi izleyen insanlarda soğuk duş etkisi yaratmıştı. Kimse bu tuhaf giysili delikanlının böylesi bir araca bineceğini tahmin etmezdi. Sesimi çıkarmadan araca bindim ve beni daha fazla mahcup etmemesi için bulunduğum köşede gözlerimi ondan olabildiğince kaçırdım. Keyfi zaferin ayak sesleriyle oldukça yerine gelmişti. Öyle ki otelde yaşadığımız rezilliği bile aklına getirmiyordu.


"Umarım bana yolu tarif etmeyi düşünüyorsundur. Yoksa sabaha kadar İstanbul turu yapacağız."


"Güngören"


Emniyet kemerini bağlayıp el frenini indirirken "Ne demek emrinizdeyim." dedi. Ona yenildiğime hâlâ inanamıyordum. Bu bir kâbus olmalıydı. Araç yolda son sürat giderken farkına bile varmadan kısa bir süre uykuya daldım. Omzuma dokunan el nefes nefese uyanmama sebep oldu. Aracın içinde bulunduğum koltuğa sinip korkulu gözlerle ona baktığımda hâlâ gerginlikle de olsa direksiyon hakimiyetini korumaya çalışıyordu.


"Sakin ol. Sadece ceketle üzerini örtmek istedim. Başka bir niyetim yoktu." Üzerimdeki cekete titrek gözlerle baktım ve kendimi dakikalarca sakinleşmek için zorladım. "Tamam, ben burada ineyim."


"Evine kadar bıraksaydım."


"Gerek yok."


"Emin misin?" Merakla kalkan kaşlarına cevabım kesindi. "Evet."


Aracı kenara çekip güven veren bir ses tonuyla, "Gece için üzgünüm." diye sayıkladı. Gözlerinde sözlerini doğrulayan o kırıntıları görünce mahcup bir şekilde dudaklarımı birbirine bastırdım. "Bende." Cebinden çıkardığı mendili bana uzattı. "Ayağın yaralanmış olmalı. Bunu bastır." Önemli bir şey olmadığını biliyordum ama yine de bu yaklaşımına karşı koyamadım. "Hı hı!"


Araçtan inip, kapıya yöneldim. Küçük, eski apartmana bir süre tuhaf tuhaf baktı. Sonra araç yoluna devam etmeden gitmeyeceğimi anladığında yeniden gaza asıldı. Her şeyin normale döndüğünden emin olunca kapıdaki tuşlardan adreste yazılı kata bastım ve "Kim o!" sesinin ardından kapı açıldı. O gün bir daha Güney Tunç Atasoy'u göreceğimi sanmıyordum. Kibirli ve ukala biri olduğunu duymuştum ve bunlar bile ondan uzak durmama yetmişti. Yanıldığımı anlamam ise uzun sürmemişti.


Loading...
0%