@syildiz_koc
|
Medya: Ellie Goulding ( Love me like you do)
Merhaba değerli dostlarım. Uzun bir aradan sonra ilk kez bölüm paylaştım. Okulun son haftaları gerçekten çok sıkıntılı oluyor. Sınav hazırlamak, yapmak, okumak,işlemek, sözlü notları, şökler ve daha neler neler! Bir de üstüne Hüsran'ın son okuması ve düzenlenmesi eklenince bayram misafirleriyle birlikte yüküm epey arttı. Sonunda yeniden düzenimizi oturtmayı başardık. Ara vermeyi sevmiyorum ama istemesek de mecbur kalıyoruz.
Bence tatlış, romantik bir bölüm oldu. İçime sindiğini söyleyebilirim. Umarım sizler de seversiniz. Bundan sonraki bölümler de şok hareketli olacak. Bakalım Efsun gerçeklerle baş edebilecek mi? Okuyan arkadaşlarımız yıldız atıp yorum yaparsa çok mutlu olurum. Sevgiyle kalın! ☺️🌟
Elimde bir çanta dolusu para vardı. Oyunumu açık etmemem için hayatımı istila eden bir kara yılan tarafından bana verilmişti. Bu beni Güney'den koparan oyunun belki de son rövanşıydı. Dün onu gördüm. Uzun zaman sonra ilk defa güzel deniz gözleri bakışlarımın odağındaydı. Sesinde bülbüller cıvıldadı. Ben özlediğimi sanıyordum. Meğer özlememişim. Özlemek kelimesi onu gördüğümde hissettiklerimi ifade etmede oldukça zayıftı. Belki de buraya beni bulmak için geldi. Belki de o yalanlara inanmadı, Zişan'ın ve patronlarının oyununu kabullenmedi. Yapamıyorum. Kabullenemiyorum hayatından çıkmayı. Onunla yüzleşeceğim.
Balkondan bulunduğum kahverengi apartmanın önüne gelen araca baktım. Onu tanımıştım. Bu Güney'di. Aracından çılgınlar gibi inip apartmanın zillerine basmaya başladı. Onu göremesem de ne yaptığını tahmin edebiliyordum. Adımın yazılı olduğu düğmeyi bulmaya çalışıyordu. Beni nasıl bulduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Adım adım peşine düşmüş ve kedi fare oyunumuzda sonunda bana ulaşmayı başarmıştı. Oraya gitmeseydim beni bulamazdı. Bulmasını istiyordum. Bu cesur hamlemin ölümüne sebep olabileceğini bildiğim halde bencilce onu istiyordum. Bir gün pişman olabileceğim fikrini yadımdan ayırmadan onu özlüyor, iç çekişlerle bana geleceği anı kolluyordum.
Çalan zil ensemde soğuk rüzgarlar esmesine sebep oldu. Kim bilir kaçıncı denemeden sonra bulabilmişti beni? Kim bilir her zilin ardından ne büyük bir hevesle sesimi duymayı beklemişti. Telefonu açıp onu aradım. Daha ilk çalışta sesini duymuş ve kalbimin onun tınısıyla nasıl sendelediğine bizzat şahit olmuştum.
"Efsun!" "Benim Güney." Sesindeki duygulu telaşı duyduğumda içimdeki çocukluğun sızladığını hissettim. "Neredeydin Efsun. Aylardır ne haldeyim biliyor musun? Neden? Neden?" Sustum. Ne diyeceğimi ona nasıl bir açıklama yapacağımı bilmiyordum. "Seninle buluşmak istiyorum. Tüm bunları o görüşmede konuşacağız." Yalandı. Onunla konuşacak bir şeyim yoktu. Hasret kaldığı adama sımsıkı sarılmak isteyen deli bir kalbim vardı ve onu zapt etmeye güç yetirmek imkansızdı.
"Tamam. Tamam Efsun. Nerde buluşacağız söyle! Artık bir dakika bile beklemeye tahammülüm kalmadı." Gözlerim onu göreceğim anın heyecanıyla nemlenirken "Accademia köprüsü!" Dedim bir anda. "Oraya gel."
"Ta-tamam. Geleceğim." Dedikten sonra kısa bir süre duraksadı. "Geleceksin değil mi? Beni kandırmıyorsun."
"Geleceğim." Ben sana ve oğluma kavuşmak için yaşıyorum. Ve gerekirse bu uğurda öleceğim. Cevap vermesini beklemeden hazırlandım. Beyaz sade bir elbise giymiştim. Saçlarıma doğal dalgalar atmış ve pembe pudra tonlarının olduğu hafif bir makyaj yapmıştım. Beni güzel görmesini istiyordum. Yanıma iki maske alıp bulduğum ilk taksiye bindim. Elimdeki kahverengi deriyle kaplı olan çantayı parmaklarımın arasında öğütür gibi sıktım. Su kanallarının varlığıyla cennete dönen o güzel iklimi içimde biriktirdiğim hasret duvarlarını yıkarak dolaştım.
Taksiden indiğimde ayaklarım çekingen bir şekilde beni köprünün bulunduğu yere götürdü. Bu gün olması gerekenden çok daha sakindi. Sebebini biliyordum. Bu gün Venedikliler için özel bir gündü. Maskelerini takıp çeşitli kostümler giyerek eğlendikleri karnavalları bu gündü. Etrafımızda maskeli onlarca insan vardı ve meydan kalabalıktı. İnsanlar köprü manzarası izlemek yerine karnavala katılıp eğlenmeyi tercih etmişti.
Elimdeki çantayla köprünün bir ucundan diğerine doğru yürümeye başladım. Beyaz giyinmişti. İpek teni o narin kumaşın içinde görmeye alışık olduğum güzelliğini içimdeki kasvete rağmen sergiliyordu. Gözleri üzerime düştüğünde burada olduğuna hâlâ inanmıyordum. Birbirimize yaklaşırken adımlarımız hızlandı. Ona sarılmak istiyordum. Bizi birbirimizden koparan herkese isyan eder gibi onda hayallerimi yaşamak istiyordum. Karşısında nefes nefese durduğumda mesafelerimi hiçe sayıp bana sımsıkı sarıldı. Parmak uçlarını saçlarımın dalgalarının arasında hissettim. Soluğu ensemdeydi. Başımı ipeksi gömleğimin altındaki tatlı ritme yasladım.
"Neden? Neden bu kadar geç? Neden beni yüzüstü bıraktın Efsun?" Bu hamlemin Zişan'ın planına uyumadığını bile bile ondan kopamıyordum. Telefonum çalıyordu. Kimin aradığını tahmin etmek hiç de zor değildi. Zavallı oyununa doğaçlama bir şeyler eklediğim için Zişan anakondası çıldırmış olmalıydı. Başımı göğsünden ayırmadan, "Gitmek zorundaydım Güney. Başka çarem yoktu." Diye sayıkladım. "Buna mecburdum."
"Bunları sonra konuşacağız. Bana vereceğin iyi bir hesabın olmak zorunda. Telafi etmemiz gereken çok fazla anı birikti." Dudaklarım hüzünlü bir tebessümle aralanırken gözlerim önümüzdeki lüks otel binasının tepesindeki keskin nişancı dikkatimi çekti. Zişan beni burada da yalnız bırakmayacaktı. Her şeyi düşünmüş ve bana gözdağı vermek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştı. Bedenimi Güney'in sıcak teninden ayırıp uzaklaştım. Parmak uçlarım ıslak bakışlarımı silmek için çabalarken duygusuz olmaya çalıştım. Elimdeki çantayı basit bir paçavra gibi Güney'e uzattım.
"Senden çaldığım paralar. Bunları al. Aramızdaki hesabın kapanmasını istiyorum." Güney önce gözlerime ardından da elimdeki deri çantaya baktı. "Sen neden bahsediyorsun?"
"Bundan işte! En başından beri peşime bu banknotlar için düşmüştün. Artık paralarına kavuştuğuna göre beni rahatsız etmen için bir sebep kalmadı." Güney aceleyle eline tutuşturduğum para çantasını parmaklarından çözüp zemine bıraktı. "Paralar umurumda bile değil. Sen bir şey çalmadın Efsun. Bize oynanan oyunu anlatmak için neyi bekliyorsun?" Sağ eli ürkek bir serçe gibi titreyen bedenimi hiçe sayıp saçlarıma uzandı. Bana dokunması neden bu kadar güzeldi? Herkesten kaçan ben en ufak bir dokunuşa bile dayanamazken neden Güney'i bu kadar kalbimde hissediyordum?
"Gitmek zorundasın? Yaşaman için birbirimizden uzak durmalıyız." Beni kollarımdan tutup kendine yaklaştırdı. "Hayır. Asla uzak durmayacağım. Bana her şeyi anlatacaksın. Zişan değil mi? O aşağılık kadın planladı her şeyi. Ensesinde biteceğimizi anladı seni bizden koparmaya çalışıyor. Bu şekilde günahlarını örteceğine inanıyor. Buna izin vermeyeceğim Efsun." Parmaklarım ağzını kapadı. Daha fazla bir şey söylemesine izin veremezdim.
"Arkadaki büyük otel binasında bir keskin nişancı var Güney. Seni benden almak için pusuya yattı. Yanlış bir hareketimde sana acımadan kıyacaklar. Buna dayanamıyorum. Ne olur hiçbir şey olmamış gibi çantayı alıp benden uzaklaş. Gözlerimin önünde sana kıymalarına dayanamam." Titrek bir sesle ona sokularak bir çırpıda söylediğim sözleri en ufak bir korku ibaresi göstermeden dinlemişti. Gözleri gerçeklerimin farkına vardı. Bunu söylememem gerekiyordu. Onun hayatı için bile olsa beni bırakmayacağını, korkup kaçmayacağını biliyordum. Bildiğim halde Güney'e yalan söyleyemiyordum. Tanıyordu beni! Para için bu kadar karektersizleşmeyeceğimden emindi. Belki de bu yüzden peşimden buralara kadar gelmişti.
"Seni bırakmam. Buradan birlikte gideceğiz." "Geri dönmeme izin vermezler!" dedim ağlamaklı bir sesle.
Onu kaybetme korkusunu iliklerime kadar hissediyordum. Karanlık her geçen dakika daha da artıyordu. Karnaval grubunun köprüye yaklaşmakta olduğunu gördüm. Aniden ışıklar söndü. Bir şehir tümüyle karanlığa gömüldü. Eğlence saati gelmişti. Grubun elindeki telefon farları ve mum ışıkları dışında hiçbir aydınlatma aracı bulunmuyordu. Yüzünü hayal meyal seçebiliyordum. Elimi tuttu. Kaçıp gitmek için bundan daha iyi bir fırsatı bulabileceğimi sanmıyordum.
Kalabalıktan geri sayım sesleri yükseldi. Sanırım yeniden ışıkları açmak için bu sayımı bitirmeleri gerekiyordu. Beni yönlendirmesine izin verdim. Artık anlamıştım. Sonunda öğüdüm olsa da peşinden gidecektim. Koşarak kalabalığa karıştık. Etrafımız rengarenk maskelerle ve kostümlerle doluydu. İnsanlar parmaklarını havaya kaldırıp geriye doğru sayarken elimdeki beyaz Venedik maskelerinden birini Güney'e uzattım. Ne düşündüğümü sezmişti. Konuşmadan birbirimizi anlamayı öğrenmiştik. Onca kaostan sonra güç bela aynı dili konuşmaya başlamıştık. Buz mavisi kabarık dalgalı saçları olan soytarı maskeli bir genç kız elindeki beyaz iki pelerini bize uzattı. Sanırım karnavala katıldığımızı düşünüyor ve karnaval giysilerini giyerek topluluğa uyumlu görünmemizi istiyordu. Bir an bile düşünmeden pelerinleri alıp üzerimize geçirdik. O keskin nişancının bizi diğerlerinden ayırması imkansızdı. İnsanlar ellerindeki çalgı aletleriyle dans edip hep bir ağızdan anlayamadığım şarkılar söylerken onlarla uyumlu görünmek için elimizden geleni yapıyorduk.
Kalabalıktan olmadığını anladığım bazı adamlar etrafımızda dört dönüyor insanları rahatsız ederek maskelerini indirmeye çalışıyordu. Zişan'ın adamları olduklarını sezmiştim. Bizi bulmadan buradan uzaklaşmalıydık. İnsanlar bizi bulmak için etrafımızda dört dönerken kaçmak için olabilecek en emin yere doğru gitmeye çalışıyorduk. Havai fişekler etrafın anlık bir şekilde aydınlanıp kararmasına sebep oluyordu ve bu şekilde gözden kaybolmak çok daha kolaydı.
El ele tutuşup pelerinin başlığını kafamıza geçirdik ve kıyafetlerimizi de aynı geniş kumaşla tamamen kapattık. Curcunayı fırsat bilip kalabalığın arasına dalarak Güney'in aracına doğru koşmaya başladık. Önümüzü görmemiz zordu ama bunu tam da şu an başarmak zorunda olduğumuzu seziyordum. İnsanlara çarparak kalabalığı yardık ve kısa sürede Güney'in lüks aracına ulaştık. Şoför koltuğuna geçti ve kemerini takmaya bile fırsat bulamadan gaza asıldı. Araç hareket eder etmez arkamızdan 2 el ateş edildiğini duydum. Bir çığlık dudaklarımda keskin bir yankı bırakarak firar etti.
"Eğil!" Güney'in sözünü dinleyip başımı kollarımın arasına aldım ve aracın izin verdiği ölçüde eğildim. Peşimizden koşmuş ama bize yetişmeyi başaramamışlardı. Silah sesleri durulduğunda başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapadım. Yanındaydım. Birlikteydik. Bu birlikteliğin nelere sebep olacağını bilemesem de verdiğim karardan mutluydum. Araç uzun bir mesafe kat etti. Geçen her dakika onlardan uzaklaştığımız için kendimi huzurlu hissediyordum.
Elimi tuttuğunda sıcak teni zihnimi esir alan düş uykusundan uyanmamı sağladı. "Rahatla artık! Onları geride bıraktık. Burada küçük bir işim var, sonrasında uçakla Türkiye'ye döneceğiz." Ülkemin adını duymak bile heyecandan nefesimin kesilmesine sebep oldu. "Şimdi nereye gidiyoruz?"
"Geceyi geçirmek için sakin bir yer bulmalıyız." Telefonu yeniden eline alıp bir numara çevirdi. "Onu buldum. Sana attığım konumda bir ev var. Oraya korumaları gönder. Etrafı tarayıp güvenliğinden emin olsunlar. Hata istemiyorum." Korku yüreğimi esir aldı. "Başını belaya soktum yine!" Hızını artırırken bıyık altından güldü. "Başım senden önce de hep beladaydı zaten. Bu ilk değil. Bana güzel bir yemek hazırlarsın anlaşırız." Bu sefer gülme sırası bendeydi. "Benim güzel bir yemek yapabildiğimi gören olmamıştır. Umarım zehirlenmezsin!" Kahkahalarla güldü. "Tamam! Sen eline koluna hakim ol ben yemekleri yaparım." Hep söylemişimdir. Bu Güney Zeki bir adam. Hi! Hi!
Gecenin gölgelediği güzel yüzüne baktım. Uzaktan Johnny Bravo'ya benziyordu galiba. Maşallah Nazar değmesin. Sarışın erkek sevmeyen beni bile değiştirmişti. Son hatun bükücü... Of yine içime o kasvet çöreklenip kalmıştı. Onunla yalnız olmak bana endişe veriyordu. Bu kadar özlem doluyken daha da ürkmekten kurtulamıyordum. Sonunda yollar tenhalaştı. Bungalov evlerin olduğu sakin bir semte geldik. Üşüdüğümü hissettim. Akşamları burası serin olabiliyordu. Olayların hararetiyle ince giyindiğimi hiç fark etmemiştim. Aracı otoparka bırakıp kapımı açtı. Birlikte eve yöneldik. Büyük kahverengi gösterişli bir kır evi gibiydi. Hava tatlı sertti. Şahane bir bahçesi vardı. Peyzaj mimarisinin en nadide örneklerini burada bulabilirdiniz.
Anahtarı çevirip girmem için yol gösterdi. Ben ortama göz gezdirirken o ilk olarak evi havalandırmak üzere pencerelere koştu. Çekingenliğimi gizlemeye çalışarak içeri girdim. Deli gibi açtım. Karnımdan kurtların uluma seslerini andıran tuhaf sesler çıkıyordu.
Küçük bir yemek masası, Amerikan tarzı mutfak ve yerde bol tüylü halı vardı. Kitaplığa bakma gereği duymadım çünkü dilini anlayamayacağını bildiğimden sadece içindeki resimleri inceleme imkanı elde edebilirdim. Güney masayı hazırlamaya girişirken ben de yemekleri tavaya koyup ısıtabileceğimi düşündüm. Buradaki ocaklar Türkiye'dekine hiç ama hiç benzemiyordu. Bazı düğmelerine basmaya çalıştım. Mümkün değildi. Bu lanet ocak çalışmamak için direniyor adeta bana meydan okuyordu.
"Sevgili ocak, lütfen bana biraz yardımcı ol! Her işi o yapıyor! Karizmamın daha fazla yerlere düşmemesi için şu yemeği ısıtmam gerekiyor. Tamam sen de haklısın. Biraz fazla yükleniyoruz. Daha tanışmadık bile ama..."
"Sen ocakla konuşuyor olamazsın değil mi?" Kaşımın birini kaldırıp beni yan yan süzen star bozuntusuna baktım. Bir elim belimde diğeri ocağın üzerinde omuzlarımı silkerek kendimden emin bir şekilde "Yooooo!" Dedim. Bu yalandı. Onsuz kaldığım günleri saymazsak kendimle uzun uzun konuşmuş kafamda kurduğum hayallerle beş dizi iki sinema filmi 6 kurgu yazacak kadar malzeme biriktirmiştim. Şapşallığı bir kenara bırakmalı ve kaçak göçeklikten kurtulamayan aşkıma yatırım yapmalıydım.
Yanıma gelip ocağı kurcalamaya başladı. Üzerine eğilmiş ameliyat yapar gibi ince ince zavallı aleti kurcalamaya başlamıştık. "Sanırım şu düğmeden çalışıyor." "Hayır ona daha önce basmıştım!"dedim telaşla. "O zaman şu!" "O da bir işe yaramıyor bay Ocak dahisi." "İşime karışma sakarlıklar kraliçesi." "Beni delirtme beceriksiz aquaman! Senin kasların bu ocağa işlemez."
Elimi hafifçe ittirip, "Biraz daha kurcalarsan ocağa nikah kıymamız gerekecek!" Bir kahkaha patlattım. Görmeyeli espri anlayışı gelişmişti. "Tamam olur. Sadıcınız ben olacağım. Beşi bir yerdeyle gelecem salona!" Bana tuhaf bir ucubeyi süzer gibi baktı. "Bence sevgili ellerini başka bir yere değdirmezsen ocak da ben de çok mutlu olacağız." Kulağına kadar yaklaşıp fısıldadım. "Siz ne zaman bu kadar samimi oldunuz?" Bu adam ne yapmamı bekliyordu? Güney'in metresi olacak değildim ya! Ocakla bir yastıkta kocayabilirdi, Ceyda'dan daha doğru bir tercih olduğunu söylememe gerek bile yoktu sanırım.
"Hıh sanırım oldu!" Demeye kalmadan küçük bir patlama sesi kendimizi ocaktan uzaklaştırmamıza sebep oldu. Gri bir bulut etrafımızı sarmıştı. Sanırım bizim cin lambadan değil ocaktan çıkıyordu. Duman dağılınca gözlerimi güç bela açıp Güney'e baktım. Onu görür görmez içimde patlayan kahkahayla ne yapacağımı şaşırmıştım. İşaret parmağımı ona doğrultup gülme krizine girdim. Bir anda yüzü çöl Bedevileri gibi kapkara kesilmişti. Parmak uçlarıyla yüzündeki her bir uzvu kontrol yokladı. Elindeki siyah lekeyi görünce kaşları çatıldı ve dudakları birbirine baskı yaptı.
"Bence dönüp aynaya bakmalısın. Benden daha vahim durumda olduğuna yemin edebilirim." Tencerenin metal yüzeyine eğildiğimde haklı olduğu gerçeğiyle sarsıldı. Diyarbakır karpuzu gibi kocaman açılan gözlerimle saf saf baktım. Ocak canımızı okumuştu. Büyük bir neşeyle yemekleri ısıtma görevinden vazgeçip o nefis parmesan peynirli pizzanın tadını çıkarmaya çalıştık. Çok lezzetliydi. İtalya bu pizza işini iyi kıvırıyordu ama benim gibi iflah olmaz ızgara hastasına pizza yetmezdi. Et oburdum galiba! Ne yiyip içsem ete merhaba demeden kursağımdan geçmezdi. Umarım Güney asla benle ıssız bir adaya düşmez. Onun adına iyi bir son çıkacağına asla ihtimal veremiyorum.
"Çocukken kurban bayramında babam nefis ızgaralar yapardı." Dedim dudağımın kenarından sarkan kaşar peynirini parmağımla içeri ittirirken. "Ben tepsi kebabını hepsine tercih ederdim. Nefis bir yemekten sonra beni omuzlarına alıp çarşıya götürürdü. En sevdiğim şeyleri alırdım. Birlikte Harbiye şelalelerine giderdik. Orada nefis bir kahve içer, bana da sıkma portakal suyu alırdı." Ellerimi yüzümdeki kocaman gülümsemeyle kucaklar gibi açıp "Çok güzeldi!" Diye sayıkladım. "O mekanda ayaklarımızın altından resmen şelaleler akıyordu. Ayağımı kürek gibi kullanıp babamı ıslatmaya çalışırdım. Hiç kızmazdı! Bana hiç vurduğunu bilmem. Yaramazlıklarıma bile neşeyle karşılık verir, benimle eğlenirdi."
Gülüşüm bir anda soldu. "Ondan sonra kimse yaramazlıklarıma gülüp sevgiyle karşılık vermedi." Yitiğinin acısı yine yüreğimi örselemeye başlamıştı. Ben bu yarayı ben yıl geçse de unutamazdım. Ben sadece babamı kaybetmemiştim. Sırdaşımı, en iyi dostumu da kaybetmiştim. Geçireceğim yılları hiçbir şey telafi edemezdi artık.
Güney'in beni hevesle dinleyen yüzüne bakıp dudaklarımı ısırdım. Ona söylediğim yalanları düşününce içim sızlıyordu. Sevdiğim adama bunca yalanı söylerken bir gün ortaya çıkacağını nasıl hesap edemedim? Aptaldım ben! Görüp görebileceği en aptal kadındım hem de! Adam star! Beni bir araştırsa yedi ceddimin şeceresini çıkarırdı ama ben hâlâ üçüncü sınıf aile kızı rolleri kesiyordum. Ona gerçekleri söylesem ne değişirdi? Beni ben olduğum için sever miydi?
"Neden sustun?"dedi mavi gözlerinin okunu yüreğime saplarken. Bana öyle şefkatli bakıyordu ki lacivert harelerini aşkla kucaklamak istiyordum. Neden kimsenin gözleri onun kadar iyileştirmiyordu beni? "Yok bir şey! O günleri özledim sanırım. Uzun zaman sonra babamdan bahsettiğim ilk kişisin. Melis'e bile anlatmıyordum bunları."
Sırtımı yasladığım koltuğun üzerindeki ayı şeklindeki pembe yastığı kollarımın arasına alıp hüzünle baktım. Ayıları sevmiyordum. Üzerine kan sıçrayan, gözü yaşlı bir çocuğu babasının katilinin kollarında hiçbir şey yapmadan izleyen ayılardan ise nefret ediyordum. Asfaltları sevmezdim. Kan kokulu zeminlerin hepsini yerinden söküp parçalamak isterdim. Bütün kaldırımlar biraz babam kokuyordu. Her eylül kalbimdeki evrende biraz ihanet tadıyordu. Kocasının katili olup çocuğunu babasız bırakan annelere kızardım hep. Bir gün onlardan biri olacağımı bu derde düşmeden önce bilmezdim. Belki de en çok bu yüzden kendimi sevemedim. Yakıştıramadım sevmelere. Sığamadım bu dünyaya.
Eli omzuma dokununca irkildim. "İyi misin?" Başımı salladım. "İyiyim. Hem de çok... Çok iyiyim." Yanından ayrılıp şaşkın, sarsak adımlarla kendimi lavaboya bıraktım. Elimi otomatik olarak algılayan musluğa eğilip yüzümü bir kez daha annemin bıraktığı tüm kirlerden arındırmak ister gibi hevesle yıkadım. "İyi olacaksın Efsun! Geçecek!" Saçlarımı düzeltip beyaz elbisenin kenarlarını çekiştirdim. Yeniden salona döndüğümde Güney bir telefon görüşmesi yapıyordu. "Tamam Ceyda. Şu an bunları konuşmanın ne yeri ne de zamanı!" Kısa bir sessizlik... "Beni sıkboğaz etmeye devam edersen sözleşmemizi yeniden gözden geçirmem gerekecek."
İşaret parmağımın boğumlarını dudağıma götürüp ısırdım. Şeytan yine vesveselere boğmaya başlamıştı. Buna inanmak istemiyordum. Onunla birlikteyken bana bu kadar yakın davranması kabullenemediğim bir şeydi. Beni fark ettiğinde yanındaki minderi işaret etti. Kontrollü görünmeye çalışarak yanına gittim. Kısa bir sessizliğin ardından "Ceyda!"dedi. Adını sevmiyordum. Adını Güney'in ağzından duymaktan ise nefret ediyordum. Güney'in adıyla yan yana duymak beni tımarhane kalkışına çevirebilirdi. Saçlarını geriye itip sıkıntılı bir nefes verdi. "Saçma sapan şeyler için arıyor. Apar topar gitmemden rahatsız olmuş. Konseri yarım bırakmışım falan!" Büyülenmiş gibi bana baktı. "Hiçbirinin önemi yok. Seni buldum ya!"
"Merak etmekte haklı bence. İlişki sorumluluk gerektirir. Sevgilisini merak etmiş olmalı." Gözlerindeki huzurlu ifade dağıldı. "O benim sevgilim değil. Sadece kariyer danışmanım. Bunu isteyerek kabul ettiğimi de kimse söyleyemez. İşine son vermem basit bir hatasına bakıyor." İçimin belirgin şekilde rahatladığını hissettim. Demek her şey yalandı. Sonra sevinmekte acele ettiğimi hatırladım. Bu kızın Güney'e hisler beslediğini anlamak hiç de zor değildi. Neden hâlâ yanında tutuyordu? Kimi kandırıyorlardı 'sadece iş ilişkisi geyiği' yaparak?
"Bir zamanlar sevgilindi." Dalga geçer gibi dudaklarımı kıvırdım. "Eski sevgilinle iş yapacak kadar profesyonel olman güzel."
"Efsuuun!" Yüzüme dokunmak istediğinde başımı onun değemeyeceği bir mesafeye çevirdim. Gerilmişti. Ama bu durumu önemsediğimi kimse söyleyemezdi. Beni seviyorsa bu iş ilişkisinden rahatsız olabileceğimi düşünmeliydi. "Sandığın gibi bir şey değil. Basit bir dayatmadan ibaret. Kısa bir sözleşmemiz var. Sonra hayatımızdan çekip gidecek. Onun bize zarar vermesine müsade etmem." Konuşmayı uzatmanın bir anlamı yoktu. Aramızdaki şey sahte bir oyundan ibaretti. Beni korumak için gazetecilere ve diğer herkese sevgilisi olduğumu söylemişti. Fakat dile gelmiş gerçek bir şey olduğunu söylemek güçtü. Ayağa kalkıp sırtımı ona dönerek "Uyumak istiyorum!"dedim. Karşımda öylece dikilirken onu ardımda bırakıp odaya girdim ve kendimi dolapta bulduğum çiçekli eşofman takımımla yatağa bıraktım.
Kalbimin kanatları vardı. Ayaklarımın üzerinde duramıyor sevgi kelebeği gibi uçuşup duruyordum. O telefon gerçekleri hatırlatıp sert bir şekilde zemine yuvarlanmama sebep oldu. Önümüzdeki engeller Zişan ve ardındakilerle sınırlı değildi. Yorgunluk ve uykusuzluk zihnimi uykuya hapsetti. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Ani bir titreme ve peşimden gelen demir sesi. Kulaklarım bana ihanet ediyor yine duymayı reddettiğim sesleri bana iletiyordu. "Sende bıraktığım izleri silemeyeceksin."
"Hayır... Hayır" diye sayıkladım. Bedenim felç geçirmişim gibi kaskatıydı. Şimşekler çakıyordu. Gökyüzü keskin bir kılıçla iki bölünür gibi gürültülü seslerle uğradığım haksızlığı haykırdı. "Beni asla unutamayacaksın. Hep bu günü hatırlayacaksın."
Hareket etmek ve bu kabustan uyanmak istedim.Olmuyordu. Sanki o pisliğin laneti kara bir ağ gibi tüm bedenimi sarmıştı. Simsiyah olan yüzünü üzerimde gördüğümde çığlık atmak istedim. Sesim çıkmıyordu. Elleri ağzımı kapattı. Siyah tırnakları yanaklarımda kağıt kesiğini andıran yırtıklar, izler bırakıyordu. Gözlerini gördüm. Gözlerime mıhlanmıştı. Nefesi korkutucuydu. Boynumda dolaşan salyaları midemi bulandırıyordu. Diş izleri korkutucu bir kurt köpeğinin bana saldırdığı hissiyle dolup taşmama sebep oldu. Kasıklarımda hissettiğim acıyla bir haykırış dudaklarımdan dalga dalga yayıldı.
"Hayııııır!" Bir yıldırım yakın sayılabilecek bir yere ardında korkunç bir gürültü bırakarak düştü. Yatağımdan fırlamış ve saniyeler içinde her şeyin korkunç bir rüya olduğunu anlamıştım. Odanın çıkışına doğru koştuğumda iri bir cüsseye çarpıp duraksadım. Bu çarpmanın etkisiyle yere düşecek kadar eğilmiş ama bedenim Güney'in müdahalesiyle yere kapaklanmaktan güç bela kurtulmuştu. Ondan uzaklaşmak için çırpındım, fakat beni durdurmaya çalışan ellerine direnemedim. "Hayır hayır hayır!"
"Sakin ol Efsun benim! Güney..." Beni durduran elleri gevşedi. Benden biraz daha uzun olan boyunun izin verdiği ölçüde başımı göğsüne yaslayıp sessiz sessiz ağladım. "Ben... Ben..."
Dudakları alnımda dolaştı. Korkularımdan biraz olsun uzaklaştığımı hissettim. Artık onun güvenli kollarındaydım. "Her şey geride kaldı. Artık seni incitemeyecekler. Kimse sana istemediğin bir şey yaptıramayacak." Dakikalarca öylece kaldık. Onun varlığı bana her şeyden daha iyi geliyordu. Yanındayken her şeyi unutuyordum. Beni kollarına alıp salondaki pencereye doğru ürkütmemeye çalışarak yürüdü. Sağ eli bacağımı eklem bölgesinden kavrarken sol eli belimi sarmıştı. Omzu başımı dik tutup yorgun zihnimi göğsüne yaslıyordu. Uyku mahmurluğuyla sesimi bile çıkaramadım.
Büyük bir cam kenarının önündeydik. Sırtını kanepeye yaslamıştı. Sessizdi. Ne düşündüğünü kestiremiyordum. Ona bir şey anlatmamıştım. Bana dair olan düşüncelerinin ne olduğunu merak ediyordum. Neden bana bir şey sormuyordu? Bu ilk kez olmuyordu. Tuhaf davranışlarım o hayatıma girdiğinden bu yana hep vardı. Neden bir tepkiyle karşılaşmıyordum?
"Acı çekiyorsun!" Sustum. Evet zihnimdeki o hatıra ile baş etmek çok güçtü. Acılarını dindirmek istiyorum. Seni kanatan her neyse bitirmek ve yepyeni bir sayfa açmak istiyorum."
"Bense her güne yeni bir sayfa açacağım vaadiyle uyanıyorum. Olmuyor! Bunu başarmak zor!" Çenemden tutup sinesine hapsolan yüzümü gözlerinin tam odağına çevirdi. "Ah Efsun. Neden gülerken bile bu kadar gözyaşı döküyorsun. İnsan acılarına nasıl gülüşlerine böylesine mahir bir şekilde hapseder? Gamzelerinden ne çok hatıra feryat ediyor bir bilsen!" Anlamıştı beni. Biliyordum yaralarımın ondan uzun süre gizli kalamayacağını. "Sana imreniyorum. Sen güldüğünde gözlerinin içi de gülüyor. Ben sustuklarımı kahkahalarımla gizliyorum." Gözlerinin dolduğunu fark ettiğimde bakışlarımı kaçırdım. Benim için ağlamasını istemiyordum. Ben kimsenin gülüşünü solduramazdım. Kendi feryatlarımı döktüğüm deryada boğulmaya çoktan alışmıştım.
"Benim gülüşlerim sensiz hep eksik!" Çenemi kavrayan parmağı dudaklarımı dudaklarına yaklaştırdığında titreyen ellerim çözüldü ve aramızdaki mesafeyi hatırlatır gibi göğüs kafesine lanetli bir paravan oldu. "Hazır değilim!" Sinesine sığınıp kalp atışlarının melodisine odaklandım. Kısa bir sessizlik oldu. Bana kırılıp kırılmadığını bilmiyordum. İstediğim tek şey anlaşılmaktı. Onca zaman bana dokunulmasına bile dayanamamış, her seferinde korkunç anılarla insanlardan uzaklaşmıştım. Bu yaşadıklarımdan sonra ilkti.
"Bana ilham veriyorsun. Eskiden şarkı yazmak için bir heves duymazdım. Şimdi dünyadaki tüm kağıtları seni anlatan cümlelere ayırmak istiyorum." Omzumdaki eline hassas bir şekilde dokundum. "Senin kağıtlara sığdıramadığını ben yüreğime nasıl sığdırırım?" Kafamdaki tüm düşüncelerden uzaklaşmak istedim. Yanımda olması öyle güzeldi ki bunu hiçbir şeyin bozmasına izin veremezdim. Şu Ceyda meselesinin zamanı gelecekti fakat bu günü sadece ikimize ayırmak istiyordum. Dizlerinde tatlı bir uykunun kollarına teslim oldum. Bulutların üzerinde gibiydim. Şehir gözümde tamamlanmış güzelliği ruhuma esmişti. Keşke oğluma kavuşmak için elimden bir şey gelseydi. Kendimi mutlu olurken bile suçlu hissediyordum. O benden uzaktayken nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdim?
Gözlerimi kapattım. İyi şeyler düşünmek istiyordum. Oğluma yakınlaşmış olmalıydım aksi takdirde Zişan ve sahiplerinin eli eteği bu kadar tutuşmazdı. Doğan gün bize umut vaat ediyordu. Bunu hissediyordum. Artık gerçeklere çok yakındım.
💫💫💫
Gözlerimi açtığımda yanımda yoktu. Üzerimde kareli pijamalarla öylece koltuğa uzanmış etrafı kolaçan ediyordum. Şimdi her şey çok daha netti. Güney ikimiz için nefis bir ev tercih etmişti. Yataktan kalkıp yüzümü yıkadım. Burada güvende olduğumuzdan emindim. Aksi takdirde Güney beni bir an olsun yalnız bırakmazdı. Üzerime kavuniçi renginde tatlı bir yaz elbisesi giydim. Sade şeylerden hoşlanıyordum. Burada kot pantolon tarzı şeyleri kadınların üzerinde pek görmezdim. Ciddi ve şık şeyler tercih ederlerdi. Rahatlık güzelliğin önüne geçemiyordu. Hem bakımlı ve hem de çekici görünmeye çalışıyorlar, saç kesim tarzlarında doğal gibi görünen ama saatlerce uğraşılan modelleri tercih ediyorlardı.
Makyaj malzemeleriyle gözleri ön plana çıkaran çekici tonları kullandım ve hoş bir parlatıcıyla tamamladım. Saçıma alnımda ince bir çizgi gibi görünen taç şeklinde örgü yaptım.
"Çok güzel görünüyorsun?" Artık allık kullanmama gerek kalmamıştı. Onun çapkın bakışları ve güzel iltifatları yüzümü kıpkırmızı yapmıştı. "Teşekkür ederim." Sıkılgan bir şekilde duraksadım. "Seni göremeyince şaşırdım." Arabasının anahtarını ve cüzdanını alırken, "Birkaç küçük işim vardı."dedi. "Şimdi kahvaltı yapmak için hazırım." Elimden tutup kapıyı kilitledi ve kendimizi dakikalar sonra Güney'in karizmatik aracında bulduk.
Bakışlarım dikiz aynalarına iliştiğinde yalnız olmadığımızı anladım. Güney bu sefer işi şansa bırakmayacaktı. Etrafımız onun adamlarıyla doluydu. Ellerindeki silahlarla tetikte bizi korumak için bekliyorlardı. İçeriyi havalandırma için camı yarıya kadar açtım. Rüzgâr Güney'in ipeksi saçlarına kısmen hareketlendirdi. Burada evlerin çoğu ahşap kalaslar üzerine inşa edilmişti. Ahşap suyla temas ettiğinde daha da sertleşip iyi bir yapı malzemesi oluyordu. Gondollar her yerdeydi. Delta ve deniz kulağını bu ülkede görmemek imkansız gibiydi.
Kahvaltı için ahşap otantik bir mekana girdik. Şömine ve gaz lambaları loş bir ambiyansa ev sahipliği yapıyordu. Pencereler dikdörtgen şeklindeydi fakat üst taraftaki kenarı iç bükey Şekilde oval iniyordu. Hafif bir yemek müziği çekilen sandalyelerin tok sesiyle bölünse de iştah açıcı tarzdaydı. Vitraylar pencerelerdeki camları süslüyor ve klasik tarzı ve Osmanlı mimarisini burada hissettiriyordu.
Oranın yerli halkından olmadığımız tarzımızdan ve konuşma biçimimizden hemen anlaşılıyordu. Karşılıklı masalara yerleşip ahşaptaki oymalı detayları incelemeye başladım. Dışarıda nefis bir manzara vardı. Dünkü eğlenceden olsa gerek insanlar evlerine çekilmiş biraz olsun dinlenip rahat bir uyku çekmenin keyfini yaşıyordu. Garson yanımıza geldiğinde Güney anlamadığım bir şeyler sipariş etti. Bana döndüğünde burada Venediklilerin tercih ettiği kahvaltılıklardan almak istediğimi söyledim.
Biz sohbetimizi koyulaştırmaya çalışırken siparişlerimiz de çoktan gelmişti. Buradaki insanlar genellikle kahvaltıda Kruvasan ve kahve tercih ediyordu. Ne yazık ki bunlar kahvaltı dediğimde aklıma gelecek en son şey bile değildi. Özgün havayı bozmamak için bana getirilen Çilekli ve çikolatalı Kruvasanların tadına baktım. Önüme porselen fincanda getirdikleri kahve nefis bir tada ve kokuya sahipti. Güney bana getirilen tabakla mutlu olmayacağımı anlamış olacak ki onun müdahalesiyle Türk işi kahvaltıyı da getirmeleri uzun sürmedi. Kahvemi yudumlayıp önüme bırakılan lezzetli peynirlerden, salamura zeytinlerden atıştırdım. Güzel yerler görmek tatlı anılar bıraksa da hiçbir yer insanın vatanı gibi olmuyordu.
Buradaki işlerimizi bitirip San Marco Meydanına ulaşana kadar direksiyon salladık. Meydana geldiğimde gördüğüm görsel şölen yıllar geçse de aklımdan gitmeyecek bir güzelliği içinde barındırıyordu. Meydanda Dükler Sarayı, Porta della Carta, Saat kulesi, Procuratie Vecchie, Procuratie Nove gibi yapılar yer alıyordu. Burası Avrupa'nın en güzel şenlik alanı olarak bilmiyordu. Etraftan gelen kahve kokusu ikimizi de oraya yönlendirdi. Güzel şeyler keşfediyorduk. Yeterince fotoğraf çekip dolaştığımızdan emin olunca kahvehanelerden birine gidip menüdeki en tercih edilen kahveyi sipariş ettik. Dışarda tatlı bir yağmur atıştırıyordu. Gondoldaki insanların telaşla koşuşturduğunu, su kanallarındaki heyecanlı dalgalanmaları uzaktan bir mutlulukla izledim. Bir an önce gondol kısmına geçmek için sabırsızlanıyordum. Burada yaklaşık iki ay kaldığım halde bu güzelliklerin hiçbirini görmek istememiş yalnızlığıma gömülüp matemlere bürünmüştüm. Şimdi yüz çevirdiğin tüm güzellikleri doyasıya yaşamak ve yaşadığım tüm acılarlardan soyutlanmak istiyordum.
Garson kız kahvelerimizi bıraktı. Bakışlarım kıskançlığımı haykırır gibi üzerinde dolaştı. Makyajı ve şıklığıyla harika görünüyordu. Buraya kadar bir sıkıntı yoktu elbette. Esas mesele Güney'e kendisini yiyecekmiş gibi bakmasıydı. Kahveden üst üste birkaç yudum alıp onun şımarık edalarla Güney'den imzalı fotoğraf istemesine tahammül ettim. Neyse ki yanında olmadığını söyleyip kızı nazik bir şekilde yerine yolcu edebilmişti. Bendeki kızgınlığı ve gerginliği fark etmesi de ne yazık ki uzun sürmemişti. Keşke daha özgüvenli bir kadın olabilseydim. O zaman onu kaybetmekten bu kadar korkmaz ve etrafındaki tüm kadınları birer rakip gibi görmezdim.
"Biraz gerginiz sanırım." Titreyen mimiklerimi örtbas edebilmek için şapşal şapşal gülümsedim. "Ha hay! Ben mi gerginmişim? Hiç de gergin falan değilim. Gayet mutlu ve mütebessim bir şekilde kahvemi yudumluyorum."
"Ben de öyle düşünmüştüm zaten." Kahvemi ağzımı yakabileceğimi düşünmeden kocaman bir yudumla bitirmeye kalktım. Ağzındaki tüm içeceği püskürtmemek için kendimle savaş vermekteydim. Yanmıştım ki ne yanma. Hem içim hem dışım cayır cayır yanıyordu. Gözlerimdeki nemi belli etmemeye çalışarak gülümsedim. Ağzının yandığını anlamadı, sakin ol Efsun. Bir budala gibi davranmaktan vazgeç! Her şey kontrol altında!
Bıyık altından gülerek kahvesinden bir yudum aldı. Bakışlarını önüne çevirdiğinde lav püskürten bir ejderha gibi ağzımı açıp içini dilimle ve çaktırmadan ellerimle yellendirmeye çalıştım. Bakışları bardağımda bir süre dolaştı. Kahvesini sevmişti sevmeye ama gözlerini benimkinden bir türlü ayırmıyordu. "Sanırım onu bayağı sevdin." Sinirli mimiklerimi zorlama bir tebessümle yerinden bir kez daha oynattım. " Evet!" Dedim dişlerimin arasından. Çene kaslarım sıkmaktan bitap düşmüştü.
"Çok sevdim. Hem de çok çok yani!" Beni onaylar gibi başını salladı. "Luwak kahvesi dünyaca ünlüdür. Diyabete iyi gelir. Pek çok hastalık için şifalı olduğu bile söyleniyor. Açıkçası senin onu tercih edeceğini pek düşünmemiştim." Kaşımın birini kaldırıp üç numaralı küçümser bakışımı attım. Atla deve değildi ya altı üstü bir kahveydi. Onu tercih etmemem için hiçbir sebebim yoktu. Esasen üzerinde düşünerek yaptığım bir seçim de değildi. Diğerlerine kıyasla ismi biraz daha kulağa ilginç geliyordu. Bu yüzden kendisi önce bardağımda ardından da midemde yerini almıştı.
"Ne güzel!" dedim biraz önceki keskin ifademi örtbas etmeye çalışır gibi. "Kahveler hakkında da epey bilgi sahibisin anlaşılan. Bu harika kahveyi neden seçmediğin de ayrı bir merak konusu oldu."
"Evet. Bir zararı olmadığı halde içim pek almıyor. Sonuçta misk kedilerinin dışkısındaki kahve çekirdeklerinden yapılıyor. İnsan bunları düşününce o kahve içmeyi pek düşünemiyor doğrusu." Duyduklarım karşısında soğuk terler boşaltmış ve içimde coşan kahveyi midemde zapt etmekte zorlanmıştım. Kedilerin dışkısındaki çekirdek mi? Iyak! bu adam ciddi olamazdı değil mi?
Sevgili yıldızlar umarım beni neden terk ettiğinize dair mantıklı bir açıklamanız vardır. Yokluğunuzda misk kedileri ile haşır neşir olup kakalı tuhaf kahveler içtim ve korkarım bu daha başıma geleceklerin yanında bir hiç. Güney yeşile çalan rengime gözlerini kısarak alık alık baktı. "İyi olduğundan eminsin değil mi?" Peçeteyi dudaklarıma bastırıp kocaman açılmış gözlerimle inledim. Biri bana bunun bir kabus olduğunu söylemeliydi. Hayır etrafta görünürde kamera da yoktu. Bu tuhaf kahveyi içmemin nasıl makul bir açıklaması olabilirdi?
Bu Venedikliler bula bula bu kahveyi mi bulmuştu? Peki ya ben koskoca listede neden en tiksinme hissi uyandıranını mideme indirmeyi tercih etmiştim? Sevgili şansım lütfen bana geri dön. Yokluğundan ne damak tadı kaldı ne mide kalitesi. "Bana kahvenin içeriğini bildiğini söyle!" Peçeteyi ağzımdan çekip genişçe gülümsedim. Sabah kahvaltımı üzerine boşaltmamak için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Ellerimle saçlarımı geriye itip fincanı tokuşturmak ister gibi ona yaklaştırdım.
"Ah tabii ki biliyorum. Bayılırım bu kahveye. Sabah akşam içsem bıkmam." Güney'in fındık burnunun ucuna kadar eğilip beğenmişim gibi komik sesler çıkardım. "Hımmmm hımm! Kokusu ayrı tadı ayrı harika. Allah o misk kedilerinden razı olsun. Bu kadar harika bir kahveyi bizlere kazandırları için onlara madalya bile takılsa yeridir. Hepsini şerefle selamlıyorum. Allah patilerine, anüslerine zeval vermesin." O tuhaf tuhaf bakarken dudaklarımı yalayıp dişlerimin arasından zorlama bir ifadeyle "Benim minik yavrucuklarım..."diye vızıldandım.
"Hah hah! Çok hoşsun. Bu kadar sevdiğini bilseydim senin için sipariş ederdim. Damak tadın ilginçmiş. Dünyanın en pahalı kahvelerinden biridir. Sanırım elde edilmesi biraz güç olduğu için çoğu insan adını bile bilmiyor." Keşke ben de bilmemiş olsaydım. Kediyi merak öldürürmüş. Ah be Efsun! İçseydin latteyi kurtarsaydın mideyi. Sana mı kaldı yeni şeyler denemek? Midemden gurultulu tuhaf sesler geliyordu. Önümüzdeki 100 yıl içinde bir daha kahve içmek isteyebileceğimi zannetmiyordum. Hatta kedi görsem sağıma soluma tükürecektim. Alacağınız olsun misk kedileri.
Ağzımdaki kahve tadı her geçen dakika kusma isteğimi daha da arttırıyordu. Gözümün önüne gelen kedi ve dışkı manzaraları başımın dönmesine içimin kalkmasına sebep oldu. Daha fazla dayanamayıp yeniden ağzıma peçeteyi tıkıştırdım ve birkaç inlemenin dışında bir şey söylemeden kendimi lavaboya attım. Dakikalar içinde midemdeki her şeyi boşaltmış ve o tuhaf şeyden kurtulduğum için mutlulukla cıvıldamıştım. Bir daha Türk kahvesinin dışında bir şey içersem iki olsun. Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı diye boşuna dememişler.
Ben bembeyaz olan suratımla lavabodan çıkarken Güney çoktan hesabı ödemiş ve beni bir sonraki durağımıza götürmek için hazır ola geçmişti. Birlikte meydanın yakınlarındaki su kanalına doğru yürümeye başladık. Etrafımızdaki adamlar bizleri rahatsız etmeyecek şekilde konumlanmıştı. Güney'le yalnız olmadığım için üzülsem de tehlikede olmadığını düşünmek bana kendimi iyi hissettirmişti.
Güney gondola önce kendisi bindi ve hemen ardından elini uzatıp binmeme yardım etti. Ahşap kahverengi tonlarında kocaman bir kayığı andırıyordu. Gondollu lunaparkta gördüğümü ve binmek için ne büyük bir heves duyduğumu hatırladım. Keşke güzel eğlencenin ardından önümdeki siyah peruklu yaşlı adamın kulağına kusmamış olsaydım. Bu sefer hata yok! Gerçekten eğlenceli olacaktı. Süslü deniz aracına yerleşip suyun ve harika tarihi binaların tadını çıkardık. Gözlerini benden ayırmıyordu. Gondolcu elindeki uzun küreğini kullanarak alışılagelmiş neşeli haliyle işine odaklanırken biz sallana sallana gondol sefası yapıyorduk. Yanımızdan geçen kanal taksileri oldukça ilgimizi çekmişti. Hava güneşli değildi. Şu sıralarda epey yağmur yağdığını bile söyleyebilirdim.
Ellerim kollarıma ilişti. Üşüdüğümü anlamıştı. Ceketini çıkarıp omuzlarımın üzerine bıraktı. İlerde nefis bir balık pazarı şimdiden görüş açımıza girmişti. Fotoğraflar çekilip bu güzel anları anılarıma kazandırmak istiyordum. Biraz daha iyi ışık yakalayabilmek için ayaklanmaya çalıştım. Dengemi kaybetmemek için uğraşıyordum ama benim gibi sakar birinin sakin kalması çoğu zaman mümkün olmuyordu. "Ah!"
"Bunu yapacağını biliyordum. Düşmene izin vereceğimi düşünmüyordun değil mi?" Beni saran kollarına duyarsız görünmeye çalışarak işime odaklandım. "Yüzme bilmiyorum. Bu gün şanslı günündesin. Ben düşüp ölürdüm sen de benden kurtulduğunla kalırdın. Bir baş belasından kurtulduğun için Allah'a teşekkür ederdin." Çarpık bir gülüşle beni biraz daha aşağı doğru sarkıttı.
"Haklısın. Bence senden kurtulmak için bu şansı geri tepmemeliyim." Gözlerimi kocaman açıp ciddi olup olmadığını kontrol etme ihtiyacı hissettim. "Demek gerçekten benden kurtulmak istiyorsun." Arka planda çalan müziği bastırmak ister gibi "Evet! Seni buradan atıp balıklara yem edeceğim." Acaba burada balık var mıydı? Eğer varsa benden onlara iyi bir ziyafet çıkacağını söylemek güçtü. Bir deri bir kemiktim. Zahmet ettiklerine bile değmezdim. Bana kuru kemçik diyen Hasibe'nin kulağı çınlasın.
"At beni! At da kurtulayım." Beni biraz daha aşağıya doğru sarkıttığında ciddiyeti konusunda nefesim kesilmişti. "Ciddi olamazsın değil mi?" Kahkahaları bir rüzgar gibi saçlarımın arasından esti. Kısa bir an bile olsa ciddi olduğunu düşünmek beni korkutmuştu. "Bunu asla yapmam! Seni inciten kim olursa olsun karşısında beni bulur. Buraya seni almak için geldim, sensiz gitmeye hiç niyetim yok."
Makineyi indirip gözlerinin derinliklerine baktım. Tüm odak noktamın Güney olmasını istiyordum. Güney'den önce Venedik anlamsız ve değersizdi benim için. Onun gelişiyle hayat canlanmış ve güzellikler gözlerimin perdesinde çiçekler açtırmıştı. Sessizce onunla yaşadığım bu anların kaderime işlenmesini bekledim. Rialto köprüsü bir nefes kadar yakınımıza düşüp aşıklar şehrinde sadece bizi izliyordu. Sallanıp duran gondol artık beni korkutmuyordu. Her düştüğümde beni düştüğüm yerden kaldıracak kişinin kim olduğunu anlamıştım. Güney asla kaybolmama, yitip gitmeme izin vermeyecekti.
Uzun bir gondol gezisinin sonunda kendimizi şık bir restorana atabilmiştik. Envai çeşit makarnadan pek çok farklı tadı denedim. Onunla zaman geçirmek harika bir duyguydu. Etrafımızda dolaşıp duran korumalarına rağmen dünyada sadece ikimiz varmışçasına heyecan vericiydi.
Akşam Türkiye'ye geri dönecektik. Güney yolculuk hazırlıklarına çoktan girişmişti. Elinde telefon sürekli talimatlar veriyor, her şeyin olması gerektiği gibi lüzumlu şekilde gerçekleşmesini istiyordu. Korkuyordum. Oradan ayrılışım ve ardımda bıraktığım yangın herkesin dilindeydi. İnsanlar sevgili olduğumuza inanmış ve beni Harun Bey ve Güney'i dolandırmakla suçlamıştı. Oraya döndüğümde cadı kazanının kaynayacağını ve muhabirlerin peşime düşüp hayatımı en ince ayrıntısına kadar araştıracağını biliyordum. Artık yalanlarımı dillendirmek eskisinden çok daha zor olacaktı.
Odamda son hazırlıklarımı tamamlıyordum. Eşyalarımı valize gelişi güzel yerleştirip dalgın dalgın pencereden Güney'i izlemeye başladım. Aramızda isimsiz pek çok şey yaşanmıştı. Ona er ya da geç gerçekleri söylemem gerekiyordu. Benim neler yaşadığımı bilmeli, yalanlarımı öğrenmeliydi. Aksi takdirde gerçekleri söylesem bile her şey için çok geç olacaktı.
"Toparlanmış görünüyorsun." Pencereye baktım. Yaklaşık 20 dakikadır aynı yere bakıyor olmama rağmen Güney'in odak noktamdan ayrıldığını görmemiştim. Başımı eğip benden bir cevap bekleyen gözlerine hüzünle baktım. "Bedensel olarak hazırım ama psikolojik açıdan pek hazır olduğumu sanmıyorum." Ne demek istediğimi anlamış gibi yüzüme dokundu. "Boşuna endişeleniyorsun. Böyle bir şeyin olmadığını zaten basın açıklamasında söylemiştim. Bizi birlikte gördüklerinde mesele kalmayacak. Aramızdaki yakınlık senin suçlu olmadığının delili kabul edilecek."
"Peki ya Harun Bey?" Güney güven verici bakışlarıyla ruhumdaki buzları eritti. "O sana güveniyor. Olanların bir açıklaması olduğundan emindi. Başına bir şey geldiğini düşünüp herkesi seferber etti. Amcam kötü biri değil." Değişen duyguları hayretten dudaklarımın titremesine sebep oldu. "Ondan hoşlanmadığını sanıyordum. Bir anda böyle değişmen şaşırtıcı."
"Gereksiz evham yapmışım. Bazen böyle kontrolsüz davranabiliyorum." Başımı sallayıp olayların kokusunun çıkacağı güne kadar sabretmeye karar verdim. Aniden aklıma bir şey gelmiş gibi irkildim. Ona kavuşmanın verdiği heyecan bana herkesi unutturmuştu. "Melis!"dedim telaşla. "Onlar nasıl? Levent'i tutuklamışlardı. Melis perişandı. O zor günlerinde yanında olamadım. Zişan onlara daha fazla zarar vermedi değil mi?"
"Hayır merak etme! İkisi de iyi." Bir nebze de olsa rahatlamıştım. Yüzümdeki aydınlanma dilinin düğümünü çözmüştü. "Levent'in masumiyeti ortaya çıktı. Adamı bulup konuşturduk. Harun amcam bu konuda elinden geleni ardına koymadı. İki hafta sonra mahkemesi var. Çıkmasına kesin gözüyle bakıyorlar."
"Peki ya Doruk!"dedim aceleyle. Burada sürekli onu düşünmüş, iyileşip diğer çocuklar gibi hayata dönmesi için hep dua etmiştim. O evdeki kötü deneyimime rağmen onu görmek için çılgınlar gibi istek duyuyordum. Gözleri önüme geldiğinde kalbimdeki kış yerini bahara bırakmıştı. Keşke aynı duygunun Güney'de de olduğunu söyleyebilseydim. Adını duyduğunda bile yüzü asıldı.
"Maalesef kapılar birbir yüzlerine kapanıyor. Hala uygun donör bulunamadı. Keşke bir çocukları daha olabilseydi. Kardeşler donör konusunda en fazla eşleşmeye sahip dilimi kapsıyor. Umut işte!"
Yüzüm düştü. Küçük bir çocuğun kaderi omuzlarıma tonlarca yükü bindirmişti. Onu tanımaktan korkuyordum. Çok seversem ve kaybedersem diye Doruk'a yaklaşmak istemiyordum. Ruhum ona çekilirken aklım "Ayak altında dolaşma. Bir kayba daha yüreğin yetmez" diyordu. Yetmiyordu da. Yine ne varsa aklımda vardı. Kereta uslanmaz çirkef yüreğime rağmen bana iyi hocalık yapıyordu. Sevdiği herkesi mezara gömmüştü bu sahipsiz ruh. Onlardan biri de Doruk olmamalıydı.
"2 hafta sonra lösemili çocuklar yararına büyük bir organizasyon düzenleyeceğiz. Daha önce de yapmak istemiştik ama sayende mahvolmuştu." Son sözünü söylerken yalancıktan bir kızgınlıkla kaşlarını çattı. O geceyi düşününce yine kızarmıştım. Omuzlarımı silkip sinsice gülümsedim. "Beni yine davet etmen büyük incelik. Ve elbette büyük cesaret!"
"Seni davet etmedim. Tam tersine uzak tutmaya çalışıyorum. Kolumu bacağımı kırmadan şarkımı söyleyip sahneden inmek istiyorum." Bir sinsi tebessüm de ondan gelmişti. "Bu sefer işi şansa bırakmayacağım. Hi Hi!" Dudaklarını ısırıp Eyvah der gibi iç çekti. "Dua etmeye başlamalıyım. Tek parça kalamayabilirim." Kıkırdamaları içime yapılan kötümserliği kısmen azaltsa da geçirmemişti. Aklım fikrim Doruk'taydı ve o iyileşmeden bana rahat yoktu. Bana selam veren aşk sarhoşu Kıvanç'la aynı uçağa binmiştim. Ve yol boyu kız arkadaşını anlata anlata bitirememişti. Onun bir kız arkadaşı vardı. Altını oya oya çizmeliydim. Kız arkadaş... Kıvanç'a neden kırıtarak konuştuğunu sorduğumda 7 ablanın içinde büyüdüğünü öğrenmiştim. Kırat'ın ya huyu ya suyu diye boşuna dememişlerdi. 7 ablanın içinde kendini kaybetmediğine şükretmek lazımdı. Herkes aynı tepkiyi vermese de bizimki ablalarından fena etkilenmişti. Bana olan yumuşak tutumu ise gözümden elbette kaçmamıştı.
Hava alanına iner inmez gördüğüm ilk kişi Ceyda oldu. Ve üzgünüm sevgili yıldızlar onu gördüğüme hiç sevinmemiştim. Güney'in yakınında olduğunu düşündükçe kafasını sarımsak döveceğiyle ezmek istiyordum. Gözümün önüne sarımsak tokmağı ve Ceyda geldiğinde kıkırdadım ve bir şapşal gibi görünmemek için kafamın üzerindeki düşünce balonunu patlattım. Bize evin yeterince konforlu olup olmadığını sordu. O dakika ocaktan bahis açıp bir işe yaramadığından yakındık. Dudaklarını öne doğru toplayıp kahkahalarla güldü. "Umarım oda ısıtıcısından bahsetmiyordunuzdur." Sevgili ocağımız ne ara oda ısıtıcısı olmuştu ki? Güney "Elbette ondan bahsetmiyoruz!"dedi aceleyle. Kuyruğu dik tutmak bizim işimizdi. Ah Güney sen de az anasının gözü değilsin! Dansöz gibi ne ara kıvırdın lafı? Hi Hi!
Yolculuk tamamlanmış güvenle Mavi gözlü devin büyük malikanesine ulaşmıştık. Etrafımız onun talimatıyla silahlı adamlarla çevrilmişti. Aralıksız 12 saat uyudum. Ancak ertesi gün ikindi sularında güç bela uyanabilmiştim. Harun Bey'in evine davetliydik. Daha doğrusu Güney davetliydi ve beni sürpriz bir şekilde onunla buluşturmak istiyordu. Korkuyordum. O ev halkında beni iten bir şeyler vardı. Sevilmediğimi ve istenmediğimi bile bile karşılarına nasıl çıkacaktım? Onlarla akşam yemeği yeme fikrine kendimi hazır hissetmiyordum. Özellikle de o dolandırıcı hadisesini düşününce bunda hiç de halsız sayılmazdım.
Aynanın karşısına geçip kendime motivasyon konuşması yaptım. "Hadi Efsun! Üstesinden gelebilirsin! Doruk için, Harun Bey için bu kadarına dayan. Kalk ve en güçlü halinle hazırlan. Sen insanların yakıştırdığı gibi kötü biri değilsin. Her şey mükemmel olacak." Kendime güzel sözler söyleyip kötü şeyler düşünmediğim bir duş aldım. Bebek mavisi, askılı düz kesim dar bir elbise giyip, kahverengi saçlarıma doğal dalgalar attırdım. Tutamlardan geçirdiğim ince kurdeleyi bağlayıp şekillendirdiğim saçlarımı sol omzumun üzerinde topladım. Makyajımı tamamladığımda oldukça iyi görünüyordum.
Güney hayatıma girdikten sonra daha romantik giyinmeye başlamıştım. Bu eski spor tarzımdan daha şık görünse de pek rahat değildi. Benim gibi sakar kadınlar spor giyimden kolay kolay şaşmazdı. Güney beyaz bir gömlek ve buz mavisi kot pantolon tercih etmişti. O çok daha rahat görünüyordu fakat yüz ifadesindeki gerginlik beni yalancı çıkaracak cinstendi. "Çok şanslı bir adamım!"dedi elimi dudaklarına götürürken. Bu salon kadını tarzı gerçek benden epey uzaktı. Çekinsem de sadece gülmekle yetindim. Bu adam ne zaman bana açık seçik bir aşk itirafında bulunup çıkma teklifi edecekti acaba? Şu sahte sevgili rollerini ne zaman kestiğimi ne zaman kesmediğimi anlamakta zorlanıyordum.
Güney tedirginliğimi fark etmiş daha fazla bir şey söylemeden aracına doğru bana eşlik etmeye başlamıştı. Sessiz bir yolculuğun ardından Harun Bey'in krallığı andıran altın sarayına gelmiştik. Zile basmak için yeltendiğimde elimi sıkıp "Her şey iyi olacak!"diye fısıldadı. Her şey iyi olacak!
Kapı açıldığında karşımda gördüğüm yüzle kalbim gümbürdemeye başladı. Sare Hanım bizi değil de karşısında Tazmanya canavarını görmüş gibi gerildi. Bakışları kararsızca üzerimizde dolaşmış ve nihayet hemen arkasındaki Zahir Bey'i bulmuştu. Şaşkınlık ikisinin de yüzüne yağlı boya tablosu gibi yapışmıştı. Nihayet Harun Bey'i görüp yüzündeki ılık heyecanla soğuyan bakışlarımı toparlayabilmiştim. Doruk onların bacaklarının arasından geçip tam karşımda durdu ve bana gülümsemeye başladı. Onu görünce saçlarına sevgiyle dokunup "Merhaba!"dedim. "Meyaba!" Onu benden uzaklaştırmak için dizlerime kadar eğilen Zahir Bey'in göğsü korkunç bir hatırayı gözlerime dokudu. Eğilmesi açık olan düğmelerinin arasından bu zamana kadar fark etmediğim o dövmeyi ilk kez zihnimde açtırdı. Balta dövmesi... Gözlerim korkuyla büyüdü. Zişan'ın o gece evinde buluşup kucaklaştığı adam Zahir Bey miydi?
|
0% |