Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: Komplo

@syildiz_koc

3. BÖLÜM: KOMPLO


Yıllar önce


Küçük kız elini kızgınlıkla tutan amcasının yüzüne bakıp kendisini sürükler gibi götürülüşüne sessiz kalıyordu. İçi acıyordu. Mutlu bir yuvası olduğuna inanmıştı hep. Her şeye rağmen güzel bir aileye sahip oluğunu düşünüyor, içten içe babasının sevgisine sarılıp mutlu oluyordu. Tek bir günde sahip olduğu yuva tuzla buz olmuş, hoyrat bir rüzgâr yuvalarını darmadağın etmişti. Babası artık hayatta değildi. O melek olmuş kendisinden uzakta bir başka alemde yeniden hayata başlamıştı.


Babası iyi insanlar cennete kötü insanlar cehenneme gider diye anlatmıştı ölümden sonraki hayatı. Eğer gerçekten sözleri doğruysa babası şu an cennette olmalıydı. Belki filmlerdeki gibi yakınında dolaşıp onu izliyor, Efsun görmese de yanaklarını okşayıp seviyordu. Babasını cennete yakıştırsa da annesini ve annesinin sevgilisini sadece cehenneme yakıştırıyordu.


Onlar Efsun'a yapabilecekleri en büyük kötülüğü yapmıştı. Onu babasından ayırmış, kimsesiz bırakmışlardı. Bu kadar büyük kötülükler yapan insanlar olsa olsa cehenneme layık bulunabilirdi. O gün polislerin refakatinde önce karakola gitmiş ardında da amcasına gönderilmişti. Efsun bu durumdan hiç hoşnut olmamıştı. Amcasını sevmiyor ve onunla birlikte yaşamak istemiyordu. Kimseye minnet etmeden küçük bir yurtta büyüse ne kaybederdi ki? Amcası görevli memurların isteğiyle karakola gelmiş ve istemeye istemeye abisinin emaneti gözüyle gördüğü minik kıza sahip çıkmıştı. Efsun küçük elleriyle tutunduğu amcasının öfkesinden ve sert bakışlarından habersiz kendisini güvenli olduğu düşünülen limana atmıştı.


Dursun Bey, küçük kızı abisinin katili olan kadının bir parçası olarak görüyor, kalbinde ona daha fazla yer vermek istemiyordu. Abisinden kalan eve ve küçük arsaya sahip çıkabilmek için küçük kızı yanında tutacak ve sözde bu malları onun yerine koruyacaktı. Bir elinde küçük çanta, diğer elinde Efsun'un titrek parmakları soluğu evinde almıştı.


Karısı Leman Hanım onun aksine Efsun'a acımış ve sahip çıkma kararını yerinde bulmuştu. İki erkek çocukları bir de kızları vardı. Efsun'un gelişiyle Burcu'ya bir kız kardeş edindirmişlerdi. Oğulları Oğuz, onu kız kardeşi gibi görse de Burcu eve gelen ikinci bir kız çocuğuna pek sıcak yaklaşmamıştı.


Efsun güzeller güzeli bir kızdı ve Burcu ne yaparsa yapsın onu kendisiyle kıyaslamaktan bir türlü vazgeçemiyordu. Sevimli çıtı pıtı yüzü, neşeli sempatik tavırları ve mavi, iri gözleriyle herkesin dikkatini çekiyor, kendisini Burcu'nun her seferinde önüne çıkarıyordu. Efsun yüksek notlar alarak tüm komşuların ve akrabaların gözdesi konumundaydı. Burcu ise tembel ve suratsız bir çocuk imajından asla kurtulamıyordu. Bu sebepten kendisini gölgede bırakan bu küçük kıza içten içe büyük bir öfke duyuyordu.


Efsun, içlerinde her şeye rağmen umudunu kaybetmek istemese de babasına duyduğu özlemi bir türlü unutamıyordu. Annesinin Kerim Bey'i yüzüstü bırakıp başkasıyla kaçmasını affedemiyordu. O gün babasının cenazesini morgdan almak üzere hastaneye gitmişlerdi. Küçük kız dizlerini karnına çekmiş sokakta sek sek oynayan çocukları izliyordu. Gökyüzü gri bir renkteydi ve çiğ damlaları o sonbahar günü buldukları her yüzeyi mesken tutmuş, şeffaf bir örtüyü tabiata maruz bırakmıştı.


Mavi bakışları küçük çocuklarda oyalanırken içindeki çocuksu heyecanı öldürenlere kızmadan edemedi. Eskiden saatlerce oynasa bu oyunu oynamaya doyamazdı fakat hayatının en hoyrat iki günü içindeki tüm güzellikleri soldurmaya yetmişti.


Cenaze arabası usulca iki katlı mavi evin önüne yanaştı. Onları ilk karşılayan babaannesi Gülizar Hanım olmuştu. Tabut içindeki cansız beden aracın kasasından indirilirken saçlarını yolmuş, feryat edebildiği kadar feryat etmişti. Erkekler sakince yas tutsa da kadınlar çoktan saçlarını başlarını yolmaya başlamış, evlerinin penceresinden kendilerini izleyen mahalle sakinlerine acılarını sergilemişti.


Efsun sindiği yerde olanları gözlüyor, sönmeye yüz tutan acısını insanların meraklı bakışlarından saklıyordu. O başkalarının yanında ağlamaması gerektiğini babasından öğrenmişti. Kimin gerçek dostu kimin düşmanı olduğunu bilmediği bir yerde dökülen gözyaşları ona sadece ayak bağı olurdu. Tam da bu sebepten küçük kız acısını içinde yaşıyordu.


Tabut omuzlarda yükselip içeri taşındı. Efsun tabutu taşıyan amcalarının peşinden içeri girmiş, tabuttan çıkarılan beyaz kefenin gözlerinin önünde yatağa iliştirilişini seyretmişti. O kapının eşiğinde iri gözleriyle amcalarını, halasını yoklarken bir bıçak kefenin üzerine bırakıldı. İçerde Kur'an okunuyor, insanlar feryat figan ağlıyordu. Babaannesi ağıtlar yakarken küçük kız halasının çekiştirmesiyle cenazenin hemen önüne diz çöktürüldü. Kefenin açılan örtüsünün arasında babasının cansız eli çıkarıldı. Halasının kulağına fısıldadığı talimatın gereği olarak Efsun babasının elini son kez tutup öptü. Alnı o sertleşmiş dokuyla buluştuğunda teninin eskisi gibi sıcacık olmadığı gerçeğiyle yüzleşti. O beyaz örtünün atındaki gerçekten Kerim Bey miydi?


Dualar edilmiş, yemekler insanları doyurmak üzere pişirilmişti. Ölü yemeği... Bu söz Efsun'un tüm iştahını kaçırmaya yetmişti. Burcu'nun ve Oğuz'un karanlık bakışları arasında kendisini ait hissetmediği o evde hayatının en kötü gününü yaşamaya devam etmişti. Halası elinde bir tabak yemekle yanına geldiğin yüzünü çevirmiş, kendisine uzatılan kavurmalı pilavı yemeyi reddetmişti. Burcu ve Oğuz yemeği yemiyordu ve yemeğin ismi bile küçük kızı ürkütüp üzmeye yetiyordu.


O iki katlı, küçük, sade evde insanlar, her fırsatta ona bakıyor, babasını annesinin öldürdüğünü fısır fısır konuşarak birbirlerine müjdeliyorlardı. Başkalarının acıları onların ikindileri çayın yanında konuşup eğleştikleri bir dedikodu mezesine dönüşüyordu. En çok da insanların 'evlerden ırak, Allah başımıza vermesin' tarzındaki sözleri canını yakıyordu. İbretlik hâllerinin başkalarının şükür sebebi olması içinde hiç bitmeyecek bir acının sesi oluyordu.


Sonunda evdeki seyirlik bitti ve cenaze aracının arkasındaki konvoya takılan Efsun babasını son yolculuğuna uğurlamak üzere yola çıktı. Etrafı mezar taşlarıyla doluydu. Bazıları son derece gösterişli mermerlerle ve heykellerle bazılarıysa tıpkı Kerim Bey'in mezarı gibi ince uzun bir tahtayla hazırlanmıştı. Kimisi çiçek bahçesi gibiydi kimisi ise çorak topraklar gibi cansız ve sahipsiz.


Küçük kız, kazılan mezarın içine halasının elinden tutarak baktı. Gerçekten babasını oraya mı gömeceklerdi? Cesedi örten toprağı endişeli bakışlarla süzdü. Amcası babasının ardından onun gözlerinin önünde bir avuç toprağı üzerine atmıştı. Mezardan uzakta ağaca yaslanmış bir şekilde duran Efsun'u halası yanına çekip yerden aldığı toprağı avuçlarına bıraktı. Küçük kız onun işaretiyle avuçlarını açıp toprağın yükselen tümseğe doğru savruluşunu izledi.


O an ilk defa gözleri uzaktaki bir çift mavi göze odaklandı. Ağaçların arasında kendisine bakıyor, adeta bakışlarını ateşten bir güvercinin kanatlarına ısmarlıyordu. Gözleri öfkenin hoyrat kızıllığında gamın sinesine yaslandı. Bu annesinin Kerim Bey'e tercih ettiği adamdı. Peki babasının cenazesinde ne işi vardı? Hâlâ kendisinden ne istiyordu? Yanındaki halasının siyah şalını çekiştirip o ağacın gölgesini işaret etti. Fakat adamın aynı yerde olmadığını, kaşla göz arasında kaybolduğunu fark etti. Halası küçük kızı bağrına yaslarken kafasındaki deli sorular beynini allak bullak etmişti. Neden hâlâ peşini bırakmıyordu bu adam?


***


Günümüz


Hayat, garip ve hayalci bir serüvendi. Bazen ummadığımız bir anda karanlık bir bulut peşimizi bırakmaz, tersine dönen dünyamızı alaşağı ederdi. Bazen de enfes bir rüyaya yelken açar hiç bitmeyeceğini sandığımız düşlerimizin peşinden sürüklenir dururduk.


Güney eşsiz bir melodiyi andıran dünyasında hülyalı düşler yaşarken uyanışı oldukça sert olmuştu. Aldığı alkolün hayatında fazlaca yer tutması ve başıboş gece hayatı kariyerini çıkmaza sürüklemiş, berbat olan birkaç başarısız işle birlikte güveni de epey sarsılmıştı.


Bu piyasa böyle nankördü işte! Bazen bir çift yanlış söz, düşünülmeden atılmış basit bir adım onca emeği ziyana uğratıp darmadağın etmeye yeterdi. İmzanı attığın onlarca şarkı ve klip değersizleşir, verdiğin konserler ve singellar unutulurdu. Alaşağı olduğunda kimi zaman senin için çıldıran hayranların bile durmazdı arkanda. Ve yeni hiçbir şey koymadığında şöhret kesen bomboş kalırdı ve sektöre elveda deyip kayan yıldızlardan biri olmaya alışırdın. Güney bu kâbusun gerçekleşmemesi için her şeyini feda edebilirdi. Basit bir sokak şarkıcısıyken şöhret olmuştu ve aurasının sönmesine tahammül edemezdi.


Üzerindeki ölü toprağını atmak için kendisini serin havuz sularına bıraktı. Attığı her kulaçla zihnindeki koyu düşüncelerin dağıldığını nemlenen teninin gevşeyip rahatladığını hissetti. Çekici saçları ıslaklıkla birlikte sevimli bir hal almış, kaslı üçgen bedeni sesine yakışıklı bir duruş eklemişti.


Dün yaşananları düşününce içindeki öfke yeniden zihnine hücum etti. Bin bir emekle hazırlandığı mini konser berbat olmuştu. O gün lösemili çocuklar için harika bir çalışma yapmayı planlamıştı. Zavallı bir hale gelen şöhretini bu hayır işleriyle düzeltip sektöre kendisini yeniden kabul ettirmeyi planlamıştı. Heyhat! Ne yazık ki o yaramaz, şaşkın kız tüm planlarını altüst etmeye yetmişti. Onu düşününce belli belirsiz bir tebessüm peyda oldu. Ne kadar da masum, sevimli bir ifade vardı yüzünde.


O gün odaya barut gibi gitmiş, kıza alemi dar etmek için kafasında onlarca kötü sözü kombin yapıp bozmuştu, fakat o güzel mavi gözleri, ürkek, sevimli bakışları görünce söylemeyi planladığı her şeyi unutmuştu. Bir şeyler vardı onda. Adını koyamadığı, varlığından haberdar olmak dahi istemediği bir şeyler. Güney onu zihninden uzun süre kolay kolay silemeyecekti. Yüzünde açan tebessümü yalanlar gibi başını salladı. Nasıl olsa bir daha onu görmeyecekti. Bu çok da kötü bir şey sayılmazdı. En azından başının belaya girmeyeceğini garantilemiş sayılırdı. Tamam tamam bu iyi değil çok iyi bir şeydi. Hem inatçı keçinin tekiydi. Kendi kendine konuşmasını söylemeye gerek bile yoktu. İnsan böyle biriyle değil sevgili arkadaş bile olmamalıydı? Olmamalıydı değil mi?


Havuzdan çıkıp kurulandı. Şezlonguna uzanıp kokteylinden küçük bir yudum aldı. Bir daha görmeyeceği bir kızı düşünmek kendisine oldukça saçma gelmişti. Etrafı güzel kadınlardan oluşan Tanrı sunakları gibiydi ve o kafayı bir kadınla bozup berbat bir durumda olan kariyerini unutacak bir adam değildi.


"Güney, sana telefon var tatlış."


"Kim?" Menajeri bigudili, şarı saçlarını okşayıp umursamazca homurdandı. "Şu Arzu denen yapışkan kız! Sana kafayı fena taktı. Seçmelerde eledik pişkin pişkin hâlâ sana ulaşmaya çalışıyor."


Güney, alnına bıkkınlıkla küçük bir şaplak patlattı. "Of bir o eksikti. Başkasını seçtik deyin, gönderin. Derdim derya deniz bir de başıma onun ekşimesine tahammül edemem." Menajer, kıvrak hareketlerle telefonu kulağına yapıştırıp, tahkir edici bir sesle konuşmaya başladı. "Bak aşkilotam. Güney Bey, daha alımlı ve masum hatlara sahip bir model seçti. Kısacası sana çhaw. İkide bir de arayıp bizi meşgul etme."


Kıvanç telefonu kapayıp, kokteylinin tadını çıkaran Güney'e bezginlikle baktı. "Bu kız kuruları beni deli edecek. Ne vardan anlıyorlar ne yoktan." Güney, saçlarını gerisin geriye atıp, "Boş ver!" diye kestirip attı. "Biz işimize bakarız. Dünkü olayın arkasından bir şey çıkmadı değil mi?"


Kıvanç törpüsünü uzayan tırnaklarında gezdirdi. Bir yandan da Güney'in yüzünde bir görünüp bir kaybolan tebessümünü izliyordu. "Hayır baby. Sakar kızın kurbanı olduk hepsi bu." Güney, gece yaşananları hatırlayınca tüm mimiklerini en keskin haliyle kullanarak sırıttı. Aptal kızlardan hoşlanmazdı, fakat Efsun'un şapşal tavırları zor günler yaşadığı şu günlerde ona ilaç gibi gelmişti. Yumuşayan yüz hatları Kıvanç'ın çığlığıyla yeniden gerildi. "Aman Allah'ım."


"Ne oldu?" Kıvanç bembeyaz kesilen yüzünü gizlemeden elindeki telefonu Güney'e uzattı. Bu sevimsiz manzarayı görmeye hakkı olduğunu düşünüyordu. "Bu da ne böyle!" Genç adam telefondaki videoyu ve gönderilen fotoğrafları dehşetle izledi. "Bu sanırım geçen hafta çekilmiş dostum. Sarhoş anında rahatsız edici fotoğraflarını çekip, videoya almışlar." Güney, masaya indirdiği sert yumrukla ve felfecir okuyan gözleriyle nerdeyse sinirden ağlamak üzereydi.


"Allah kahretsin. Beni oyuna getirdiler." Kıvanç avucunun içinde sıka sıka suyunu çıkardığı telefonu Güney'e uzattı. "Şimdi ne olacak star dostum? Bu pislikler istediklerini almadan asla peşini bırakmaz. Kalıbımı basarım şantaj yapacaklar." Güney şezlonga oturup sıkıntıdan ter içinde kalan alnını sıvazladı. "Bilmiyorum. Eğer bu görüntüler sosyal medyaya düşerse bu kariyerimin sonu olur. Şuna bak resmen elimizde pimi çekilmiş bir bombayı tutuyoruz ve maalesef güçlü olan da onlar."


"Ah şu kadınlar. Arzu denilen iki ayaklı şeytanı hafife almakla hata etmişim. Başımıza resmen çorap ördü." Kıvanç suyla karışık bir bardak buzu Güney'in boş bakışları eşliğinde başından aşağı döktü. Star bu tuhaf tavırları göz devirerek görmezden geldi. "Ne isterlerse vermek zorundayız." dedi Güney beyaz bayrak sallarken. Kıvanç da ne yazık ki onlarla aynı fikirdeydi. Güney'in işlerinin bu kadar ters gitmesi şaşılacak şeydi. Hiç bu kadar olumsuzluğu bir arada yaşamamışlardı. Kariyeri bu şekilde devam ederse emek verdiği her şey yerle yeksan olacaktı.


"Benden klibinde oynama sözü aldı. Ama 3 katı ücretle." dedi Kıvanç Güney'in damar damar olan gözlerine bakarken. İçten içe haline acımadan edemiyordu. Şu alkol sorununu çözmek için daha ne bekliyordu? Daha fazla hayatını altüst etmeden ondan kurtulmalı ve daha dinç bir bedenle, açık bir zihinle işine konsantre olmalıydı.


"Ne derse kabul et. Şu an başka bir çıkışımız yok."


***


Efsun'un Kaleminden


Sessiz, harika bir uykunun ardından pembe panter desenli göz bantlarımı çıkarıp aydınlanan havanın gün ışığına baktım. Dün geceki rezaletten sonra sıcak bir yatak, temiz çarşaflar, sade bir ev ortamı bezgin ruh halime epey iyi gelmişti. O sarışın pop-star bozuntusunu hiç ama hiç düşünmüyordum. Bana yaşattıkları için ona söyleyeceğim tek söz, "Canın cehenneme!" olurdu. Neyse ki ona oturduğum adresi vermemiştim ki bu beni bir daha rahatsız etmemesi için harika bir yoldu. Bir daha beni ziyaret etmek istediğinde yaşlı cadı Melahat'la kucaklaşacak ve Efsun'un karşısında havasını alacaktı.


Olabilecekleri kafamdaki hayal bulutunda bir kez daha canlandırıp hep yaptığım gibi kendi kendime güldüm. Bu artık alışkanlık halini almıştı. Olmadık şeyleri düşünmekten uyuyamaz, çoğu zaman hayallerime şapşal gibi kendi kendime gülerdim. Dışardan beni gören birinin deli zannedip ters, beyaz gömlek giydirmesi içten bile değildi.


Ben kıs kıs gülmeye devam ederken duş kabinine çoktan varmıştım. Yağmurluğu açmaya çalıştığımda telefon ahizesini andıran duş başlığı üzerime soğuk su fışkırtarak bana meydan okudu. "Demek savaş istiyorsun. Yanlış kıza çattın adamım. Başın belada!" Başlığı yere düşürüp musluk başıyla gelişi güzel oynamaya başladım. Bu sefer yağmurluğu çalıştırabilmiştim fakat ne yazık ki hedeflenen sıcaklık kesinlikle bu değildi.


"Of çok soğuk!" Birkaç kez kurcalayıp düzeltmeye çalıştım. "Yandım çok sıcak!" Sonunda birkaç kötü deneyimden sonra istediğim ısıya ulaşabilmiştim. Şampuan ve duş jeliyle duşumu renklendirip sonunda durulanabildim. Kabinden çıkar çıkmaz buğulanan aynaya bakıp dudaklarımı yaramazca büzdüm ve saçlarımın kenarından kurtulan yaramaz bukleleri elimin tersiyle kulağımın arkasında biriktirdim. "Böyle daha iyi. Görev tamamlandı."


Görev 2: Melis uyanmadan nefis bir kahvaltı hazırla ve hünerini göster.


Üzerime bir şeyler geçirip, mutfağa geçtim. Meyveli kabartmaları olan önlük bol gelse de keyfimi asla kaçıramazdı. Ona nefis bir patates kızartması yapacaktım ve taze sıkılmış portakal suyuyla kayıntı yapıp yiyebilecektik. Patatesleri o tuhaf araçla kan ter içinde soymaya çalıştım. Dışına çıkan pembe dilimle tam bir Tazmanya canavarı gibiydim. Şimdi söylediğim Fatih Ürek şarkısıyla homurdanmalarım tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştı.


Pekala ne kadar kötü olabilir ki? Hem bende yıldız ışığı var. Sonunda kızgın yağa patatesleri boşattım. Boşaltmamla birlikte tavadan aspiratöre doğru alevler yükseldi ve yüreğimi ağzıma getiren hışırtılar zapt edilemez bir boyuta ulaştı.


"Hey bunlar sulu atılmayacak mıydı?" Sanırım bu karmaşa sulu atılan patateslerden kaynaklı oluşmuştu. Her yer yağ içinde kalmıştı ve ben yarısı pişmiş kızartmalarımı güç bela tabağa almak zorunda kalmıştım. "Hay aksi!" Onu öylece bırakıp portakallara yöneldim. Bu korkunç manzarayı olsa olsa içecekler kurtarırdı.


Portakalları ortadan ikiye kesip sıkacağı aramak için karşı dolaba yöneldim. Ve yönelmemle birlikte kendimi mutfağın diğer ucunda yere kapaklanmış bir halde buldum. Yerler damlayan yağ kalıntılarından olsa gerek kayak merkezini andırıyordu. İki ayağımın üzerinde bir yerden bir yere gidebilecek miydim acaba? Yoksa bu sürünüşün ayak sesleri miydi?


"Aman yarabbi bu da ne? Savaş çıktı da ben mi duymadım?" Yerden kalkıp korku filminin dehşet sahnesine kitlenmiş gibi bakan arkadaşımın yanına gittim. "Kahvaltı hazırlamak istemiştim. Sanırım her şeyi berbat ettim." Neyse ki bu tarz şeyleri takacak biri değildi. Yoksa öyle miydi?


"Sorun değil. Sen iyi misin?" Üzerimi ilk defa bedenimi keşfediyormuş gibi ilgiyle süzdü. "Kalçamdaki kırığı ve dirseğimdeki yarığı saymazsak iyi sayılırım. Sanırım hâlâ biraz ömrüm var ve kalan ömrümde senin başına bela olacakmışım gibi görünüyor."


Melis bu sözlerden sonra anlık bir kalp krizi geçirip kahkahalarla gülmeye başladı. Ben mahcubiyetimi örtmeye çalışırken o yanağının kenarındaki çukurla bu durumdan pek de rahatsız olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. "Sen bir delisin." dedi ağzına çiğ patateslerimden birini alırken. Ve ekledi. "Sanırım seninle daha çok eğleneceğiz."


Melis, yanaklarımı sıkıp tuhaf patateslerimi çöpe boşalttı. Oldukça tatlı bir kız olduğunu biliyordum. Güzel olduğu konusunda da oldukça kararlı fikirlerim vardı. Fakat nazar boncuğu gibi duran fazla kiloları maalesef onu bir margarin gibi hacimli ve sarkık gösteriyordu. Elbette bunların benim için bir önemi yoktu. Esmer güzeli olan arkadaşımın kilolarını umursadığını hiç sanmıyordum. O halinden memnundu ve nasıl olduğu da kimseyi ilgilendirmezdi.


Birlikte yerleri silip kahvaltı masasını hazırlamaya koyulduk. Benim için harika bir omlet yapmıştı ve aklı havada gezdiğim şu günlerde bu sofra bana bir ziyafet gibi görünmüştü. Birlikte şarkılar söyleyerek masamıza kurulduk. Kah o anlatıyordu geçmişten kah ben. Böylece sohbet sıcacık çayla çok daha iç açıcı bir hale gelmişti. Dün gece oldukça bitap bir şekilde eve gelmiş, fazla konuşamadan bulunduğum koltukta sızıp kalmıştım. Şimdi ise rotasını şaşırmış serseri bir füze gibi gideceğim adresi kolluyordum.


"Eeee, seni buraya hangi rüzgâr attı? Arayıp sormaz olmuştun." Meyve suyumdan bir yudum alıp, "Sorma!" diye efkârlı efkârlı iç çektim. "Oğlumu arıyorum." Bakışları şaşkınlıkla üzerimde dolaştı. Bir oğlum olduğundan haberdar değildi sanırım. Bir şey söylemesine imkân vermeden aynı açık yüreklilikle yaşadıklarımı duyarsızlığımı korumaya çalışarak bir çırpıda aktardım.


"Hapisteyken onu teyzeme emanet etmiştim. Beni öldüğüne inandırmaya çalıştı." Sıradan bir şey anlatır gibi bahsettiklerim portakal suyunu ağzından fışkırtmasına sebep oldu. Ben aksiyon filmini andıran hayatıma çoktan alışmıştım. Muhtemelen yakında o da alışacaktı. "Hissediyorum," dedim o boğaz ayıklayıp şoktan çıkmaya çalışırken. "Oğlum ölmedi. Teyzem ne işler çevirdi bilmiyorum, ama bu işin içinde bir iş var. Sakladığı her neyse öğreneceğim." Melis düşünceli düşünceli soludu. "Ya öldüyse! Ya daha çok üzülürsen!"


Sözleri yutkunmama sebep olmuştu. Bu ihtimali düşünmeye bile katlanamıyordum. İçime düşecek ikinci bir kayba hazır değildim. "Kararımı verdim. Sonu ne olursa olsun gerçeklerin peşini bırakmayacağım." Melis, usulca elime uzanıp sıktı. Yanımda olacağını, asla beni kendi kaderime terk etmeyeceğini biliyordum. İnsan en çok böyle günlerde arıyordu sıcak bir dost elini ve ben genellikle bu konularda pek de şanslı sayılmazdım. Eline tatlı bir çimdik atıp samimiyetine karşılık verdim. Sakar olmadığım ve birilerini şapşallıklarımla delirtmediğim sürece iyi bir kız olduğum bile söylenebilirdi.


Kahvaltının geri kalanını oldukça eğlenceli geçirdik. Oğlumu bulacağıma öyle çok inanıyordum ki bu inanç olabilecek her türlü soruna karşı bana kendimi güvende hissettiriyordu.


Sofrayı kaldırıp Melis'i işe uğurladım. Bana ev ile ilgili gerekli bilgileri verir vermez giydiği ciddi kıyafetlerle kendini otobüse attı. Camdan tatlı telaşını görmek yüzümde belli belirsiz bir tebessüme neden olmuştu. Yağmur usulca atıştırırken elimde gazete, yapabileceğim bir işe girmek için ilanlara seri bir şekilde göz atmaya başladım. Öyle çok gazete kurcaladım ki nerdeyse gözlerim dönmekten yuvalarından fırlayacaktı.


"Sevgili Tanrım, lütfen bana güzel bir iş bulmam konusunda yardım et. Oğlumu bulabilmek için önce para sorunumu çözmem lazım. Melis'in evinde beslemesi gibi hiçbir şey yapmadan duramam. Her şeye yeniden başlamam gerekiyor. Ben zayıf bir kadın değilim. Amin!"


Yeniden gazeteye göz attığımda yeni bir ilan gözlerimin kadrajını istila etti. "Keşke dua hakkımı oğlum için kullanmış olsaydım." Suratımda gevrek bir sırıtışla ilan için bırakılan telefon numarasını kaydettim. Arayıp aramamakta tereddüt etsem de cesaretimi bilezik misali koluma takıp cesur kadın pozlarında numarayı çevirdim.


"Merhaba. Ben gazeteye verdiğiniz iş ilanı için aramıştım."


Adam kompleksli tavırlarla yarım ağız, "Görüşmek için buyurun. Acele etseniz iyi olur işin talibi epey fazla." dedi. Bu durum zıpkın gibi yerimden fırlayıp kendimi valizimin önüme atlamama sebep oldu. Bu işi kimseye kaptıramazdım. Üzerime etekli, ciddi bir takım giyip, garson kız edalarında evin içinde süzülmeye başladım.


"Ben Efsun ve sanırım aradığınız harika garson benim." Elimi sertçe alnıma vurup saçmalıklarla dolu hayallerimden sıyrıldım. Henüz bir iş tecrübem bile yoktu ve şımarıklık yapmak için gereğinden fazla çulsuzdum. Özellikle de sakar biri olduğumu düşünürsek adamların müesseseye yapacakları en büyük iyilik beni oradan uzak tutmak olacaktı.


Üzerimde çok farklı deneyler yapılabilirdi. Bir dakikada kaç bardak kırılır? Bir müşteri 10 saniye içinde nasıl mekândan kaçırılır? Patrona ayaküstü kaç farklı yalan söylenilebilir? Bunların hepsinde kendi rekorumu kıracağımı çok iyi biliyordum ve üzgünüm, sevimli yüzüme kanıp beni işe alacak olan patronum tüm bunlardan habersizdi. Hi hi! Elimin tersiyle kafamdaki komik hayal balonu patlatıp ayağımdaki sivri topuklu, işkence ayakkabılarıyla hemen otobüse bindim. Neyse ki evde fazladan bir kart vardı ve ben akpil basmamak için zoraki uyuyan, bencil yolcularla muhatap olmak zorunda kalmayacaktım.


Otobüs her zamanki gibi oldukça kalabalıktı ve ben sabırsızca saçlarıma asılan ergen kızın rahatsız olduğumu fark edip kendini toparlamasını bekliyordum. Birkaç kez öf sesleri dudaklarımdan kurtuldu ve kıza uyarıcı bakışlar attım. Hemen sol yanımdaki teyze cama yapışmıştı. Onu görünce kıkırdamaktan kendimi alamadım. Yüzü yapıştığı camda dümdüz görünüyordu. Elindeki şemsiyenin tutacağı burnunun üzerine asılmıştı ve bu şekilde ellerini daha fazla meşgul etmeyişinin nimetini yaşıyordu.


İçerisi öyle havasızdı ki kazara bayılmak gibi bir gaflete düşsem devrilme şansını elde edemezdim. Çevremi saran bedenler ayakta bir sedye işlevi görecek kadar çoktu. Sanırım otobüse binmenin en iyi tarafı da buydu. Kalabalığa karıştığınız zaman ayaklarınızı kullanmadan ahaliyle birlikte sürüklenerek her yere gidebiliyor, düşme riskini ise en aza indirebiliyordunuz. Tek yapacağınız yanınıza bir oksijen maskesi almak olacaktı. Böylece havasızlığın olumsuz etkilerinden biraz olsun kurtulabilirdiniz. Ya da gaz maskesi almak suretiyle ter kokusu gibi çirkin kokulara ciğerinizde yer vermeyecektiniz.


Sonunda liseli, çilli bir kız dayanamayıp, "Öf yeter! Bir kişi daha alırsan şikâyet etmek için bir saniye beklemeyeceğim." diye itiraz etti. Burnundaki koca et beniyle şoför ters bir bakış attı. "Bayan ben ne yapabilirim. Durakta durmak zorundayım, binmesinler arkadaş, zorla atmıyoruz araca."


"Almayın şoför bey. Mecbur musunuz?" dedi süslü, sarışın kadın. Ona eşlik etti bıyıklı delikanlı. "Baayanlar lütfen şoförün dikkatini dağıtmayın. Vallahi evde karı dırdırı burada siz nefes alacak yer bulamaz olduk." Süslü epey bozulmuş olacak alı alında moru morunda ters ters soludu. "Bayan demeyin beyefendi. Kadınım ben kadın! Sizin ve bu ataerkil toplumun düşmanı bir kadın..."


"Konuyu saptırmayın bayan. Şu an tek derdimiz sapa sağlam işe ulaşmak." Teyzeden yükselen inlemeler hepimizin bakışlarını cama yönlendirdi. "Allah'ını peygamberini seven durdursun aracı. Burası kabirden dar, öleydim bundan iyiydi. Nefes alamıyorum."


Burnunda halkayla dolaşan dövmeli genç, kulaklığının birini çıkarıp, "Evet, doğru söylüyor. Ormanlarımız yanıyor, ciğerlerimiz kebap oldu, nefes alamıyoruz. Ama neden? Biz çevre diye yürürken aklınız neredeydi? Bak kimse nefes alamıyor şimdi!" Teyze "Tövbeestağfirullah." diye sayıklarken kıravatlı şık amca söze girdi.


"Bunlar hep emperyalizmin oyunu." Çatallı bir ses darmadağın olan konuya tüy dikmeden duracak gibi görünmüyordu. "Yok beyefendi yok! Emperyalizm bitti. Her şey dış güçlerin tuzağı. Ah ah! Vaktinde dinlemediler bizi." Kıravatlı amca dişlerinin arasından sayıkladı. "Çare solsaydı yoldaş."


Teyze hafiften yığılır gibi olduğunda araç sert bir fren yaptı. "Ne solu birader? Ben derdimi kime anlatayım. Kimse demez bu şoför maaşları ne olacak?" Arkadan bir ses daha olaya çamur gibi sıçradı. "Asıl hademeler ne yapsın?"


"Taş olaydım da memur olmayaydım," dedi kır saçlı ihtiyar adam. "Bamyanın kilosu 24 olmuş. Ekmekte 10 liraya doğru gidiyor. Memleket ne yapsın?" Ben allak bullak olan muhabbeti beynimde oturtmaya çalışırken yanımdaki işkur bayanlardan biri sızlandı. "Bizim çocuk da ne bamya yer ne pırasa. Ziftin pekini yesin. Biz yemeye ekmek bulamazdık bu eşşek sıpaları bulmuş bunuyor." Yanındaki arkadaşı başka bir evrendeymişçesine bilmiş bilmiş cevap verdi.


"Güzel yapsan yerdi çocuk. Şimdikiler sümüklü bamya diyor çıkıyor. Bamyayı fazla yaralamazsan limonunu bol koyarsan sümüklü olmaz. Rahmetli annem nefis yapardı." Bulunduğum direğe yapışmış, yanımda bana bakarak bıyıklarını kemiren adamı görmemeye çalışıp bamya tarifini dinliyordum. İçimden çığlık atmak için tek mermili savaş verirken sakız çiğneyen, yırtık pantolonlu kız sırıtarak seslendi. "Kaptaaaaaan! Bizi sağda tükürsene!"


Durağa baktığımda gideceğim yere geldiğimi anlayıp tükürülmek için büyük bir heves duydum. Bu tuhaf ortama daha fazla dayanamayacaktım. Kalabalığı yararak kendimi aracın boğucu havasından kurtardım. Yağmur hafiften atıştırmaya başlamıştı. Hemen koştur koştur mekâna girdim. Beni karşılarında ıslak ıslak görünce etrafımdaki insanları belirgin bir şaşkınlık yokladı. Önüme gelen küçük perçemi dudaklarımın ucuyla üfleyip burnumun üzerinden uzaklaştırdım. "Merhaba ben yeni iş ilanınız için gelmiştim."


***


Loading...
0%