Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm: Dikkat Sakar Var!

@syildiz_koc

4. BÖLÜM: DİKKAT SAKAR VAR!


Yıllar önce


Hayatta anlamsız gibi görünen pek çok gizem vardı. Bazen ne kadar uğraşırsak uğraşalım bir şeyleri anlamlandırmakta zorlanırdık. Yaşam iç içe olan duygular sarmalı gibiydi. Nefret, sevgi, mutluluk, aşk hepsi gökkuşağı gibi aynı hengamenin bir yansımasıydı ve ancak bir arada olduklarında bir bütün oluşturabiliyorlardı.


Efsun, istemeye istemeye kaldığı bu evde uyum içinde yaşamaya çalışıyordu. Küçücük yaşına rağmen ekmek almaya gidiyor, Oğuz'un sırtına masaj yapıyor ve bulaşıkları Leman yengesi için yıkıyordu. O evde sevilmediğinden neredeyse emindi. Çoğu zaman kuzeninin ve amcasının öldürücü bakışlarının hedefi olmaktan kurtulamıyordu.


Bir insanın kendisini mutlu kılabilmesi için bir yerlere ait olması şarttı. Yaşadığı ev, yediği yemekler, var olduğu kültür ve birlikte yaşadığı insanlar bu aidiyet duygusunun oluşmasında oldukça önemli bir yere sahipti. Aidiyet duygusu oluşmadığında kişi kendisini o ortamda mutlu hissetmezdi ve bitmek bilmez streslerin eşiğinden kurtulamazdı. Başını huzurla yastığa koyamayan bir insan, bir fazlalık olduğunu düşündüğünden yediği her lokmada haram bir tat alır ve burukça yaşar giderdi. Tabi buna yaşamak denirse.


Efsun da aynı çaresizliği yaşıyordu ömründe. İnsanı belini en çok büken dostlardan gelmeyen şefkat düşmandan gelen merhametti. İnsanları hayatımıza alırken bazen sadece yalnızlığımıza derman olmasını diler onların doğruluğunu sorgulamazdık. Yalnızlık acı veren bir duyguydu. Dile getiremediğiniz her şey içimizde tarifi imkânsız yangılar oluştururdu ve biz okyanusta bir damla gibi gördüğümüz birilerini sığınıp mutlu olmaya çalışırdık. En büyük hatanın bu olabileceğini kimi zaman düşünemezdik.


Küçük kız yaşadığı kötü olaylardan sonra yalnızlığımı paylaşacak arkadaşlar edinmek istiyor ama bir türlü derdinden anlayacak ve onunla dost olacak kişileri bulamıyordu. Kendisini bu ortama ait hissedebilmesi için bu gerekliydi.


Pencereden sokağa büyük bir ilgiyle baktı. Çocuklar saklambaç, yakar top gibi farklı oyunlar oynuyor neşe içinde cıvıldaşıyordu. At kuyruğu yaptığı saçlarını sol omzunun üzerinde topladı. Başını masum yüzünü gizler gibi pencerenin tahta çerçevesine yasladı. Gözleri mavi harelerine kazıdığı hüzünle o küçük çocukların üzerinde dolaştı.


Orada babasını görüyordu. Kendi yaşadığı semtte de arkadaşları vardı ve her gün bu saatlerde babasının yolunu gözler sırf zaman geçsin diye arkadaşlarıyla bir süre oyun oynardı. Seviliyordu orada. Buradaki gibi acem kalmamıştı çocukların yanında. Sevimli bir çocuktu Efsun. Onu sevmemek için insanın yüreğinin cadı kazanı gibi hasetle fokur fokur kaynaması gerekirdi. O tatlı, kadife sese, o okyanussu mavi gözlere başka türlü cephe açılmaz, merhametle savaşa girilmezdi.


Eski mahallesinde arkadaşlarıyla oyunlar oynar acıkınca da ellerine aldıkları domates ekmekle bir tamam karınlarını doyururlardı. Sokaklar onun cıvıltılarıyla dolu dolu olurdu çoğu zaman. Herkesin imrenerek baktığı mavi gözlü küçük yumurcak hem kızdırır hem de neşelendirirdi. Gözleri pırıl pırıldı. Bakan herkesi içine çeken mavi bir su damlası gibi o tatlı bakışıyla yüreklere kendini işlerdi. Şık düşen sakar bir, küçük olsa da dizlerinin yaralarını kollarının sıyrıklarını önemsemez, hiçbir şey olmamış gibi yüzünde kocaman gülümsemesiyle oyununa devam ederdi.


Bazen kendisine sataşan kötü çocuklar olsa da onların yaptıklarına küçük kız tahammül etmez masum yüzüne yakıştırılamayacak bir öfkeyle haklarını savunmaktan çekinmezdi. Kendisinden çok daha büyük çocuklara bile söz konusu hak hukuk olduğunda savaş açar, minik dişlerini onlara geçirmekten çekinmezdi. Artık o günler geride kalmıştı. Yabancı bir semtte arkadaşlarından ve babasından uzakta yeni bir hayata başlamıştı.


Uzun tiz bir ıslık duyduğunda pencereden beline kadar sarkıp aşağıya baktı. Eli yüzü pas içinde olan kurmaz bir çocuk tilki gibi diktiği kulaklarına günlerce duymayı beklediği o güzel sözleri haykırdı. "Buraya gel ve bize katıl. Oyun için bir arkadaşımız eksik."


Mutluluk Efsun'un kırık çocukluğunda sigara söndürmüştü. Sadece eksik bir oyuncunun yerini dolduracaktı ve bu gurur kırıcı bir durumdu. Asla bir yerde istenmeyen kişi olmayı istemez birilerinin yerini doldurmak gibi bir zayıflığı kabul etmezdi. Fakat bu sefer kendini aşacak ve çocuksu gururuna rağmen ona biçilen rolü kabullenip bu insanların kendisini daha yakından tanımasını sağlayacaktı. Yeniden çocuk olmak istiyordu. Ve çocuklar oyun oynardı. Bulaşık yıkayıp abilerinin sırtına masaj yapmazdı.


Başını çocuksu bir hevesle sallayıp pencereden zıpkın gibi fırladı. İki katlı gecekondu evden çıkmak ve yeniden üstünü başını kirlettiği o heyecan dolu günlere dönmek istiyordu. Leman yengesinin "Nereye?" sorusunu pabuçlarını tek ayak üzerinde giyerken "Aşağıya!" diye cevapladı ve ayakkabısının cırtcırtlarını bile yapıştırmadan kendisini merdivenlere attı. İç bükey şekilde irili ufaklı beton merdiveni ikişer üçer inip yerçekimine meydan okuyarak demir kapının telini çekti. Boyu kısa olduğu için kilide erişemediğinden amcası ona bu tel düzeneğini kurmuştu. Ve gerçekten iş görüyordu.


Karşısında birbirlerine anlamsız bakışlar atan çocuklara uzun zamandır kimsenin göremediği o sevimli gülücüğünü sundu. Üst ön dişlerinden ikisi dökülmüştü ve dili gülümserken iki süt dişinin bıraktığı boşluğa kaçıyordu. Elbette tüm bunlar Efsun'un umurunda olan şeyler değildi. Dişlerinin arasından tren geçmesi ve at kuyruğu yaptığı saçından serseri birkaç tutamın firar etmesi oynamak için sabırsızlandığı oyuna engel teşkil edemezdi.


"Adın ne senin?" dedi esmer sıska çocuk. Efsun o küçücük yaşına rağmen bu çocuğun grubun lideri olduğunu anlıyordu. Demek herkesin sözünü dinlediği o yumurcak buydu. "Efsun." derken onu ince ince süzdü. Fazla afacan ve uyanık bir tipi olduğunu kabul etmek zorundaydı.


"Senin adın ne?" Efsun'un sorusu çocuğu haylazca yarım ağız sırıtmaya sevk etti. "Demir!" Küçük kız ondan pek hoşlanmamıştı. Sanki yıllar sonra başına gelecek olan o felaketi hissetmişti de çocuk kalbi içindeki hevese rağmen kaçmasını söyleyip deli gibi atmaya başlamıştı. "Bunlar bizim tayfa," dedi esmer, ela gözlü çocuk yanındaki çocukları gösterirken.


Efsun, çocukların arkasında kendisine kıskanç bakışlar atan Burcu'ya sitemle baktı. Bu kız kendisini düşman olarak mı görüyordu ki bunca zamandır Demir'in yaptığını yapamamış ve bir kez olsun Efsun'u arkadaşlarıyla tanıştırmamıştı? İnsan yalnızlık çeken kuzenine biraz olsun ilgi göstermez miydi?


Demir, akan burnunu üzerindeki kollu bluzun dirseğine silip üst dudağını sinsice yukarı doğru kıvırdı. Efsun kendisinden büyük olan bu çocuğun hal ve davranışlarında tiksindirici gelen bazı sevimsizlikler bulmuş ve yakalarındaki kirden pek de temiz biri olmadığı kanaatine varmıştı.


Çocuk başını kendisine hırlayan bir köpeği savar gibi yanındaki arkadaşına çevirdi. Şimdiden mafya gibi isimler bulmuşlardı kendilerine. Bu otorite de neyin nesiydi? "Bu Daver." Sonra da onun yanındaki oğlan çocuğuna kaşıyla işaret etti. "Bu düdük de Murteza." Sırayla Aslı ve Eren'i gören Efsun ekibin adını öğrenmekte zorlanmamıştı.


Demir, başını emme basma tulumba gibi sallayıp duvarı işaret etti. "Saklambaç oynuyoruz. Sen aramıza yeni katıldığın için ebe olacaksın. Bizi bulursan oyunu sen kazanırsın bulamazsan bir daha bizimle oynayamazsın. Anlaştık mı?"


Küçük kız bu oyunun sandığından çok daha önemli olduğunu anlamıştı. Demir kendisini arkadaş grubuna kabul etmek için bu oyunu referans alıyor ve Efsun'dan iyi bir arkadaş olup olamayacağını kanıtlamasını istiyordu.


Hassas kalbi sızlamıştı Efsun'un gözleri heyecanla dolarken. İyi bir oyun arkadaşı olduğunu kanıtlamazsa yeniden pencere kenarında onları izlemek zorunda kalacaktı ve bu durum Efsun'un yeniden yalnızlığa gömülmesi demekti. Yüzde elli şansı vardı. Ya kazanacaktı ya da kaybedecekti. İyi bir oyuncu sayılsa da her an ne olacağını kestirmek güçtü. Yenilmesi halinde hem gururu hem de hevesleri alaşağı edilecekti.


"Tamam!" dedi duvarın dibine doğru küçük adımlarla giderken. Gözlerini kendisini sinsice süzen Demir'den ayıramıyordu. Bu çocukta iyi niyetin zerresini bile umamazdı. Gözleri duvarın pürüzlü yüzeyinde birkaç saniye oyalandı. Sonra ardındaki küçük yüzlere baktı. Hepsi onun saymaya başlamasını bekliyor olacak ki cin çarpmış gibi bulundukları yerde öylece dikilip duruyorlardı.


Efsun, ellerini duvara secde eder gibi yaslayıp sesli bir şekilde saymaya başladı."1,2,3..." Herkes kaçışırken Demir'in tok, iğreti sesi duyuldu. "100'e kadar sayacaksın unutma." Efsun "Hı hı!" diyerek kaldığı yerden devam etti. Hava kararmaya yüz tutmuş oyun saati çoktan bitmişti. Küçük kız sayıları kovalarken Demir'den işareti alan çocuklar gözlerini kırpıp yüzlerini ekşi erik yemiş gibi kastılar. Küçük yaşlarına rağmen kendilerine güvenen birini yarı yolda bırakacak kadar zalim olabiliyorlardı. Ya da zalim olan birilerine uyacak kadar duyarsız kalabiliyorlardı.


Efsun "100!" dediğinde etraftan çıt dahi çıkmıyordu. "Açtım baktım sağım solum sobe!" Küçük kız haylazca gülerek başını çevirdi ve dilimi dişlerinin boşluğunda dolaştırdı. Herkes bir yerlere saklanmış olmalı diye düşünüp onları aramaya koyuldu. Evin girişindeki merdivenin altına, yokuşun girişindeki tuğlaların kenarına baktı önce. Bulamıyordu. Çocuksu masum kalbi onların kendisini sokakta bırakıp evlerine gitmiş olabileceğini düşünmeyi reddediyordu. Köşe bucak kendisine verilen sözü kovalıyordu.


Yarım saat boyunca bulduğu her deliğe bakmış fakat çocuklara dair herhangi bir ize rastlayamamıştı. Evlerinin balkonundan kendisini takip edip kıs kıs güldüklerini göremeyecek kadar oyuna kendisini kaptırmıştı.


"Neredesiniz? Lütfen çıkın artık!" Güneş batmak üzereydi ve kız onları bulma arzusuyla evden uzaklaşmış tehlikeli kuytu köşelere doğru yol almıştı. Uzaktan seyrettiği parka kadar gelip salıncağın dibinde biraz dinlendi. Hâlâ kimseyi göremiyordu.


İçindeki huzursuzluk kat be kat artmıştı. Etraf çiğ damlalarıyla doluydu. Kısa bir süre sonra hava kararacaktı. İnsanlar yavaş yavaş elini ayağı şehirden çekmeye başlamıştı. Gözlerinden damlayan küçük yaşlara inat gülümsemeye çalıştı. Birazdan ortaya çıkacak ve karşısına geçip şaka yaptıklarını söyleyeceklerdi. Bakışları parkta dolaştı. Salıncaklar, yunus balığı şeklindeki kocaman heykellerin ardında sıra sıra dizilmişti. Ortadaki fıskiyenin dönüşümlü suyu ruhundaki karanlığa meydan okur gibi bulanık akıyordu.


O an kolunu kavrayan bir el dudaklarından bir çığlığın firar etmesine sebep oldu. "Sen!"


***


Efsun'un Kaleminden


"Ne için gelmiştiniz?" dedi kadın inanmaz gibi bir yüz ifadesiyle. Akan korkunç rimelimi düşünmemeye çalışarak iğreti bir şekilde gülümsedim. Bugün tüm bulutlar bana savaş ilan etmişti. Öyle ki yaptığım o özverili hazırlığın yerinde yeller esiyordu. "Ben garson ilanı için gelmiştim." diye amacımı yineledim. Kadın burnunun kemerini karıştırıp kalçasını kenarındaki lüks masaya dayadı. Eli belinde, egoist bir yüz ifadesini karşımda pandomim sanatçısı gibi ince ince işliyordu.


"Garson ilanı demiştik palyaço değil." dedi patron edalarıyla. Sözleri canımı sıkmıştı. Bu ukala tavırlarına karşı nasıl duyarsız olurdum ki? "Ben de iş görüşmesine geleceğimi düşünmüştüm kurtlar sofrasına değil." diye ekledim. Kendimi aşağılatmaya hiç niyetim yoktu. O kimdi ki beni hor görme hakkını kendinde bulabiliyordu. "Diliniz de fazla uzunmuş." diye karşılık almam uzun sürmemişti. Ayağa kalkıp yanıma gelmesi saniyelerini almıştı. "Sizin..." diye karşılık verecekken içerden gelen tok ses dilime ilk ilmeği attı.


"Yeter!" Uzun, ince, kel bir adam burnumuzun dibine kadar sokulup, "Mekanımızın saygınlığını zedeleyecek diyaloglara burada yer yok." diyerek son noktayı koydu. Sanırım bunu bana değil yanımdaki şımarık ne oldum delisine söylemeliydi. Bana dönüp, "Küçük Hanım ismini lütfeder mi?" diye fısıldar gibi ilgiyle konuştu. İçimden ne nazik adam diye geçirdim. Ha şöyle saygılı olun canımı yiyin. Düzgün konuştular da ben mi suyu bulandırdım? Düşünce bulutumu elimin tersiyle dağıtıp sıkmak için elimi uzattım.


"Ben Efsun. Gazetede ilanınızı gördüm ve iş görüşmesi için geldim." Elimi sıkıp "Hoş geldiniz." dedi. "Keşke hoş bulabilmiş olsaydım." derken gözlerim hâlâ biraz önceki küstah kadında oyalanıyordu. Kadın hırsla dudaklarını kemirirken adam kadife bir sesle özür dileyip benimle iş detaylarını konuşmaya başladı. Ne yazık ki karı-koca olduklarını öğrenmem o mekânda duyduğum ikinci korkunç gerçek olacaktı. Elbette karman çorman hayatımın esas darbesini iki gün sonra alacağımı hiç düşünmüyordum.


Orta halli bir maaşla anlaştık ve ilk günden işe başladım. Burası benim gibi tatlı hastası bir kadın için adeta cennetti. Bol miktarda pasta yiyebiliyordum ve mutfakta harika zaman geçiriyordum. Efsane yemek kokularının arasında dolaşırken ciğerci kedisi gibi yalanmak en favori hareketlerimden olmuştu. Restoranın olağanüstü bir güzelliği vardı. 3 katlı bir mekân olduğu için pek çok müşteriyi farklı dizayn edilmiş salonlarda ağırlayabiliyorduk. İlk kat klasik, yaldızlı detaylarla doluyken, ikinci kat uzay grisi bir konsepte sahipti. En alt katta Avrupa tarzı döşenmiş mobilyalar vardı ve en önemli özelliği sanatsal açıdan muhteşem tablolara ev sahipliği yapmasıydı. Dünya mutfağından enfes sunumlar özenle masalarda yerini alıyordu. Açıkçası ben Türk mutfağı dışındakileri çok tutmuş sayılmazdım. Birkaç kez çubuklarla Çin yemeği denesem de iki lokmanın belini kırıkta mideme buyur edememiştim. İtalyan mutfağı da pizza aşağı makarna yukarı tarzdaydı ve maalesef onlarda beni bir yerden sonra sıkmıştı. Yine ne varsa bizim mutfakta vardı.


Burada 3 garsonduk. Ben ve Ezgi iyi bir ekip olmuştuk. Orçun da biraz kasıntı olmakla birlikte zararsız birine benziyordu. Mutfakta Ziya şefin borusu öterdi. Diğer iki aşçı bu durumu kıskansa da benim için patronun kim olduğu çok da önemli değildi. Kalbimin anahtarı tatlıların büyülü dünyasında asılıydı ve şu ana kadar o büyülü dünyayı en çok Ziya şef tıklatmıştı. Bazen komik espriler dönerdi mutfakta ve kıkırdamalarımız müşterilere kadar giderdi. O zaman müdürün karısı Yelda Hanım yanımıza gelir kendine has kibriyle mutfakta terör estirirdi. Onu ilk gördüğüm anda da sevmemiştim. Elbette de o da benim kartviziti çoktan almıştı. Kimin umurunda? Burada karnım tok sırtım pekti ya onu umursamak tap 10 listemin yanından bile geçemezdi.


O gün kaosun en koyusu yine soluğu kapımda almıştı. Üzerimde kolalı beyaz gömleğim ve kısa, siyah eteğimle hizmete hazırdım. Saçlarımı toparlayıp açık renk pembe rujumu sürüp uykusuzluğumu giderecek açık renk bir makyaj yaptım. Şimdi çok daha iyi görünüyordum. Burası lüks bir restoran olduğundan genellikle cüzdanı parlak müşteriler geliyordu ve bereket versin bu sayede maaşımı katlayacak bahşişler alabiliyordum. Bazen zengin erkeklerin kolunda gezen genç kızlara üzülerek bakar ve gösterişli bir hayat için katlanmak zorunda kaldıkları bu hayata iğrenerek anardım.


Ben erkeklere asla yürüyen cüzdan olarak bakmamıştım. Esasen aşkın tarifi bende menemen tarifi gibi açık ve netti. Huzur, mutluluk ve karşılıklı değer vermek. Sadece bir tarafın sözünün geçtiği kaypak ilişkiler hiçbir zaman bana göre olmamıştı. Bu sebepten sevmeyi ücretli hale getiren her şeyle arama nefretten bir duvar örmüştüm.


O gün restoran yine tıklım tıklımdı. Süslü kadınlar, pahalı smokin giyen parlak beylerin yanında yerini almış, etrafa cazibedar gülücükler dağıtıyordu. Elimdeki elmalı turtadan kocaman bir ısırık alıp, şakırdayan büyük avizelerin altındaki cazibeli dünyayı meraklı gözlerle süzüyordum.


Ben turtanın her bir kırıntısının tadını çıkarırken Ziya şef de hazırladığı şaheserin son rötuşlarını yapıyordu. Ah o doğum günü pastası ne muhteşem görünüyordu öyle. Keşke müşterinin tabağında değil de benim midemde olsa diye iç çekmekten kurtulamadım. Parmağım bir hayale sürüklenir gibi tatlının kadife pembe dokusuna kulaç attığında elimin üzerine indirilen küçük şaplak tüm şevkime galebe çaldı.


"Seni küçük bal arısı. Her tatlıyı parmaklamaktan ne zaman vazgeçeceksin. Restoranın akıbetinden geçtim dünyayı yedin. Sen doymak nedir bilmez misin? Şu somurmaktan aşınan parmağın biraz dinlensin artık."


Pembe ojeyle renklendirilmiş işaret parmağıma baktım. Benden ayrılıp kendi imparatorluğunu kurmuş gibi özgürce kıpırdanıyordu. Fazlaca yaladığımdan olsa gerek rengi diğerlerine göre çok daha açık görünüyordu. Öyle ki bağımsızlığına kendine ait bir bayrak ve marşla desteklediğini bile düşünebilirdim. Hi hi.


"Ama harika görünüyor. Bu şey..." dedim gönül alır gibi.


"Kes! Sen restorana değil midene çalışıyorsun. Kuyruğunu arayan küçük kurbağa gibi ortalıkta dolaşacağına işini yap. Bak gözünün yaşına bakmam müdüre şikâyet ederim." Müdürün adının geçmesi bile keyfimin kaçmasına yetmişti. Bu Yelda denilen Firavun beni dövmekten beter eder, alaylarıyla beynimdeki tüm şalterleri attırırdı. Sevgili yıldızlar lütfen onu benden beni de ondan uzak tutun. Daha fazla onun saçma davranışlarına tahammül edemeyeceğim.


Elimi alnıma gelişi güzel sabitleyip sert bir asker selamı çaktım. "Emredersin şef." Bana verilen tabakları da kucaklayıp soluğu içeride aldım. İşimi iyi yapma mecburiyetindeydim. Para yoksa hayat da yoktu ve ben oğlumu bulabilmek için güçlü olmak zorundaydım. Elimdeki tepsi harika içeceklerle doluydu ve dakikalar içinde tüm bardaklar müşterilere ulaşmıştı.


İşimi iyi yapmanın memnuniyetini dibine kadar üzerimde taşırken bakışlarım yine o küçük mavi gözlere tosladı. "Eyvah eyvah yine o!" Elimdeki tepsiyi evladım gibi bağrıma basıp şapşal şapşal koşarak büfenin arkasına saklandım. "Bu adam Güney Tunç Atasoy." Gözlerimi ellerimle ovup, "Ta kendisi." diye sayıkladım. "Peşimden buraya kadar gelmiş olamaz değil mi?" Dişlerimi dudaklarıma geçirip gözlerimi endişeyle kıstım.


"Bu adamdan kurtuluşum yok. Hala o gecenin intikamını almaya çalışıyor. Neden anlamıyor benim hafiye olmadığımı? Neden bile isteye ona zarar vermeye çalışayım ki? Aman Allah'ım ya! Aman Allah'ım ya!" Dizime küçük bir şaplak atıp işaret parmağımın tırnağını dişlemeye başladım. Strese her girdiğimde bu davranışı yapıyor ve kendimi ne yapsam değiştiremiyordum.


Onu uzaktan dikizlerken başım sert bir şeye çarptı. Bakışlarımı o yöne çevirdiğimde Ziya şefle burun buruna geldim. Kel kafasıyla ve üzerindeki kuyruklu ceketle oldukça saygıdeğer görünüyordu. Papyonu da takınca tam İngiliz uşağı formuna kavuşmuştu. "Ne yapıyorsun kızım sen? İşsiz misin? Müşteriler kıtlıktan çıkmış gibi yiyor. Mutfak tabaktan görünmez olmuş sen burada tek başına saklambaç oynuyorsun." "Ama şef!" Yutkundum.


"Çabuk işinin başına dön."


Saklambaç oynamayı severdim, ip atlamayı da ama şu an böyle bir şey yapacak kadar aklımı kaybetmemiştim. Mavi gözlü devle insan aynı ortamda nasıl böyle oyun heveslerine kapılırdı ki? Adeta aklım başımdan gitmişti. Fare gibi saklanacak delik arıyordum şef bana ne diyordu? Ah bu insanlar hep mi kendilerini düşünürler?


Gözlerimi ovuşturup karşımdakinin bay muhteşem olup olmadığını anlamaya çalıştım. Onu görünce beynimde şimşekler çakıyordu. Sanki her an birileri gelip beni o tuhaf giysilerin içine hapsedecek ve korkunç çığlıklarım eşliğinde sahneye itecekti ve ben onun mavi gözlerinde boğularak üzerine düşecektim. Aman Allah'ım! Sen bir daha beni o tımarhaneye düşürme!


Daha fazla konuşup şimşekleri üzerime çekmeden pastanın taşındığı masayı sahibine götürmek için harekete geçtim. Neyse ki konsept gereği tüylü büyük parti maskeleri takmamız gerekmişti ve bu benim kimliğimi korumama epey yardımcı olmuştu.


Köpükler ve yıldızsaçanlarla küçük adımlarla parti sahibinin bulunduğu masaya yaklaştık. Genç bir çift aşk dolu bakışlar eşliğinde birbirlerini tebrik edip sarıldılar. Onlar romantik dakikalar geçirirken benim gözüm hep mavi gözlü devin üzerindeydi. Yanında bakımlı hoş bir kadın vardı, fakat kadının rahat tavırlarına karşılık oldukça gergin bir hali olduğunu sezebiliyordum. Özenle giyinmiş olmasına karşı gözleri huzursuz edalarla etrafı kolaçan ediyordu.


Muhtemelen kendisini kayda alan muhabirler olup olmadığını kontrol ediyordu. Peki bu çekingenliğin sebebi neydi? Bir kadınla yakalanma korkusu mu? Kıkırdadım. Ondan kolay ne vardı? "Sadece arkadaşız" diyerek tüm kara bulutları dağıtır ve dedikoducuların hevesini kursağında bırakabilirdi. Popstarlığın yemin töreni olsa ilk cümle bu olurdu herhalde.


Müdürün yay gibi gerilen kaşlarını gördüğümde hemen işime yönelip parti sahibi çifte doğru pasta masasını sürüklemeye devam ettim. Müdür her hata yaptığımda annem gibi mimiklerini kullanır ve bana uyarıcı bakışlar atardı. Bende kafamdaki hayal bulutunu dağıtır ve işime koyulurdum. Bu müdahalelerin yabancısı sayılmazdım anlayacağınız.


Parti çifti etraflarındaki dostlarının tebriklerini kabul ederken ortamın sıkıcılığından bakışlarım dağınık zihnime uyup diğer masalarda oyalandı. Eğlenen olmayınca eşlik etmek çok parlak bir fikir gibi gelmiyordu. Bizim işimiz çalışmaktı. Boyuna çalışmak!


Gözlerim bir masaya takıldığında şeytan çarpmış gibi afalladım. Önce gördüğüm şeyin bir yanılsama olup olmadığından emin oldum. 18 yaşlarında genç bir kız, takım elbiseli, orta yaşlı, kır saçlı bir adamın sevimsiz dokunuşlarına maruz kalıyordu ve ne yazık ki sesini kimse duymuyordu. Kendisiyle aynı yaşlarda bir başka kız da aynı masada şuh kahkahalar atarak dikkatleri üzerine çekiyordu. Genç kızın zoraki tebessümü içimi burkmuştu. Her halinden bu ortama isteyerek gelmediği belli oluyordu.


Adam kızın zavallı mahcubiyetini önemsemeden ellerini teklifsizce kızım baldırında gezdirdi. Kız daha fazla tahammül edemeyip elini ittirdi. Bundan çok daha fazlasını yapması gerektiğini biliyor fakat susmaya güç yetiremiyordum. Ben masaya doğru yaklaşırken kız masadan kalkmak için bir hamle yaptı. Yanındaki olgun adam buna o kadar kolay izin vermeyecekti. Kızı bileğinden yakalayıp zoraki sandalyesine mıhladı. Kız ağlamaklı ona sırtını döndüğünde daha fazla dayanamayıp üzerlerine doğru yürüdüm ve yakınlarından geçmekte olan Cebrail isimli garsonu itip adamın üzerine düşürdüm. Onunla birlikte onlarca farklı türden içecek de tacizcinin üzerine devrilmişti.


Adam, "Allah kahretsin!" diye bağırdığında içimden derin bir oh çektim. Adam garsona deli gibi bağırıyor ve kutlamadaki insanların tüm şevkini altüst ediyordu. Genç kız üst kattaki lavaboya koştuğunda bir şeylerin yeterince rayına oturmadığını düşündüm ve masadaki alevli meyve tabağını kaza süsü verip tacizcinin üzerine attım. Pantolonunun tutuşmasına zerre kadar üzülmemiştim. Müdür "Yangın tüpü getirin!" diye bağırsa da adamın bacak arası gözlerimizin önünde çoktan pişmişti. Ben kıkırdarken etrafımızdaki gergin bakışlar her geçen dakika daha da artmıştı. O ara gözlerim yeniden mavi gözlü devi buldu. Ayaklanmış, meraklı gözlerle olan biteni takip ediyordu.


Göz göze geldik. Elimi yüzüme yaklaştırdığımda maskenin yerinde olmadığını fark ettim. "Sen!" diye bağırıp bana yaklaşmaya çalıştı. Bense onu duymayacak kadar şaşkındım. Koşarak yukarı çıkmaya çalıştım. Ne yazık ki ayağım popstarla dakikalarca aynı masada oturan kadına takılmıştı ve ikimiz de kendimizi yere kapaklanmış halde bulmuştuk.


"Şapşal!" diye bağırmasını kafaya takamayacak kadar endişeliydim. Yere düşen çantasını çok kıymetli bir şey taşıyormuş gibi alel acele alıp merdivenlerden çıkışa yöneldi. Mavi gözlü devin peşimden geldiğini gördüğümde kendimi panter gibi lavaboya attım. Ona yakalanmak ve bir kez daha suçlamalarına maruz kalmak istemiyordum. Neyse ki beni bulmak konusundaki ümidi bitince bulunduğum kattan uzaklaşmayı akıl edebilmişti.


Olanlardaki payımın anlaşılmadığını ümit ederek çantamı aldım ve yangın merdivenini kullanarak gizlice çıktım. Tek dileğim beni bulmamasıydı. Bir belayı daha kaldıracak durumda değildim.


***


Güney üstü açık lüks aracından keyifsizce inip sallana sallana odasına gitti. Kâbus gibi bir gece geçirmiş, hayatının en zorlu sınavlarından birini vermişti. Üzerindeki ağır gömlekten bir çırpıda kurtulup kendisini duşa attı.


Kendine çok kızgındı. Tükürdüğünü yalamak dedikleri bu olsa gerekti. Arzu denilen o beceriksiz kızı tüm ısrarlarına ve yapışkanlığına rağmen reddetmiş, araya girdirerek yapmaya çalıştığı torpilleri bertaraf etmişti. Doğru bir karar verdiğine bu kadar inanmışken kendisiyle çelişmiş ve o Allah'ın belası kayıtlar yüzünden o riyakâr manken bozuntusuna teslim olmak zorunda kalmıştı. Bu da yetmezmiş gibi anlaşmayı yemekte kutladıklarına dair aptalca paylaşımlarda bulunmak zorunda kalmıştı. Yumruğunu sıkıp kendisine bir daha böyle bir şeyin olmayacağına dair sözler verdi fakat bu yenilgiyi uzun süre hazmedemeyeceğini kendisi de iyi biliyordu.


Yatağa uzandığında kötü bir günü geride bıraktığına inanarak derin bir uykuya daldı. Saatler sonra telefonun zil sesi kazan gibi kaynayan kafasında derin yankılar bırakacaktı. Elini şifonyere atıp isteksizce, "Alo!" diye boğuk boğuk soludu. Bu saatte arayan menajeri Kıvanç'tan başkası olmazdı.


"Güney, tatlış sakin ol ama sana birbirinden korkunç haberlerim var." Henüz ayılamayan Güney, mahmur gözlerini parmaklarıyla ovup, "Ne haberi?" diye geveledi. Kıvanç'ın sesindeki dehşet tonu bile onu kendisine getirmeye yetmemişti.


"Arzu... Arzu elindeki görüntüleri gazetecilere servis etmiş. Evinin önü sokağın sonuna kadar basın mensuplarıyla dolu. Herkes bu görüntüleri konuşuyor."


"Neeee!" Güney akla zarar bir hızla yataktan doğrulup kendi kabusa uyandı. "Maalesef doğru tatlış. O Arzu denen manken eskisi seni fena tongaya düşürdü. Karı bize hayatımızın dersini verdi. Sabahtan beri ulaşmaya çalışıyorum. Cin olup alem değiştirdi sanki. Bir şeyler yapmalıyız."


Güney ağrıyan başını ve şakaklarını bitkince ovdu. Avuçları yüzünü paralar gibi sıktığında düştüğü belanın idrakine daha sarsıcı bir şekilde varıyordu..


"Allah kahrettin. Neden yaptı? Ona istediğini fazlasıyla vermiştik. Neden hala benimle uğraşıyor?"


"Bilmiyorum. Bu lolitaların ne yapacağını kestirmek zor. Şimdi basını atlatıp evden çık ve kimseye bir açıklama yapma."


Güney, ayağa kalkıp ilk iş duş kabinine koştu. Su bedenini yumuşatmış, çalışmaktan yorgun düşen kaslarını gevşetmişti. Üzerindeki sade bornozu çıkarıp spor bir tişört ve kot pantolon giydi. Ardından dalgınca fön makinasını sarı, ipeksi saçlarında gezdirdi. Başına geçirdiği büyükçe şapka sayesinde kimliğini biraz olsun kamufle edebiliyordu. Arzu denilen aklı havada kıza hesap sormak üzere diğer aracıyla evin arka kapısından kimseye hissettirmeden kaçabilmişti. Kıvanç ise hâlâ olanların şokundan dem vurup onu daha büyük strese sokuyordu.


Sonunda çözüm odaklı olup sorabileceğini en mantıklı soruyu ortaya atmayı akıl edebildi. "Bu işte başkasının parmağı olabilir mi? Arzu daha iş bitmeden kariyeriyle ilgili bu fırsatı bu kadar kolay tepmez. Mantıklı düşünelim. Başka bir düşmanın var mı? Sana zarar verecek, ıskaladığımız herhangi biri?"


Güney seyir halindeki lüks aracını aniden fren yaptı. Gözlerinin önüne gelen mavi gözlü kadını hatırladığında "O kız!" diye sayıkladı. "Hangi kız tatlış!" Kıvanç elindeki küçğk aynayla kaçlarını tararken. Yumruklarını sıkan genç adam artık kimin düşmanı olduğundan emindi.


"Lösemili çocuklar için düzenlediğimiz o özel geceyi hatırlıyor musun? Her şeyi mahveden sakar kız dün restorandaydı. Garson kılığında ortalığı birbirine kattı." Başını öfkeyle salladı. İçinde kariyerinin katilini bulmuş olmanın verdiği gurur olsa da vicdanının kalesinde hoyrat bir hüzün öfkesine rağmen kol geziyordu.


"Her şey onun başının altından çıktı." dediğinde gideceği adresi ve peşine düşeceği insanı anlamak çok zor olmamıştı. "Restorana gel Kıvanç. Bu sefer bizi o masum yüzüyle kandıramayacak."


***


Loading...
0%