Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm: İz

@syildiz_koc


Medya: Thanks for leaving (Alexandra Stan)


Yıllar önce:


Minik Efsun iri iri açtığı gözleriyle mavi bakışların sahibi olan adama kinle baktı. Onu annesi Nergis Hanım'ın tutuklanmasından sonra ikinci kez görüyordu. Minik, beyaz ellerini yumruk yapıp nefretle kin kustu. O gün babasının kanını o zavallı kaldırım taşına akıtıp allara boyayan kişi annesiydi fakat Efsun suçu ne annesine buluyordu ne silaha ne de kendisini vermemek için direnen babasına... En büyük suçlu Cemal denilen o adamdı.


Eğer Cemal denilen o adam annesini kandırmamış olsaydı yuvaları yıkılmayacak Efsun şimdi anne-babasının yanında güvende, mutlu bir şekilde yaşayacaktı. Annesi yine somurtkanlığına rağmen ona sevdiği yemekleri pişirecek, karşılaştıkları son gün yaptığı gibi onu babasından koparmaya çalışmayacaktı. Babası onu omuzlarına alacak ve çarşı pazar dolaştırıp oyunlar oynayacaktı. Artık tüm bu güzellikler küçük kız için hayal bile değildi.


Babası küçücük bir çukurda beyaz bir örtüye sarılarak onlardan uzaktaydı, annesi ise hapishanede Efsun'dan uzak bir suçlu gibi hayatına devam ediyordu. Efsun istenmediği bu evde küçük bir kız gibi değil de hizmetçi gibi yaşıyorsa bunun en büyük sorumlusu Cemal'di.


Adam, dolu dolu olan mavi gözlerini Efsun'un minik masum yüzünde dolaştırdı. Nefes alıp verdikçe salınan saç tutamlarını parmaklarıyla kulağının arkasında biriktirmek istediğinde minik kız ona engel oldu. "Dokunma bana!" Genç adam büyük bir günah işlemiş gibi ellerini onun teninden ve saç tutamlarından uzaklaştırdı. Efsun'un küçük bir okunuşuna bile izin vermediğini, ondan nefret ettiğini düşünmek Cemal'e acı veriyordu.


"Seni üzmek istemedim. Annen de ben de bir aile olmak istedik. Amacımız kimseye zarar vermek değildi."


Sözleri Efsun'u daha çok yaralamaktan öteye gitmiyordu. Babasının kanlı bedeni bu adamı her gördüğünde gözlerinin önüne bir gölge oyunu gibi düşüyor ve onu gözbebeklerini sıkarak hayallerden sıyrılmaya mecbur ediyordu.


"Verdiniz ama!" Efsun'un çocuksu haykırışına gözlerinden boşalan yaşlar eşlik etti. Kalbi kırık bir çocuktu ve artık başkalarının kalbini kırmayı da önemsemiyordu. Kendisine acı veren herkesi bir çırpıda silip atacak kadar öfke doluydu.


Cemal ona bir adım yaklaşıp ellerini tutmak istedi. Küçük kız bu kadarcık yakınlığa bile müsaade etmeyecekti. Kendisini geri çekip Cemal'in bu dokunuşunu kızgınlıkla bertaraf etti. "Sakın bana yaklaşma." Adamın mavi bakışları buğulanmıştı. Gözlerinde aşinası olamadığı bir hüzün vardı. Bir kayıp, bir yitik, bir yasak vardı aralarında. Yaşanmamış özlem dolu günler yakasına yapışmış hesap soruyordu.


Efsun'un sevimli masum gözleri Cemal'in erkeksi ellerinde parmak boğumlarında dolaştı. Elleri babasınınkinden çok farklıydı. Babası ağır bir işte çalışırdı. İnşaat tepelerinde sıva yaptığını, tüm gün molozların, kirin pasın içinde güç koşullarda çalıştığını bilirdi. Fabrika köşelerinde bin türlü kimyasalın arasında verdiği nefes mücadelesini düşünmek bile istemiyordu. Birkaç kez arabasına gizlice binip onunla iş yerine gelmişti. Efsun babasının aldığı rengarenk şekeri yaşarken o büyükçe bir tahta iskeleye binmiş ve elindeki malzemeyle onun gözlerinin önünde kocaman bir duvarı sıvamıştı.


Gözleri o günü görür gibi dalgın dalgın zeminde dolaştı. Babasının nasırlı ellerini tutup nasıl eve döndüklerini, annesi ellerini yıkasın diye su getirirken koşarak ev terliklerini babasının ayaklarına geçirdiğini hatırladığında içinin buruklaştığını, kalbinin ezildiğini hissetti. Ellerinde yara bere eksik olmazdı. Efsun minik elleriyle o yaraları sever annesine bırakmadan babasının sevgi dolu bakışlarına tebessüm ederek ellerine özel kremler sürerdi. Canının acımasını istemezdi Kerim Bey'in. Hep gülsün kendisine o güzel köy hikayelerini anlatsın isterdi. Babasının yaralı ellerinin kendisine yemek yedirmesini sever, saçlarını her okşadığında başını göğsüne yaslayıp kalp atışını dinlerdi.


Cemal'in elleri babasınınkinden oldukça farklıydı. Pürüzsüz el yüzeyi, babasının aksine ince sayılabilecek parmakları ve bakımlı tırnakları vardı. En ufak bir dikiş ve bıçak izine rastlayamamış olmak Efsun'un öfkesini daha kabartmış adeta Cemal'e düşman kesilmesine sebep olmuştu. O bu kadar güzel elleri hak etmiyordu. Bu eller sadece babası tarafından sahiplenilmeliydi. Haksızlıktı bu! Yoksa annesi Kerim Bey'i bu yüzden mi bırakmıştı? Elleri daha bakımlı ve güzel olsaydı Nergis Hanım Kerim Bey'i sever miydi?


"Bana kızgın olduğunu biliyorum. Ama her şeye yeniden başlayabiliriz." Efsun ona sırtını dönüp asık suratını ve kötü bakışlarını salıncağın tahtasına yaslayarak sakladı. Cemal ise bu konudaki ısrarından kolay kolay vazgeçecek gibi durmuyordu.


"Ne dersin? Ben senin baban olabilirim. Birlikte çok eğleniriz. Sana en sevdiğin oyuncaklardan alırım. Kocaman bir odan olur. İçine istediğin mobilyaları alırız." Cemal'in bir solukta söylediği sözler Efsun'un daha da öfkelenmesine sebep olmuştu. Bu kötü adam kendisini ne sanıyordu? Onu bu saçma vaatlerle kandırabileceğine nasıl inanırdı? Efsun babasını bunları alamasa da çok seviyordu. Hâlâ onun hayaline sığınıyor, her gece uyumadan ona kavuşabilmek için dua ediyordu. Şimdi bu adam kim oluyordu da babasının yerine geçebileceğini düşünüyordu? Yoksa bu kötü adam annesini de mi böyle kandırmıştı? Nergis Hanım bu yüzden mi babasını bırakıp onunla gitmek istemişti?


"İstemem. Senden gelecek hiçbir şeyi istemem!" dedi Efsun gözlerini Cemal'in nemli bakışlarından ayırmadan. Adam ısrarcı çocuk ise keçi gibi inatçıydı. Dizlerini kırıp umut dilenir gibi Efsun'un yanı başına ilişti. Kalbi tek bir olumlu söz için canını verecek gibi delicesine bir istekle atıyordu.


"Bak! O evde sana çok iyi davranmadıklarını biliyorum. Neden oraya döneceksin ki? Sana çok iyi bakabilirim. Benim evime gel. Hem bahçede kocaman bir havuz var. Yaz ayları gelince birlikte yüzeriz. İstersen bahçeye salıncak da kurarız. Oyuncaklarla dolu kocaman bir odan olur. Benim kızım olursun!" Efsun kızgınlık onu itip kendisinden uzaklaştırdı. "İstemem! Ölsem yine de seninle gelmem! Sen kötü adamsın!" Cemal başını inkâr eder gibi salladı. İçinde kocaman bir savaş veriyor bu küçük kızı yeni bir hayata hazırlamak için dur durak bilmeden yeni istekler sıralıyordu.


Ayağa kalkıp büyük bir umutla elini Efsun'a uzattı. Çocuk haylazca dil çıkarıp koşmaya başladı. Bu kadar kolay teslim olmaya hiç niyeti yoktu. Koşmak ondan olabildiğince uzaklaşmak istiyordu. Bu sözleri dinlemek bile ona ağır gelmişti. Sanki babasına birkaç oyuncak için ihanet etmişti de onun utancını çocuk kalbi taşıyordu. Ondan kaçmak istedi. Deli gibi kaçmak istedi. Asla babası olmasına izin vermeyecekti. Kerim Bey'in yerine geçmesine asla dayanamaz bunun ihtimalini bile kaldıramazdı.


Babasının bu konuşmayı duymamış olmasını diledi. Onu yanlış anlamamalı, öldükten sonra da kızına olan sevgisinden bir şey kaybetmemeliydi. Onun üzülmesi ihtimaline asla dayanamaz babasının yüzünü kara çıkartmaktan çok korkardı.


Ciğerleri deli gibi koştuğundan yırtılacakmış gibi acıyordu. Nefesi kesiliyor kalbi de gümleyerek göğüs kafesine adeta dar geliyordu. Şişen dalağının bıraktığı acıyı önemsemeden etrafındaki ağaç dallarına çarparak parktan olabildiğince uzaklaşmaya çalıştı. Cemal ise peşinden koşuyor yaşına kıyasla hızlı koşan bu kıza yetişmenin kaygısını yaralı yüreğinde güdüyordu. "Dur Lütfen! Kaçma benden!" Efsun onu duymak istemeyecek evin yolunu bile önemsemeden çılgınlar gibi koşup uzaklaştı. Onun kendisine dokunmasına, vaatlerde bulunmasına asla izin vermeyecekti.


Karanlık çökmüş sokak ışıkları ise çoktan karanlığı silme çabasına girişmişti. İçine çöreklenen korku yüzüne sirayet etmişti küçük kızın. Daha fazla dayanamayacağını biliyordu. Ondan kaçmak için evinin yolunu şaşırdığını, ıssız bir arsaya geldiğini fark etti. O an peşindeki adamdan kurtulma gayesine öyle tutunmuştu ki ayağına takılan taşı bile fark etmemişti. O boylu boyunca yere yuvarlanırken Cemal de kendisine yetişmiş kafasındaki planı hayata geçirmek için aradığı fırsatı bulmuştu.


Efsun kalkmak için çabalasa da artık ondan başka bir çıkış yolu bulamıyordu. Cemal onun zayıf, hassas bedenini kollarının arasına alıp sevgiyle bağrına bastı. Babasına sevgiyle bağlı olan masum yüreğin kendisini zamanla baba olarak kabul edeceğini düşünüyor, onun alelade bir eşya gibi sürüklenmesinde bir sakınca görmüyordu. Efsun "Bırak beni!" diye defalarca bağırdığı halde sesini duyan bilen çıkmayacak ve kader onu varlığından en çok nefret ettiği adama mecbur edecekti.


"Gidiyoruz bebeğim! Artık hiç üzülmeyeceğin, layık olduğun hayatı yaşayacağın yere gidiyoruz."


***


Efsun'un Kaleminden


O korkunç geceden sonra adeta kaçarak arkadaşım Melis'in evine gitmiş, kendimi alel acele banyoya atıp derim buruşuncaya kadar suyun altında beklemiştim. Sakarlık ve bela benim lanetim gibiydi. Onca aramanın ve çabanın sonucunda zar zor bir iş bulmuş, mutlu mutlu gidip geliyordum. Her şey o kadar yolundaydı ki bazen ben bile bahtımın güldüğüne inanıyordum. Fakat o gece tüm umutlarım sele kapılan bahar çiçekleri gibi savrulup tükenmişti. Bu işe çok ihtiyacım vardı. Oğlumu bulabilmek için önce şehirde kendime yer edinmeli, en azından hayatımı idame ettirecek kadar para kazanmalıydım. Olmamıştı. Şimdi olabilecek en aklı başında halimle patronun karşısına çıkıp özür dilemeli ve durumu düzeltmeliydim. Böylece biraz olsun bir şeyleri telafi edebilirdim.


Restoranın kapısına geldiğimde giriş kapısındaki cama yansıyan görüntüme bakıp iç çektim. "Hadi ama Efsun! Çok kötü olmayacak. En fazla azarlanıp kovulacaksın ve tazminat bile alamayacaksın. Belki rezil ettiğin o adam senden davacı olacak ve yüklü bir tazminat ödeyeceksin ya da tekrar hapis... Hapis mi?" İçimden kendime fısıldadığım son sözcük aklımın başımdan gitmesi için yetmişti. Oraya tekrar döndüğümü düşünmek bile istemiyordum. İhtimalleri gözden geçirince her şeyin fazlasıyla kötü olduğunu görmüş ve bundan deli gibi korkmuştum. Ellerimi budist gibi kavuşturup, "Lütfen, kovulmama izin verme Tanrım. Bu işe çok ihtiyacım var!" diye dua ettim. Bakışlarımı gökyüzüne diktim ve gece olduğunu hayal edip, "Sevgili yıldızlar, Lütfen bana uğur getirin." diye fısıldadım.


Kapıyı sevgiliye sarılır gibi itinalı bir şekilde açıp içeri girdim. Girmemle birlikte firavun kılıklı Yelda'nın "Hah!" diye bağırması bir oldu. "Biz de bu baş belası ne zaman teşrif edecek diye konuşuyorduk." Kaşımın birini kaldırıp ona yağmurda kalmış zavallı bir köpeğe bakıyormuş gibi acıyarak göz gezdirdim. Bu imitasyon kadın özeti beni üzmeye çalışmaktan asla vazgeçmeyecekti. Her zamanki gibi ciddiyet müdavimi kıyafetler giymiş ve başını tepeden kuş yuvasını andıran sıkı bir topuz yapmıştı. Topuzu o kadar büyüktü ki onu gören göçmen kuşlar yuva bulduklarını sanıp tepesine yumurta bırakabilirdi. Topuzuna pisleyen martıları ve leylekleri düşününce kıkırdadım.


"Size bu kızın delinin teki olduğunu söylemiştim. Kendi kendine konuştuğu yetmiyormuş gibi bir de kendi kendine gülmeye başladı. Yakında viladayı bacaklarının arasına alıp kafasındaki huniyle dört nala etrafımızda koşuşturur." Gözlerimi belertip çenesini kapatmasını bekledim. Sinirlenmeyeceğim, sakin olacağım. Ben şu anda burada, Yelda karısının karşısında değilim. Aslında bulutların üzerinde kitap okuyorum. Çok huzurluyum, fazlasıyla sakinim. Hayat güzel, kuşlar enfes, yağmur da yağdı birazdan sevimli bir gökkuşağı açacak.


İçin için gülüp "Her şey harika!" diye fısıldadım. "Gerçekten deli. Bu kız tam bir kaçık!" Onu bir adım geride bırakıp muhatap listemden bir çizikle sildim. Yüzümde atılmak üzere olan bir elemana kıyasla fazla havalı ve cüretkâr ifade vardı. "Muhatabım olma lütfunu size bahşetmedim bayan firavun. Ben müdür beyle konuşmak için geldim. Mümkünse iş ilişkilerimize karımayın ve çok konuşmayın. Sözün bile fazlası zarar malum." Omuzlarımın üzerinde kanalizasyona bakar gibi süzdüm. "Bu kadarını becerebilirsiniz umarım." Sözüm yutkunmasına sebep olmuştu. Bir adım geriye gidip topuğunu zeminde tıkırdatırken sırtını duvara yasladı. Sanırım çenesini bir süre için de olsa kapamayı başarmıştım. Mantar arayan süper mario gibi etrafımda dolaşmayı bırakmış kendi kendine söylenerek dakikaları sayıyordu.


Bakışlarım müdüre takıldığında yüzümdeki sinsi ifadeyi yapabildiğim kadar masumlaştırdım ve sesimi konuşan barbie bebek oyuncağı gibi sevimlileştirdim.


"Efendim ben... Şey.."


Müdür siyah takım elbisesinin cebinden çıkardığı elini gerdanına stresle iliştirdi. Diğer eli ise ayna gibi parlayan kel kafasını sıvazlamakla meşguldü. Ciğerlerindeki nefesi gerginlikle boşalttığında yeterince mazur görünüp görünmediğimi sorgulama ihtiyacı hissettim. Kalçasını yasladığı masadan kurtarıp etrafımda kendinden emin, yavaş adımlarla dönmeye başladı. Karşısında siyah bir yılana av olma bahtsızlığını yaşayan zavallı bir sincap gibi çaresizdim.


"Efsun Hanım. Umarım dünkü rezalet için iyi bir açıklamanız vardır." Dudaklarımı kemirmeyi bırakıp, "Var!" diye yüksekçe karşılık verdim. Eliyle buyurun der gibi işaret etti. "E-efendim. Aslında her şey olması gerektiği gibi gidiyordu. Ben de bildiğiniz üzere elimden geleni yapıyordum. Hatta müşteriler o kadar memnundu ki son birkaç günün en iyi bahşişini verdiler. İçecekler nefisti ve tepsimde..."


"Sadede gelin Lütfen." diyerek evire çevire bitap düşürdüğüm sözlerimi böldü. Yeniden boğaz ayıklayıp, ileri sarılmış film gibi olabilecek en hızlı haliyle tüm hikâyeyi nefes almadan öttüm. "Ben garson olarak işimi yaparken genç bir kızın taciz edildiğini gördüm. Kız zor duruma düşünce adamı engellemek için garsonu adamın üzerine ittim. Ardından hak ettiğini düşünüp alevli meyveyi adamın üzerine attım. O yanarken kız kaçıp kendini kurtardı. Ben de mavi gözlü devin bana baktığını fark edip kaçmaya başladım. Kaçarken bir kadına çarptım. Kadın bana çok kaba davrandı. Ben de..."


"Yeter..." Bu firavun kılıklı Yelda'dan başkası değildi. "Sevgili Efsun Hanımefendi. Yüksek müsaadenizle soruyorum. Siz İstanbul'un en gözde mekânında hangi sebeple bulunuyorsunuz?" Yavaş yavaş söylediği bu cümleden sonra hafifçe yutkundum. Sayıklar gibi, "Garson." diye karşılık verdim. Sesimin acınası çıktığını biliyordum fakat şu an için çirkefliğimi yutup mahzun durmam en iyi tercihti. Elindeki ince sopayı bana doğru dövecek gibi salladı.


"Demek garsonsunuz. Madem göreviniz garsonluk, o halde neden başkalarının işlerine salça oluyorsunuz?" Gözlerimi kısıp nefretle baktım. O ise bakışlarımı umursamadan sözlerine devam etti. "Burası seçkin bir mekân ve müşterilerimiz de buraya yakışacak elit insanlar. Özel hayatlarında ne yaşadıkları kimseyi ilgilendirmez. Elbette bu kimsenin içine siz de dahilsiniz."


Ses tonumu biraz önceki zavallı halinden sıyırıp, "Taciz ediyordu diyorum Yelda Hanım. Taciz deyince ne anlıyorsunuz? O kız zor durumdaydı. Sadece yardımcı olmak istedim." Firavun kılıklı lafa atılacakken müdür çok daha olgun sayılabilecek bir tavırla yanıma geldi.


"Anlıyorum Efsun Hanım, fakat siz de biliyorsunuz ki bu mekânda mahalle kavgası tarzı hafif davranışlar asla tolere edilmez. Böyle bir durum olduğunda bunu bize haber vermeliydiniz. Mekânın güvenlik görevlileri vardı. Sizden önce onların müdahale etmesi çok daha doğru bir davranış olurdu. Her şey bir yana o hanımefendinin taciz edildiğine dair bir karinenizin olmadığı aşikar. Belki de sadece bir yanlış anlaşılmaydı. Olamaz mı?" Sorusu mikrofon bulmuş hiperstar gibi öne atılmama sebep oldu.


"Hayır müdürüm, o kız taciz ediliyordu. O çaresiz bakışları, her an ağlayacakmış gibi duran dudakları nerde görsem tanırım. Lütfen inanın bana. Ben... ben..." Boğazıma oturan düğüm göz pınarlarımdan boşalan hüzünlü yaşlara eşlik etti. Hayır o kıza da üzüldüm elbette ama esas ağlayışım kendi kaderimeydi. Aynı yoldan geçmiş, sevmediğim bir adamın tacizlerine maruz kalmış ve yine onun kanıyla kirlettiği ellerimi hapis damlarında temizlemeye çalışmıştım. Anneliği lekelenmiş bedenine yakıştıramayıp kendi bebeğini öldürmeye çalışan da bizzat bendim. Hal böyleyken o çirkin durumu basit bir cilveleşmeden nasıl ayıramazdım?


Müdür arkasını dönüp girişteki siyah, tuşlu telefonu çevirdi. Dakikalar sonra "Buyurun efendim." sesiyle irkilmekten kurtulamadım. "Bugün Efsun Hanım'ın çıkışını veriyoruz. Artık bizimle çalışmayacak." Telefon kapandığında bu kurtların karşısında ağladığım için bin pişman olmuştum. Anlayacaklarını ummak kocaman bir hataydı ve bedeli kırılan onurumu ayak altından toplayıp gitmek olmuştu.


Müdür masadan aldığı mendili iki parmağının arasına kıstırıp duygusuzca bana uzattı. Bozulan rimelimden utanmama rağmen uzatılan mendile yüz çevirip kendi gözyaşlarımı kendi ellerimle sildim. Kendi "Kendi kendine yet!" sözü milli marşım gibi olmuştu. Hayat tokatladıkça yalancı neşeme sarılarak her şeye rest çekmeyi çok önce öğrenmiştim.


Müdür, benim için bir şey yapmış olma adına son sözlerini sarfettiğinde ben çoktan çıkış kapısına yönelmiştim. "Efsun Hanım, personel bölümüne gidip bu ay ki maaşınız alabilirsiniz." Yüzümü bile dönmeden omuz üstünden cevap verdim. "Kalsın! Paranızı hatalarına göz yummak zorunda kaldığınız çirkin insanlara saklayın." Verebilecekleri tüm cevapları kursaklarına tıkayıp rüzgâr hızıyla mekânı terk ettim. Kovulmaktan çok geçmişimi hatırlamak canımı yakmıştı. Ne kadar geride bırakmaya çalışsam da kötü anılar hafızamda dolu dizgin koşuşturup duruyordu. İyi hissetmeye çalışsam da yaşadığım bir olay duyduğum herhangi bir söz beni yeniden o günlere götürmeye yetiyordu.


Etrafımı saran kalabalığa aldırmadan süzülen gözyaşlarımı gizlemeksizin yoluma devam ettim. Boğucu düşüncelerimden beni kurtaran tek şey telefonun zil sesi oldu. "Efendim Melis." Telefonun diğer ucundan gelen ses öyle heyecanlıydı ki o olumsuz iklim saniyeler içinde üzerimden sökülüp gitti. "Sakin ol!" dedim beni anlayacağını umarak, fakat bu bir dakika sonra benim için ondan çok daha imkânsız olacaktı.


"Efsun. Teyzeni bulduk. Bulduk Efsun. Oğluna ne olduğunu öğreneceğiz. Hemen sana söylediğim adrese gel." Duyduklarıma inanamıyordum. Teyzeme ulaşmıştım. Bu demek oluyordu ki oğluma kavuşmam sandığım kadar zor olmayacaktı. Allah'a sonsuz teşekkürler sunarak taksiye bindim. Artık bir dakika bile kaybetmek istemiyordum.


Yollar düşmanım olmuştu. Geride bıraktığım her kilometre ömrümden değil, canımdan alıyordu. Geçen zaman kim bilir onu ne kadar değiştirmişti. Oğlumu teyzeme bıraktığımda 6 aylıktı. Bana benzeyip benzemediğini bile bilmiyordum. Gözleri tıpkı benimkiler gibi maviydi. Bu beni çok mutlu etmişti. Demek o Nemrut eski kocama değil bana benzeyecekti. Gerçi Hasibe '2 yaşına kadar çocukların göz rengi sürekli değişir.' demişti ama ben yine de değişmemesi için sürekli dua edip durmuştum. Ah! Ne kadar da aptalım. Mutluluktan pusulamı nasıl da şaşırdım. Yüce tanrım ne olur bitsin artık kötü günler. Bizi birbirimize kavuştur. Yıldızlarını uğur getirmesi için bana gönder olur mu?


Beni sürekli dikiz aynasından kontrol eden taksiciye dönüp her on saniyede bir yaptığım gibi, "Daha gelmedik mi?" diye sordum. Adam derin bir of çekip ters ters baktı. "Ablacım bin defadır soruyorsun, gelmedik. Adres uzakta, gelsek söylemez miyim?" Kırışan burnum her an ön koltuğa atlayıp onu boğmaya çalışacak gibi sersemlememe sebep oldu. Sanki ona böbreklerini bağışlar mısın diye sormuştum. Bu tepki de neyin nesiydi?


Dudaklarımı kemirerek etrafı izlemeye koyuldum. Gideceğim yere öyle odaklanmıştım ki taksicinin saçma azarı umurumda bile olmamıştı. Sonunda yollar tükenmiş, hasretim beni oğlumun bulunduğu semte ulaştırmıştı. Arayıp Melis'e nerde olduğunu sordum ve dakikalar sonra büyükçe bir binanın önünde güç bela buluşabilmiştik. Boynuna sarıldığımda göz pınarlarım oğluma duyduğum tüm hasreti damla damla kustu.


"Ah be Efsun'um. Bitti artık! Bugün gerçekler ortaya çıkacak. Kavuşacaksın oğluna." Başımı sallarken yüzündeki ifadeden ikinci ihtimali gerisin geriye yuttuğunu anladım. Ne zordu insanın tüm umutlarını kara topraklara gömmesi. Beni girişe yönlendirmeye çalıştığında elimle onu durdurdum. Oğlumla ilgili kötü bir haber almaktan deli gibi korkuyordum. Bu yıkıma gerçekten hazırlıklı mıydım? Bendeki tedirgin duruşu fark ettiğinde elimi daha sıkı ve güven verici bir yakınlıkla sıktı.


"Hadi Efsun. Hiçbir gerçek belirsizlikle yaşamaktan daha kötü olamaz. Sonuç ne olursa olsun birbirimize tutunup her şeyin üstesinden geleceğiz." Burnumu çekip gözlerimi sıktım. Kendimi kasmış, yumruklarımı parmak boğumlarımı çıtlatacak kadar çok sıkmıştım.


"Ben ölümünü duymaya tahammül edemem Melis. O iyi olmak zorunda. O benim bebeğim, her şeyim. Evlat acısı taşıyamayacağım kadar ağır bir yük. Ben..." Melis hıçkırıklara boğulduğumda başımı göğsüne yasladı. Sesi bir yuva gibi sıcacıktı.


"Şşşşş. Sakin ol tatlım. Sen güçlüsün." Elleriyle göz yaşlarımı silip, "Hislerine güveniyorum. Seni buralara getiren kaderin elbet bir bildiği vardır. Sadece bekle. Eminin yaratıcının senin için hazırladığı pek çok güzellik var. Sadece biraz sabır güzellik." Başımı sallayıp ona sımsıkı sarıldım ve hemen ardından binanın girişine doğru yol aldık.


Burası özel bir şirketti ve güvenlikten geçmemiz hiç kolay olmamıştı. Teyzemin adını verdiğimde tereddütle de olsa içeri girmeme izin verdiler. Büyük cam duvarlar her yerdeydi. Asansörle beşinci kata kadar çıktık. Gri sandalyeler ve küçük bölmelere küçük masalarla sığınmış düzinelerce çalışan bizi tuhaf bir merakla takip ediyordu. Ellerinin altındaki bilgisayarlarla tüm gün o küçücük mekâna nasıl sabrettiklerini hayretle takip ettim.


Sonunda çay ocağına ulaştığımızda kalbim durma noktasına gelmişti. "Bu hanımlar sizi soruyor Hayriye Hanım." Teyzem önce lafın sahibine ardından da iri iri açılmış gözleriyle bana ve Melis'e baktı. "Efsun!"


Adımı şeytanla selamlaşan cellat edasıyla söylemiş, kırgın gözlerime utanç ve korkuyla bakmıştı. Ben ona doğru yürümeye çalışırken bir anda elindeki bezi savurup önlüğünü yere bıraktı ve diğer kapıdan yangın merdivenine doğru koşmaya başladı. "Teyze hayır." diye bağırdım beni duymayacağını bile bile. Elbette Melis'le birlikte peşine düşmemiz hiç de zor olmamıştı.


Teyzem siyah, pazen eteğini savurarak kaçarken üzerimde pantolon bulunmasının rahatlığını dibine kadar yaşadım. Siyah demirlerle büyük bir kafesi andıran yangın merdiveni aramızdaki sırların kurtarıcısı hükmüne gelmişti. Öyle büyük bir hızla iniyorduk ki omzumu demire çarptığım o an canımın acısını bile hissetmemiştim. Beyaz ipli bluzun üzerinde büyükçe bir morluk şimdiden kendine yer açacak gibi duruyordu. O an tüm umutlarıma savaş açan o korkunç olay oldu. Teyzem eteğini demirin kırık ucuna kaptırdı ve gözlerimizin önünde basamaklardan paldır küldür yuvarlandı. Bu öyle şiddetli bir düşüştü ki başının defalarca sert bir şekilde demirlere çarptığını görmüş ve ölümüne sağır-dilsiz kalmaktan başka bir şey yapamamıştım.


"Teyzeeeeeeee!"


Melis'le hızımızı kontrollü bir şekilde arttırarak yanına ulaştık. Eşarbı sarsıntının etkisiyle çoktan onu terk edip demirin üzerinde bayrak gibi dalgalanmaya başlamıştı. Başından akan kanlar bulunduğu beton zeminde küçük, kırmızı bir göl oluşmasına sebep olmuştu. Patlayan ince dudağının arasından, "Ahhh!" diye inledi. Aldığı darbelerle kanlanan tırnakları ve yarılan kaşı içimde tuhaf bir acıma hissi oluşturmuştu. Melis'in acıyan bakışları arasında yanına diz çöktüm. Ellerim teyzemin yüzündeki kansız bir noktada dolaştı.


"Aman Allah'ım." Düştüğüm ölüm kuyusundan kurtulup "Yardım edin, kimse yok mu?" diye bağırdım. Etrafımız birer ikişer dolmaya, seyir için gelen sıradan insanlarla çevrilmeye başlamıştı. "Teyze... Tamam, tamam buradayım."


Melis, ambulansa adresi verirken onun iyi olacağına dair olan umudum çoktan sönüp gitmişti. Çünkü biliyordum, o can çekişiyordu. Bunu kocam olacak hain ölürken de görmüştüm. Beyazlayan yüz, titrek mimikler ve parmak uçları, kesikleşen soluk ve solan koskoca bir ömür... Ölmek böyle bir şey miydi? Ve insan ölürken acı çeker miydi? Nelerin pişmanlığını yaşardı en çok acaba? Kocam pişman olacak kadar vicdanlı değildi. Peki ya teyzem?


Düşüncelerimi bir kenara bırakıp uygun bir zaman olmadığını bile bile "Teyze çok acı çekiyorum. Ne olur söyle, yalvarırım yardım et bana. Oğlum nerde? Ne yaptınız ona? Neden benden kaçırdınız?" diye ardı ardına cümlelerimi sıraladım. İnledi. Gözlerimin önünde acı çekerek defalarca yutkundu. Muhtemelen boğazına hücum eden kanları tüküremediğinden konuşmak için kendine yer açıyordu. Boynu incimiş olabilirdi ve bu sebepten hareket ettirmemek en iyisiydi. Çok kısık olan sesini duyabilmek için yüzüne doğru eğildim. Onun için yapabileceğim hiçbir şeyin olmaması acı vericiydi. Gözlerimin önünde ölüyordu ve ben bu korkunç olayı izlemekten başka bir şey yapamıyordum.


Güç bela çıkardığı yaşlı sesiyle, "Yaşıyor." diye sayıkladı. "Oğ-Oğlun ölmedi. Harzem'i bul. O... O..." Başı yana düştüğünde ellerim korkuyla ağzıma kapandı ve haykırmak için çıldıran dilimi hoyratça susturdu.


Melis beni belimden kavrayıp ayağa kaldırdı. Gözyaşlarıyla yıkanan yüzümü göğsüne gömdüğünde nefes dahi alamıyordum. Artık hıçkırıklarımın vatanı zor günlerimde bana destek olan dostumun bağrıydı. Harzem'i bulacak ve benden en değerli varlığımı çalmanın ne demek olduğunu ona gösterecektim. Hesaplaşmak için hâlâ geç değildi.


***


Güney, elindeki karton bardağı dudaklarına götürüp çayından gergince bir yudum aldı. Taktığı büyük siyah gözlük ve başındaki şapka yüzünün kayda değer bir kısmını kapatsa da kendini güvende hissetmiyordu. Öfkeli yüz hatlarını boynundaki büyük, siyah fularla gizlemeye çalıştı. Kıvanç saatine bakarken kendisi de tanınmadığından emin olmak için sürekli çevresindeki birkaç kişiyi kolaçan ediyordu.


Bir gün önce çirkin pozları basına verilmiş, magazin yorumcularının malzemesi haline getirilmişti. Arzu denen kızın yaptığı saçmalık yüzünden bir süre ortalarda görünmemesi en iyisiydi. Mahvolan kariyerini düşünmek dahi istemiyordu.


Aslında Arzu'nun şantajlarına boyun eğmek yerine dava açarak olası bir saldırıdan korunabilirdi, fakat o yasal işlemleri başlatana kadar görüntülerin medyaya sızması işten bile değildi. Bu yüzden Arzu'ya istediğini vermiş, tabiri caizse çalıyı dolaşmayı tercih etmişti. Bu işin arkasından da o sarsak kız çıkarsa yaptığını yanına koymamaya yemin etmişti. Bu kadarı çok fazlaydı. Tolere edemeyeceği kadar fazla...


"Nerde kaldı bu kadın? Ortalık gazeteci dolu, bir de onu bekleyerek belaya davetiye çıkarıyorum." Kıvanç, maşalı, sarı saçlarını kıvrak bir edayla geriye doğru itti. "Sakin ol tatlış. Sana söyledim, burası güvenli. Senin varlığını kimse fark etmez bile." Güney, parmak boğumlarını sıkarken menajeri girişi işaret edip, "Geldi senin kara yılan... Ssssss" diye yılan taklidi yaptı. Güney, gözlüğün altından öfkeyle solurken Arzu çoktan masaya ulaşmıştı. Siyah saçlarını geriye itip Güney'e mahcup mahcup baktı. "Güney Bey, ben... Sandığınız gibi..."


"Kes sesini!" Güney arkadaşının çıkışına bezgince baş sallamakla yetindi. Yaşananlardan sonra kelimeler bile kifayetsiz kalmıştı. Kıvanç ise Arzu'nun idamlık gibi duran korkulu gözlerine cesaret kusmaya devam ediyordu.


"Bak manken artığı. Hatırlar mısın bilmem, seninle bir anlaşma yapmıştık. Sen koskoca Güney Tunç Atasoy'un en gözde şarkısının klibinde oynayacaktın biz de elindeki o Allah'ın belası kayıtları alıp b*ka çalmayan temiz bir cv ile yolumuza devam edecektik. Peki sen ne yaptın?" Kıvanç tahkir eder gibi yumruğunu Arzu'ya göz dağı vererek sıktı. "Sözünde durmadın. Bize ihanet ettin."


Arzu da en az onlar kadar bu durumdan mutsuzdu fakat olan olmuştu bir kere. Kayıtlar çoktan medyaya servis edildiğinden yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Şu saatten sonra ancak özür dileyebilirdi ki bunun da olacağa öleceğe bir faydası dokunmazdı. İstediği tek şey ünlü bir şarkıcının klibinde oynayıp dikkatleri üzerine çekmekti. Daha önce şapşal videolar çekip güzellik yarışmalarına katılarak şansını denemişti fakat bir sonuç elde edememişti. Suyun başı öyle kalabalıktı ki onca kurdun arasından sıyrılıp öne çıkmak pek mümkün olmuyordu. Bu işler biraz da şans meselesiydi ve o şans bu olayla da anlaşıldığı üzere Arzu'ya değecek cinsten değildi.


Onca boylu poslu, alımlı çalımlı kadın varken Arzu'ya kalan erkek dergilerine sex fotomodelliğinden fazlası olamayacaktı. Eline geçirdiği görüntüler haksız yolla da olsa bir ışık olmuş, ona hiç ummadığı bir anda Güney Tunç Atasoy'un klibinde oynama yollarını açmıştı. Şimdi ayağına atılan bu çelmekten kurtulmanın bir yolunu bulmak zorundaydı. Aksi taktirde hırslarının sonu hiç iyi olmayacaktı.


"Yemin ederim ben bir şey yapmadım." dedi yalvarır gibi. Bu kez masum olduğuna inanılmasını istiyor, adeta bunun için yalvarıyordu. "Size kayıtları verdim. Sadece kendimi güvende tutabilmek için bir kopya saklamıştım. İnanın onu medyaya servis etmek gibi bir amacım asla olmadı. Hem neden yapayım? Bu benim de tüm itibarımı kaybetmem demek. Güney'i karşıma alacak kadar aptal değilim. Kimse iğrenç bir şantajcıyı sevip iş vermez."


Güney, daha fazla sabredemeyip elini hırsla masaya vurdu. "Peki o fotoğrafların tüm gazete ve televizyonlarda ne işi var? Sen vermediysen kim verdi görüntüleri?" Arzu, bozulan asabını bir bardak su içerek yatıştırmaya çalışsa da düştüğü durum korkunçtu. Güney her an tazminat ödeme pahasına Arzu'yu başından atabilir, sözünden cayabilirdi. Artık genç kadının tüm gelecek planlaması Güney'in iki dudağının arasındaydı. Onu bir suçu olmadığına ikna etmeli ve hayallerini daha fazla naftalin kokulu çeyiz sandığına itmemeliydi.


"O kız!" Güney ve Kıvanç kısık gözlerle önce birbirlerine sonra da ters ters Arzu'ya baktılar. "Hangi kızdan bahsediyorsun?" dedi Güney aradığı açık kapıyı bulmuş olmanın verdiği heyecanla. "O garson kız. Karmaşada otelden ayrılmak için çıkışa yöneldiğimde çarpıştık. Muhtemelen benden kayıtları da bu esnada aldı." Güney, ayağa kalkıp önündeki cam pencereye yöneldi. "Nasıl biriydi?" Arzu, starın bu sorusuyla başta afallasa da gecenin spot ışıklarının altındaki güzel kadının hatırlayınca cevap vermekte gecikmedi.


"İri mavi gözleri, doldun dudakları olan çok hoş bir kızdı. Uzun kahverengi saçları vardı ve masum sayılabilecek mimikleri. Muhtemelen yirmili yaşlarındadır. Bir garsondan çok mankene benziyordu."


Güney duyduklarının verdiği hayal kırıklığıyla cama daha çok yaklaştı. Alnı soğuk, pürüzsüz yüzeye yapıştığında, "Ona inanmakla hata yaptım." diye soludu. Masum yüzüme kanarak yapabileceği en saf hamleyi yapmış, kendisini göz göre göre aptal durumuna düşürmüştü. Kim bilir yanından ayrıldıktan sonra ne kadar alay etmişti şapşal iyi niyetiyle. Yumruklarını sıkıp dudaklarını nefretle birbirine bastırdı. Kıvanç ise oynanan oyunun arkasında sıradan bir garson kızdan fazlası olacağına nerdeyse emindi. Elini patronu ve arkadaşı olan Güney'e uzatıp teselli vermeye çalıştı.


"Merak etme star, onu bulacağız." Güney, başını onaylar gibi sallayıp yüzünü kendisini merakla bekleyen Arzu'ya döndü. "Sözleşme iptal edildi. Artık bizimle çalışmıyorsun." Arzu, "Neeeeeeee?" diye mekanı inleten bir çığlık attığında Kıvanç'a dönüp, "Gerekli tazminatı hanımefendiye öde ve savcılığa suç duyurusunda bulun." dedi. Ardından kendisine dolu dolu gözlerle bakan kadına döndü. "Özel hayatın gizliliğini ihlal, tehdit ve şantaj suçlarından yargılanacaksınız Arzu Hanım."


"Ama Güney ben..." Onu daha fazla dinlemeyip kalabalığın arasında bir yabancı gibi süzülüp çıktı. Artık aklında tek bir kişi vardı. Masum yüzlü kukla...


Yıldız atmayı ve yorum yapmayı unutmayın. ☺️💫


Loading...
0%