@syildiz_koc
|
Medya : Arash feat Helena(one day)
Yıllar önce: Cemal şehir trafiğini yarıp geçen aracını olabildiğince hızlı sürerek gitmek istediği yere bir an önce ulaşmaya çalışıyordu. Aracı içeriyi göstermeyen camlarla kaplı olsa da Efsun'un deli çığlıkları metrelerce öteden duyulacak kadar tiz ve güçlüydü. Küçük, aracın içinde öyle çok tepiniyordu ki Cemal kontrolü sağlamada git gide zorlanmaya başlamıştı. Bir an önüne bakarken bir an gözünü ağlamaktan kıpkırmızı kesilen Efsun'a dikiyor ve onu susturmak için türlü cümleler kuruyordu. Küçük kız, ayaklarını aracın göğsüne indirip "Bırak beni!" diye bağırdı. Bu adamın yanında olmayı kaldıramıyor, kollarını minik dişleriyle ısırarak canını acıtmaya çalışıyor geçirdiği tırnaklarıyla ona hatırı sayılır çizikler atıyordu. "Kızım yalvarırım dur! Hata ediyorsun." "Bana kızım deme!" diye bağırdı Efsun. "Sen bir canavarsın. Kötü bir canavar!" Ona cevap vermeyip direksiyona yapıştı ve tüm trafik kurallarını hiçe sayarak gaza asıldı. Yola bu şekilde devam edemezdi. Er ya da geç birileri tuhaf durumlarını fark edecek ve polisi arayacaktı. Aracı olabilecek en tenha yollardan geçirmeli ve eve ulaşana kadar durumu idare etmeliydi. Efsun'un canını acıtmak istemiyor, onu öfkeyle sindirip üzmekten korkuyordu. Yeni bir sayfa açmak istiyordu. Şu saatten sonra tek amacı Efsun'a iyi bir baba olabilmekti. "Dur dur arabayı." diye bağıran miniğe sadece endişeli gözlerle bakıyor, onu bayıltmadığı için kendisine kızmaktan da vazgeçemiyordu. Biliyordu. İlişkileri çok kötü başlamıştı. Babasının ölümü ve annesinin başına gelenler Efsun'u Cemal'e düşman etmiş, yolun başında var olacak tüm güzellikleri çıkmaza sokmuştu. "İmdaaaaat!" Bu küçük kız nasıl bu kadar güçlü çığlıklar atabiliyordu? Çocuk değil canavar diye düşünmekten kendini alamadı. "Kabasakal durdur arabayı!" Cemal göz devirdi. Bu çocuklar neler izliyordu böyle. Safinaz'ı her fırsatta kaçıran kabasakala mı benzetmişti kendisini yani? Acaba Temel Reis kimdi? "İnmek istiyorum. Durduuuuur!" "Lütfen biraz sabırlı olur musun? Sadece sus! Kaza yaptıracaksın. Sonra ikimiz de öleceğiz." Ölüm kelimesi yutkunmasına sebep olmuştu. Ölmek istemiyordu. Efsun karanlıktan korkardı. O çukura girmek istemiyordu. Orada ip atlayamaz, top oynayamaz çok sıkılırdı. "Sana arabayı durdur dedim." Cemal kaşını kaldırıp küçük kıza yüzünde alayla baktı. "Durdurmazsam ne yaparsın?" Efsun başını öç alacağının sinyalini verir gibi salladı. "Sana korkunç sesimle şarkı söylerim." Cemal'in kasılan yüzünü ve kırışan alnını umursamadan sesinin son perdesi kullanarak şarkı söylemeye başladı. "Ali babanın bir çiftliği var Çiftliğinde inekleri var "Möö möö!" diye bağırır Çiftliğinde Ali babanın." Efsun özellikle "Mö!" kısmını kulağına iyice sokularak öyle korkunç bir şekilde söylüyordu ki zavallı Cemal direksiyonu Allah'a emanet edip kulaklarını tıkama ihtiyacı duyuyordu. O tiz ses kulak zarını yırtmamış resmen zarın içinde bomba patlatmıştı. Cemal ilk nakarat bittikten sonra bir kulağı olduğundan bile şüphedeydi. Efsun amacına ulaştığını düşünüp aralıklı ön dişlerini göstererek güldü ve sesini daha da cırtlatıp korkunç bir şekle soktu. Şarkı bitmediğine göre işkenceye devam edebilirdi. "Ali babanın bir çiftliği var Çiftliğinde horozları var "Üüürrüüüü" diye bağırır Çiftliğinde Ali babanın." Cemal çıkan horoz sesine daha fazla dayanamayıp, "Yeter sus!" diye bağırdı. Bu ses onun gibi sabırlı bir adamı bile çileden çıkarmıştı. İnsan nasıl bu şekilde şarkı söyleyebilirdi ki? Efsun'un sesi mezarlıktaki ölüleri bile zombi gibi ayağa diker, ormandaki tüm hayvanları korkutup kaçırmaya yeterdi. Küçük kız halinden memnun o lüks aracı adeta Ali Baba'nın çiftliğine çevirmiş yaptığı hayvan taklitleriyle Cemal'i hem kızdırmış hem de güldürmüştü. Sonunda korktuğu başına geldi. Aracının plakasını cızırtılı bir sesle duyduğunda etrafının polislerle çevrildiğini anladı. Amacına ulaşması tahmin ettiği gibi kolay bir mücadelenin sonunda olmayacaktı. Mayına bastığını anladığında derin soluklar alıp vermeye içten içe ter dökmeye başladı. Bakışları ağlayıp bağırmaktan domates gibi kızaran zavallı çocuğun üzerinde hüzünle dolaştı. Kendisine teslim olmaya hiç ama hiç niyeti yoktu. Gözleri birer ateş deryası gibiydi. Kendisini kabullenmemek için inat edecek daha da hırçın bir çocuk olmaktan vazgeçemeyecekti. Arabayı sağa çekip kapıyı açtığında Efsun kendisini kurtarmak için birilerinin geldiğini anlamış ve Cemal'in açık bıraktığı kapıdan kedi çevikliğiyle çıkıp polis aracına doğru koşmaya başlamıştı. Araçtan inen polislerin paçalarına yapışan küçük kız nemli gözleriyle Cemal'e nefretle sabun gibi köpüren yıkıcı bakışlar attı. Bu bakışlar genç adımın kalbine birer ok gibi saplanmış, görmezden gelmeye çalıştığı içler acısı durum yüreğini eşelemekten daha fazla bir işe yaramamıştı. Cemal sakin bir tavırla kendisine yaklaşan polis memurlarıyla arasındaki mesafeyi bitirdi. Memur onu ince ince süzüp durumu idrak etmeye çalıştı. Oldukça lüks, güzel bir aracı vardı ve giyim kuşam tarzı da halktan biri olmadığını ele verir cinstendi. "Aracınızdan çığlık sesleri geliyormuş. Çocuk kaçırıldığına dair bir ihbar aldık. Kimliğinizi gösterin Lütfen!" Cemal kontrollü, sakin tavrını bozmadan kimliğini çıkarıp polise uzattı. "Yok öyle bir şey memur Bey. Çocuk falan kaçırmıyorum ben. Bilmediğiniz şeyler var!" Efsun kesik soluklarının arasından "Hayır!" diye bağırdı. "Bu amca beni kaçırmaya çalıştı. Daha önce de babamı öldürmeye çalışmıştı. İnanmayın." Memur çocuğun ter içindeki yüzüne ve dağılmış saçlarına baktığında iddiaların asılsız olmadığını görmüş, işini şansa bırakmamak için kimlik kontrolünden fazlasını yapması gerektiğini anlamıştı. "Bizimle merkeze kadar geleceksiniz." dedi aracın kapısını aralarken. Ne olup bittiğini öğrenmeden kimsenin sözünü kılavuz sayıp bir karar veremezdi. Cemal'in yanlışlık iddialarını görmezden gelip onu nezaketsiz sayılamayacak tavırlarla araca bindirdiler. Efsun da ön koltukta oturuyor yer yer ön dikiz aynasından arkadaki Cemal'i sert, haşin bakışlarla süzüyordu. Gözleri kavuştuğunda ise "Hıh!" yapıp dudaklarını öne doğru topluyor, kendince kızgınlığını göstermiş olup ona yüz vermiyordu. Yol boyunca hiç susmamış, gevezelikleriyle ve şikayetleriyle polisleri güldüre güldüre emniyete kadar gelmişti. Efsun derdini unutup Komiserin karşısındaki tekli koltukta onların neşeli bakışlarının arasında dönerken biraz önce kaçırılmaya çalışılan kendisi değilmiş gibi mutluydu. Cemal küçük bir arama yapmak için izin istediğinde öyle çok kendinden geçmişti ki ortamdan uzaklaşan genç adamı fark etmemişti bile. Cemal kendisine en yakın olan kişiyi yani babasını arayıp yardım istedi. Çocuk kaçırmanın büyük bir suç olduğunu iyi biliyordu. Eğer güçlü birinin omzuna yaslanmazsa üzerine yapışan bu günahtan sittin sene yakasını kurtaramaz hapislerde çürüdü. Anlık, doğaçlama gelişen bu olay her şeyi alt üst edebilirdi. Pişmandı pişman olmaya ama düşünmeden hareket etmenin bedelini ödeyemeyecek kadar da bencildi. Daha iyi bir plan yapsaydı hiçbir şey bu kadar karışmayacak amacına ulaşmasının önünde kimse duramayacaktı. Telefonu açanın babası olduğunu anladığında olanları kısaca özet geçip yardımını istedi. Yanılmamıştı. Kenan Bey en az beklediği kadar şiddetli tepki vermiş ve onu daha telefonda bile doğduğuna doğacağına pişman etmişti. Ona bir şeyleri açıklamaya çalışsa da inatçı adam oğlunu dinlememekte kararlıydı. En haklı her zaman kendisiydi ve başkalarının ne duygularının ne de isteklerinin bir önemi yoktu. Bitmek bilmez serzenişlerin ardı arkası kesilmek nedir bilmiyordu. Cemal babasını beklemeye koyulurken, Efsun da Komiser amcasının verdiği şekerleri zevkle somuruyor bir yandan da kendisine tebessüm eden Cemal'e moraran dilini çıkarıp nanik yapıyordu. Komiser eğlenen bakışlarını sevimli çocuğun yüzünde gezdirdi. Uzun zamandır Efsun'un güzelliğine ve sevimliliğine denk bir çocuk görmemişti. Neredeyse makamını ve rütbesini unutup onunla birlikte oyunlar oynayacaktı. "Söyle bakalım. Olaylar nasıl oldu? Bir de senden dinleyelim." Efsun şekeri ağzından çıkarıp kötü kötü Cemal'e baktı. "Parkta arkadaşlarımla saklambaç oynuyordum bu adam bir anda karşıma çıktı." Komiser Cemal'i sert sert dikizlerken "Yaaaaa!" diye çocuğu onayladı. "Yaaaaaa! Kendisiyle gelmemi istedi. Bana bir sürü oyuncak alacağını söyledi ama gitmedim. Yabancılarla asla konuşmam ben! Babam duysa çok kızar." Gözleriyle Cemal'i işaret edip burun deliklerini büyüterek öfkeyle soludu. "Böyle kötü adamlar çocukları ormana götürüp çirkin cadıların kazanına atarmış." Komiser dudaklarının kenarından "Yaaaaa!" diye sırıtırken Cemal gülmemek için başını eğip yumruğunu dudağına sabitledi. "Yaaaaaa! Kötü cadılar çocukları hiç sevmez. Onları kazanda kaynatıp yer." Komiser bir kez daha "Yaaaaa!" diye meraklı meraklı onu onayladı. "Yaaaaaa!" Cemal, "Çocuk işte!" derken Efsun neredeyse üzerine atlayıp onu bir temiz dövecekti. "Nerde senin babam?" Komiserin sorusu küçük kızın omuzlarını düşürdü. Elindeki şekeri ağzından çıkarıp başını eğdi. Dolan gözlerini gizlemek için bakışlarını beton zeminden bir an olsun ayırmıyordu. "Öldü!" Bu sözü söylerken artık yetimliğinin tüm ağırlığını omuzlarında hissediyordu. Çocuğun boğazının düğümlendiğini görünce daha fazla soru sormadı. Cemal'de sessizleşmişti. Biliyordu bu çocuğun ailesinin darmadağın olmasında kendisinin de çok hatası vardı. Aşkını kalbine gömüp Nergis Hanım'ın hayatına dahil olmasaydı her şey daha farklı olacaktı. Bir süre sessizlik hâkim oldu ciddiyeti nişan gibi taşıyan odaya. Ve kısa bir süre sonra da kapı çalındı. Ciddi takım elbiseli bir adam içeri girip selam verdi. Oldukça nazik bir tavırla önce Komiserin sonra da Cemal'in elini sıktı ve elindeki dosyayı komisere uzatıp boş olan koltuğa özgüvenini zirveye taşıyarak oturdu. Komiser dosyayı incelediğinde Cemal'e hayretle baktı. Ardından olan bitenden habersiz kendilerini izleyen Efsun'u acıyan gözlerle inceledi. "Ama bu!" Cemal başını eğip bir süre duraksadı. Ardından küçük çocuğa yaklaşmak istedi fakat Efsun daha o adım atmadan Komiserin masasının etrafını dolaşıp yanına ilişti. Bu adamın kendisine daha fazla yaklaşmasına müsaade edemezdi. Komiser yanındaki toy memura kızı işaret etti. "Küçük misafirimize bahçedeki kedi yavrularını göster. Eminim hayvanları çok seviyordur. Biz görüşene kadar onlarla oynamaktan çok hoşlanacak." Efsun omuz silkip polis memurunun elini tuttu. Olan biteni merak etse de daha fazla yaramazlık yapmak istemiyordu. Merdivenlere yöneldiğinde esmer. Yaşlı bir adamla karşı karşıya geldi. Üzerinde oldukça pahalı bir pardesü vardı ve kendisini görür görmez her şeyi bir kenara bırakıp pür dikkat kesildi. Kendisine olacakları merak etse de hayvan sevgisi galip gelmiş ve kısa sürede kedilere odaklanmayı başarmıştı. Yaklaşık bir saat sonra kendisini almak üzere gelen amcasının elini tutup yeniden geldiği yere dönmeyi başarmıştı. Keşke giderken Cemal'in ardından bakan nemli gözlerini görmemiş olsaydı. Efsun'un Kaleminden Ölüm... Bu dört harf ne çok korkuturdu insanoğlunu. Şaşılacak şeydi doğrusu! En dibi gören de en zirveye ulaşan da aynı hisle dolup taşardı. Çoğu zaman aklımıza getirmez ölüm söz konusu olduğunda içimizde oluşan o tedirginlik duygusunu belleğimizin en ücra köşesine atarak kendimizi kandırırdık. Kimi bu duygudan yat kat alarak kurtulmaya çalışırdı, kimi gençliğine güzelliğine meftun olarak, kimi ise sevdikleriyle hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak. Sonra bir gün ardınıza bakar sofranızda oturan ailenizin artık var olmadığını tozlu sandıklardaki albümlerde kaldığını bilirdiniz. En acısı da unutuyor olmaktı. Bir gün delicesine haykırarak ağladığınız bir yitik bir başka gün kırık bir hatıra olarak kalıyordu. Gidenlere veda edip kalanlarla hayatın bir ucuna tutunmaya çalışıyordunuz. Boşalan sandalyelere yeni insanlar oturuyor gönül köşenizi de aynı insanlar dolduruyordu. Ben gönül köşeme baktığımda hayatta kimsemin olmadığını, sandalyelerimin zaten hep yokluğa yaren olduğunu görebiliyordum. Ne yaparsam yapayım o sandalyelerin boşluğuna alışamamıştım. Kimsesizliğimi oğlumdan başkasıyla dolduramamış, bana hayatın attığı en büyük tokadı bile onun varlığıyla unutmaya çalışmıştım. Hapiste gün sayarken onu bulmak hayatımın amacı olmuştu. Yaşama gücünü sadece bu amaca tutunarak canlı kılabilmiştim. Ve şimdi yaşadığından emin olmuş fakat güvenebileceğimi zannettiğim teyzemin ölümüyle yeniden sarsılmıştım. Şimdi teyzemin kaynı Harzem'i bulacak ve ondan oğlumun yerini öğrenmeye çalışacaktım. Duvarın dibine sinmiş teyzemin gözlerimin önünde ceset torbasına konuluşunu izliyordum. Etrafımız turuncu şeritlerle kapatılmış ve güvenlik güçleri meraklı kalabalığı uzak tutmak için seferber olmuştu. Biraz önceki gözyaşlarımdan ve hıçkırıklarımdan eser yoktu. Kocamın ölümünden sonra cesetle aynı ortamda bulunma korkumu yenmiş ve ölümü yadırgamamayı istemesem de öğrenmiştim. Tıpkı o gün de deli gibi ağlamış ve sustuğumda yine hiçbir şey olmamış gibi diz çöküp cesedin solan yüzünü, düşen çenesini izlemiştim. Beni ilk gören kocamın annesi olmuştu. Oğlunun öldüğünü anladığında birkaç kez cesedin sert bir şekilde göğsüne vurup kalan gücünü hıncını çıkarana kadar bana saklamıştı. O saçlarımı yolup beni yumruk delisi ederken imdadıma alt komşum yetişmiş ve beni gözü dönmüş kadının elinden bizzat kendisi kurtarmıştı. Ardından siren sesleri açık pencereden odanın her bir zerresine yayılmıştı. Bir kadın polis bileğime kelepçe vurduğunda metalin soğukluğu bileklerimden kalbime nüfuz etmişti. Onlar koluma girip beni merdivenlerden indirirken polis araçlarının üzerindeki yanar döner lambaların hışmına uğramıştım ve gözlerimi ancak ellerimle koruyabilmiştim. Sonrası malumdu. Her cinayetin peşine düşen basın beni de bulmuş ve ağzıma kadar soktukları mikrofonlarıyla günahımın derdine düşmüşlerdi. Ertesi gün gazeteye baktığımda "Gerdek Cinayeti" başlığını görmüştüm. Alt satırlarda "Cani kadın kocasını acımadan düğün gecesi katletti." yazıyordu. Yazılanlara göre ben düğün gecesi altınları alıp sevgilimle kaçmak istemiştim ve kocam buna izin vermediği için tarafımca katledilmişti. Bu açıklamayı nasıl yazdıklarını tahmin etmekte ise hiç zorlanmamıştım. Eşimin ailesi "tecavüz etmeye çalıştığı için öldürüldü" denmesin diye suçu tamamıyla bana atmıştı. Oysa mağdur olan bendim. İstemediğim halde zorla evlendirilmiş ve sabrımın taştığı yerde çıkışı istemeden de olsa öldürmekte bulmuştum. Arkamda yalanlayacak kimse olmayınca gecenin günahı üzerime yapışıp kalmıştı. Sonrası malumdu. Hapiste maruz kaldığım tehditler, ötekileştirmeler, suçlamalar... Çile üstüne çile. "Hanımefendi iyi misiniz?" Başımı kaldırdığımda bana su getiren polis memurunun iri iri açılan gözleriyle afalladım. Uzun süre hareketsiz bir şekilde beklemiş ve geçmişin tozlu sayfalarında sörf yapmıştım. Bu çok sık olurdu. Unutulmayan hatıralar, sindirilmeyen acılar ne yaparsam yapayım hayal perdeme üşüşmekten kurtulamazdı. Bugünüm geçmişimden arta kalan zamanlarımda uğradığım bir han gibiydi. Polisten suyu alıp bir dikişte içtim. Bu sefer yaka paça değil nazik bir şekilde peşlerine takılmış ve kendimi polis merkezinde ifade verirken bulmuştum. Bu sefer suçlu olan ben değildim ve gereğinden fazla merkezde misafir edilmeyecektim. Bu sebeple içim epey rahattı. Benden sonra Melis'in ifadesini aldılar ve sonunda o uzun koridordan ayrılıp bahçeye inebildik. Şimdi iş Harzem'i bulmaya kalmıştı. İş yerine dönüp teyzemin yeni adresini almayı akıl ettim. Fakirlere dağıtmak üzere elbiselerini ve eşyalarını toparlayacağımı öğrendiklerinde bana yardım etmekte bir mahsur görmediler. Melis'le birlikte İstanbul Bahçelievler'e gidip teyzemin 2 yıl önce taşındığı dairesini bulduk. Anahtarı çantasıyla birlikte bana teslim etmişlerdi. Kapıyı açıp içeriyi kontrol ettim. Birbirinden güzel eşyalarla döşenmiş, oldukça lüks bir görüntüye kavuşmuştu. Mobilyalar, beyaz eşyalar, özenle dizayn edilmiş asma tavanlar... Teyzem bunca eşyayı hangi parayla almıştı? Hapse girmeden önce onu bir kez evinde ziyaret etmiş, kırık mobilyaları yüzünden oturacak yer bile bulamamıştım. Şimdi bunca lüksün kaynağı neydi? Harzem'e dair bir iz bulma umuduyla çekmecelerini, dolaplarını karıştırdım. Kadın çamaşırları ve fotoğraf albümleri dışında bir şey bulamamıştım. "Efsun!" Melis'in elindeki patiği görünce hemen yanına koştum. Bu oğlumun patiğiydi. Ona hapisteyken kendi ellerimle örmüştüm ve oğlumu teyzeme emanet ederken de bu patiği giydirmiştim. Gözümdeki yaşı silip yanı başımdaki yatağa oturdum. Oğlumun kokusunu alabildiğim bu ev onun yokluğunda bana bir zindan gibi görünmüştü. Duyduğum zil sesiyle neye uğradığımı şaşırdım. "Ses içerden geliyor." dedi Melis bana salonu işaret ederken. Aceleyle salona gidip telefonu açtım. Arayan Harzem'di. Telefonun diğer ucunda duyduğum sesle kalp atışlarım öldürücü bir hal almıştı. "Alo yenge... Neredesin yav, sabahtan beri arıyorum, sesin çıkmıyor." Sesimi çıkarmadan lafının nereye gideceğini beklemeye başladım. Amacımdan habersiz aynı itici ses tonuyla devam etti. "Neyse! Kadını sıkıştırdım, bize biraz daha ganimet gönderecek. Şimdilik idare ederiz, sonra yine ümüğünü sıkmaya başlarım. Sen dikkatli ol yine de. Bunlar tekin adamlar değil, işi şantaja dönüştürdüğümüzü anladılar. Tepeleri atarsa gözümüzün yaşına bakmazlar. Ben Gönül Vip'teyim. Gelişme olursa ararım." Telefon tek bir söz dahi söylemeden yüzüme çat diye kapandı. Belli ki Harzem'in acelesi vardı. "Duydun değil mi Melis?" "Duydum." Başımı yalanlar gibi salladım. İkimiz de aynı şeyi düşünüyorduk. "İçimden bir ses bu şatafatın oğlumla bir ilgisi olduğunu söylüyor." Melis başını onaylar gibi sallayıp, "Çocuğu birine vermiş olmalılar." diye ekledi. Telefonu açıp Harzem'e mesaj attım. Bu şekilde biraz daha bilgi alabileceğimi umuyordum. Yiğit'ten bir haber var mı? Bir ömür gibi gelen birkaç dakikadan sonra cevap geldi. O iyi, merak etme. Şimdi nerde? Tam yerini bilmiyorum. Zaten bir önemi de yok. Sen daha fazla bu işi kurcalama. Başın belaya girecek yoksa. Aldığın paranın tadını çıkar. İri iri açılmış gözlerimden bir damla süzüldü. "Onu satmışlar Melis, satmışlar!" Ayağa kalkıp alelacele kapıya yöneldim. Melis'in "Nereye gidiyorsun Efsun?" diye arkamdan bağırmasını bile duymamıştım. Merdivenleri inip hızla çıkışa yöneldim. Fakat Melis temkinli davranmaya yeminli gibiydi. "Dur lütfen. Bu Harzem'in nasıl biri olduğunu bilmiyoruz. Ya bize zarar verecek bir şey yaparsa. Polise haber vermeliyiz." Başımı reddeder gibi salladım. "Yapamam Melis. Elimde onu suçlayacak herhangi bir delil yok. Oğlumun öldüğü yalanını öyle ustalıkla kılıfına uydurdular ki ne yapsam gerçeklere ulaşamadım. Bu yüzden onlarla anladıkları dilden konuşacağım. Başka çarem yok! Bu işi kendim halletmeliyim." Gözlerindeki endişeye daha fazla kayıtsız kalamayıp, "Benimle gelmeni istemiyorum." diye kestirip attım. "Sana yeterince yük oldum, daha fazlasını istemeye hakkım yok. Bir işin var, huzurlu bir hayata sahipsin. Benim yüzümden daha fazla zarar görmeni istemiyorum." Sözlerim yüzündeki sükuneti bir çırpıda sildi. "Sen neden bahsediyorsun? Anca beraber kanca beraber. Bu yola birlikte çıktık. Ne olursa olsun seni yarı yolda bırakmam." "Amaa!" "Konu kapandı." diyerek olası tüm reddedişlerin önünü tıkadı. Daha fazla durmaya gücüm, beklemeye sabrım kalmamıştı. Melis'in vosvosuna atlayıp Harzem'in kaldığı mekâna doğru yol aldık. Hava kararmaya yüz tutmuştu ve ben karanlıktan nefret ederdim. Şehir ışıklarının altında bir bilinmeze doğru yol alıyorduk. Oğluma ne olduğu, kime verildiği büyük bir merak konusuydu. Ona ulaşamama ihtimali delirmem için yeterdi. Gerçekleri öğrendiğimde belki de teyzemden çok daha fazla nefret edecektim. Ama yalanları ortaya çıkarmadan artık nefes bile alamazdım. Araç lüks bir binanın önünde durdu. Burası Harzem gibi tabansız tiplerin gidemeyeceği kadar pahalı bir mekandı. Mekânın önündeki iki koruma bize tuhaf gözlerle baksa da oraya girip gerçekleri öğrenmeye kararlıydım. Melis'le birbirimize baktık. Adamlar başta bizi almak istememişti, fakat ısrarlarımız sonunda onları yıldırdı ve kendimizi içeri atabildik. Loş spot lambalarının olduğu dar bir koridordan omuzlarımız birbirine değecek kadar yakın bir pozisyonda geçtik. Hemen akabinde büyük bir salon bizi karşılamıştı. Kırmızı örtülerin olduğu masalar beş kişilik sandalyelere yerleşmiş çeşitli insanlara ev sahipliği yapıyordu. Masaların üzerindeki iskambil kağıtları insanları öyle esir almıştı ki aralarında bomba patlatsan ruhları bile duymazdı. Kumarın nasıl bir illet olduğunu biliyordum. İnsan buna bir kez müptela oldum mu kolay kolay elini kurtaramazdı. Melis'le masaların arasında dolaşıp tanıdık bir yüz aradık. Elimizdeki fotoğrafa uygun bir sima bulduğumuzda tam olarak ne yapacağımız ise belirsizdi. İçerisi sigara dumanıyla dolup taşmıştı. Dışardan basit bir kulüp gibi görünen mekânın karanlık bir yüzü olduğunu çok iyi anlamıştım. İçki kadehlerinin çıkardığı çınlama sesi bana her duyduğumda buraya asla ait olmadığımı söylüyordu. Salonda birkaç tur atarken sonunda doğru kişiyi bulduğumuzu anladım. Yaklaşık yarım saat onu izleyip ortamın sakinleşmesini bekledim. Bazı masalar dağılmaya başlamış olsa da gece şeytanın avı olmuş bu insanlar için daha yeni başlıyordu. Harzem üzerindeki kahverengi kareli ceketi ve içindeki siyah gömleğiyle ortama ve insanlara kıyasla fazla sıradan görünüyordu, fakat masaya attığı paralara baktığımda onu burada tutun esas şeyin ne olduğunu görebiliyordum. 35 yaşlarında, sivri burunlu kumral, ince yüzlü bir adamdı. Ne yazık ki itici bir tipi olduğunu söyleyemeyecek pek az insan bulunurdu. Sonunda yüklü bir miktar kaybedince kazanan sarışın, şişman adam yanındaki çaylak, sıska çocukla pişmiş kelle gibi sırıtıp masayı terk etti. Harzem masaya sert bir yumruk atıp kalkmaya yeltendiğinde artık zamanının geldiğini düşünüp elimi omzuna atıp şaşkın bakışlarını görmezden gelerek oturması işaret ettim. Beni görünce şeytan görmüş gibi afalladı, fakat eblehleşen suratını düzeltmesi uzun sürmedi. "Demek sonunda karşılaştık." dedi düzeltmek için çırpındığı şaşkın ifadeyi silerken. "Evet, sonunda." dedim Melis'le tam karşısına yerleşirken. Onunla uzun uzadıya sohbet etmek gibi bir niyetim yoktu. Duymak istediğim tek şey oğlumla ilgili gerçekti. Bakışlarım birkaç saniye baştan aşağı onu süzdü. "Ne işler çeviriyorsun Harzem." "Ne işler çeviriyormuşum?" dedi yüzündeki jilet izini parmak uçlarıyla sıvazlarken. Yüzümde aşağılayıcı bir tebessüm peyda oldu. Başım salonu bir çırpıda taradı. "Sen bu kulübün bulunduğu sokaktaki çöpleri bile karıştıramazdın, bugün burada kumar oynayacak parayı nasıl elde ettin?" Melis'in iğrenen bakışlarına salya akıtarak karşılık verdi. "Felek bize de güldü. Olamaz mı?" Sigarasını küllüğe bastırıp bardağındaki rakıyı sert bir dikişle bitirdi. Esas meseleye gelmek lafı fazla uzatmamak istiyordum. Gözlerimle masanın üzerindeki paraları işaret edip, "Oğlumu bu iğrenç hayatlarınıza kurban verdiniz. Onu kime sattınız söyle?" diye bağırdım. Küstahça iç çekip burun kemerini sıktı. Elinde çevirdiği kare şeklindeki gümüş çakmakla dudaklarına iliştirdiği afilli sigaranın ucunu ateşe verdi. O sigarasından derin bir soluk alırken taşan sabrımla önümdeki bira bardağını alıp içindeki tüm alkolü suratına çarptım. Büyük bir küstahlıkla bozulan asabını düzeltip eliyle vahşice yüzündeki içkiyi sıvazlayarak sildi. "Bir tane daha ister misin?" dediğinde yüreğimde kabaran öfke içimi bir bıçak gibi kesip acıtmaya başlamıştı. "Sabrımı zorluyorsun. Oğlum nerde? Onu kime sattınız?" Sessizlik uzayıp can sıkıcı bir hale gelirken cebimden çıkardığım çakıyı hırsla masaya indirdim. Bıçak masanın üzerinde dimdik duruyor ve Harzem'in terleyen alnını her geçen dakika daha da nemlendiriyordu. Bu numaraları hapiste Hasibe'den öğrenmiştim. Racon kesmede hiçbir kulağı kesik elime su dökemezdi. Bugün bu nefret dolu insanlar için kullanmanın tam sırasıydı. Melis, büyüyen gözleriyle 'ne yapıyorsun' der gibi baktı. İrileşen gözleri beni durdurmaya yetmeyecekti. "Vaaaay! Demek bana racon kesiyorsun." Bıçağı alıp umursamazca kirden siyahlaşmış olan uzun tırnaklarının üzerinde törpüler gibi dolaştırdı. Bana meydan okuyordu ve benim öfkeden her an elimden bir kaza çıkabilirdi. "Boşuna beni sıkıştırma, oğlunun nerde olduğunu bilmiyorum. Hatta yaşayıp yaşamadığı bile belirsiz. Samanlıkta iğne arıyorsun. Dön evine, elinin hamuru dudağının rujuyla bilmediğin işlere kalkışma." Ayağa kalkıp hırsla yakasını tuttum. Onu soluksuz bırakırken önümdeki birkaç sandalyeyi bacağımla devirmiş, tırnaklarımı resmen saniyeler içinde yırtıcı bir aslan gibi boğazına çivilemiştim. "Efsun hayır." diye bağıran Melis'i asla duymayacaktım. "Pislik herif söyle, nerde oğlum? Ona ne yaptınız kime verdiniz, bilmek istiyorum." Gözleri seğirerek alevler saçtı. Bedenini sertçe gazap soluyan ellerimden kurtardı. O öldürücü bakışlar atarken içime çöreklenen korkuya meydan okuyarak masanın üzerindeki örtüyü tek elle savurdum ve tüm kumar kağıtlarını saçlarımı yellendirerek darmadağın ettim. Kağıtlar bir bir sağanak şekilde zemine yağarken gözlerim bir an bile onun damarlı, sararmış göz aklarından ayrılmamıştı. Elini havaya kaldırıp suratıma indirmek üzere gerildi. Ellerimi suratıma inecek tokadı görmemek için kapattığımda bir elin bu hamleyi engellediğini hayretle fark ettim. Mavi gözlü dev... Bu ondan başkası değildi. "Demek bir kadına el kaldıracak kadar küçülebildin." Harzem'e indirdiği kafa darbesi sol gözümü kapatıp irkilmeme sebep oldu. Harzem paldır küldür yere düşerken burnundan akan kanla içimde garip bir memnuniyet duygusu peyda oldu. Yüzümdeki intikam ateşi masaya sırt üstü kafa attığında biraz olsun soğumuştu. Yüzü kıpkırmızı olmuş, yumrukları balyoz gibi sertleşmişti. "Ama siz! Bu nasıl olabilir?" Güney bana öfkeyle karışık tuhaf bir ilgiyle baktı. "Bunu sizle konuşacağız." O an Harzem'in yaralı bir domuz gibi bağırarak üzerimize doğru geldiğini gördüm. Elinde biraz önce masaya sapladığım bıçak vardı. "Dikkat et!" demeye kalmadan çakıyla stara saldırdı. Neyse ki hamlesi Güney'in karşılamasıyla engellendi. O an çıkan boğuşmada bu hassas genç adamın omzundan yaralanacağını asla hesap edemezdim. Beyaz gömleği kana bulanmıştı. Yüzünde beliren boncuk terler ve bozulan titrek mimikler içime bir ateşin düşmesine sebep olmuştu. Ya ölürse. Lütfen yüce tanrım bir ölüme daha tahammül edemem. İç sesim aptal diye bağırdı. Omuz yarasından ölen kaç kişiyi gördün? "Polisler geliyor. Baskın var!" Güney, omzunu sağ eliyle tutarken Harzem bıçağı düşürüp kaçarak arka kapıdan çıktı. Bir anlık öfkesinin sonunu hapiste hayal edememiş olacak ki kaçmayı en doğru çözüm olarak görmüştü. Melis, "Yaralanmış." diye sayıkladı. "Kaçmamalı, onu polise ihbar etmeliyiz." dediğimde Güney'in sanatını ele veren bakımlı elleri beni engelledi. "Önemli bir şey değil." Bunu söylerken her an kucağıma yığılacakmış gibi mecalsizdi, fakat gözlerinde bir an bile ölüm korkusu görmemiştim. Sanırım omuza giren bıçak darbesiyle ölünmeyeceğini bilmeyen bir ben vardım. "Hastaneye gidelim. Kan kaybediyorsunuz." Ne yazık ki Güney Tunç Atasoy, Melis'in bu teklifini asla kabul etmeyecekti. Yaralı haline aldırmadan beni kolumdan tutup biraz önce Harzem'in koşarak kaçtığı kapıya yönlendirdi. Melis ise tereddütsüz peşimizden gelmişti. Mekân boşalmış insanlar suç mahalinden su gibi akıp gitmişti. Güney, beyaz renkteki lüks aracını gösterip, "Atlayın." dedi. Belli ki bizi kurtlar sofrasında bırakmamaya kararlıydı. Araca yaklaştığımızda anahtarı çıkarıp kapıları açtı. Kendi haline güvenememiş olacak ki bakışları bizde cevap arar gibi oyalandı. "Araç kullanmayı hanginiz biliyor?" Maalesef öne atılıp ben diyemedim. Hapiste bunu öğrenme imkânım asla olmayacaktı. Orada en fazla video oyununda araç kullanabilirdim. Melis, öne çıktığında anahtarı yakalayabileceği bir hızla ona fırlattı. Arka koltuğa geçer geçmez onunla ilgilenmek için yanına oturdum ve cebimden çıkardığım mendili mavi bakışlarına aldırmamaya çalışarak yarasına bastırdım. Bu onun bana verdiği mendildi ve kader işte bu sefer de onun yarasına çare olmuştu. "Nereye?" diye soran Melis'e yutkunarak cevap verdi. "Buradan uzak neresi olursa!" *** Yıldız atıp yorum yapmayı unutmayalım. ☺️💫🎤 İnstagram: Şeyma _yldz_koc |
0% |