@syildiz_koc
|
Medya: Selena Gomez (Single soon) Hayat bazen hiç ummadığımız bir anda yollarımızı rüyamızda dahi göremeyeceğimiz insanlarla buluştururdu. Benim hayatım dünyamı karartan adamla buluşmuştu ve kendimi hapishanede bulmak zorunda kalmıştım. Şimdi ise mavi gözlü dev ismini verdiğim Güney Tunç Atasoy'la buluşuyor, adeta buluşmakla kalmayıp ikimiz için kaza ve yanılgılarla dolu bir hikâye örüyordu. Ben hiçbir şeyin boş yere olmadığına inanıyordum. Bir şeyler vardı bizi birbirimize iten ve o şeyler her neyse ne benim için ne de mavi gözlü dev için iyi bir resim çizmiyordu. Bakışlarım utangaç bir şekilde yanı başımdaki adama mıhlandı. Mavi gözleri acıdan olsa gerek nemlenmiş, vücudu dondurucudan yeni çıkarılmış alabalık gibi kaskatı kesilmişti. Alnında parıldayan terler içimde ona acıma duygusu oluşturmuştu. Ona doğru yaklaştığımda elimde büyülü bir sopa taşıyormuşum gibi heyecanla irkildi. Onu umursamadan omzuna bakmak istedim. Bana temkinli ve sabırlı bir bakış attı fakat çabama engel olmadı. Yarası derin sayılabilecek nitelikteydi. Kesiğin sebep olduğu yırtığı büyütüp yaranın üzerindeki kumaş parçasını araladım. Boynumdaki oyalı fuları yaraya bastırıp bakışlarımı kaçırarak "Çok acıyor değil mi?" dedim. Şapşal soruma alayla cevap verdi. "Daha iyi hissettiğim günler olmuştu." Saçma sözüne aptal bir tebessümle karşılık verdim. Melis aracın ön aynasından bize imalı bakışlar attığında kaşlarımı çatmadan edemedim. Neyse ki eve ulaşmamız çok zamanımızı almamıştı. Aracı park eder etmez hemen inip kapısını açtım ve inmesine yardım ettim. Göz göze geldiğimizde içime çöreklenen endişe duygusuna engel olamıyordum. Bana kızgın olabilir miydi? O gün sahne performansını mahvetmiştim ve maalesef üzerime kalan suçları ne yapsam bertaraf edememiştim. Of sevgili yıldızlar bana yol gösterin. Bu karmaşanın içinden kendimi nasıl sıyıracağım? Neden peşime düşüp gelmişti sanki? Her yerde karşılaşmak zorunda mıydık? Eve geçtiğimde bu karşılaşmanın sebebini ona sormaktan asla vazgeçmeyecektim. "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye sorduğumda, "Yürüyebilirim!" diye cevap verdi. Bozulmuştum. Filmlerde hiç böyle olmuyordu. Ben ona yardıma ihtiyacın var mı diye soracaktım o ise "Evet!" diye cevap verecek ve benim koluna girmeme izin verecekti. Saçma! Eve girdiğimizde Melis'in gösterdiği odaya yönelip oturduk. "Yaranız iyi görünmüyor Güney Bey. Sizi hastaneye götürmeliydik. Enfeksiyon kapabilirsiniz." Başını yüzünden akan zavallı damlacıklara aldırmadan salladı. "Hayır. Şu sıralar tek bir paparazzi dahi görmek istemiyorum. Nefes almam bile olay oluyor. Bu yaralanmanın gizli kalması çok daha doğru olacaktır." Bir an onun yerinde asla olmak istemediğimin ayrımına vardım. Bizim heves ettiğimiz o cafcaflı hayat Güney Bey için oldukça boğucu bir hal almıştı. Her an takip edilmesi, düşmanları tarafından sürekli ifşa edilmeye çalışılması, spot ışıkları altında özgürlüğün asla mümkün olamaması... Ne kadar da yorucuydu. Sanırım asla onun yerinde olmak istemezdim. Ben sade yaşamayı her zaman tercih ediyordum. Fazla kovalanmak bana göre değildi. "Yarayı temizlememiz gerek!" dedim bana olan kindar bakışlarını görmezden gelmeye çalışarak. Birazdan boğazıma sarılmazdı değil mi? "Bir ecza çantası yeterli. Ben hallederim!" Melis'e getirmesi yönünde bir bakış atıp gergince soludum. Ona bakmamak için nerdeyse göz kapaklarımı lime lime ediyordum. Çok tatlı bir sarışınlığı vardı. Ben sarışın erkeklerden pek hoşlanmazdım. Tercihim genellikle esmer ve kumral olanlara yönelik olurdu ama mavi gözlü dev benim tüm kurallarımı alt üst etmişti. Yo hayır ondan hoşlanmıyordum elbette ama tuhaf merakıma da engel olamıyordum. Mavi gözleri kavisli bir lacivertle kol kola geziyor, dudakları ince bir dalgayla çarpıcılığına çarpıcılık katıyordu. Sesi ne kalındı ne de ince. Onu duyduğumda yağmurlu bir günde sıcak kahve fokurdaması duymuşum gibi rahatlıyor ve kendimi güvende hissediyordum. Uzun boylu olması yan yana durduğumuzda kendimi minik bir sincap gibi hissetmeme sebep oluyordu. Onun gösterişli bedeninin gölgesine sinen, yaldızlı hayatını uzaktan seyreden minik bir sincap... "Bana neden öyle bakıyorsunuz?" dedim tuhaf mahzun bir tavırla. Bazı şeylerin açığa çıkması gerekiyordu. "Nasıl bakıyorum?" "Öyle işte! Öldürecekmiş gibi. Hem ne işiniz vardı sizin orada?" Biraz gerildi. Sessizlik bana yalan söyleyeceğinin ön habercisi miydi? "O mekân sık sık gittiğim bir yerdir. Arkadaşımla buluşup biraz kafa dağıtacaktım. Tesadüfen sizi orada gördüğümde yardıma ihtiyacınız olduğunu düşündüm." "Demek tesadüf." dedim kaşımın birini imalı imalı kaldırırken. "Sizce de fazla tesadüf yaşamıyor muyuz?" Kollarını göğsünde kavuşturup, "Ne demek istiyorsunuz?" diye keskin keskin soludu. Dudaklarımı öne doğru özgüvenle burkup, "Ne demek istediğim açık değil mi? Önce konser, sonra restoran şimdi de o kulüp... Bence tesadüf için biraz fazla!" dedim. Gözlerini kısıp bana delirmişim gibi baktı. Oysa sözlerim çok açıktı. Bu adamın apaçık bana garezi vardı ya da benimle ilgili tuhaf bir beklentisi. Hangisi olduğunu öğrenmeden huzur bulabileceğimi sanmıyordum. Eliyle omzuna dokunup, "Saçmalıyorsunuz! Bunu neden yapayım?" dedi ve evet kötü bir oyuncuydu. "Bilmiyorum. Eğer söylerseniz öğreneceğim." Ayağa kalkıp gitmeye yeltendiğinde belirgin bir telaş yüzümü yokladı. Kapıya yönelir yönelmez önüne geçip, "Nereye gidiyorsunuz?" diyerek engel oldum. "Sizin saçma ithamlarınızı duymayacağım bir yere." Kapının kulpuna asılır asılmaz eline küçük bir şaplak attım. "Ama yaralısınız." "Evet, maalesef." Biraz hüzünlü bir boyun eğişle, "Benim yüzümden." diye kabul ettim. Huysuzca dudaklarını büzüp başını "Evet!" diye salladı. İfadesindeki alay ve kızgınlık dikkate değmeyecek cinsten değildi. "Size yardım etmeme izin verin lütfen! Çok kan kaybettiniz. Belki yolda..." Devamını getirmeye güç yetiremedim. Elbette dağın başında değildik ama hastaneye gitmemek konusunda ısrar ederse bir yerlere düşüp kalmaması işten bile değildi. "Yolda ne? Şu içinizden konuşma huyunuzu bırakıp benimle diyalog kurmaya çalışsanız." Şaşkın bakışlar eşliğinde ona sırtımı dönüp aptal gibi davranmayı kes şapşal diye kendi kendime söylenmeye başladım. Sonra kurmam gereken cümleyi kafamda evirip çevirip ona servis etmek üzere hazırlamaya çalıştım. "Neden bu kadar tuhafsınız?" Gözlerimi açıp alt dudağımı ısırdım. "Bilmem!" Melis içeriden elinde ecza çantasıyla geldi. "Pansuman malzemeleri burada. Ben pek anlamam, ama Efsun bu konuda oldukça başarılıdır." Kaşlarımı ne diyorsun der gibi kaldırdım. Amacını anlamamak için beynimdeki tüm nöronların aynı anda kolbastı yapması gerekiyordu. "Aslında şey!" diye kekeledim. Bu ulvî görevden kurtulmak için beynimin arama motorunu saniyeler içinde darmaduman etmiştim. "Sanırım gitsem iyi olacak! Henüz Efsun Hanım'a kendimi bırakacak kadar delirmedim." Sözleri öfkeden kıpkırmızı kesilmeme sebep olmuştu. Kızgın bir şekilde yumruklarımı sıktım. Sevgili evren cinleri bu adama tahammül etmem için bana bol bol sabır vereceksiniz değil mi? "Bence de gitseniz iyi olacak çok saygıdeğer kibir çuvalı. Böylece ben ve arkadaşım sayenizde belaya bulaşmamış oluruz." Son sözlerimden sonra suratındaki tüm mimikler birbiriyle paslaşmıştı. "Demek kibir çuvalı! Pekala bayan sakar! Bende sizinle zaman geçirmek için çıldırmıyorum." Melis çocukça tavırlarımızdan sıkılmış bir halde, "Yeter!" diye bağırarak son noktayı koydu. Önce bana ardından çok muhteşem bay popstara baktığında ileri gittiğimin ayrımına varmıştım. Ama pişman değildim elbette. Kibir çuvalıydı işte! Her kızın kendisine asıldığını düşünen şapşal bir dev. Melis, "Tartışmanın kimseye bir hayrı yok. Olan oldu artık. Yaranıza pansuman yapıp sarmalıyız." dedikten sonra beni tepkili bir edayla süzüp dişlerinin arasından, "Sonuçta bizi korumak için yaralandınız." diye ekledi. Bu küçük detay kendimi kötü hissetmeme sebep olmuştu. Güney ukala ve sevimsiz olabilirdi, fakat kabul etmem gerekir ki orada olmasaydı Harzem'den okkalı bir tokat yiyecektim. Bu yüzden biraz uslu durup teşekkür niteliğinde uyumlu davranabilirdim. En azından davranmaya çalışırdım. Güney, beni küstah küstah süzerken samimiyetsiz bir ses tonu ve abartılı bir mimikle, "Evet, sayenizde Osmanlı şamarı yemekten kurtuldum." diye mırıldandım. "Bir şey mi söylediniz Efsun Hanım?" dediğinde ne dediğimi duyduğunu adım gibi biliyordum, fakat bazı gerçekleri duymak hoşuna gitmiş olacak ki daha sesli bir şekilde yinelememi istiyordu. "Teşekkür ederim Güney Bey, beni o haydut kılıklıdan kurtardınız." Gözünün birini havalı bir şekilde kırpıp, "Önemli değil." dedi. Melis ılık atmosferden memnun olduğunu hissettirir tarzda gülümsedi. "Güzel, bende öyle düşünmüştüm zaten." dediğinde alt dudağımı ısırıp keskin keskin baktım. Bu kız bazen bende tombul kollarını ısırma arzusu uyandırıyordu. Melis'in işaretiyle yeniden koltuklara yöneldik. Kırmızı koltukları rengarenk evinde en çarpıcı olan şeylerden biriydi. Onun evini gören kreşte olduğumuzu sanırdı. O bıcır bıcır oyuncakların, legoların ve diğer tüm yapışkan çizgi film karakterinin bulunduğu harika bir evdi. Biz de o evde yaşayan ruhen çocuk kalıp bedenen büyüyen hormonlu meyveler gibiydik. Güney, ilgiyle omzunu yoklarken Melis ecza çantasını bana uzattı. "Bilirsin, beni kan tutar." Ne yani ona dokunup pansumanı ben mi yapacaktım? Bu bir şaka olmalı. Güney ben de hareketlenme olmadığını görünce çantayı teklifsizce Melis'in elinden aldı. "Ben hallederim." Sol eline aldığı pamukla yarayı hoşnutsuz bakışlarım eşliğinde temizlemeye çalıştı ve maalesef bu konuda pek de başarılı sayılmazdı. Güney sağlak olduğundan sol elini sağ eli kadar iyi kullanamıyordu. Bu sebeple canını yakmadan yarayı temizlemesi pek mümkün olamamıştı. Birkaç inlemeden sonra elime aldığım pamuk tutamıyla elini indirip şaşkın bakışlarını umursamadan işe koyuldum. Bu içimdeki minnet duygusunu biraz olsun söndürse de kaba davranmakla iyi yapmadığım fikrini zihnimden uzaklaştıramıyordum. Pamuk yaranın üzerinde dolaştıkça beyaz yüzü kırmızıya çalmaktan kurtulamıyordu. Birkaç kez irkildiğinde, "Korkmuyorsunuz değil mi?" diyerek yaşaran gözlerini izledim. Hemen toparlanıp, "Hayır tabi ki, ben hiçbir şeyden korkmam." diye karşılık verdi. En bilindik erkek yalanlarından biriydi. Ben hiçbir şeyden korkmam! Ben asla ağlamam. Bir de Sen benim ilk aşkımsın vardı ki buna inanmaya ne yürek ne de akıl dayanırdı. Belli ki Güney Tunç Atasoy romantik prensten çok Palavralar Prensi unvanına yakışıyordu. Yarayı temizlemeye temizlemiştim ama şimdi iş sargı beziyle sarmaya gelmişti. Gömleği omzunu kısmen yırtmıştı ve neyse ki bu sayede göğsünü açmadan yaraya pansuman yapmıştım. Şimdi yarayı sarabilmem için parçalanan gömleği çıkarması gerekiyordu. Aksi takdirde düzgün sarılmayan omzu iltihaplanabilirdi. MMelis, kafamdakileri anlamış gibi göz attı. Kaşlarımı çatıp gözlerimi belerttim. Bu saçma davranışlarla neyi amaçladığı akıl alır gibi değildi. "Benim işe gitmem lazım!" dediğinde saçma hayalinden iyice rahatsızlık duymaya başlamıştım. Ben elimde sargı beziyle beklerken o çoktan ceketini alıp veda ederek çıkmıştı. Güney utanan yüzümü fark etmiş olmasına karşın gömleğinin düğmelerine ilişen elleriyle ruhumu katmerlemeye devam etti. Ona bakmıyordum, fakat çözülen her bir düğme tırnaklarımı biraz daha sert bir şekilde avuç içlerime batırmama sebep oluyordu. Sonunda çözülen düğmeler boğazına kadar geldi ve benim ondan çevirdiğim eğik başıma aldırmadan yaralı omzunu tamamen açıkta bırakacak şekilde gömleği kendinden uzaklaştırdı. "Yardım edecek misiniz?" Başımı utangaç bir şekilde salladım. "Ben kimseyi yarı yolda bırakmam." "Öyle mi?" dedi sözümü basite indirger bir yüz ifadesiyle. Ne demek istediğini anlamamıştım. Bundan şüphe duyacak nasıl bir davranışımı görmüştü ki? Yaraya çantamdan çıkardığım oyalı mendili yerleştirdim. Melis'in evinde yabancı olduğumdan mıdır bilinmez o an kullanmak için aklıma bundan başka bir şey gelmemişti. Bedenine dokunmamaya çalışarak sargı bezini yavaş yavaş omzuna iliştirdim. Sanki o bir kordu ve ben yanmamak için uzak durmak zorundaydım. Benim aksime cesaretle omzuna bakıyordu. Başımı kaldırıp bakamazdım, zira bilirdim mavi gözleri yasaklı ne varsa yadıma düşürebilecek kadar güçlüydü. Neden bu kadar titriyordum. Sıcak nefesi alnıma ve kirpiklerime her estiğinde neydi beni onun karşısında savunmasız bırakan şey? Çırılçıplak kalan duygularımı hangi kelimeye nişan ederdim bundan sonra? Saçmalama Efsun dedim kendi kendimi tokatlar gibi. Sen elindeki kanla kalbini çoktan katran karası tüllere hapsettin. Bu saatten sonra sana sevdanın her türlüsü yasak! Sargıyı yeterince sağlam sardığımdan emin olunca ellerim istemsizce omzundan çözüldü. O an çakan şimşek dudaklarımdan tiz bir çığlığın firar etmesine sebep olmuştu. Kendimi ne yaptığımı bilmeden göğsüne sarmaş dolaş yapışmış bir halde buldum. Durumu idrak etmem saniyelerimi alsa yaşadığım bu tuhaf yakınlaşmayı onun hafızasından silecek gücüm yoktu. Ellerim sırtından çözüldüğünde bana mesafeli duran kollarıyla yüz yüze geldim. O saçlarıma değen titrek eller karşılık vermek için mi hareketlenmişti? Kendimi ondan uzaklaştırıp başımı kaldırdım. Göz göz geldik. Göz bebeklerindeki lacivert kavisler içime sıçrayan her bir kıvılcımı duygusuz iç sesime rağmen ayyuka çıkardı. "Özür dilerim." diye utançla kıvrandım. Ayağa kalkıp pencerenin önüne geçtim. Hava yine yağmurluydu. Güz yağmuruydu bu... Kara kışı müjdeleyen güz yağmuru. Beni fark etmeyeceğini düşünüp camdaki yansımasını izledim. Gömleğini yeniden üzerine geçirmiş fakat tuhaf bir rahatlıkla ön düğmelerini iliklemeyi tercih etmemişti. Onunla yalnız olma fikri yeterince korkunçken bir de bu halde olmasını kaldıramıyordum. Hem ben kimdim ki onun yanında? "Neden özür diliyorsun? Korkup sarıldığın için mi yoksa..." Sırtımı buğulu pencereye yaslayıp bedenimi ondan tarafa çevirdim. "Ne demek istiyorsunuz?" Dalgın bakışları gözlerimde oyalandı. Onun gözleri olabildiğine koyu iken benimkiler açık bir mavinin cüretkarlığını taşıyordu ve maalesef boğulup yiten yine ben olmuştum. "Hiç!" dedi yarım kalmış cümlesini silkelediği omuzlarıyla bertaraf ederken. İnsan bir hiçin içine bu kadar manayı nasıl sığdırırdı ki? Hangi kelime yokluğun içinde binlerce varlığı barındırırdı? "Neden oradaydın? Kimdi o haydut? Neden gerildiniz?" Aralanan dudaklarım şaşkınlığımı ele verdi. "Siz... Beni mi takip ettiniz?" Bozulan yüzü bendeki öfkeli, ketum bakışlara rağmen pişmanlığın zerresini bile barındırmıyordu. "İlk ben sordum ve hala cevap bekliyorum. Ne işin vardı orada?" Dişlerimi sıkıp küstah hesap soruşunu hayretle karşıladım. "Sizi tanımıyorum, neden kendimle ilgili bir şeyler anlatayım. Bana zarar vermek istemediğinizi nereden bilebilirim." Aradığını bulmuş gibi başını imalı imalı salladı. Gözlerindeki hayal kırıklığını ifade edecek kelime bulmak bile güçtü. Birkaç adım arkamda öylece dikiliyordu. Pencereden göremediğim manzarayı kolluyor, hayatımın karmaşasından camın buğusuna saklanıyordum. Hemen arkamda durdu. Yakınımda olması hoşnutsuz yutkunmalarıma sebep oldu. Bana her an sarılacakmış gibi oldukça gergindim. Böyle bir şey yaptığında ne tepki vereceğimi bilemiyordum. Bundan rahatsız olur muydum gerçekten? Karşılık verir miydim? "Bilinmesini istemediğin ne var?" Saçma sorusu iyece afallamama sebep olmuştu. Ne duymak istiyordu. Öğrenmek için çıldırdığı neydi? Sevgili yıldızlar bana yol gösterin. Bu deli, star bozuntusu benden ne istiyor? Yoksa sabıkalı olmam mıydı bu merakın sırrı? Belki de Harzem'le bir bağlantısı vardı ve bu yüzden peşime düşmüştü. Saçmala Efsun! Birbirlerini ilk defa görmüşlerdi. Harzem'in bu starla ne işi olur? Haydut falan olsa neyse! Hep o mu ağız arayacak biraz da ben uğraşayım. "Her yerde gereksiz karşılaşıyoruz. Belki de beni takip ediyordunuz. Neden? Bir amacınız olmalı değil mi?" "Bir amacım yok. Hepsi tesadüf." Küçümser bir gülücük bırakıp imalı imalı soludum. "Bu kadar tesadüf fazla değil mi?" Yanı başıma biraz daha sokulup suskun suskun dolunayı izledi. Bu adamın oğlumun kayboluşuyla bir ilgisi olabilir miydi? Fazla mı şüpheci yaklaşıyordum? İçimde beni heveslendirmek için kıvranan mavi bir cin vardı sanki. Olamayacağını bile bile aşk dedikoduları fısıldadı sol yanıma. Saçmalama Efsun diye kendi kendimi gururumu incindiğini yerden haşladım. Adam koskoca bir star. Peşinde milyonlar var, neden senin gibi sabıkalı, kimsesiz bir kadının peşine düşsün? Bu kadarı sana hayal olarak bile fazla gelir. İşçisin sen işçi kal şarkısı dilimin ucuna dikenler koydu bir an. Yaşadığım durumu bundan daha iyi ne özetlerdi ki? Davul bile dengi dengindeydi neticede. Bu hayalin bana gelişi bile astarından fazlaydı. "Neden Harzem'den şikayetçi olmadınız?" diye sordum. Bunun bir anlamı olmalıydı. "Bilmem. Belki de gerek görmemişimdir." Şüpheli bir durum! Babasının oğlu değil neticede. Böylesi bir girişim neden cezasız kalsın? İşi biraz daha karıştırsam kim bilir altından neler çıkacaktı? Of Allah'ım ya! Akıllı bir adam neden bulmaz beni? "Kimsiniz siz! Neden pat diye çıktınız karşıma?" dedi mavi gözlü dev. Yok arkadaş biz anlaşamayacağız. Cevapsız binlerce soru başımızda nöbet tutarken anlamlı bir paragraf kurmak öyle zor ki! Bir gün tüm bu soruları cevaplayacağımız günler gelecek miydi? "Şimdi kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?" Gözlerindeki öfkenin yerini ılık bir sonbahar rüzgârı almıştı. "İyiyim teşekkür ederim." Gülümsediğinde terleyen ellerimi pantolonumun ceplerine sildim. Karşısında konuşmak güçtü. Benim gibi susmak bilmeyen biri için bu oldukça tuhaf bir deneyimdi. Huy mu değiştiriyordum yoksa? "Ben bir an öleceksin sandım." Kaşlarını alayla kaldırdı. Oh aferin siz biz de kalktı aradan. "Omzumdaki yaranın öldüreceğini mi sandın?" Şapşal Efsun! Omuza giren bıçak darbesinden ölen kaç insan gördün? Tamam anladım. Benim bazı tahtalar eksik ama en azından tam olanlar çatlak olmasaydı. Başımı şapşallığımı örtmek için sevimli bir edayla salladı. Birbirine bastırdığım dudaklarım çoktan mora çalmış olmalıydı ve yanağımın patlıcan gibi kızarmasını hiç ama düşünmek istemiyordum. "Öldürmez değil mi?" derken kıkırdamalarının iyi bir şeye işaret ettiğine inanmak istiyordum. "Çok garip bir kızsın! Neden bilmiyorum ama kötü hiçbir şeyi sana yakıştırmak istemiyorum." Son sözü yüzümdeki tüm neşeyi bir anda soldurdu. Kötü hiçbir şeyi sana yakıştırmak istemiyorum. Yazık Güney! Çok yazık oldu bana. Sen bilmezsin ama ben sen keman çalarken hapishane koğuşunda boncuklardan kuşlar yapıyordum. O kuşlar benim yapamayacağımı yapacak ve havalandırma duvarını aşıp özgürlüğe kanat çırpacaktı. Bilemezsin Güney, ben o kuşlara oğlumu fısıldadım. Benden haber götürecek yüreğimdeki gurbeti dindireceklerdi. "Annen seni çok seviyor Yiğit" diyecekler, çırptıkları beyaz kanatlarıyla onun ak yüzüne dokunacaklardı. Sen bilmezsin Güney ve iyi ki de bilmiyorsun. Bazen bilmemek kaderin insana yaptığı en güzel kıyaktır. "Neden sustun?" dediğinde konuşulacak tüm kelimelerim tükenmişcesine kırgındım. "Bilmem... Öyle işte!" Yeniden şimşekler çakmaya başladığında yumruklarımı sıkıp acı çekiyormuş gibi yüzümü burktum. Bu korkuya asla alışamayacaktım. Parlayan ışıklar beni istemsizce camdan uzaklaştırdı. Korkumu belli etmek istemesem de kuş kanadı gibi çırpınan kalbim dışardan duyulacak kadar kuvvetli atıyordu. Ona sırtımı dönüp koltuğa yaslanarak oturdum. Yüzümü görmediğinde korktuğumu anlamayacağını düşünüyordum. Yani en azından öyle olmasını umut ediyordum. Dakikalar sonra yanıbaşıma gelip oturdu. Sırtım ona temas etmese de hemen arkamda başını koltuğun sırtına yaslayarak oturduğunu biliyordum. Muhtemelen bacak bacak üste atmış nazik elleriyle çenesindeki ince sakalları sıvazlıyordu. "Efsun!" dediğinde uykuya dalmak için yalvaran göz kapaklarımı araladım. "Bir asistana ihtiyacım var. Benimle çalışmak ister misin?" Yutkundum. Bunca kovalamaca bir iş teklifi etmek için miydi yoksa? Ciğerlerimdeki havayı kaygısız kaygısız kovup kırgın ve uykulu bir sesle cevap verdim. "Ben senin işlerinden anlamam. Zaten sakarın tekiyim, iki güne kovar kurtulursun benden." "Kovmam." derken ciddi olduğuna asla inanmıyordum. Bu adam deli olmalıydı. Böyle önemli bir pozisyona bula bula beni mi buldu da yakıştırdı? Düşünmek için zaman istesem vazgeçer miydi acaba? Üst üste şimşekler çaktığında bulunduğum koltuğa daha fazla gömüldüm. Ellerimi yumruk yaparak kalbimin üzerine sabitledim. Birkaç kez kıpırdandığını fark edebiliyordum ve uykuya direnemeyerek kadar yorgundum. "Gidecek misin?" "Hayır, sen uyuyana kadar buradayım." *** |
0% |