Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13.Bölüm: Gizli Cephanelik

@sylph

Yüksek sesli tartışmayla uyanarak saate baktım. Saat 7'yi yeni geçiyordu. Çoktan akşam olmuş.

Yatağın içinde dikilerek hararetli tartışmaya kulak kabarttım.


"Sana söyledim Kiril, bu öyle bir durum değil! Sadece dediğimi yap ve onları bul! O şerefsizlerin soyunu kurutacağım!" dedi Marco bağırarak. Yakınlardan başka birinin sesi gelmiyordu.


Sanırım telefonla konuşuyor.


"Ne demek öldüremem!? O zaman öldürebileceğim bir yol bul! Hayır, hayır konu Risinle alakalı bu yüzden açıkça tehdit edemeyiz. Kahretsin, milyarlarcası varken neden Risin!" dedikten sonra yüksek sesli bir patırtı koptu.


Merak ettiğim için dinlemek istiyorum ama dinlemeye devam edersem evde sağlam eşya kalmayacak.


Yataktan çıkarak odanın kapısına yürüdüm. Kilidi açarak dışarıya çıktığımda yerde parçalanmış olan berjeri fark etmem pek de uzun sürmedi .


Bakışlarım Marco'yu bulduğunda kızıl gözlerinin öfkeyle dolu olduğunu gördüm. Bana doğru dönük olan başını hızlıca duvara çevirdi. Derin bir nefes alarak, "Tamam Kiril sonrasında bana rapor ver," dedi ve aramayı sonlandırdı.


Sakince yüzünü bana geri çevirdiğinde, gözleri her zamanki koyu kahve rengine dönmüştü.


"Günaydın, nasılsın?" dedi, kırık koltuk parçalarının arasında sakin görünmeye çalışırken.

Gergindi, ne tepki vereceğimi bilmediği için telaşlıydı.


"İyiyim, ağrım yok," dedim genişçe koltuğa otururken. Ben de en az onun kadar gergindim. Ama Marco'nun insan olmayışı kişiliğini ve karakterini değiştirmiyordu. O dün gördüğüm kişilerle aynı değildi. Yıllardır süre gelen dostluğumuz bir kenara, bana zarar verecek biri olsaydı dün beni kurtarmaya zahmet etmezdi.


"Sakin ol da geç otur," dedim karşımdaki koltuğu göstererek.


Sırıtarak koltuğa yerleşti. "Rolleri değiştik sanırsam. Dün ben sana sakin olmanı söylüyordum, bu gün ise sen bana."


"Öyle," dedim sakince. Ardından derin bir nefes alarak konuşmaya devam ettim.

"Anlat bakalım, sen ve onlar tam olarak nesiniz?"


"Dün gördüklerin büyük ihtimalle ya dönüşendir ya da vampir. Senin için farklarını anlatmam gerekirse..."

Elimi kaldırarak lafını yarıda böldüm. "Vampir dediğin bildiğimiz vampir, hani kan emiyor yarasa filan oluyor öyleli?"


Gülerek başını salladı. "Hayır Risin yarasaya filan dönüşmüyor vampirler. Dizilerden gördüklerinin yalnızca bir kısmı doğru. O yüzden fikir yürütmenden ziyade sorman daha doğru olur," dedi açıklayarak.


"Yani vampirler gerçek. Peki dönüşen dediklerin ne?"


"Şöyle anlatayım ben sana. Dönüşen dediklerimiz büyük bir sınıfı kapsıyor. Dönüşen, yani başka bir canlıya dönüşebilen türler. Örnek vermek gerekirse kurt adamlar da bir tür dönüşendir. Onlar dışında da tilki, kaplan, aslan, sırtlan, ayı hatta deniz canlıları gibi pek çok dönüşen tür mevcut," dedi, parmaklarını tek tek sayarak.


Afallamış bir şekilde boş boş Marco'ya bakıyordum. "Nasıl yani o kadar çok mu var?" dedim şaşkınlığımı dile getirerek.


Başını sallayarak, "Bunlar sana çok geldiyse sıkıntı büyük," dedi.


Gözlerimi şaşkınlıkla açarak, "Nasıl yani daha da mı var?" dedim.


Başıyla onaylayarak, "Evet, en iyisi masaya geçelim. Kahvaltıdan sonra sana bu konuda yardımcı olacak bir kitap vereceğim," dedi, başıyla arkamda kalan masayı işaret ederken.


"Ne bu akşam kahvaltısı mı?" dedim camdan dışarıya, kararmış havaya bakarak.


"Sabah kalkmış olsaydın sabah kahvaltısı yapardık," dedi imada bulunarak.


Ayağa kalkıp masaya doğru yöneldiğimde üstünün pek çok çeşit kahvaltılıkla bezenmiş olduğunu gördüm. Masadaki mevcut sandalyelerden birine yerleşirken, Marco hızlıca elektrikli çaydanlığı kavramış çay fincanlarını dolduruyordu.


Yerine oturduktan sonra çay fincanımı bana doğru yavaşça ittirdi.
Ben çayımı yudumlarken, o hızlıca önündeki tabağı masadakilerden dolduruyordu.


Başını masadan kaldırıp birkaç saniye bana baktı. Ardından önümdeki boş tabağı alarak yerine doldurduğu tabağı yerleştirdi.


"Ne yapıyorsun?" dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışmadan.

Elindeki çatalla önümdeki tabağı işaret ederek, "Boş yapma, o tabak bitecek!" dedi.


Doldurduğu tabağa kısa bir göz attım. Bu miktar normalde yediğimden oldukça fazlaydı.

"Pek iştahım..."


"Çay da çok güzel demlenmiş be oh..." dedi aniden konuşup lafımı bölerek.


Kendine hazırladığı tabak benimkinin iki katı. Sanırım kendi tabağıma razı gelmek en makul seçenek.


"Sen nasıl yemek yiyorsun, vampir değil misin?" diyerek aklıma takılmış olan soruyu sordum.


"Vampirler de yiyecek tüketebilir ama bundan enerjilerini karşılayamazlar. Ayrıca ben safkan değilim," dedi, sakince yemeğini yemeye devam ederek.


Tabağımdaki kızartmadan birkaç tane ağzıma attım. "Yani bu ne anlama geliyor?"


"Yanisi şu, vampir olarak kanla beslenebildiğim gibi diğer yiyeceklerle de beslenebilirim."


Başımı sallayarak onayladım. "Yani baban, Cemil amca da..."


"Evet Cemil amcan da! Ayrıca neden ona da bana hitap ettiğin gibi yabancı ismiyle hitap etmiyorsun? Yani ona Cemil diyorsan bana da Maran demen gerekmez mi?"


"Aslında olay isimlerin kökeninde değil, ilk başta nasıl hitap etmeye başladığımda. Uzun zamandır Marco olarak sesleniyorum yani Maran olarak seslenmek pek aklıma gelmiyor. Pekâlâ sen hangisini tercih ediyorsun kardeşim?"


"Marco'yu daha çok kullandığım doğru ama Maran'da benden bir şeyler var gibi. Belki de bunu içselleştirmemle alakalıdır," dedi başını sallayarak. Doğrusunu söylemek gerekirse kafası karışık görünüyor.


"Yani belki, sizin bu iki kimlik olayı nerden çıkmış tam olarak?"


Ağzındaki lokmayı yutarak, "Bu işi uzun zamandır nesilden nesile devam ettiriyoruz. Ama yaklaşık olarak söylemek gerekirsek, işleri global seviye getirip Türkiye'den buraya taşındıklarında yeni bir kimlik edinmişler. O zamanlar bunu gizlilik için yapmışlar ama şu anda bunun devam etmesinin sebebi kökenlerimizi unutmamak," dedi.


"Kökeninizin Türklere dayalı olduğunu daha önceden anlatmıştın zaten. Hatta yanlış değilsem Doğu Karadeniz'dendi değil mi?"


"Doğu Karadeniz çok güzel yerdir. Bir ara müsait olduğumuzda hep beraber gezmeye gideriz. Havası, suyu toprağı bambaşkadır," dedi özlemle güzel günleri anarak.

"Güzel olur, bence ben yabancılık da çekmem sonuçta horon oynamayı bile biliyorum," dedim, zamanında gösteri için Marco'dan öğrendiğim horon becerimle övünerek.


"Sen onlara ayak uydurabilir misin pek emin değilim ama yabancılık çekmeyeceğin doğru," dedi sırıtarak.


"Peki silah tüccarlığını kaç yıldır devam ettiriyorsunuz?" dedim, yarısını bitirdiğim tabağı hafifçe ileriye ittirerek.


"Aslında o konuda..." dedi yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak.


İki elimle kavradığım çay fincanını dudaklarıma götürken sordum.

"Hangi konuda?"


"Artık her şeyi öğrendiğine göre bunu göstersem daha kolay olacak sanırım," dedi ayağa kalkarak.


Peşinden ayağa kalkarak sordum. "Nereye be?"

Çoktan merdivenin kenarına ulaşmış, arkasına bakmadan ilerliyordu.
"Beni takip et!" dedi bağırarak.


Alt katta ne işimiz var şimdi, ne gösterecek ki bu?


Hızlıca koşarak alt kata indim. Etrafıma baktığımda giriş katta kimsenin olmadığını fark ettim.


Alt kata inen merdivenden aşağıya doğru bağırdım. "Marco bodrum katına mı indin?"


"Evet, buraya gel!" dedi beni çağırarak.


Alt kata indiğimde bodrum katın çoğu zaman kapalı olan özel yapım kapısı açıktı.


Neden bodrum katında balistik zırhlı kapı olduğunu daha önce sorgulamadım. Sonuçta içeride limonata satmıyorlar.


Açık kapıdan içeriye girdiğimde düzeninin değişmemiş olduğunu gördüm. Siyah renkli tuğla duvarlarının kendine has bir havası vardı.


Siyah deri koltuk takımı olan küçük bir mutfak, kendine ait yatak odası ve banyosuyla 1+1 daireden farkı yoktu. Sanırım burayı yaptırırken acil durum sığınağı olarak tasarlamıştı.


"Neden buraya geldik? Her zamanki bodrum işte," dedim sitem ederek.


Arkamda kalan kapıyı başıyla işaret ederek, "Kapıyı kapat!" dedi.


Sorgulamadan oldukça ağır kapıyı üstüne kapattım.

Bir haltlar olacak gibi ama bakalım.


"Ne yüzündeki o gergin ifade? Adam öldürmüyoruz şu an bu kadar gerilme," dedi Marco sırıtarak.


Tüm ciddiyetimle, "Bu konuda espri yapmak istediğine emin misin?" dedim.


Başkalarını katletmek konusunda espri yapması... bu çok patavatsızca.

Geçmişimi biliyor olması bu konuda şaka yapabileceği anlamına gelmiyordu.


"Tamam, tamam haklısın. Öldürmek konusunu kapatalım en iyisi," dedi mutfak tezgahına yaklaşırken.


Tezgahın üstündeki küçük bibloyu sanki bir şeyi ayarlıyormuşçasına çeviriyordu.


Merakla yanına yaklaşarak sordum. "Ne yapıyorsun o bibloyla?"


Tek bir çan sesi yankılandı odada. Sanki mikro dalganın kurulu süresi dolmuş gibi bir sesti. Buna karşılık olarak sesin biblodan geldiğine oldukça emindim.


"İşte oldu," dedi çarpık bir gülüşle.

"Ne oldu?" diyerek sordum, tepkisine anlam vermeye çalışarak.


Kaşlarını hafifçe havaya kaldırarak arkamı işaret etti. Şüpheyle arkamı döndüğümde siyah tuğla duvarda büyükçe bir boşluk olduğunu gördüm.


"Hadi be!" dedim duvarda açılan yere yaklaşarak. Boşluğun içerisinde başka bir balistik kapıyla karşılaşınca Marco'ya baktım. "Gerçekten mi?"


Her bulduğu yere balistik zırhlı kapı koymuş sanki babasının bahçesinde yetişiyor bunlar.


"Evet gerçekten," dedi, kapıya yaklaşarak üstündeki kilide parmağını okuturken.


Birkaç biplemenin ardından kapıdan güçlü mekanik sesler geldi.

Marco aralanan kapıyı kendine doğru çekerek açtıktan sonra içeriye girdi. Ben karanlık boşlukla bakışırken bağırdı, "Gelsene!"


Geri bağırarak, "Nereye geleceğim? Bir şey görünmüyor ki!" dedim.


"Ah doğru ya, affedersin sen göremiyorsun," dedi köşeye doğru ilerleyerek.

Şalteri kaldırmasıyla devasa spot ışıkları zifiri karanlık olan boşluğu aydınlattı. Öncesinde büyüklüğünü kestiremediğim oda artık apaçık gözler önündeydi. Tavana kadar uzanan çelik raflar her yeri doldurmuştu.


Çelik raflar, ahşap kargo sandıklarıyla dolu olduğu için odanın geri kalanını görmemi engelliyordu.


"Kaç metre kare burası?" dedim bakınarak, odanın içerisinde ilerlemeye devam ederken.


İlerleyerek gözden kaybolmadan önce, "235 olması lazım," dedi.


Hızlı adımlarla ilerleyerek Marco'yu takip ettim. Çelik rafların arasından sıyrıldıktan sonra karşılaştığım manzara karşısında donup kaldım.


Önümdeki devasa duvar boydan boya silahlarla süslenmişti. Parlak sarı ışık cilalanmış silahların üstünde parlıyordu. Her biri kendi özel bölmesinde adeta sergilenmek üzere hazırlanmıştı.


Giriş katta yapılan vitrinin aksine burda göze çarpan ağır silahlar dışında daha önce görmediğim özel yapım silahlar da bulunuyordu.


"Ağzını kapa!" dedi, şaşkınlıkla açık kalmış ağzıma gülerek.


Baş parmağıyla arkasındaki mühimmatları göstererek, "İşte bunları üretiyoruz!" dedi.


Yüzünde ilk defa yürümeyi başarmış bir çocuğun mutluluğuyla gülümsüyordu. Yaptığı işten gurur duyduğu apaçık ortadaydı.


Birkaç adım yana kaydığımda duvarın tam ortasındaki büyük bölmeye yerleştirişmiş olan silahı gördüm.


Şaşkınlıkla sonuna kadar açılan gözlerimle duvara yaklaştım. "Sen ciddi misin!? s**tir git!!"


Kahkaha atarak cevapladı, "O, 16. yaş günümde ihtiyarın verdiği hediye. Anısı olduğu için diğerlerinden daha değerli benim için."


Ellerimi havaya kaldırarak duvardaki güdümlü tanksavar füzesini gösterdim. "Marco, Cemil amca sana 16. doğum gününde tanksavar füze mi hediye etti?! Manyak mısınız siz?!"


"Açıkcası o zamanlar pek memnun değildim bu hediyeden ama bana başka tasarımlar için ilham oldu diyebiliriz," dedi, duvara yaklaşıp tanksavarın metalik yüzeyini okşarken.


Ellerimi saçlarıma daldırıp çekiştirerek bağırdım. "Anam çıldıracağım ha!!"

"Siz ne cins bir manyaksınız böyle!? Biriniz 16 yaşındaki çocuğuna tanksavar hediye ediyor, diğeri de bunu beğenmiyor!!" dedim sinirle bağırarak.


"Manyak manyağı çekiyor işte kanka! Ayrıca çok güzel değil mi? Kıskandığını biliyorum doğruyu söyle," dedi yüzündeki sinir bozucu ifadeyle.


"S**tir git Marco nesini kıskanayım bunun!?" dedim arkamı dönerek.

Aşırı güzel be, şanslı p*çe bak!


Omzumda hissettiğim elle arkamı döndüm. "O kadar üzülme. İstediğinde sorarsan kullanmana izin verebilirim... yani belki," dedi yeniden o iğrenç gülümsemeyi yaparken.


Hızla suratına salladığım yumruktan kaçınarak konuşmasına devam etti. "Kudurdun dimi kıskanç köpek!"


Kaçındığı yumruğun ardından hızla bacağına tekme atarak, "Neyini kıskanacağım alt tarafı tanksavarın var!" dedim.


Hızlıca birkaç adım geriye sıçradı. "Senin enerjin sana fazla geliyor galiba. Ne yapsaydık şifacı tamamen iyileştirmese miydi seni acaba?"


Gözlerim etrafta fırlatacak bir cisim ararken bağırdım. "Taş yok mu taş?!"


Aramamızdaki mesafeyi gittikçe açarken suratıma doğru savurduğu kahkahalarla beni kışkırtmaya çalışıyordu.


"Bekle sen! Ben Cemil amcayı arayınca görürsün o tanksavarı ne yapıyor sana," dedim kahkahalarına karşılık vererek. "Bakalım o zaman da böyle gülebilecek misin!?"


Yüzündeki itici gülümseme adeta solan bir çiçek gibi yaprak yaprak dağıldı.
"Sen de varya izin vermiyorsun iki dakika eğelenelim. Hemen hile, hemen ihtiyar! Senin elinde Cemil amca kozun varsa benim de elimde büyük bir kozum var... O da yakalanmamak!"


Yumruk yaptığım elimin üstüne diğer elimle sertçe vurdum. Yüksekçe yankılanan sesle beraber konuştum. "Bok yakalanmazsın, o biraz sıkar!"


"Sen şimdi boşver bunları da bu tarafa gel. Hazır buraya inmişken sana vermem gereken şeyi vereyim de aradan çıksın," dedi köşedeki tezgaha yürüyerek.


Tuzak olduğundan şüphelenerek temkinlice yanına yaklaştım. Tezgahın altındaki çekmecelerden birini çekerek içinden çelik bir silah kutusu çıkardı.


"Bu ne tabanca mı?" dedim iyice yakınlaşarak.

"Yok bu daha çok işine yarayacağını düşündüğüm bir şey," dedi çelik kutunun ağzındaki kilitleri açarak.


Kutunun içindeki çift ağızlı ince hançer özel yapıma benziyordu.

"Al da bir dene bakalım eline güzel oturuyor mu?" dedi kutuyu bana doğru çevirerek.


Sıkıca kavradığım hançeri birkaç kere elimde çevirdikten sonra havada savurdum.


"Yumuşak ama sabit bir tutuşu var. Dengesi de mükemmel," dedim hançeri tek parmağımın üstüne boylu boyunca yatırdıktan sonra.


Bıçak bir karıştan biraz daha uzundu, bu da onu muhafaza etmeyi kolay kılıyordu.


"İyi de neden? Zaten yeterince bıçağım vardı. Hem tabanca varken bıçak..."


Kalçasını tezgaha yasladıktan sonra kollarını birbirine kavuşturdu.
"Şimdi şöyle bir sorunumuz var, sendeki silahların hepsi çöp yani benim verdiğim tabanca dışındakiler. Elindeki hançeri görüyorsun değil mi? Materyali çok özeldir,"


"Yani gümüşe benziyor," dedim dudağımı bükerek.


"Bu sıradan bir gümüş değil. Rengi beyaza çalıyor adını da buradan alıyor zaten. Beyaz gümüş ya da melek gümüşü de deniyor," dedi bakışlarıyla elimdeki hançeri süzerek.


"Ee, yani hikmeti neymiş bunun?" dedim Marco'dan gelecek olan açıklamayı bekleyerek.


"Normal metaller dün gördüklerine çizik dahi atamaz. Hasar alsalar bile hızlıca yenilenirler. Ama beyaz gümüşte bu söz konusu değil. Yara kendi başına bırakıldığında iyileşmez ve yenilenme etkilerini yavaşlatır. Bu yüzden medikal destek almak zorunda kalırlar," dedi. açıklamasını yaparken yorulmuş görünüyordu.


"İyi de neden bıçak?" dedim, hançeri kutusunun içinde bulunan işlemeli kınına yerleştirirken.


"Çünkü onları görüp nişan alabilecek kadar zamanın olmayacaktır," dedi derin bir nefes alarak, sanki bu ihtimalden nefret ediyormuş gibi ve devam etti.


"Eğer dün yaşadığın gibi bir şey tekrarlanırsa... sen daha silahının tetiğini çekerken düşman burnunun dibinde bitmiş olur. Eğer gerçekten uzaktaysan silah işe yarayabilir ama bu senin durumumda pek olası durmuyor," dedi, kaşları çatık şekilde tavanı izlerken.


Onun neden ötürü böyle hissettiğini anlayabiliyorum. Ölümün hazır olmadığın bir şekilde gelmesi ürpertici bir his... hele ki bunun bir dostuma olduğunu düşünmek...


"Sen onu bunu bırakta siz bunları nasıl üretiyorsunuz?" dedim konuyu değiştirmeye çalışarak.


"Silahların tasarımlarını mı vereyim kızım? Diğerleri nasıl üretiyorsa biz de öyle üretiyoruz ama aramızda bir fark var ki o da ürettiğimiz silahlar bize özeldir. Yani piyasayı tek elimizde tutmanın da bazı sorumlulukları var elbette," dedi omuzlarını silkerek.


"Tek elinizde derken?" dedim tek kaşımı kaldırarak.


Okuduğunuz için teşekkürler, gözlerinize sağlık!

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın barutlu keklerim💖


Loading...
0%