Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9.Bölüm: Kanlı Fular

@sylph

Alnımdan kalkan ağırlık yerinde ıslak bir soğukluk bıraktı.

Ağırlaşmış göz kapaklarımı aralamaya çalıştım. Birkaç kırpıştırmanın ardından, görüşüm üstündeki bulanık perde aralandı.

"İyi misin?" dedi, yüzünde endişeli bir ifadeyle Aldrin.

Yatağın içinde doğrularak oturdum. "Senin burada ne işin var Aldrin?"

Elindeki ıslak bez parçasını komodinin üstüne bıraktı sakince. "Şey, Araba anahtarına takılıydı evin anahtarı. Anahtarları bırakmak için gelmiştim ama zili defalarca çalmama rağmen duymayınca, bir şey olduğunu düşünüp içeriye girdim."

"Anlıyorum, bir sorun yok iyiyim," dedim, uykudan dolayı çatallaşmış sesimle.

"İyiysen şunlar ne?" dedi komodin üstündeki ilaçları, su bardağını ve ıslak bezi göstererek.

"Ne bileyim, sen koymadın mı?" dedim şüpheyle.

Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, ben geldiğimde burdaydılar ve ıslak bez alnının üstündeydi. Ben de görünce hasta olduğunu düşündüm ama iyiyim diyorsun."

Bu durum karşısında omuz silktim. "Hiçbir fikrim yok. Belki de uyku sersemiyken yapmışımdır."

"Peki kahvaltıda ne istersin?" dedi Aldrin. Meraklı yüz ifadesiyle benden bir cevap bekliyordu.

"Bana fark etmez. Sabah pek iştahım olmuyor zaten, takıl kafana göre," dedim, üstümden gelen nemli histen terlemiş olduğumun farkına vararak.

"Mutfak girişin karşısında, zaten görmüşsündür. Kahvaltıdan önde duş alsam iyi olacak," dedim, elimi nemli saç tellerimde gezdirerek.

"Tamamdır ben mutfaktayım o zaman," diyerek odadan ayrıldı.

Sanırım kızlarla kavga ettiğimiz gece, montsuz dışarıya çıkmamın ödülünü alıyorum.

Odamdan ayrılıp hızlıca ılık bir duş aldım. Duştan sonra üstüme beyaz renkte olan yarasa kol kazağımı, altıma da yüksek beli ve bol paçaları olan kahverengi pantolonumu giydim. Kazağın etek ucunu pantolonumun içine yerleştirdim ve belini hafifçe dışarıya çekiştirerek bol durmasını sağladım.

Aynada kendime baktım. Bol giyinmeyi seviyorum.
Kollarımı havada yukarı aşağıya salladım. Kazağın yarasa kolları sallanıyordu. Ha ha çok iyi...

Çıkmadan odama son kez baktım. Hmm nevresimlerimi de değiltirsem iyi olacak sanırım.

Yorgandan, yastıktan ve yataktan sıyırdığım nevresim takımını banyoda olan kirli sepetine fırlattım. Köşede duran, poşete doldurduğum yakılmayı bekleyen kanlı kıyafetleri görmezden gelerek banyodan çıktım. Şu an onları yakmaya vakit ayıramazdım.

Sanırım bu yeterli. Temiz nevresimi eve geri gelince sererim.

Ev boyunca koridordan yayılmış yumurta kokusu iştahımı açıyordu. Mutfağa ilerledikçe artan kokuyu koklayarak Aldrin'in yanına kadar geldim.

"Omlet mi yapıyorsun?" dedim, tavanın içindeki omlete benzeyen karışıma bakarak.

"Şekli pek düzgün olmasada, tadı ve kokusu hala güzel," dedi Aldrin, yumurtalar için elinden geleni yapmaya çalışarak.

Set üstü ocağın hemen üstünde duran aspiratöre uzandım. Dokunmatik tuşa basarak çalıştırdım ve çekiş gücünü arttırdım. "Böylesi daha iyi."

Gülümseyerek, "Güzelmiş!" dedi Aldrin.
Anlamadığımdan sordum. "Ne güzelmiş?"
Camın kenarına doğru bakarak konuştu. "Çiçekten bahsediyorum."

Aldrin'in baktığı yöne başımı çevirdiğimde, camın kenarında eski yerine dönmüş olan lotus çiçeğini gördüm. "Sen mi aldın çöpten?" dedim şaşkınlıkla.

"Neyi çöpten, ne diyorsun anlamıyorum?" dedi.

"Çiçeği çöpten sen mi çıkardın?" dedim,kuşku dolu sesimle.

"Bir şey çıkarmadım. Az önce geldiğimde gördüm camın kenarındaydı. Hem ne çöpünden bahsediyorsun sen tam olarak?" dedi Aldrin. Kafası karışmış görünüyordu.

"Ben... Boşver sanırım hala uyku sersemiyim," dedim, elimi sallayarak.

Dün gece o çiçeği çöpe attığımdan eminim! Aldrin olmasa bile bir başkası onu cama geri koydu.

Derin bir nefes aldım. Telaşlanmak için erken. Paranoyak olmamalıyım, belki de kızlardan biri ben uyurken geldi. Hem bu gece başıma koyulan ıslak havlu ve ilaçları da açıklar.

İçgüdülerim bana bunun böyle olmadığını haykırsa da şu an sakin kalmalıydım.

Dolaba uzandım ve omletleri koymak için iki tabak çıkardım. Ardından buzdolabına ilerleyip, açtığım kapısının arasından dikkatlice kahvaltılıkları süzdüm. "Yeşil zeytin, süzme peynir ve salam da var. İstediğin bir şey varsa söyle tabağına ekleyeceğim."

"Süzme peynir güzel olur," derken tavadaki omletle boğuşuyordu.

Aldrin'in tabağına birkaç dilim peynir, kendime de yeşil zeytin ekledim.

Ocağı kapatıp tavayı kaldırdı. Tavadaki omleti tabaklara bölüştürdü ve tabakları adanın üstüne yerleştirdi.
Ocağın üstünde olan çaydanlığı alıp adaya döndüm ve fincanları çayla doldurduktan sonra çaydanlığı ocağın üstüne geri bıraktım.

Hızlıca adanın etrafındaki sandalyelerden birine geçip oturdum. Aldrin sezzizce yemeğini yiyordu. Vay be, demek Aldrin'in konuşmadığı bir zaman da varmış.

Çay fincanını kavradım ve yüzüme yaklaştırarak üstünde tüten dumanı kokladım. Birkaç yudum aldıktan sonra fincanı bıraktım ve tabağımdaki omleti yemeye başladım.

"Nasıl olmuş?" dedi, Aldrin merakla.

Başımı salladım. "Eh yani, vasatın üstü."

Aldrin şaşırmış bir ifadeyle yüzüme bakakaldı.

Yaptığı ifadeye gülerek, "Şaka lan şaka, tadı güzel. Yani omlet yanmadığı ve tuzu fazla kaçmadığı sürece ne kadar kötü olabilir ki?!"

"Öyle olsun bari. Bu arada sana önemli bir şey söylemem gerek," dedi.
Tereddütte kaldığı ifadesinden anlaşılıyordu.

"Ne oldu ilanı aşk mı edeceksin?" dedim, Aldrin'le dalga geçerek.

Aldrin, işaret ve baş parmağını birbirine yaklaştırarak durumun küçüklüğüne dikkat çekmeye çalışıyordu. "Arabanın başına ufak, minik bir kaza gelmiş olabilir," dedi kısık bir sesle.

Şaşkınlıktan kendi tükürüğüm nefesime kaçtı. Öksürük kriziyle beraber göğsümü yumrukladım.
"Aldrin, arabam nerde?!"

"Şey, kaza benden dolayı değildi. Adamın teki bir anda gelip arkadan bana çarptı. Kaza kaydı filan dereken, anlayacağın araba serviste."

"Servis, yetkili servis mi?" dedim, içimde dalgalanan şüpheyle.

"Hm, pek bilmiyorum. Kazaya sebep olan adam kalan işleri halledeceğini söyleyerek aracı çektirdi."

"Ee, sen anahtarları bana getirdin?"

"Torpidoda yedek anahtarlar vardı," dedi gözlerini kaçırarak.

"Çıldıracağım ha şimdi! Oğlum sen tanımadığın, bilmediğin adama arabamı anahtarlarıyla beraber verdiğini mi söylüyorsun şimdi?!"

Kafamı duvarlara vuracağım şimdi, çok az kaldı!

"Galiba öyle oldu. Şimdi sen söyleyince bana da şüpheli geldi. Ah, adam adres ve telefon numarasını bırakmıştı bir sorun olursa diye," dedi ensesini kaşıyarak.

Elimi başıma dayadım ve derin bir nefes çektim ciğerlerime. "Aldrin bu gün git ve aracımı o adamdan geri al lütfen. Sonra yetkili servise götürürüm ben."

"P-peki, sen bu gün ne yapacaksın?" dedi mahçup bir ifadeyle konuyu değiştirmeye çalışarak.

"Batı yakasındaki bir dövmeciye gideceğim şunu göstermek için," dedim sol elimdeki dövmeyi göstererek.

"Peki sorun olmazsa ben bırakırım seni," dedi.
Tabağını bitirmiş çayını yudumluyordu. "Güzel çaymış bu arada nerenin?"

"Marco getirtti, Doğu Karadeniz çayı. İçimi çok güzel ve acılığı da diğerlerine kıyasla yerinde," dedim bağımlısı olduğum çayı överek.

"Bilmem ben acılık filan almadım hiç," dedi sakince.

Fincanın yanında duran çay kaşığı gözüme batıyordu. "Kaç şekerli içiyorsun?"

"Fazla değil ya üç," dedi hiçbir sorun yokmuş gibi.

Yüzümü istemsizce ekşiterek konuştum. "Aldrin şeker tadından başka bir şey alabiliyor musun ki? Şekerli su iç aynı. Senin gibi bilgili biri nasıl o kadar şeker kullanabilir?"

"Eski bir alışkanlık benim için. Sen çayı boşver de, dövmeciden sonra ne yapacaksın?" diye sordu merakla.

"Aida'yla buluşmak vardı planımda. Sen de gelsene, İrene'in meselesini konuşacağız."

Başıyla onayladı. "Bir sorun çıkmazsa gelebilirim. Yemeğini bitirdiysen hadi çıkalım."

Çayımdan son bir yudum daha aldım ve hızlıca kahvaltıdan artan bulaşıkları makinaya dizdim.
"Tamamdır hadi," diyerek Aldrin'e kapıyı işaret ettim.

Askılıktan beyaz omuz çantamı aldırken konuştum. "Odamda bir şey unuttum geliyorum hemen."

Seri adımlarla koridordan odama ilerledim. Yatağımın başucunda duran komodine yaklaştım ve çekmeceyi açıp elimle iç tavanını yokladım.
Parmak ucumla hissettiğim çıtçıtlı bağlantı noktasını açınca, yer çekimine karşı koymayan silah avucumun içine düştü.

Son günlerde yaşadıklarım şüphe uyandırıcı. İçimden hiç gitmeyen tehlike hissinden bahsetmiyorum bile.

Şimdi düşününce en son ne zaman silah tutmuştum. Kazadan sonra silah ruhsatıma da el konulduğu için dışarıda kafama göre taşıyamıyordum. Hem dengesiz bir ruh haliyle silah taşımak da kulağa pek akıllıca gelmiyordu.

Gümüş renkteki tabancayı sıkıca kavradım. Ah, bu gerçekten nostaljik. Aklıma atış çalışması yapmaktan elimde çıkan yaraları getiriyor. Şu an yerleri nasırlaşmış olsada, hala o zamanki acısını hissedebiliyorum.

Silahı pantolonumun beline sıkıştırıp, kazağımın arkasını dışarıya çıkararak üstünü örttüm.

Hızlıca kapıya geri döndüm ve beyaz montumu giyinirken Aldrin'e kısa bir bakış attım. Oldukça sıkılmış görünüyordu.
"Artık çıkabiliriz," dedim gülerek.

Şükür, bu gün de güzel bir kombin yapabildim.

İrene bana giydiklerimin ruh halimi etkilediğini öğretmiş ve beni kombin yapıp, güzelce hazırlanmaya alıştırmıştı. O giydiği her şeye her an dikkat eden bir ikon gibiydi.

Ben daha çok rahatlıktan yanaydım. Bu yüzden eşofman altlığı ve sweatshirt tek favorimdi. Gerçi hala favorim ama daha az giyiyorum.

Beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve anahtarımla kapıyı kilitledim. Anahtarlığımı, kenarına kahverengi fular bağlamış olduğum beyaz omuz çantama fırlatıp, hızlıca asansörle aşağıya indim.

Aldrin'in şoförü olduğu arabaya yerleşip, emniyet kemerimi bağlarken, "Bu araba nerden çıktı?" diye sordum Aldrin'e.

"Kazadan sonra kiraladım mecburen," dedi sakince, kontağı çevirip araca gaz verirken.

Keşke arabamla kaza yapmadan önce akıl etseydin araba kiralamayı!

~

Kısa ve sessiz geçen yolculuğun sonunda, giriş katında olan dövme stüdyosunun önündeydim. Girişi diğer dövme stüdyolarına kıyasla oldukça sadeydi.

Kapı kolunu nazikçe eğerek içeriye girdim. Yoğun etil alkol kokusu dairenin içerisini doldurmuştu.
Koku bakımından bu yönüyle hastaneye benziyordu.

İçerinin görünüşü dışarıya kıyasla başka bir dünyaydı.
Kırmızı led aydınlatması duvarda asılı olan çizimleri başka bir boyuta taşıyordu.

Kimseyi göremeyince kapısı aralık olan odaya doğru ilerledim. Kısık sesli olan müzik odaya ilerledikçe artıyordu.

Aralık olan kapıyı tıklatarak içeriye girdim. "Affedersiniz?"

İçeride küçük bir mutfak vardı. Duvarla bitişik duran masada benim boylarımda bir kadın oturuyordu. Pürüzsüz koyu esmer teni üstündeki dövmeler, kollarından boynuna kadar uzanıyordu. Giydiği beyaz sporcu atleti vücudunu sarıp, kaslı kollarını öne çıkarmıştı.

Siyah rastalı saçlarını sola yatırmış olmasına rağmen uzunluğu ancak boynuna geliyordu.

Bacağını diğer bacağı üstüne atmış, beni süzerken elindeki sigarasından derin bir nefes daha çekmişti.

"Selam, Risin sen misin?" dedi, kalın ama kendine has havası olan ses tonuyla.

"Evet benim, memnun oldum. Sen de Gizelle olmalısın değil mi?" dedim, tereddütte kalarak. Ben ona ismimi hiç söylemiş miydim?

Genişçe gülümsedi karşısındaki boş sandalyeyi göstererek. "Otursana, hem bu kadar resmiyete de gerek yok, Giz desen yeter."

Oldukça rahat ve samimiydi, ki bu da ortamı yumuşatıyordu. İşaret ettiği sandalyeye geçip oturdum.

Elindeki sigarayı dudağının kenarına tutturdu ve ayağa kalkarak tezgahın önüne geçti. "Ne içersin? Çay, kahve ya da soğuk bir şeyler de hazırlayabilirim."

Samimiyetine güvenerek cevap verdim. "Kahve olabilir."

Kahve makinesine yeni bir kapsül taktı ve çok sürmeden elinde iki kupa kahveyle masaya geri döndü.
"Şeker masanın üstünde, istersen kahve kreması da verebilirim," dedi, kupayı önüme bırakarak.

"Teşekkür ederim ama sade içmeyi tercih ediyorum." dedim gülümseyerek.

Bana karşılık vererek gülümsedi. "Tercih meselesi tabi. Mesela ben bol krema ve şekerli severim."

Masadaki yerine geçti ve kahvesini kaşık yardımıyla karıştırırken konuştu. "Anlat bakalım yolun buraya nasıl düştü, sana nasıl yardımcı olabilirim?"

"Açıkcası kafamda karışıklık yaratan bir konu hakkında fikir almaya geldim. Birkaç gece önce buraya dövme yaptırmaya gelmiş olabilir miyim?" dedim, net bir şekilde kafamdaki soruyu sorarak.

Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır tatlım gelmiş olsan seni hatırlardım."

Onaylayarak devam ettim. "Anladım, peki bu dövmenin tasarımı hakkında bir yorumda bulunabilir misin? Kimin yapmış olabileceği ya da tasarımın kime ait olduğuyla ilgili."

Sol elimdeki dövmeyi ona uzatarak gösterdim. Elimi gördüğü anda yudumlamak üzere olduğu kahveyi hızla püskürttü. Masanın karşı tarafında oturduğum için püsküren kahve bana ulaşmamıştı.

Kısa bir öksürük krizinden sonra kahkaha atmaya başladı. "Ay affedersin, bir anda görünce dayanamadım," dedi hızlıca, kahkahası yerini kıkırtılara bırakırken.

Neyin ona bu kadar komik geldiğini anlamadan izliyordum.
"Bir kaç gün önce yaptırdığını idda ediyorsun ama atladığın detaylar var. Dövme yapıldıktan sonra iyileşme süreci vardır. Deri kabarır ve bazen kabuk tutar. Yeni yapılmış dövmeler senin elinde olduğu gibi pürüzsüz olmaz yani."

Kafam daha da karışırken sordum, "Nasıl yani? İyi de iki gün önce elimde böyle bir şey yoktu. Yani yeni yapılmış olmak zorunda."

Sırıtırken başını salladı. "Hayır işte o iş öyle değil. Nasıl anlatmam gerektiğini ya da nereden başlamam gerektiğini hiç bilmiyorum ama elindeki şey sandığın üzere dövme değil."

"Nasıl dövme değil, dövme değilse ne o zaman?" dedim, kaşlarımı istemsizce çatarak.

"Sana ne kadarını açıklamam gerektiğinden emin değilim. Seni korkutmak istemiyorum bu yüzden sadece üstten birkaç şeye değineceğim. Elinde olan şey dövmeden çok daha özel. Ayrıca görünmesi de seni tehlikeye sokabileceğinden saklaman senin için daha iyi olur."

"Beni nasıl bir tehlikeye sokabilir onu anlayamadım?"

Gülümsemesi hafifçe solarak yerini ciddi bir ifadeye bıraktı. "Sadece dünya düşündüğünden ve bildiğinden daha büyük bir yer. Şu an dediklerimi anlayamasanda yakında öğreneceğine eminim. Yeniliğe açık olursan bu süreci daha kolay atlatırsın."

Dövme değilse ne bu? Hangi tehlikeden bahsediyor ya da nasıl bir süreç?

Donmuş bakışlarımı çalan telefon sesiyle montumun cebine indirdim.

Aramayı cevaplayarak telefonu kulağıma götürdüm.
"Efendim Aida?"

"Nerdesin? Ben kafeye geçtim çoktan seni bekliyorum."
Sıkıldığını sesindeki bıkkınlıktan anlayabiliyordum.

"Fark etmemişim saatin o kadar geçtiğini, yakında orda olurum. Sen, ben gelene kadar bir fincan kahve söyle ve tadını çıkar olur mu?"

"Pekâlâ!" dedi telefonu sıratıma kapatırken. Sesi pek memnun olmamış gibi geliyordu.

"Sanırım artık gitme zamanın geldi," dedi Gizelle tebessüm ederek.

Ayağa kalkarken içemediğim kupa dolusu kahveye baktım. "Evet artık gitmem gerekiyor. Konuşmaktan kahveyi içmeye de zaman bulamadım üzgünüm."

Genişçe gülümsedi ayağa kalkarken. "Sorun değil bir dahaki sefere içersin."

"Buralardaysan tekrar uğrarım," dedim memnuniyetle.

"Üzgünüm canım. Buraya kısa bir iş için gelmiştim. İşimi bitirdiğime göre artık geri dönmem gerek. Ama farklı bir yerde tekrar görüşeceğimizden eminim," dedi ve son bir kez genişçe gülümsedi.

Nasıl bu kadar emin olduğunu anlayamayarak vedalaştım ve dışarıya çıktım. Gülüşü insana pozitif enerji saçıyordu. Nedense ferahlamış gibi hissediyordum.

Ritmik adımlarla yürümeye başladım. Aida'yla buluşacağımız kafe buradan birkaç sokak ötedeydi. Yolun üstü renkli vitrinlere sahip mağazalar, hayvanlar için veteriner ve bir çok popüler kafeyle bezenmişti.

Yürümeye devam ederken sokağın kendi uğultusuna aykırı bir ses işittim.
Nereden geliyor bu ses?
Yürümeyi bırakıp etrafıma bakındım. Sesin geldiği yeri anlamaya çalışıyordum.

Kulak kabarttığım ses hemen yan tarafta girişi olan ara sokaktan geliyordu.

Dikkatlice ilerleyip ara sokağa girdim. Her adımımda inilti sesleri daha da yükseliyordu.

Birkaç adım daha ve büyükçe çöp kutusunun önündeydim. Sakince eğildim ve çöp kutusunun yanına sinmiş olan hayvanı inceledim.

Cins bir köpek yavrusuna benziyordu. Dik kulakları, küçük siyah burnu ve buz mavisi gözleri vardı. Tatlılığı dikkat çekici olsada bundan daha önemli bir durum söz konusuydu.

Kar beyazı kürkünde yer yer eski kurumuş, yer yer de taze kan vardı. Yarasına bakmak için elimi her uzattığımda hırlayarak beni uyarıyordu.

İyice yere eğilerek dizlerimin üstüne çöktüm ve avucumun içini göstererek konuşmaya başladım.
"Sorun yok sana zarar vermeyeceğim. Sadece sana yardım etmek istiyorum. İzin verirsen yarana bakacağım." dedim yaralı yavruyla konuşarak. Açıkcası hayvanlarla pek de iyi anlaştığım söylenemezdi. Bu konuda uzman olan benden ziyade İrene'di.

İrene'den öğrendiğim kadarıyla, avucumu bir süre ona gösterdim. Bu süre zarfında hırlaması azaldı ve elimi koklamaya başladı.

Boynunda tasması yoktu. Sokak hayvanı olduğu için saldırıya uğramış olma ihtimali daha yüksekti.

Elimi koklamayı bitirdikten sonra yavaş hareket etmeye dikkat ederek kürkünü kaldırdım.
Kan kürküne epeyce bulaştığı için yarasının büyük olduğunu düşünmüştüm. Fakat bacağının üst kısmında çok da büyük olmayan bir yaraydı.

"Hm, bir bakalım ne yapabiliriz."

Çantamın kenarına bağlamış olduğum kahverengi ekoseli fuları çözdüm ve oldukça yavaş hareketlerde bacağını sardım.

Ona doğru uzattığım elimi sıcak diliyle yalayarak minnettarlığını gösteriyordu. Sanırım artık onun gözünde düşman değilim.

Seni böyle bırakırsam yaranın iltihap kapma riski artar. Aniden aklıma yol üstünde gördüğüm veteriner geldi. "Yakınlarda veteriner olduğu için şanslıyız ufaklık," dedim yavruya bakarak.

İki elimi yaralı hayvana uzattım. Bir süre inceledikten sonra kararını verip kollarımın arasına geldi.

Nazik fakat güvenlice kavradıktan sonra geldiğim yoldan geriye yürümeye başladım.

Kucağımda halinden memnun görünüyor, sokaktaki insanları ve arabaları izliyordu.

Veterinerin önüne geldiğimizde omzumu kullanarak kapıyı nazikçe ittirdim.
Açmamla beraber ince bir çan sesi duydum kapının üstünden.
İçerideki veteriner sesi duyunca bize doğru dönerek, "Hoş geldiniz!" dedi.

"Merhaba, ben bu miniği yolda buldum da bacağından yaralanmış," dedim ve başımla aşağıya, kucağımdaki yaralı hayvana baktım.

"Getir de bir bakalım o miniğe," dedi önündeki boş operasyon masasını göstererek.

İlerleyip kucağımdaki yaralı hayvanı çelik zemine sahip masaya bıraktım.
Kucağımdan indirirken tedirgin olsada sorun çıkarmadı.

Yarayı incelerken sordu veteriner. "Nerede buldum demiştin?"

"Ara sokakta buldum," dedim, hayvanın bacağına sarılı fuları çözüşünü izlerken.

"Bu çok garip işte," dedi şaşkınca yaralı hayvanı incelerken.

"Garip olan ne?" diye sordum merakıma engel olamayarak.

"Kendisi kurnaz bir yırtıcı olan kutup tilkisi. Dahası kutup tilkisinin doğal yaşam alanı Kuzey Kutbunda, yani buraya epey uzak," dedi şaşkınlığının nedenini açıklayarak.

Kaçakçılık kurbanı mıydı?

"Bacağındaki yaraya başka bir hayvan sebep olmuş. Dişlerini geçirmiş ama parça koparamamış. Bu yavru için iyi bir şey tabi. Parçaladığı kısma birkaç dikiş atacağım ama sonrasında bu miniğin yetkililere teslim edilmesi gerek," dedi bana bakarak.

"Anlıyorum. Sorun olmazsa lavabonuzu kullanabilir miyim?" dedim, elime bulaşmış hayvan kanını göstererek.

"Tabi hemen sağdaki kapı. Ben de bu sırada miniğin dikişini tamamlarım."

Gösterdiği gibi sağdaki kapıdan girdim. Karşımda duran lavaboya yanaştım ve sıvı sabunu kullanarak elimi iyice temizledim. Durulayıp kuruladıktan sonra dışarıya çıktım.

Yavru tilkinin dikişi bitmiş, veteriner bacağını sararken usluca bekliyordu. Bir tilkinin bu kadar uysal olması garipti.

Kapının üstündeki küçük çanın çalmasıyla kapıya döndüm. İçeriye giren yaşlı kadın adeta 1940'ların sonundan fırlamış gibiydi. Belden oturtmalı beyaz ceketi, altına siyah kloş eteği ve beyaz topukluları birbirini tamamlıyordu. Yüzünü örten geniş şapkasının ucunu işaret parmağıyla yukarıya ittirdiğinde, kar gibi beyaz olan saçları şapkanın altından göründü. Yaklaşık 70 küsür yaşlarında görünüyordu.

Elindeki zarif siyah işlemeli eldivenler sanki hep orada olması için dikilmişti.

Bana doğru birkaç adım attığında, topuklu ayakkabılarının çıkardığı ses içeride yankılandı.

"Ah, merhaba küçük hanım," dedi ve uzanıp operasyon masası üzerinde oturan tilkiyi kucağına aldı. Tilki dünden razı şekilde hiç sesini çıkartmadan kadına yanaştı.

"Arkadaşımın çocuğuna yardım ettiğin için teşekkür ederim. Aslında ona bakmak benim sorumluluğumdu, lakin bir anda ortadan kayboldu. Sayende onu bulmak benim için kolaylaştı."

Nasıl onun işini kolaylaştırdım ya da arkadaşının çocuğu nasıl bir tilki olabilir sorgulamayacağım.

Bakışlarını yüzümden sol elime indirerek konuştu. "Oh, tatlım bunu yapmamalısın. Bu senin için çok tehlikeli."
Yüzünde endişeli bir ifadeyle yavru tilkiyi kolunun arasına alarak, eldivenlerini çıkardı ve bana uzattı.
"Bunları giy. Onu açıkta bırakmamalısın canım. Senin için çok üzgünüm ama saklamaya dikkat edersen uzun bir yaşam sürebilirsin," dedi.

Elime tutuşturduğu eldivenlere baktım. Gerçekten çok güzeller ama neden bana böylesine uğursuz şeyler söyledi ki...

Başımı eldivenlerden kaldırdığımda yaşlı kadın artık orada değildi.

Arkamı dönerek veterinere sordum. "Az önce gelen yaşlı kadın nereye kayboldu?"

Tek kaşını kaldırarak bana baktı. "Adres sormaya gelen genç hanımefendiyi mi kastediyorsun?"

"Genç mi? Kadın yetmişlerine dayanmıştı!" dedim çıkışarak.

"Hastaneye gidip gözlerini göstersen iyi edersin çünkü o hanımefendi ancak yirmilerinde olabilir," dedi emin bir tavırla.

Nasıl, bu nasıl olabiliyor?

"Peki tedavi ücreti ne kadardı?" diye sordum bu konun üstünde daha fazla durmak istemeyerek. Çok farklı iddalara sahiptik ve bu konuyu direterek bir yere varamazdım.

"Ne tedavisi?" dedi şaşkınca veteriner.

Kaşlarımı çattım öfkeyle. Benimle dalga mı geçiyor bu? "Kutup tilkisini tedavi ettiniz ya az önce?" dedim veterinere.

"Sen madde bağımlısı filan mısın? Kutup tilkisinin burada ne işi var!?" dedi, beni kınayan bakışlarla.


Okuduğunuz için teşekkürler...
Oy verip yorum yapmayı unutmayın, yazarınız gazla çalışıyor 😂✨💖

Yeni bölümlerden önceden haberdar olmak için, instagram hesabımdan takipte kalabilirsiniz💖
İg: sylphnn_


Loading...
0%