Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 2: 'Karşılama'

@symdaldalli

 

 

 

 

Öncelikle yeniden merhaba.

 

 

 

 

Bölüm uzun oldu o yüzden parçalara ayırarak ilerlemeye çalışıyorum. Olayları biraz daha anlamanız açısından geçmişi de anlatmaya çalıştım. İlk başta da söylediğim gibi ilk bölümler olayları anlamanız ve kişileri tanımanız için devinim yoğunluklu olmayacak.

 

 

 

 

Yeni gelenler var hoş geldiniz

 

 

 

 

Yorum yapmayı ve oy kullanmayı unutmayın, benim için kıymetli.

 

 

 

 

Yeni bölüm için herhangi bir sınır şu anlık koymuyorum.

 

 

 

 

.
Bana ulaşmak isterseniz:
instagram: seymadaldalli

 

 

.
.

 

 

 

 

Başlama tarihiniz?

 

 

.

 

 

.

 

 

.

 

 

Karanlık sokaktan hızlı adımlarla geçip giderken botlarımın altında kalan su birikintileri sağa sola parçalanarak sıçradı. Bir odağım gerideydi. Omzumda sallanan çantayı düzeltip yolu parlatan su birikintisine göz gezdirdim. Takip edilme hissiyle yan yana yürüken kaçar gibi daha hızlı hareket ettim.

Sokak ıssızdı. Gece yarısını çoktan geçen saat, karakolda kalıp dosyalara baktığım için fark etmeden akıp gitmişti. Hayat çoktan durmuştu. Çıktığımda yağmur başlamıştı. Tüm kötü olasılıkları yavaş yavaş yaşarken sinirle yumruğumu sıktım. Evim uzak değildi. Yalnızca gecenin tehlikeli karanlığı beni tedirgin ediyordu.

Korkum karanlık değildi.

Korkum karanlığı kullanıp her şeyi yapma cesaretini gösteren insanlardı. Peşinde olduğum geçmiş, tetikte bekleyen bir katil gibi her an enseme nefesini verebilir ve sona ulaşmadan beni ortadan kaldırabilirdi.

Yıllarca büyüyen cesaretim, gözlerini bağlayarak sıra sıra ebelemeseydi karanlığın bulaştıklarını; o zaman korkum beni bu yoldan kolayca çekip alabilirdi. Zaman kanıma dolmuş, geriye doğru akmaya başlamıştı çoktan.

Tüm davalar gereği düşünülüp tekrar açılmıştı benim mahkememde. Adalet, duvardan bileklere sıçrayıp kana boyanan tüm parmak uçlarını zinciriyle susturmuştu. Ve ben yargıyı sağlamak adına, suça karışan gözleri, masum olduklarına inandıkları an karabasan gibi tepelerine çökerek karanlıkla yüzleştirmiştim. Kendilerinden korkmalarını beklerken onlar yine başkalarından korkmuştu.

Söz konusu karanlıksa herkesin bir kaçış planı oluyordu. Ardında bıraktıkları kirli geçmiş yokmuşçasına ve her şeye rağmen masum olduklarına inanarak attıkları adımlar... Onlar bir anda atılmamıştı bu tarafa. Hatta hepsi yaptıkları seçimle geçmişti. Biz ise tam çocukken mahkum edilmiştik. O yüzden biz onlardan daha fazla alışkın olsak da, daha dipte olduğumuzu da hiçbir zaman reddetmedik. Burada yalnızca karanlık değil, sert esen rüzgarlar da olurdu. En can alıcı nokta ise donana kadar hissettiğin acıların ruhunda bıraktığı sayısız yaraydı. Sonrası... Sonrası kilitlenmiş duygular ve körelmiş hisler.

Alıştığımız durumları unutmamayı, puslu gecenin koynunda öğrendik. Ölen duyguların arasında, sevilmenin tadını unuturken; nefretin dirilişini seyrettik. Ninniler yerini çığlıklara bıraktığında, duymamayı; koştuğumuz yol uçuruma çıkınca, durmayı; bir de kimseye güvenilmeyeceğini öğrendik. Gölgemize bile...

Son kez yerde oluşabilecek herhangi bir gölge var mı diye kolaçan edip hızımı azalttım. Eve ulaşmıştım. Botlarımın ucundan su damlaları yavaşça akıp yere düşüyordu. Anahtarı cebimden alıp kapıyı açtım. Bir kaç tık sesi ardından açılan kapı ile yavaşça içeri girdim. Merdivenleri çıkıp metal kapıyı açmak için diğer anahtarı tuttum. Botlarımı çıkarıp kenarda bıraktım ve içeri girdiğimde kapıyı kapatıp üstten kilitledim.

Çanta omzumdan hafifçe düşüp yerle buluştu. Gözlerim karanlık koridorda gezindi.

Burası senin evin. Memur'a bakmayı bırakıp, kollarımı bedenime sararak eve çevirdim gözlerimi. Hatırlıyordum, sokaklarında koşup dizlerimi kanattığım ve anneme sokulup ağladığım zamanlar gözümün önünden kayıp gitti. Memur beni yalnız bırakıp çıktığında nefes alamadım.

Bu, yalnızlığın mesken tuttuğu duvarların arkasında kendime sokulup ağlayarak hesaplaştım herkesle. Duvarları şahit tuttum, hakim kıldım, yargıç yaptım. En sonunda dayanamayıp çatladı. En sonunda ateşimi hisseden bir şey oldu benim dışımda. Bu ev bitişin, her şeyi başlattığını sessizce anlattı bana.

Koridordan geçerken parmaklarım duvarlarda, suda akar gibi akıp giderken sakince banyoya yöneldim. Üzerimdekileri çıkarıp duş başlığını açtım. Önce soğuk su tenimden akıp gitti ve ılıdı yavaşça. Yutkundum.. Kısa bir duş alıp çıktım. Odama geçtiğimde gözüm saate kaydı.

05.25

İki olasılıklı bir durum içinde, bir yatağa baktım bir de çalışma masama. Kağıt yığınlarıyla kaplanan masa bana uzaktan göz kırptığında adımlarım tereddüt etmeden ona doğru yöneldi. Sandalyeyi yavaşça çekip oturdum. Islak saçlarım yavaşça önüme doğru geldi. Kulağımın arkasına sıkıştırıp elime aldığım kalemle birlikte boş kağıda uzun uzun bakıp, üzerinde kara lekeli mürekkep kalıntıları bıraktım.

Sesini kestiğimiz her cümle bedenimizde yankı olur, derler. Bu nedenle dilimin altında eriyip derinlerde emilen sözcüklerimle birlikte, yankı olsun diye sessiz çığlıklar gönderdim evrene. Kelimelerim mürekkeple devrim yaparken, ses tellerim titremezdi çoğunlukla. Biliyordum aslında en çok bağıranların haklı olduğu bir çağ ama okumadıklarından dolayı bilmedikleri, bağırmadan da bağırabilmenin mümkün olduğu bir kitap yazdım onlara...

 

 

"Kızım Ülkü." Kalem elimden düştü. Başımı ovup önümdeki kağıt yığınına baktım. "Uğraşma daha fazla şu insanlarla." Beynimin içinden yükselen babamın sesi ile tebessüm ettim.

 

 

"Oynuyoruz işte baba, onlar hayatımla ben onlarla." Vurmadan ama acıtarak... Kanayan yaralar kabuk bağlamadan yenisini açarak ama masumduk hepimiz. Öldürdüğünü bilmeden öldürenlerdi onlar, bense bu cinayeti ilmek ilmek işleyip onlara servis eden. Herkes masumdu bu hikayede. Suçlular bizi birbirimize düşürüp çoktan terk etmişti şehri.

 

 

"Tehlikeli oyunlar bunlar." Babam bu defa hemen gitmek yerine benimle kelimelerini yarıştırmaya karar vermişe benziyordu. Bazen kazanmak kaybettirirdi, o yüzden yenilecektim bu yarışta babama ama yine de kimse kazanmayacaktı.

 

 

"Biliyorum." Gözlerini gözlerimde hissettim Bu defa öyle yoğun bir şekilde belirdi ki göz kapaklarımın üzerinde, uzanıp ellerini tutabirim sandım ya da kokusunu alabilirim ama hiçbiri olmadı. Bunların yerine ela, kahve gözleri beni delip geçerken zaman yavaşladı. Etrafta uçan toz taneleri daha görünür bir hale gelirken, bedenimi kuşatan soğuk hava akımı tüylerimi havaya dikti. "Özledim." Diye mırıldandım. Özlem... Duymaktan en çok zevk aldığım ama aynı zamanda beni bu denli yaralayabilen başka bir kelime daha yoktu hayatımda.

 

 

"Ben yanındayım." Söylemine karşılık yalnızca gülümsedim. "Yalnızca tehlikeli anlarda."Diye mırıldandığımda sesi yavaşça silindi. Sonra elleri, yüzü ve her şeyi... Derin bir nefes alıp yutkundum.

 

 

Oynuyorduk.

 

 

Masum bir oyun olduğunu gören gözlerin ötesinde, elimizde şeffaf bıçaklar tutarak. Babam haklıydı. Benim savaşım tehlikeliydi. Eline kitap almamış bir çok insana kelimelerimle saldırıyordum. Beni okumak şöyle dursun, varlığımdan bir haber insanlarla kavgalar ediyordum. Üstüne alınıp önemli zannetmesinler diye kendilerini, hayatla da ölesiye kavga ettiğimin haberini mısra mısra işliyordum derin satır aralarına. Fakat tehlike burada başlamıyordu. Ve ben görünmediği yerden görüp saklambaç oynuyordum onunla.

 

 

Herkesle oynuyordum.

 

 

Herkes de benimle oynamaya başlamıştı bir yerden sonra ve ben dozu arttırdım.

 

 

Adım Ülkü.

 

 

Tutunamayanların 151. Sayfasını okurken zihnimde bir devrim başlattım. "Önce kelime vardı,' diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da olmaya devam etti yalnızlık. Kelimenin bittiği yerde başladı; kelime söylenmeden önce başladı. Kelimeler, yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık, kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler yalnızlığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe, yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu." Diyor Oğuz Atay ve kelimeleri kullanırken kelimelerle, kelimelerin savaşında yenilginin doğduğunu ama yalnızlığın orada olduğunu anlatıyor devamında.

 

 

Yalnızdım.

O halde kelimelere ihtiyacım vardı insanlara değil. Ben de oyuna bu şekilde dahil olmaya karar verdim. Yalnızca kelimelere sahiptim ve çoğu zaman beni ele geçirip oyunlar kuruyorlardı zihnimde. Çok akıllıca oyunlar... İzin veriyordum ben de oynamalarına.

 

Başlangıç ona gitmenle başlamaz, bittiğini düşündüğün yerde hayat bulmak ve yeniden akmak için donuk bir görüntü oluşturur. Zihnindeki sayısız düşünce durduğu zaman daha çok başa gitmenin elle tutulur sebebi budur. Durdurmaya çalıştığına hapsolursun. Bitirmek istediğini yeniden başlatırsın. Ancak akan suya direnmeyi bırakırsan o zaman başlangıç ve bitişin bu ikili oyunundan kurtulabilirsin.

Akışa direnmenin cezası çürümekti. Kalemi eğik yazılarımın satırları ezdiği darbelerin altına doğru bıraktığımda elimden gürültüye düştü. Tehlikeli sayılabilecek sakinlikle kağıda baktım. Yazdıklarımı içimden bir kaç kez tekrar ettim. Bitirmek istediğimi yeniden başlatan döngü başlattığımın bitişi ile sonlanabilecek miydi?

Ellerim, titreyerek parmak uçlarında tuttuğu kibrit çöpüyle bir devri kapatıp yeni bir devir açmıştı. Koca bir yangının başlangıcını, o ufacık odun parçasının dünyayı sarmalayacak boyutlarda alevler oluşturmasını; gözlerimi dikip büyük bir soğukkanlılıkla izlemek sırası bana geçmişti.

Sıra belki de hep bendeydi.

Herkes benden önce davranıp önüme geçmiş ve geride kalmama sebep olmuştu. Ve şimdi her şey başa dönmüştü.

Sıra bu defa bendeydi.

Gözlerim tepemde yanan loş ışığa kaydığında bir müddet sakince ona baktım. Daha fazla uyanık kalamazdım, yarın bir teşekkür yemeği verilecekti. Bu davetin onur konuğu bendim. Bir baş savcı için canımı ortaya koyup, onu kurtarmıştım. Bana minnet duydu, bana teşekkür etti. Bunu daha fazla insana duyurmak istedi. Bense hepsini uzak bir köşeden izledim. Adıma düzenlenen yemek için kimseye teşekkür etmedim.

 

 

Adım Ülkü.

 

 

Kinyas Ve Kayra'yı okurken Kinyas'ı kendime çok benzetip kelimelerime yeni bir harita oluşturdum. "Gün ağarıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım Neron. Geceleri çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi sattım. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şiir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazandım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım.

 

 

Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım..." Kinyas'ın hayatını diktirdiği yerlerde ben süturları kopardım. İki ucu da ayrı yere açıldı. Hayatım bir bilinmezlik etrafında dönüp durmaya başladı.

 

 

İnsanlarla oynadığım tehlikeli oyunlar göz önüne alındığında cesaretimin kaynağının bitmez kitaplar oluşu hayrete düşürdü herkesi. Ahmakça bir savaştı onlar için bu, benimse yıllardır planladığım bir olaydı. Her detay oldukça açıktı. Oyunda tüm kartları açık oynamak fikrini başlatan söz, 'Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Tüm insanlara kızgınım. Yaşadıkları için.' Olmuştu. Görmemeleri bir önlem alma noktası tanımlıyordu. Oysa ben bilmelerini istiyordum. Bilmelerine rağmen yenildiklerini görmeyi. Bundan adım kadar emindim çünkü hafızaları çok zayıftı. En büyük meseleler bir kaç aya kalmaz zihinlerden silinip gidiyordu. Benim lehime olan bu özelliklerine çok güldüm, bazen de delicesine acıdım onlara. Sonunda ulaşmış olduğum karar değişmedi, oyunum açık olacaktı. Kime ve neden yenik düştüklerini bileceklerdi.

 

 

Bu onlara tanıdığım en büyük reveranstı. Kayıplığı var etmeden önce binlerce kez şans verdiğim anlar doldu zihnime, iştahla birinin görmesini istediğim anlar...

 

 

Ellerimde açılan kesiklere rağmen, yolun kenarında bulduğum beyaz kilden taşlarla; siyah duvarlara yazdığım, aynı dilde ancak başka anlamlarla okunan kurtuluş yazıları olmuştu. ‘Yıllar boyunca bir köşeye oturup, anlam için beklememeli insan.’ sözünü görmezden gelmeseydim, terk edecek kadar uzun bir süre geçtiğini, yüzümde açılmış olan çizgilerle anlayacağımı biliyordum. Kulağımda sonsuz döngü içinde, bitmek tükenmek bilmeden uğuldayan bu sözün ardından, bir güneşin doğuşuyla anlamalarını beklemeyi bırakıp; karanlık duvarlara ve diplerinde kuruyan çiçeklere arkamı döndüm. Yolun kenarında binlerce beyaz taş kırıntısı ve solan çiçeklere açsınlar diye döktüğüm su artıkları kaldı.

 

 

Görünmez değillerdi ama gören olmadı.

 

 

Kör Baykuş adlı kitabın 8.sayfasında, "Hayat tecrübesinden yola çıkarak başkalarınınkiyle benim ruh halim arasında korkunç bir uçurumun olduğunu fark ettim. Bu yüzden mümkün olduğu kadar susmam, mümkün olduğu kadar düşüncelerimi kendime saklamam gerekiyor. Şimdi yazmaya başlamamın tek nedeni de kendimi, gölgeme tanıtmak isteğidir; yazdıklarımı iştahla yutarak yok etmek isteyen duvardaki gölgeme." diye bahsediyor Sadık Hidayet. Bu cümlenin altını çiziyorum. Bir gün onu kendimi anlatmak için kullanacağım aklıma gelmiyor. İnsanlarla aramda var olan uçurumun altına kurşun kalemle bir yıldız koyuyorum. Yazmak amacım ise gölgemin beni ve yazdıklarımı değil, oyunun kaybedenlerini görüp yutma isteğini gün yüzüne çıkarmak. Biliyorum çünkü gölgem masum bir yansımadan ibaret değil. İçimdeki tüm kavga ve kargaşanın yansıması.

 

 

Annemin ölü doğum yapmış çocuklarının bende kalan parçaları. Tek bir tane yok. Bir çok canın ortak paydası. Ruhumdan uzakta olması bu yüzden, o tüm ölü beden ve zihinden ortaya çıkmış; bütün kaçışların, yolları ona yakınlaştırdığı bir düzeneğin merkezinde uyumayı bekleyen fakat yıllardır uyanıklığa mahkum edilmiş, gözlerine kan oturmuş ve ağzından hayat kokusu yayılan bir canavar...

 

 

Aynada kendimden çok onu görmem bu yüzden.

 

 

Yansımalarıma maskeler takıp bakmaya başladığım an aynalara bakmayı da bıraktım. Gördüğüm kişiyi tanıyamıyordum. Bedenimin altında çürüyen izleri anlatıyordu aynam. Ona kendi hikayemi anlatamazdım. Benim eskiyen hikayelerim ondan olan çocuklardı. Hepsini biliyordu ve yavaşça emerek çürütmekten başka bir şey yapmıyordu.

 

 

İlk oyunu onunla oynamaya başladım. Aslında var olmamış insanların hikayeleri ile aklını boyadım. İnanmadığını anlamam uzun sürmedi. Gözleri bana uzun bir boşluğun arkasından bakıyordu. Bu defa da ona gerçek insanların en çirkin yanlarını anlattım. İnanmamaya devam etti. Doğruyu söylüyordum oysa ve o eskiden olduğu kadar boş bakıyordu bana.

 

 

"Yakışmadı mı insanlığa neden inanmıyorsun?" Diye sordum. Yalnızca gülümsedi. "Kendi kendine de mi?" Diye sordu. Bu defa ben gülümsedim. Biz, hiçbir zaman ben olmamıştık. O yüzden ona acıyarak bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Oyunlarımı anlamadığını ve yalnızca sanmaktan ibaret olan bir ruh olduğunu fark etmekle kalbim saf bir acıyla sızladı.

 

 

Ona rağmen nasıl da tepeden bakmıştı bana... İnsanlar bile o kadar yükselememişti benim karşımda. Çünkü bakmak için bile göz hizasında olmak gerekirdi. Önce birini aşağı atıp onunla göz göze gelmeyi beklemek anlamsız bir istek olurdu. Onca yüksek hallerine rağmen benim başım hepsinden daha dik durmuştu.

 

 

Benim aynalarla büyük bir problemim vardı...

 

 

Yaşım büyüdükçe babamın tüm uyarılarına rağmen annemden gizli oyun oynamaya devam ettim herkesle. Annemden gizli çünkü o buna çok üzülürdü. İnsanlar ona göre hiçbir zaman kötü olmamıştı. İnsanların ona göre hep bir nedeni vardı. Ve ben oyunlarımla ne kadar korkunç olduklarını çıkarıyordum ortaya.

 

 

Babam anneme söylemezdi çoğunlukla, bilirdi üzüleceğini. Sessiz bir anlaşma imzaladık onunla. Altına attığım görünmez imzaya gölgemin izleri sindi. Bir çok ölü ruh aynı anda anlaştık babamla. Oyunları onlar oynamayı bıraktı, ben ise imzalarını hatırlattım ve sıyrıldım aralarından. Babamla hiçbir zaman oturmadım masaya.

 

Yatağa geçip uzandığımda üzerime yorganı alıp gözlerimi tavana diktim. Nefes alışverişlerim yavaş yavaş düzene girerken babam geldi yine. "Ülkü," uykulu bir sesle, "Hı?" Diye mırıldandım.

"Yaşamanı isterdim." Sözleriyle birlikte karanlık daha fazla etrafımı kuşattı. Nefes alışverişlerim ve düzenli aralıklarla inip kalkan göğsüm, sesini uzaklaştırdı. İnsanın uyuduğunda zihninde beliren karanlığa giremiyordu, o yüzden oluşan derin kalkanın çok gerisinde kaldı.

Gözlerimi dikip bu defa aramızda oluşan sınırların ötesinden babama baktım. Annemi aradı gözlerim ama yoktu. Küstü mü yoksa bana? Diye sormak için aralanan dudaklarımdan dökülen sözcükler karanlıkta emilip boşluğa karıştı. Babam hiç karşımda durmadı, annemin yokluğu hiç olmadı, ben hiç konuşmadım. Yalnızca derin bir karanlıktı etrafımı kuşatan ve beni çerçeveyle belirlediği sınırların içine alan.

Yalnızca koca bir karanlık.

***

Alarm çalmaya başladığında yavaşça gözlerimi aralayıp yorgun göz kapaklarımın altından saate baktım.

16.13

Gözlerimi birkaç kez açıp kapattım ve başımı tekrardan yastığa bıraktım. Hissiz bir şekilde açılıp kapandı göz kapaklarım. Yorgun hissediyordum ama aynı zamanda yıllardır uyuyan gözlerin de benimle birlikte açılıp bir daha eskisi gibi kapanmayacak oluşu yorgunluğu vücudumdan çekip alıyordu.

Banyoya gidip üzerimdekileri yavaşça çıkardım, üzerinden atlayıp kabinin içine girdim. Soğuk suyu açtığımda, su hücrelerime temas ederek uyuşan yanlarımı yavaşça çözdü. Gözlerimi kapattım. Ellerimi duvara koyup başımı eğdim. Enseme dökülen su taneleri ile hücrelerim bu defa soğukluğu tutup beni bir kışın ortasına götürdü.

Kar taneleri pencerenin ötesinde yağarken, içerisi dışarıdan daha soğuk oldu. Çocuklar gizli heyecanlarını içlerinde tutup oynamak için çıktılar. Yatağın üzerinde olan montuma bakıp giymeden dışarı çıktım. Merdivenlerin başında durup dış kapıya doğru baktım. Soğuk aniden yüzüme çarptı. Birbirine kar atıp gülüşen seslerin bir kısmını kar alıp yuttu. "Sakın üşütmeyin sizinle kim uğraşacak?" Bakıcının sesi kahkahaları kesti. "Bu halde mi çıktın?" Diye bana dönüp kolumdan sarstı. Tepki vermedim.

"Tepemize çıkacaksınız yakında!" Kolumu çekip ondan uzaklaştığımda tüm gözlerin tedirgin bir halde bende olduğunu göz ucuyla gördüm. "Hem suçlu hem de güçlü, bir de meydan mı okuyorsun?" Yutkunup annemin gelmesini bekledim. 'Anne' dedim yalvaran bir sesle, 'ben çok yoruldum, burası hep çok soğuk ne olur bana sarıl.' Annem gelip sarılmadı. Onun yerine bakıcının yanağıma attığı tokatla gözümden bir damla yaş yuvarlanıp yanağımda izini bıraktı.

'Terbiye edeceğim hepinizi!' Parmağını sallayıp içeri geçerken yine bağırdı. 'Hepinizi!' Yanıma kimse gelmedi. Gelmek isteyeni de gözlerimle uzak tuttum kendimden. Bir tek anneme ihtiyacım vardı. Merdivenden inip vurduğu yanağımı karla kaplanmış merdivenin beton kenarına koydum. Acıdan yanan yanağım önce soğukla birlikte duruldu. Tekrardan acıdan yanana kadar öylece bekledim. Bir köşede unutuldum. Onlar yine birbirine kar topu atmaya devam etti. Onlar yine sessizce gülmeye devam etti. Boş gözlerle hepsini izlerken sakince dudaklarımdan dökülen nefes havada buğu çizip dağıldı.

Ufak bir nefes verip gözlerimi açtım. Gözlerim kar tanelerini değil alevleri izliyordu artık. Geçmişin soğuğu alevleri büyütüp tüm dünyayı yakacak devasa bir ateş topuna döndürüyordu.

Kabinden çıkıp kirlileri sepete attım. Havluyu üzerime alıp önce yatağı düzelttim. Dolaba yaklaşıp sakince kapaklarını araladım. Kırmızı askılı elbisemi elime alıp yatağın üstüne koydum. Altına siyah topuklu ayakkabılar ayarlayıp üzerimi giydim.

Makyaj olarak gözlerime koyu ve buğulu bir makyaj yapıp, kırmızı bir ruj sürdüm. Yanaklarıma hafif allıkla renk verdim ve highlighterla yüz hatlarımı aydınlattım. Zaten keskin hatlara sahiptim o yüzden kontür ihtiyacım yoktu. Saçlarımı kuruttum. Düzleştirdikten sonra uçlarına hafif bir maşa yaptım. Aynadan uzaklaşıp kendime uzaktan baktığımda her şey tam görünüyordu. Komedinin üzerinde duran saate baktım. Yemeğe yaklaşık bir saat kalmıştı.

Arkamı aynaya dönüp dolabın yanına gittim ve tutunup yanında duran ayakkabıları giydim. Ayakkabı ile aynı renge sahip küçük çantayı elime alıp içine cüzdan, ev anahtarı ve telefonu koydum. Arabamın anahtarını da alıp evden çıktım.

Arabanın kapısını açtım çantamı yolcu koltuğuna koyup bindim ve mekana doğru sürmeye başladım. Radyodan bir şarkı açtım yol akıp giderken müziğe parmağımla ritim tuttum.

Hayat başlangıçlar ve sonların arasında sıkışıp kaldığın iki boyutlu bir yapıdan ibaret değildir. Her sonda yeni bir yol için seçenekleri eleme görevi senindir. Eğer seçtiğin yol seni yaralayacaksa, bu yaranın sahibi de aslında kendin olacaksın. Suçladığın hayat sana yine olasılıklar sunmaya devam edecek. Senin sözlerini görmezden gelerek sana imkanlar gösterecek. Yaranın sahibi olarak yolu seçeni değil de yolu görürsen o zaman her zaman tek bir seçenek olduğunu düşünüp yürüdüğün yolu suçlamaya başlayacaksın. Oysa en başından beri binlerce olasılık içinden yalnızca birini seçtiğin gerçeğini hangi yolda olursan ol aldığın değil verilen olarak görmeyi engelleyemeyeceksin. İşte bu tek bir olasılık içinde, sürekli olarak kendini cezalandırmaktır.

Anne ve babamın benden alındığı geceye gittim. O gece ne olduğunu kimse bilmiyordu. Tüm deliller, görgü tanıkları bir gecede yok olmuştu. 7 yaşındaydım. Okuldan gelip komşuya girmiştim. Annem normalde evde olurdu ama o gün babamın yanına gitmişti. Binlerce olasılık içinden o birini seçmişti. O seçimin sonucu olarak ben bir seçim yapamadım, komşumuza gittim. Ailemi aramak istedim. Komşumuz Nazlı abla telefonu bana uzattı. Ben iki olasılık içinden annemin numarasını tuşladım.

"Nazlı, geldi değil mi Ülkü?" Gülümsedim.

"Anneciğim ben geldim. Siz ne zaman geleceksiniz?" Babamın sesi geldi arkadan.

"Saat 10.00'da orada olacağız miniğim, aç kalma." Okulda yeni öğrendiğim bir şey vardı ona söylemem gerekiyordu.

"Sana anlatacak ne kadar çok şeyim oldu bugün." Dediğimde Nazlı abla mutfak tezgahının önündeyken omzunun üstünden bana bakıp gülümsedi.

"Merakla bekliyorum miniğim." Nazlı ablaya telefonu uzatıp mutfağın bitişiğinde olan salondaki koltuğa oturdum. Yüzümde bir gülümseme ile duvarda asılı olan saate bakmaya başladım. İçimden sürekli tekrar ediyordum yeni öğrendiğim bilgiyi. Unutmak istemiyordum.

Üçgenin iç açıları toplamı 180 eder.

Zaman akıp gitti. Selim abi geldi. Nazlı abla bize yemek verdi. Tekrar saatin karşısına oturdum saat 10.30'a yaklaştı. Sakince nefesimi bıraktım.

Onlar gelmedi. Beklemeye devam ettim. Saatlerce koltuk üzerinde kapının açılmasını bekledim. Nazlı abla ağlayarak Selim abi ile bir şeyler konuştu. Çok ağladı ne konuştu duymadım. Üçgenin iç açıları toplamı 180 ediyordu. Tekrarladım. Nazlı abla benim yanıma gelip sarıldı. Saate baktım.

11.10

180 diye mırıldandım. Annem gelmedi. Nazlı abla yüzüme bakıp, "Daha çok küçük Selim olmaz ne yapar, nasıl anlar?" Diye mırıldandı. Ben onun sesini duydum ama odağım orada değildi. Kulağımda yalnızca saatin akrep ve yelkovanı ötüyordu. Selim abi beni kucağına alıp arabaya götürdü.

Üçgenin iç açıları toplamı... Annem neredeydi?

Yolda giden arabanın camına başımı koyup gözlerimi kapattım. 180'e kadar sayacaktım ve gözlerimi açtığımda annem burada olacaktı.

1,2,3,4,5,6,7,8,9,10...

Bir hastanede durdu Selim abi. Nazlı abla hala ağlıyordu. Nasıl olur diye soruyordu.

28,29,30...

Yine Selim abinin kollarında buldum kendimi. Olasılıklarla ilk kez hastane koridorlarında gezinen beyaz önlüklü doktorlarla göz göze geldiğimde karşılaştım.

70,71,72...

Hayat ve ölüm en keskin olasılıklardı. Ve ben henüz soyut kavramların varlığını bilmiyordum. Benim için hala 180 olduğunda annem gelecekti. Yok olmak henüz öğrendiğim bir şey değildi. Daha üçgenlere yeni geçmiştik. Ve ben iç açıları toplamını bugün öğrenmiştim.

120,121,122...

Bir kapının önüne getirdiler beni. Demir kapıya baktım. Polisler vardı, Nazlı abla onlara, "Kimsesi kalmadı, ne olacak şimdi?" Diye soruyordu gözyaşları arasından. Kapıya baktım. Polisler bana baktı.

157,158,159...

Elinden tuttum Nazlı ablanın. Soğuk çarpıyordu ayak uçlarıma. Kaç olduğuna bakmak için bir saat aradım etrafta. Nazlı abla, "Burada bekle." Dedi. Ondan önce polis, "Kimliği teşhis etmeniz lazım." Demişti. Teşhis neydi?

Nazlı abla girerken arkasından onu izledim. Selim abinin elinden tuttu ve beraber iki beyaz örtünün yanına gittiler. Beyaz örtüyü çektiler.

179, 180.

Annemi gördüm. Gelmişti. Gülümseyerek ona doğru koştum. "Anne!" Sesim boş odada yankılandı. Yanında bir de babam vardı. Gelmişlerdi. "Üçgenin iç açılarının toplamı 180 ediyor!"

Gözlerini açmadı. Babama baktım. O da kıpırdamıyordu. Nazlı abla bana sarılıp daha güçlü bir şekilde ağlarken anneme baktım.

180.

Zaman tek olasılıklı bir şekilde bana ölümü anlattı. Zaman bir sıfır ve sekiz arasında dönüp dururken ben bir saat aradım etrafta. Annem gelmişti ama bana bakmıyordu, benimle konuşmuyordu. Nazlı ablanın gözyaşlarına baktım. Hiçbir şey anlamadım ama her şeyi gördüm. Annem ve babam hepimizi çok üzmüştü. Selim abi bile ağlamıştı. Polis beni alıp oradan çıkarırken Nazlı abla arkamdan baktı.

Tüm olasılıklar bazı noktalarda keskin bir şekilde tek bir sona bağlanırdı ve biz o sonu hepimiz yaşamıştık. O günden sonra değişen hayatımda duyguların yarattığı iç acıları öğrendim. 180 değildi.

O günden sonra Nazlı ablayı ve Selim abiyi bir daha görmedim. O günden sonra saatlerde hep 10.00'u aradım. Her seferinde, akrep 10.00' u geçti annem gelmedi. 180 kadar saydım tekrar, tekrar saydım gelmedi. "Çok mu yoruldun neden uyanmadın?" Dedim. Duymadı.

Çok zaman geçmeden beni bir kalabalığa götürdüler. İki kuyu kazıldı. Etrafta tanıdık kimse yoktu ama herkes bana, beni tanıyan bir ifadeyle bakıyordu. Gözleri acıyla doluydu. Burasına memleketin dedi polis abla. Vazifemiz için gelmiştik. Vazifem neydi bilmiyordum ama vardı.

Kuyulara baktım. Tahtadan kutular geldi. İçinden yine beyaz örtü çıktı. Örtüleri gördüğüm zaman korkuyla polis ablanın bacağına sarıldım. Benim başımı sarmaladı. Onları açılan kuyuya koydular ve üzerlerini toprakla kapattılar. O gün tanımadığım insanlar başımı okşayıp, "Başı sağ olsun." Dedi.

Ben bakmak için etrafımda bir saat aradım.

Ne saat geldi. Ne zaman geçti. Ben içimdeki bir, sekiz, sıfır üçlüsünün döngüsünde kayıp kaldım. Ne zaman başım sıkışsa saatlerde annemi aradım.

Hiçbir zaman bulamadım.

Arabanın ufak saati bana göz kırparken bakışlarımı ondan alıp önüne geldiğim mekana çevirdim. İçerisi camlardan görünüyordu. Bakışlarım kalabalıkta gezinirken motoru kapattım, farlar söndü. Karanlık park alanında bir süre bekledim. Çantamı yandan alıp yavaşça aşağı indim.

Girişe doğru yürürken yandan hızla gelen araba ile adımlarım durdu ve sağıma baktım. Araba ani fren yaparak durdu. Kalbim hızla atarken, farlarının etkisi ile sürücü koltuğunda kimin olduğunu göremedim. Kapı açıldı.

"Kendinizi öldürtmeye mi çalışıyorsunuz hanımefendi?" Silüet halinde karşımda duruyordu. Yanına doğru bir kaç adım atınca yüzünü gördüm. Kutay.

"Asıl siz hız sınırlarının farkında mısınız?" Gözlerimiz birleşti.

"Önüme atladığınız için özür dilemeniz gerekiyor." Hissiz bir şekilde yüzünü süzdüm.

"Önünüze atladığım için özür dilemek mi?" Güldüm. "Mekana giriş alanında, yaya geçidine yakın bir yerde hızınızın bu kadar yüksek olması normal yani?" Arabanın plakasına doğru baktım. "Ceza yemediğiniz için siz bana teşekkür edin." Bir iki adım geri gittim.

Bir şey söylemesine fırsat bırakmadan tamamen arkamı dönüp mekana doğru yürümeye başladım. Bakışları sırtımdaydı.

İçeri girdiğimde beni bir çok tanıdık yüz karşıladı.

Mazhar, Birce ve Cansen bir masanın etrafında hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Masaya yaklaşınca Cansen beni gördü. "Onur konuğu sonunda teşrif etti." Gülümseyerek baktım. "Çok güzel olmuşsun." Diye devam etti. Elinden tuttum. "Sen daha çok." Dediğimde Mazhar ve Birce ile gözlerimiz birleşti.

Mazhar, "Önay Savcım geldiğinden beri adını düşüremedi ağzından. Herkese senden bahsediyor." Dediğinde kaşlarımı kaldırdım. "O kadar mı?" Birce bana doğru yaklaştı. "Şu an buraya doğru geliyor." Çantamı masaya koydum.

Önay, "Ülkü, gelmişsin." Dediğinde gülümseyerek ona doğru döndüm. "Geç kaldım kusura bakmayın trafik vardı." Elindeki şaraptan bir kaç yudum içti. "Hiç sorun değil. Seni ailemle tanıştırmak isterim ama önce ufak bir konuşma yapalım." Uzun kadehe masadan aldığı çatalla bir kaç vuruş yaptı. Cansen'in bakışları hala bendeydi. Önay bir kaç adım gidip hafif yüksek olan platforma çıktı.

"Hepiniz hoş geldiniz. Bugün toplanma amacımızdan önce geçen operasyonda güzel sonuçlar elde eden tüm ekibime teşekkür ediyorum. Bildiğiniz gibi o operasyonu gerçekleştirdiğimiz esnada tarafıma düzenlenen saldırıyı, Ülkü sayesinde ucuz atlattım. Eğer olmasaydı bu konuşmayı yapamazdım." Bakışlarımız birleştiğinde hafif bir tebessüm ettim. Elini uzatıp beni çağırdığında yavaş adımlarla platforma çıktım.

Tüm insanların gözü önündeyken Önay'a bakıp tebessüm ettim.

"Benim yerimde kim olsa aynısını yapardı." Önay başını olumsuz anlamda salladı. "Ölüm pahasına düşünmeden önüme atladın. Bunu herkes yapmazdı. Artık sen de benim kızım gibisin. Hayatımı sana borçluyum." Cansen ile tekrar göz göze geldik. Mimiksiz bir şekilde Önay'ı izliyordu.

"Teşekkür ederim." Dediğimde tekrar kalabalığa döndü. "İyi eğlenceler, hepinize," bana baktı. "Ülkü için." Kadehi kaldırdı. Gözlerim kadehinde sallanan kırmızı sıvıda kaldı.

"Sizin yanlış yapma hakkınız yok," bakıcı yere dökülen vişne suyuna elindeki sopayla vurdu. Etrafa sıvı parçaları sıçradı. "Yapmayacaksınız!" Sarı saçları yüzüne kapanan kız korkuyla başını yere eğdi. Yatakhanede yatmadan önce yastığının altından çıkarıp içmek isterken yere dökmüş ve bunu bakıcı görmüştü. Bakıcı sinirle etrafında toplanmış bize baktı. "Sonra bize derler eğitememiş diye, sizin suçlarınızı bizden bilirler." Sopa bir kez daha sıvıyı dağıttı.

"Anladınız mı!" Kızın gözünden akan damlayı izledim. Yere düşerek kırmızı sıvının arasında kayboldu. "Özür dilerim." Dedi titreyen sesiyle. Bakıcı, "Temizle." Dedi, çıkmadan önce de sessiz olduğunu düşünerek, "annesinin eğitemedikleriyle uğraşıyoruz." Dedi. Başımı kaldırıp ona baktım. Kalbim öfke ile doldu.

"Ne dedin?" Diyerek önüne geçtim. Bana baktı. "Sen ne diyorsun?" Yumruğumu sıktım. "Gidip başka iş yapmayı dene, senden kurtuluruz hem." Benim hizama doğru eğilirken kaşlarını çattı. "Benimle böyle konuşma hakkını kim verdi sana?" Üç yıldır hayat, acı tüm yüzlerini gösterdiği için daha fazla bir köşeden izleyerek acıları bastırmak istemiyordum. "Ben." Dediğimde ayağa kalkarken kolumdan tuttu. "Ceza istiyorsun anlaşılan." Kolumu çekmeye çalıştım. Beni tek kalmam için odaya kapattığında karanlık odaya baktım. Tüm çocuklar buraya canavar diyordu. Karanlık onlara hep kötü geliyordu. Ben demiyordum. Çünkü karanlıkta kendimi buluyordum.

"Ülkü." Yere vişne suyu döken kızın sesini duyduğumda kapıya yaklaştım.

"Ne?" Kapıda ufak bir pencere alanı vardı ama kartonla kapatılmıştı. Onu yırtmaya çalışıyordu. Kenarından tutup görebilecek bir alan açtım. Göz göze geldik. Beni görünce gülümsedi ama gözleri kan çanağına dönmüştü ağlamaktan.

"Yalnız kalma diye geldim bir şey istersen buradayım, korkma bir de." Ona baktım. "Burada görmesin seni git uyu ben karanlıktan korkmam." Sessiz bir nefes verip etrafına baktı. "Yine de seslenirsen gelirim." Yüzüne baktım. Küçük bir ben vardı dudağının sağ üstünde. Anneminki gibiydi aynı...

"Adın ne?" Diye sordum. Şaşırdı birine dair merak ettiğim bir şey olduğunu gördüğü için, yıllardır sadece kendimle konuşuyordum ve yalnızca onları uzaktan izleyip, hayatlarına köşelerinden bile dahil olmuyordum. Yıllar sonra ilk defa birinde evime dair bir iz gördüm. "Cansen."

"Ülkü." Önay bana sesleniyordu. Sesi boğukken birden düzeldi. Gözüm şarap kadehinin olduğu yerde kalmıştı. Kısacık bir an Cansen ile yine gözlerimiz birleşti. Başımı Önay'a çevirip baktım.

"Seni ailem ile tanıştırayım." Önden gittiğinde onu yavaşça takip ettim. Bir masaya doğru yaklaştı. "Bu sevgili eşim Beren, büyük oğlum Gökay ve bu da küçük oğlum Kutay." Beren gülümseyerek elini uzattı. Sıktım. Gökay elini uzattı sıktım. Kutay ile gözlerimiz birleşti. Bana yavaş hareketlerle ve gözlerini gözlerimden almadan elini uzattı. "Vera Gökay'ın eşi," Gökay'ın kucağında küçük bir kız çocuğu vardı uzanıp kucağına aldı. "Bu da güzel torunum Mia." Vera ile el sıkışmak için elimi çekerken parmakları ile parmağımı sonuna kadar tutarak elini çekti. Sürtünme etkisi ile içim ürperdi. Vera'nın elini sıkıp gülümsedim ve başımı kaldırıp çenemi havaya doğru kaldırdım. Kutay hala bana bakıyordu. "Memnun oldum." Dedim yüzümdeki gülümseme ile hepsine karşı.

"Ülkü benim için çok değerli bir komiser. Ona çok şey borçluyum. Tanışmanız benim açımdan iyi oldu çünkü bundan sonra aramızda sürekli göreceksiniz." Beren Önay'ın koluna sarılıp gülümsedi. "Seve seve." Kutay bardağı eline alıp çevirdi.

"Demek o meşhur kurtarıcı sendin?" Bana yaklaşmıştı. Yan tarafıma doğru baktığımda göz göze geldik. "Az önce tanışma fırsatımız olmadı, arabamın önüne atladığın için malum." İmalı bir şekilde gülümsedi. "Ceza mı demiştin?" Biraz daha yaklaştı. "Bana uyar."

Ben de elime bir bardak aldım. "Sonra üzülme?" Diğerleri kendi aralarında ufak bir sohbet etmeye başlamıştı.

"Alışkınız." Kaşlarımı kaldırdım. Bir kaç yudum içtim. Boğazım yandığında yutkundum.

"Başta herkes öyle söyler." Dediğimde bardağı masaya bırakıp gülümsedim. Kutay tek kaşını kaldırdı.

"Beni tanıyana kadar onlara inanman normal." Dudaklarımı büzüp başımı salladım.

Konuşmayı yarıda kestiğimde bakışlarım Mia ile buluştu. Elini bana doğru uzatıp gülmeye başladığında başımı yana eğip elini tuttum. Bir parmağımı avcuyla yakalayıp sallamaya başladı. Kalbim sızlarken elimi çekip etrafa baktım. "Ben bir Cansenlere bakayım." Yanlarından yavaşça ayrılıp mekanın ortasından geçerken nefes alışverişlerim hızlandı.

"Ne oldu?" Dedi Cansen beni görünce yanıma gelip. "Dışarı çıkalım hava almam lazım." Diye onu çıkışa yönlendirdim. Kapıyı itip açtığımda temiz hava yüzüme çarptı. Kaldırımdan geçip mekanın yanındaki ağaçlık alana geçtiğimde Cansen beni izliyordu.

"Kutay, içlerinde şu anlık en kolay iletişim kurabileceğim kişi." Sessiz kaldı. "Beren kolay olmayacak, bir zırh içinde yaşıyor sınırlarına girmem için çok güvenmesi lazım. Önay'ın güveni bana şu anlık yeter." Bana doğru bir adım geldi.

"Ülkü. Sen gerçekten ulaşmak istiyor musun?" Sinirle yutkundum. "Bu nasıl soru Cansen?" Çenesinin ucuyla yüzümü gösterdi. "Bu yüzünün hali ne o zaman?" Yutkundum.

"Yoruldum biraz sadece." Başını yana eğdi. "Mia mı sebebi? Elini tuttu gelmeden hemen önce." Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim.

"Bebeklerden hoşlanmıyorum. Teması hoşuma gitmedi." Gülümsedi.

"Yaşamak anımsamak mıdır yoksa? Sanmam, biz de bir sestik belki birileri için yıllar önceki." Diye Josef Sudek mısralarını mırıldandı. Sonra yavaşça yanıma gelip ellerimi tuttu. "Artık büyüdük. Onların bir suçu yoktu, güçsüzlerdi diye geçmişi suçlayamayız." Dudağımı ısırdım.

"Odağım dağılmadı sadece beklenmeyen bir şeydi bu. Sorun yok bu iş bitecek." Cansen elini çekip kollarını göğsünde çapraz bir şekilde birleştirdi.

 

 

Sabahattin Ali Değirmen adlı kitabında, "Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan, birbiriyle alt alta, üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı.

 

 

Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu." Diye tasvir etmişti Atmaca'nın sevdaya düştüğü tek kolu olmayan köylü kızını. Ben bu satırları okurken ellerimle başlattığım büyük ateşin karşısında kukla gibi canlandırdım tüm sahneyi. Atmaca 'Bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir.' Derken içinde kopan acının fırtınasında beraber durdum onunla. İkimizde aynı şiddetle yerle bir olduk. 'Seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..' Derken kız, Atmaca'ya sakin bir olgunlukla kabullendim Atmaca'nın aksine. O kabullenmedi. Onun başka planları vardı, bunu gözlerindeki o ifadeden anladım.

 

 

Kızın hissettikleri bana çok tanıdık gelirken Atmaca bize anlamsız gözlerle baktı. Kızın bu denli kendini soyutlamış hali sonucu, kitap ayna olup karşımda belirdi. Ben de herkesten uzakta bir köşeye sinip izlemiştim çok eskiden. Değirmenden önce...

 

 

Sonra değirmende Atmaca önce acı acı klarnetini çalarken, 'Adaşım, ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam.' diye adlandırdıkları o iç yansıması müziği dinlemek için köylü kızın babasının diğer yanına da ben oturdum. Atmaca çaldı. Kimse görmedi kızın gözlerinde büyüyen hüznü, bir ben ve Atmaca baktık uzun uzun gözlerine. Bir tek ben anlayabildim o kızın yalnızlığını, Atmaca bile anlayamadı. Bir tek Atmaca anladı aşkın feda etmek olduğunu, ben aşık olamadım, feda etmedim hiçbir şeyi. Ve planı uygulamaya başladı. Her şey o kadar hızlı oldu ki ben nefesimi tuttuğumu çok sonradan anladım. Atmaca kolunu değirmene tuttu. Herkes korkuyla onu izlerken Atmaca, kızın gözlerinde hayata tek elle tutundu. Hepsini izledim... Hepsini uzak bir noktaya oturup, onlar kadar yakından hissettim.

 

 

Adım Ülkü.

 

 

Yürüdüğüm yol o kadar ıssızdı ki kanayan yanlarını gösterip acıdı diyemedim kimseye. Bu hakkı göremedim kendimde. Çocuk yanlarım ağaçların arkasından başlarını uzatıp, karanlıkta gözlerini dikip izlediler yürüdüğüm yolu. 'Ne zaman ağlayabileceğiz?' diye sordular hep birbirlerine. Duymadım hiçbirini. Eğer duymazsam şımaracak birileri olmazdı ve bu onları hayata hazırlardı. Büyümezlerdi belki, hep bir yanları eksik kalırdı fakat biliyordum ki bir yanları da beni izleyip güç alacaktı.

 

"Ekin geldi." Arkaya doğru baktım. "Hala bana karşı bir ilgisi var mı bilmiyorum. İçeri geçince öğreneceğiz." Sessizce onayladım. "Girelim bakalım."

Mekana doğru yürümeye başladığımızda kapıya bir kaç adım kala bir silah patladı. Sertçe yutkunup Cansen'in kolumdan tutup yan tarafa çektim. İçeriden gelmişti. Panik havası etrafı kapladığında gözüm arabaya kaydı. Silahım arabadaydı. Çantam masanın üzerinde kalmıştı. Cansen'e baktım. "Çantamı alıp geleceğim burada kal." Kolumdan tutmaya çalıştı.

"Herkes çıkıyor, içeride kim var belli mi?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "3 dakika ver bana." İçeri doğru temkinli adımlarla koştum.

 

 

Kargaşa ile birlikte anımsadığım yıllar kulağımda uğultular bıraktı. Beynimde hızlı geçişler olurken kar yağıyordu ve ben yine yurdun bahçesindeydim. Her şey doğa akışın tam tersi şeklinde oluşmuştu. Gitmek istediğinin kalma mecburiyeti ile çarpıştığı anlardan biriydi. Soğuktu. Çok soğuk.

Herkes yanımdan dışarı doğru kaçarken masaya gidip çantamı aldım. Ateş eden kişi kimdi bir yandan da görmek için etrafa bakıyordum. Yanımdan geçen bir adamın belinde silah görünce çantayı boynumdan takıp adamı tuttum.

 

 

Fakat her şeye rağmen, bir daha hiçbir anda yanağımı donmuş merdiven betonuna dayayıp izleyerek öğrendiğim geçmişin soğuğu kadar soğuk esmedi rüzgar. Eskimiş yanlarımın içine işleyen o soğuk bir günde bizi büyük kıldı diğer çocukların arasında. Soğuk korkunç bir gerçek olup çarptı suratıma.

"Silahını ver hemen!" Başta duymadı sonra beline uzanıp silahı almak için manevra yaptığımda benden önce davranıp silahı verdi.

 

 

Ne olduğunu anlamadan tek kalan ruhum, ayazda ufalanıp etrafa dağıldı. O gün ellerim çatlayıp kanarken, kanım karın içine düşüp erirken bir söz verdim insanlığa.

Mermileri kontrol etmek için şarjöre baktım. 6 hakkım vardı. Yutkunup etrafımdan kaçan insan seline baktım, çok gürültü vardı. Yere düşen kadehler kırılıp camlar etrafa gürültüyle sıçrıyordu. İnsanlardan dikkatimi çektim.

 

 

Karlar dağılmış kimliğimin altından sızan kanımla erirken, yanağım soğuk betonda üşürken, gözlerimi dikip izlediğim gelecek; geçmişimin iplerinden kurtulup önüme düşerken ve tüm çocuklar önümde anlamsız oyunlar oynarken ben hayata karşı sessiz çığlık eşliğinde bir söz verdim.

Onlar çıkarken benim odağım silahını havaya kaldırıp ateş eden kişinin sırtında kaldı. Takım elbise vardı üzerinde. Takımın rengi açık bejdi. İnce yapılı biriydi.

 

 

En güzel oyunu ben oynayacaktım.

Ona doğru bir adım attım ve silahı doğrulttum.

ŞEYMA DALDALLI

 

 

 

 

Loading...
0%