Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Bölüm 5: 'Güven'

@symdaldalli

 

 

Öncelikle yeniden merhaba.

 

 

Bölümü okuduktan sonra ne hissettiğinizi bilmek isterim.

 

 

Yeni gelenler var hoş geldiniz.

 

 

Hayalet okuyucu olmasanız olur mu bir arkadaş çok üzülüyormuş da...

 

 

Yorum yapmayı ve oy kullanmayı unutmayın, benim için kıymetli. Yapıcı eleştiriler her yazan için önemlidir.

 

 

Bana ulaşmak isterseniz:

 

 

instagram: seymadaldalli
.

.

 

 

"Sağa ay yok sola dön buradan." Birce navigasyonun içine girip bir kez daha baktı.

Cansen, "Kızım bir karar ver artık sabahtan beri yanlış yere sokup duruyorsun. On kilometre fazla yol yaptık!" Diye söylendi.

Beraber ne zaman yolculuğa çıksak ve Birce navigasyonu yönlendirse, Cansen ile aralarında tartışmalar yaşanıyordu. O yüzden ikisini de pek takmıyordum bir yerden sonra durumu fazlasıyla kanıksamıştım.

Birce sinirle soludu. "Kendin bak o zaman ya! Allah Allah anlamıyorum hepsi birbirine benziyor." Birce kollarını birleştirip arkasına yaslandı. O sırada gözümü ondan alıp cama çevirdim, etrafta adamın dükkanını aramaya başladım.

"Şimdi ne yapıyoruz?" Diye Cansen Birce'ye bakınca Birce önce kollarını yukarı kaldırıp indirdi. Cansen ısrarla beklediğini gösteren bakışını attı ve hafifçe yavaşladı. Birce navigasyona bakıp kafasını kaldırdı. İlerideki sapağı aramızdan elini ileri doğru uzatıp gösterdi. "Şuradan dönünce düz git orada gösteriyor." Telefonunu kapatıp sinirle kucağına koydu.

"Adama bak ya gitmiş nereye açmış dükkanı." Diye öfkesini belli ederek mırıldandı.

"Adamın suçu yok nereden bilsin yol iz bilmeden peşine takılacağımızı?" Dükkanların arasında boş bir yer bulup arabayı park etti. İndiğimizde etrafıma baktım. Birce yanıma doğru gelip bana sokuldu.

"Cansen'i annemle bırakmalıydık." Cansen aşağı inip kapıyı kapatırken aynı anda gözlerini kısıp Birce'ye baktı.

"Dedi küçük haritasız." Birce yüzünü buruşturdu. "Canım sevgilim bana bu yüzden hiç kızmazdı. Sanırım çıkar çıkmaz yanaklarından öpeceğim." Cansen etrafına bakarken güneş gözlüğünü eline aldı.

"Şimdi," gözlerini kısıp bir kaç dükkana baktı ardından güneş gözlüğünü taktı. "Sanırım kime sorabiliriz buldum. Bekleyin siz biraz." Marketin yakınlarında bir çiçekçi vardı. Önünde oturan ablaya doğru yaklaştı Cansen. Yavaşça gözlüğü çıkarıp ablayla muhabbete başladı.

"Tam bir oyuncu, polis olmakla hata yapmış. Kâinatla bir araya gelseler aslında Bollywood'a taş çıkarabiliriz..." elini havada salladı. "Gerçi çıkarıyoruz zaten." Yüzünü ekşitti. "Ayak kokusu geldi burnuma ay iğrenç şimdi şuralara kusacağım." Yüzümü eskittim.

"Nasıl gülüyor kadına bak." Diye konuyu tekrar ona çevirip öne doğru eğildi. "Kıvama geliyor yavaşça." Gülümsedim.

"Eğer bu kadın bize işe yarar bir bilgi verirse o zaman Önay'ın gerçekten Fazilet ablaya ihtiyacı olacak." Diye mırıldandım.

Cansen gülerek ablayla sohbete devam ederken mahallenin ortasına çektiğimiz arabanın yanında dikilip onu izliyor oluşumuza, çevredekilerden bazı garip bakışlar geliyordu. Dikkat çekmenin dibini yaşıyorduk.

"Ya madem biz de gitseydik kaldık kabak gibi burada." Dediğimde Birce bana baktı.

"Bir işaret bekliyorum geldiği an koşarak gideceğim sütlü çikolatamın yanına." Arkamızdan bir amca geçti. Bakışlarımız birleştiğinde amca durup bize baktı.

"Kime bakmıştınız?" Birce dikleşip amcaya doğru döndü. İyice süzdükten sonra bebek gören bir ifade oturdu yüzüne, Sesi de inceldi.

"Ay amcama bak, dedeme ne kadar benziyorsunuz..." duraksadı. Yüzü yavaşça soldu.

"Üstüne kamyon kasası düşmüştü. Ölmeden önce son sözü de Allah'ın cezası İhsan olmuş." Dudakları aşağı kıvrıldı. "Dayım olur da kendisi. Olayın gizemi hala koruyor kendini, dayım iddiaların hepsini reddediyor. En vasıflı ve vizyonlu evlat o olmuş. Öğretmen bu arada. Annem de hep meziyetsiz der ona annem de avukat." Amcanın yüzü halden hale giriyordu. Aynı anda dört duygu birden yaşadı.

Bir ara gözü kısa bir an bana dokundu benim umursamazlığım karşısında daha çok dehşete düşüp Birce'ye döndü. Yüzü sinirle gerildi.

"Bana ne be! Benzettiği şeye bak. Hırsız sandım bir öldürmediği kaldı." Diye söylenince Birce yüzünü buruşturdu. Nişanlısını içeri kaybettikten sonra olan ani hal değişimleri yine başlamıştı.

"Hırsız olsam bu nerede ne dükkanı var olan belli olmayan mahalleye mi gelirim bey amca? Allah hırsızın bile vizyonlusunu versin, söylediğin şeye bak." Birce'ye doğru eğildim.

"Tek sorununuz vizyon mu balım?" Birce gözlerime baktı.

"Çok gerildim bilmiyorum." Amca bir iki cıklayınca Birce yine ona baktı.

"Amcam ekmeğini almışsın belli ki kahvaltı yapacaksın, bu sinir stres de şekerin olduğunu düşündürdü yani bence fazla durma buralarda yemeğini yemeye git sen. Hem ninen yok mu senin bak çağırıyor, ben olsam eve almam belli bir dakikadan sonra." Amca daha fazla bir şey demeden ve yüzümüze bakamdan bir iki adım attı. O sırada Birce son cümlesini bitirmediği için arkasından bağırarak bunu duyurmaya çalıştı.

"İlk önce bu amcayı kapatalım de nine de rahatlasın." Yüzümü buruşturdum.

"Seninkini bir an önce çıkarmamız lazım." Dedim yandan bir bakış atıp. Heyecanla bana döndü.

"Ay evet ben çok bozuldum o yokken, zihnim ve bedenim koordineli değil. Ya o bozuluyor ya diğeri." Kaşlarım kalktı.

"Şu an hangisi bozuldu?" Kollarını bağlayıp havayı içine çekti.

"Sinirlerim." Başımı salladım.

"Mazhar elini çabuk tutsun biz akıl sağlığımızı da bozdurmadan." Birce içtenlikle beni onaylarken bir anda Cansen'in el hareketiyle bizi çağırması üzerine kolumdan tutup hızla yanlarına yürümesine koşar adım yanında kalabilmek adına yetişmeye çalıştım.

"Bahsettiğim arkadaşlarım Nazlı ve Hilal." Birce elini uzattı.

"Ben Nazlı." Geriye bir tek Hilal kalıyordu. "Hilal." Diyerek elini sıktım. Kadın gülümsedi.

"Gelin bakalım oturun, size çay söyleyelim hemen." Bir çocuk belirdi ona doğru seslendi ve Dört çay söyledi. Telefonuma Kutay'dan bir mesaj gelince mesajı açtım.

'Görüşmemiz lazım önemli.' Telefon ekranını kapatıp kadının dikkatinin bizden alınmasını bekledim. Beklediğim hamle çay getiren çocuktan gelince kızlara baktım.

"Benim bir işim çıktı burası sizde." Dedim önüme koyulan çaya bakarken. Bardağı avcumun içine aldığımda sıcak vücudumda yayıldı. Bu his soğuktan uyuşan parmaklarımı açarken çayın yarısını içtim. Bardağı bırakıp kalktım.

***

Hayat döngüsünün derin girdabına kapılıp gidenler hayatla kavgasından bahsederler. Hakların eşit bir noktada başlamadığını düşünmekle, hırslar ve derin arzular ortaya çıkar. Her hırs, kalbin en kirli yerinde doğar. Her arzu hırsa kurban olur. Zaman akar. Bir kaç gürültü ile ritim başlar.

Tik tak.

Hayatlar, zamanın içinde savrulur. Beklenti ile yaşananlar arasında açılan uçurum, dik bir yamaç olur. Beklentiler kopup kayan kayalar gibi yavaş yavaş yamaçtan aşınarak düşmeye başlar. Görünmeyen uçurumlar, sözü de edilmeyerek unutulur.

Ritim hızlanır.

İnsan doğar. Her doğuş bir anda ortaya çıkar.

İnsan yürür, koşar. Büyürken zamanı cebinde, bileğinde taşır; büyürken zamana öfke duymaya başlar. Görünmez sebeplerin, acıtan yaraların, derin izlerin muhatabı yanıltan bir hedefle iki duruma sabitlenir. Hayat her daim zamanla yan yana kalır. Zaman akıp gider; insan, akışta geleceğini belirler ve ne olmak istediğine karar verir. Yaşam kırılgan bir camın ardından hırsların ve arzuların yansımalarını sakinlikle izler. Müdahale kabul etmez. Müdahale akışı bozar.

Ritim bozulur. Her ölüm aniden olur...

Hüzün gözlere oturduğu an sistem duru bir suya dönüşür. Hüzün, hızla geçen zamanı yavaşlatma yahut bir ana hapsetme gücüne sahip bir duygu olarak tanınır. Gülmek hafızaya kaydedilmezken göz yaşlarının çetelesi tutulur.

Mutlu olduğum yerleri takvim yapraklarından çizdim. Acılarla, o an duyguları anlatacak kimse kalmadığında ve büyümenin susmak olduğunu anladığımda tanıştım.

Anlatacak çok şey vardı. Ben yılları geride bırakıp büyürken; bir çağa tanıklık edip yeni şeyler öğrenirken, düştüğümde avuç içlerimle dünyaya meydan okurken; aynı avuç içlerimde zamanın kaybolup gittiğini, 180'lerin hiç eksilmediğini öğrenirken benim de konuşacak çok şeyim vardı. Susmak zorunluluk değil bir tercih olsaydı ve sade bir kabulleniş olmasaydı...

Ritim başladı.

Üzülmenin üzmeden mümkün olmadığı gerçeğini görmek zor olur, bu gerçeğin estirdiği tedirginlik rüzgarı soğuk temas etkisiyle göz bebeklerinden taşar ve bir bakışla, bedenini yalayıp geçer insanın. Geride kalan ürpertisi ise göz açıp kapayıncaya kadardır. Sonrası derin bir boşluk.

Her boşluk bir sebeple dolmaz. Çıkarılan parçalara, ya derinlik ya da boyut yetmez. Derinlikten kaybedenler yüzeydeyken, acılarının sebeplerini anlamadan göçüp gidenlerdir. Boyuttan kaybedenler aitlik kaybolması yaşar. Acı insanla doğmuştur. Boşluğun bu denli fazla yer kaplaması bundandır. Geçmeyen o his insanın ilk çığlığında boğazına oturmuştur.

Olduğum boşluk hissine sarılıp ait olmaya çalışırken izledim, boşluğu görmezden gelmeye çalışanları. Yabancı bir takım hareketleri vardı. Maskeler yüzlerine yapışmış, çekildiği an kanayarak kopan et parçalarının arkasından hayatı anladıklarını iddia ediyorlardı.

Kanlarının damlayarak oluşturduğu birikintide tepeden düşen ufak bir ışık huzmesi etkisiyle gördüğüm yüzler acıdan kaçmayı başaramadıklarının en açık göstergesiydi. Herkes korkmuş, herkes bağırmaya çalışmıştı fakat hiç kimse kendini bulmaya yönelik bir adımı içine doğru atmamıştı.

En açık düşman insanın kendisidir, en samimi dost yine kendisi. Yüzyıllar süren kavgaların sebebi insanın kendine hiçbir zaman dilimde temas edememesidir. Kaçarken benzer acıları yaşayanları yakıp yıkmayı kolay görmek bundandır çünkü bilindik bir öfke ve bilindik bir acizlik söz konusudur.

Büyük sığınakların ve korumalı kalelerin ardında kalan herkesin ruhu köşelerde kanlar içinde bulunmayı bekliyordur ve uzatılan parmaklardan aynı şiddetle kaçıyordur. Sözde kahramanlardan bahsetmek, kendini anlamaktan daha kolaydır. Kendini tanıyanlar içindeki şeytanı da tanır. Zihninde dönen kirli düşünceler yüzeyde, kan göletlerinin üstünde yeni bir katman oluşturur.

Ritim kanların arasında doğar. İnsanlık ritimle birlikte yavaş yavaş nefessiz kalarak dibe iner. Orada yeni bir duygu oluşur.

Öfke.

Öfke duyulan sebeplerden, varlığı bırakarak kaçmaya çalışanlar için, varlığını bırakmak, acıyı anlamaktan kolaydır. Bir yerden sonra gelen boşluk hissinin büyümesiyle baş başa kalındığındaki gerçek, hiçbir uçtan tutmaya gelmez parmak aralarından kum taneleri gibi akarak yok olur.

Bu defa aynalar her yüzeyi kaplar ve baş başa kalınması gereken tek bir nokta olur. Yüzlerinin diğer kısmı, ruhlarının arkası...

Döngü içte başlamıştır. Son içte bitmek için salise salise şah damarına ritim atar. Ritim yoksa hayat yoktur. Hayat en ufak zaman diliminin ucunda bağlı sağa sola sallanırken, zaman kulaklarda uğultu bırakan silik bir iz gibi olur, bir masal gibi... Bir vardır, bir yoktur.

Doğum ile ölümün zıtlığı arasında kurulan yaşam, içinde başlayan hayatlara anlam adına pozitif bir alan sunar. Yaşayanlar ise bu pozitif yaşam alanına, kanla sınırlar çizerek yeni bir alan meydana getirir. Negatif duygular yeni sınırların arasından filizlenir. Oysa denklem çok basit işler. Doğmak ve ölmek.

Durduğum noktada ayaklarımın izlerini görmek için arkaya baktım. Kan dolu izler beni takip etmişti. Acı hemen yanındaydı ama öğrenmiştim onunla büyümeyi. İzler yaşadığımın kanıtı oldu acı hissettiğimin. Boşluk hissi yavaşça kayboldu. Hayat anlamdan ibaretti. Her duygu kendini anlamak için bir kılıf istiyordu. Her duygu sebebini öğrenmeye çalışıyordu. Boşluk hissi silindi.

İzler benim nerede durduğumu göstermekten uzaktı artık. Geçmişim, olmayan bir insanınki kadar temizdi. İçten içe bildiğim ne varsa insanlardan gizledim. Kendim için acım ve izlerimle varken onlar için bir anda yok oldum. Durduğum noktada çürüdüm. Kokum yer yüzünü kaplayacak kadar ağırdı. Yaşamanın ve izlerin ötesinde yeni bir anlam için savaştım.

Çürümenin bile bir kutsallığı olduğunu, anlamı bulduğumda idrak ettim. Akan her şeye kapılıp gidilmediğini, insanın bazen takılıp kalabildiğini ve kaldığı yerde çürüdüğünü sonra yeniden ayağa kalkarken geçmiş, şimdi, gelecek üçlemesinin hiçbirine dahil olmadan yeni bir boyut oluşturduğunu bu anlamla öğrendim. Herkes, şimdi için savaşırken kimsenin olmadığı bir boyutta o an için aynalarla savaşmayı öğrendim.

Gücü ve güçsüzlüğü aynı kadının yansımasında gördüm. Düşmeyi ve kalkmayı, düşerken acımayan dizin kalkarken nasıl sızladığını, sağ gözünde heyecan, sol gözünde umutsuzluğu yaşamanın da mümkün olduğunu; o an kırık bir aynanın bölünmüş parçalarından öğrendim.

Bir gece yarısı ayın karanlığı, gecenin içinde kaybolmuşken, yıldızlara bağlanan iple intihar eden bulutları izlerken ve babamın kitaplığında bulduğum küçük albüme bakarken ağır bir gerçekle birlikte, kaçmadan içimdeki aynaları kırmayı bıraktım ve o sade kabulleniş yeniden belirdi. Savaşmam için ben dışında birileri olmalıydı.

Kırıklar beni çoğaltmaya yetiyordu, yansımalar yok olmuyordu. Ve her dağılan kimliğimi farklı biri gibi algılayıp ona karşı gard alıyordum. Oysa gerçek, en az benim kadar yara almış bir yanıma karşı savaşıyor oluşumdu.

Burada yalnızca ben vardım.

Zaman, çürük etlerde derin çatlaklar açıp arasına kanla ilmek ilmek dolarken, zamanın tende bıraktığı acıya annelik yaptım. Yere damlayan artık zamanlarla evlat acısını tattım. Tek başıma.

Kısa bir zaman aralığında yaşadım. Çok şey yaşadım. Birden yaşlandım, birden çürüdüm. Birden oldu her şey, görsem de zor kabullendim.

Akvaryuma belli belirsiz yansıyan yüzüme bakarken balıklar savaşımın ortasında kaldı. Yansıyan yüzüme daldı göz bebeklerim. Düşünceli hisler gözlerimden hızla geçip akvaryumda yüzen balıklarının kuyruğunun arkasında kalan baloncuklara karıştı.

"Çok beklettim mi?" Kutay'ın sesi ile daldığım boşluk yavaşça bedenimi yüzeye doğru itip derinliği kesmeye başladı. Hafif bir nefes alıp doğruldum.

Yaklaşık 23 yıldır bu anı bekliyorum, çok beklettin. Çok beklettiniz ama küçük hesaplar yapmıyorum. Küçük hesaplar, küçük sonuçları getirir. Ben büyük bir sonuç için yıllardır bekliyorum. O yüzden çok beklettiğin halde bu ufak kısmı göz ardı ediyorum.

"Yeni geldim sayılır." Karşımda olan sandalyeyi çekip oturdu ve gömleğinin üzerinden siyah ceketini düzeltti.

"Öyle diyorsan, bugün nasılsın?" Gülümsedim. Ona doğru yaklaşıp ellerimi çenemin altında birleştirdim.

"İyiyim teşekkür ederim, sen nasılsın?" Kaşları havaya kalktı ve alnında bir kaç hafif çizgi oluştu.

"Çok resmi oldu böyle. İyiyim gibi yani önüme kimse atlamadı en azından." Yüzümü buruşturdum.

"Hatalı olan sendin." Dediğimde başını salladı.

"İllaki öyledir." İması ile gözlerine bakmaya devam ettim.

"O an sana yaptığın hatayı açıklamama rağmen gözünde suçlu kalan ben oldum yani?" Diye sordum. Geriye yaslandı.

"Suçlu yok ortada sadece bir hata." Tek kaşım kalktı.

"İnan bana öyle suçlar gördüm ki hepsi de ufak bir hatayla başlamıştı. O yüzden bu bahsi açacaksak ellerindeki kozlarının iyi olması lazım." Hafifçe gülümsedim. "Ve görüyorum ki silahsızsın." Aldığı nefesi verdi.

"Tamam pes ediyorum." Masada duran menüye gözü kaydı. "Ne yemek istersin?" Menüyü yandan önüme doğru çekip bakmaya başladım.

"Aç değilim bir kahve içerim." Bir kaç yemeğe bakıp başını kaldırdı.

"Peki o halde iki tane söyleyebiliriz." Kutay masadan ellerini çekmeden geriye doğru arkasına yaslandı.

Gözlerimiz birleştiğinde yüzüne vuran ışık yüz hatlarını daha belirgin hale getirdi. Adem elması yutkunduğu zaman oynadı. Gözüm boynuna kaymıştı fakat bu kısa sürdü. Hafif bir gülümseme ile ana eşlik etmeye çalışıyordum.

'Nasıl yaptığını sor.' Diye içimden yükselen sesi kulak ardı ettim. 'Önay'ın nasıl bir işe bulaştığını sor.' Susmak yerine konuşmaya devam etti. Şimdi değil diye geçirdim içimden.

Güven, yavaş yavaş inşaa edilen ve bir anda yıkılan; enkazından da tekrar yapılar var edilemeyen bir olguydu. Bana henüz güvenmiyordu. Bu durum her şeyi en başa götürmeye yetiyordu.

"Ülkü." Diye mırıldandı. Gözlerim yüzünde gezinip tekrar gözlerine ulaştığında yolculuğu son buldu.

"Yılları aşıp gelmiş gibisin." Derin bir nefes aldım. Yaralı ayaklarımın altı sızladı. Havaya yükselen iniltiler ve acılı çığlıklarım zihnimde tekrara düşen bir plak gibi yankılandı. Zaman etrafımı kuşatıp tüm varlıklarımla birlikte şimdimi bana göstermeye çalıştı. Gözlerinde gördüğüm karanlık eğer karşımda bir ayna olmasa korkmamı sağlayacaktı.

"Nereden çıktı o?" Sakince dudakları kıvrıldı.

"Güzelliğine başka bir anlam bulamadım." Kaşlarım kalkıp indi.

"Teşekkür ederim çok naziksin." Garson bize doğru yaklaştığı sırada telefonumun ekranı aydınlanıp çalmaya başladı. Müsaade isteyip sandalyeyi geri ittim. Ben ilerlerken garson siparişleri soruyordu. Mazhar'ın aradığını görünce sıkıntılı derin bir nefes aldım.

"Efendim?" Telefonun ucundan kağıtların hışırtılı sesleri geldi. Büyük ihtimalle dosyaların arasındaydı.

"Bora'nın mahkemesi öne çekildi Birce'yi aramadan seninle konuşmak istedim." Gözlerim kapandığında elim alnıma gitti.

"Son durum ne?" Telefonun arkasından belli belirsiz hareket etme sesleri gelmeye devam ediyordu. Bakışlarım Kutay'a kaydığında gözlerimiz birleşti.

"Boka sarmış durumdayız. Çocuğun suçsuz olduğunu kanıtlayamadık, şu an gerçekten sağlam bir avukatın devreye girmesi gerekiyor." Kutay'a hafif gülümseyip tekrar önüme döndüm.

"Birce bunu biliyor mu?" Aldığı nefesi verdi.

"Bilseydi şu an Fazilet Hanım'a gelişmeleri anlatıyor olurdum diye düşünüyorum." Dışarıda olan hareket ışıklarını izledim.

"En başından bilmesi gerekiyordu." Dediğimde sırtıma bir dokunuş hissettim. Refleks olarak döndüm. Kutay kaşlarını çatıp bana baktı.

"Bir sorun yok değil mi?" Kutay'a olumsuz anlamda başımı salladım. "Tamam, ben iki dakikaya geliyorum haberin olsun." Gözlerimi onaylayarak kapattım ve açtım.

"Ülkü." Telefonun ucundan gelen Mazhar'ın ses ile dudak büzdüm.

"Kim o?" Diye devam etti. "Mazhar sonra devam edelim mi?" Dediğimde ayağa kalktığını hissettim.

"Olur tabii canım, ne zaman mesela açık bildirge olsun ama sonra zamansız zamanlarda aramayayım yine." Yutkundum.

"Saçmalıyorsun." Işıklar camdan yansıyordu.

"Kutay'la ne işin var?" Sabit bir noktaya baktım.

"Bir işim var ki yanındayım." Telefonun ucundan artık araba sesleri geliyordu.

"Konum atsana bir de ben hastane teması tattırayım." Derin bir nefes aldım.

"Hemen atıyorum," gözlerimi kıstım. "Sinirlenme kotamı öğrenmeye mi çalışıyorsun?" Diye devam ettiğimde alay dolu sesim fısıltıyla restoranın içinde dağıldı.

"Sen benimkini görmek üzeresin oysaki." Dişlerimi sıktım.

"Çok mu umurunda yanımda kimin olduğu?" Duraksadığını hissettim.

"Değil gibi mi duruyor?" Sorusu ile yutkundum.

"Hiçbir şeyi anlayamıyorum artık." Araba kapısı kapandı. Sessizlik kısa bir an uzadı. Bir süre yeniden konuşmasını bekledim. Ve o bir süre hemen akıp giden türden değildi.

"İşin bittiğinde ara almaya geleceğim." Dediğinde nefesim cama çarptı.

"Mazhar Bora diyorduk en son ne ara bu noktaya geldik yine?" Masaya baktığımda hâlâ boş olduğunu gördüm.

"Biz hep bu noktadayız, sadece sen kafanı çeviriyorsun." Kutay görüş alanıma girdi.

"Kapatmam lazım. Cansen'i ara şu an Bora işini Fazilet ablayla konuşsun bugün, sonra biz de katılırız." Onayladı. Daha fazla bir şey söylemeden telefonu kapattı. Gözlerimi kapatıp bir kaç ufak nefes alışverişi gerçekleştirdim. Masaya yöneldiğimde Kutay'ın bakışlarını yoğun bir şekilde üzerimde hissettim.

"Bir sorun mu var?" Oturup gülümsemeye çalıştım.

"Hallediyoruz, önemli değil. Ne konuşmak istemiştin?" Dudaklarını yaladı. Hareketlerindeki alaycı tavır bana karşı takındığı bir maske olmaktan çıkmıştı.

"Neyin peşinde olduğunu biliyorum." Elim su dolu bardağa uzanmışken cümle ile hafif bir duraksama yaşadım.

"Neymiş peşinde olduğum şey?" Elime baktı. Bardağı kavrayıp kendime doğru çektim.

"Sorgulamaman gereken birini sorgu odasına alırken, o davete nasıl gelebildiğini öğrenmen yetti. Babam davet etmiş gibi görünüyordu çünkü öyle düşünmek gerçeği öğrenmekten daha kolay geldi." Elimden çektiği bakışları gözlerime değdi.

"Yo hayır, yanlış düşünüyorsun ben zaten gerçeğin peşinde olduğum için sorguya aldım." Tek kaşım havalandı.

"Ha bir de, davetli listesine erişimi engellemiştim. Sen nereden biliyorsun babanın davetli listesinde onu da davet ettiğini?" Yüzünde beliren kararlılık yavaşça yok oldu.

"Engelledin mi?" Başımı olumlu anlamda salladım.

"Günay'ın şahsi bilgisayarındaydı. Yani ekibin ya da dışarıdan birinin duyabileceği bir şey değil hele ki Önay savcımın başına silah dayayan kişinin şahsı tarafından davet edilme durumunu ne Günay ne de ben bir yerde konuştuk." Öne doğru eğildim.

"Sen nereden biliyorsun?" Ne hissettiği ya da düşündüğü yüzünden anlaşılmıyordu. Garson siparişleri getirince geriye doğru yaslandım. Bardakları koyarken olan sessizliği nefes sesleri gizledi.

"Afiyet olsun" Diyen garsona baş teşekkür ettik. Gittiği an bakışlarımız birleşti.

"Demek ki sadece siz bilmiyorsunuz, abim ve babam savcı hatırlatırım. İstihbaratımı paylaşamam." Eğer bizzat haberi baban tarafından gelmediyse diye geçirdim içimden. 'Tam vakti sen sor şimdi de...'

"Anladım." Deyip kahveden bir yudum aldım.

"Ben neyin peşindeymişim onu konuşuyorduk." Yutkundum.

"Neden sürekli senin yanında buluyorum kendimi?" Diye konuyu başka bir yere çektiğinde kaşlarım çatıldı. Kendi kendine konuşur bir hali olsa da gözlerimiz hala birbirinde kaldığı için bu ihtimal azalmıştı.

"Ne?" Gözlerini kapattı.

"Boş ver, düşünmem gerek bazı şeyleri. Sonra konuşuruz bu konuyu." Bardağı masanın ucuna doğru bıraktım.

"Nasıl istersen." Saate baktım. "Kalksam sorun olur mu? Acil bir işim var." Başını salladı.

"Sorun değil." Gülümsedim. Ayağa kalktığımda o da kalktı. Kabanı giymeme yardımcı olduğunda teşekkür ettim.

Çıkışa doğru giderken yanımda geldi. "Kahveler benden olsun bugün." Dediğimde kasaya yöneldim.

"Benim davetimdi, senin davetinde de ben müsaade ederim fakat şu an için pek mümkün görünmüyor." Kaşlarım kalktı.

"Peki o zaman en kısa zamanda telafi için seni rahatsız edeceğim." Kapının yanına kadar gelmiştik.

"Tekrardan kusura bakma önemli olmasa gerçekten gitmezdim. Ailevi bir mesele." Başını sorun değil gibisinden salladı.

"Bırakmamı ister misin?" Gülümsedim.

"Teşekkür ederim hallederim." Başını salladı. Sarıldıktan sonra el sallayarak arkamı döndüm. Bir müddet sonra arkama baktığımda hâlâ orada durdurduğunu gördüm. Gülümsediğimde başını indirip kaldırdı. Tekrar önüme döndüm, yüzümdeki gülümseme anında kayboldu. Köşeden dönünce sırtımı duvara yasladım.

Kalbim kulaklarımda bir uğultuyla atıyordu. Korku kendini belli etmek ister gibi gözlerini üzerime dikip ara sokağın ıssızlığında huzursuzluk yaratıyordu. Uzak bir köşede hissettiğim ama ara ara ensemde soğuk nefesini hissettiğim düşman gibiydi. Bir an her şeyin mahvolma ihtimali beni ölesiye korkutmaya yetmişti.

Telefonu çıkarıp Cansen'i aradım ve açmasını bekledim.

"Benimle görüşüyorsunuz." Diye açtı.

"Cansen Birce yanında mı?" Arkadan başka bir ses gelmiyordu.

"Geçiyorum yanına az kaldı." Derin bir nefes aldım.

"Kutay benden şüpheleniyor." Diye hızlıca konuya girdim.

"Ne söyledi?" Yanağımı dişledim.

"Ne yapmaya çalıştığımı biliyormuş. Öyle söyledi. Sonra toparladım ama korktum, bu kadar yaklaşmışken onun yüzünden mahvolma ihtimalinden." Bir süre sessizlik oldu.

"Bir şey olmayacak her şey kontrolümüz altında." Başımı salladım.

"Bitsin artık." Göğsüm yavaşça inip kalkıyordu.

"Az kaldı, bitecek." Başımı salladım.

"Mazhar'ı arayım ben o zaman geliyoruz birazdan, orada görüşürüz." Dediğimde onaylayıp kapattı.

Telefonu kulağımdan çekip rehbere girdim. Mazhar'ı aradım. Bir kaç çalıştan sonra açtı.

"Solundayım." Sola doğru bakınca kaldırımın diğer köşesinde yol kenarında park ettiği arabayı gördüm. Bir süre gözlerimiz birbirinde kaldı. Ne zamandır oradaydı acaba diye düşündüm. Ona doğru yürüyüp telefonu kapattım. Arabaya binince çalıştırıp hareket etti.

Konuşmadığımız saniyeler kalp atışlarımın düzensizliği kulaklarıma sıçradı. "İyi misin?" Diye sorunca ona doğru döndüm. "Sayılır." Yola bakıyordu.

"Kalbini mi kırdı, gerçi sarılmazdın o zaman, pek tarzın da değil gerçi." Kaşlarımı çattım. Bu defa kalbim yerine nefesim gürültüyle döküldü.

"Kırmadı merak etme." Diye kestirip attım. Dudak büzdü.

"Yok ben merak etmem zaten sen çok iyi idame ettiriyorsun hayatını." Yüzüne baktım.

"Açık ol." Gaza basınca camdan bakıp arabaların arasından geçişini sanki arabada olmayan üçüncü bir göz gibi izledim.

"Mazhar seninle konuşuyorum." Araba biraz daha hızlanıp araba kalabalığını geride bıraktı. Bircelerin evlerine giden yola sapınca yolda bir biz kaldık. Kenara çekip kemerini çıkardı. Arabadan inip kapıyı sertçe kapattı. Bir süre bekleyip bende indim.

"Neydi bu şimdi?" Bana bakmadan bir kaç adım attı. Yaşanan her şey beynimin içinde tekrara düştü. Görünmeyen savaşların yaralarından oluk oluk akan kanlar etrafı sardı. Kimse yaralara ev sahipliği yapmadı ama hepsi o yaraların sebebiydi.

"Kutay ile olmam seni rahatsız ediyor." Dediğimde bana döndü. Ellerini çırptı. "Nasıl anladın ya bravo." Dudağımı çiğnedim.

"Neden?" Bir yandan söylemesini istemiyordum. Olduğum durumdan kaçıp gitmek istiyordum. Bir yandan ise yalnızca sarılmasını ve geçti demesini istiyordum. Çatışma gün geçtikçe büyüyordu.

"Can sıkıntısı be güzelim." Diye alayla söylendi.

"Mazhar bilmediğin şeyler var ve operasyonumu mahvetmek etmek için elinden geleni yapıyorsun farkında mısın?" Tek kaşım havalandı.

"Söyle o zaman Ülkü! Ben neyi bilmiyorum?" Yutkundum.

"Öğrenme zamanın geldiğinde öğreneceksin. Şu an anlatamam." Ellerini başına koyup bir kaç adım turladı.

"Bu adam sana yürüyor farkında mısın?" Diye aniden döndü.

"Herkes kendi çıkarları için bir şeyleri feda ediyor işte." Dediğimde gülümsedi.

"Sen neyi feda ediyorsun?" Acıyla kıvrılan dudaklarını izledim. Seni...

"Zaman gösterir." Gözlerini kapattı.

"Ateşle oynamak bu." Dediğinde bakışlarımı başka yöne çevirdim.

"Öyle ya da böyle görevim neyse onun peşindeyim." Hava sıcaklığı biraz daha düştü ya da sabit durduğumuz nokta yüzünden üşümek daha kolay bir hale geldi.

"Her şeyi tek başına halledemezsin." Söylediği şey ile ürperdim.

Korkmanın duvar köşelerinde sinmekle hafifletilmeye çalışıldığı geceler düştü aklıma. Tüm sessizlik bir uğultuya dönüşüp kulaklarda acı ninnisini söylerken tek başına düşmenin, kalkmaktan daha zor olduğu masallarıyla avuttuk kendimizi. Ve o anlarda hayat bile sahip çıkmadı soğuk betonların arasında varlığını bulmaya çalışan bize. Tek başına olmak ile yalnız olmak aynı şey değildi onu bir gecede büyürken öğrendim.

"Öyle bir iddiam hiçbir zaman olmadı." Dediğimde gözlerini kapattı.

"Bu kadar zor olmak zorunda mıydın?" Diye sorduğunda gülümsedim.

"Kusura bakma Mazhar ya, hayat herkese kırmızı güller dağıtıp pembe camın arkasında izleyin diye bir seçenek sunmuyor." Gözlerimiz birleşti.

"Kimse sana dokunmasın istiyorsun." Bir adım geldi. "Kimse yeni bir yara açmasın istiyorsun," bir adım daha geldiğinde nefesimi tuttum. "Ama başkalarının hayatı söz konusu olduğunda her şey mubah değil mi komiser?" Duraksadı.

"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın." Sözleri kalbime battığında yutkundum.

"Her bedenin en az bir yarası var. Herkes en az senin kadar acı duymuştur. Neden onları görmek istemiyorsun?" Bir adım geri çıktım.

"Ne zaman görmezden geldim?" Diye sorduğumda dudak büzdü.

"Ne zaman gördün?" Öfke damarlarımda gezinmeye başladı.

Annemin ve babamın ölümünü yaşadığım yaşım ile anlayabildiğim yaşın arasında yıllar vardı. O yıllar öyle kanlı ve acılıydı ki ben kendimi görmemek için aynalara bakmayı bırakmıştım. Gördüğüm yansıma gerçeği saklıyordu. Büyüyordum ve tek başımaydım.

Büyümek 180'i bilmek değildi. 180'ler 360'lardan küçüktü. Ve hiçbir zaman bir tam tur değildi. Oysa benim için 360 kendi etrafımda döndüğüm ve sonucunda yine kendime ulaşabildiğim koca bir tur yalnızlıktı. Benim yalnızlığım sonu görünmeyen bir üç yüz atmışın başlangıç noktasıydı. Görünmezdi. Görünmedi.

"Görüyorum." Derin bir nefes aldım. Arabaya doğru bir adım atmak için geriye yöneldim.

"Gitmek istiyorum, üşüdüm." Kırılma kotamı bir kenara bıraktım fakat biraz daha konuşma devam ettiği taktirde bu defa kırma sırası bana geçecekti. Ben Mazhar kadar azla kalmayıp canını yakmak için çok fazla ileri gidecektim, bu istediğim bir durum değildi.

"Yine kaçıyorsun..." Ayağım havada kaldı. Sesi o kadar yaralı çıkmıştı ki bir an kalbim avuçları içinde eriyor gibi hissettim. Arkamı dönemedim. Gözlerine bakmadım. Baksaydım tüm gardım inecekti. Baksaydım ona doğru koşup, 'Annemle babamı öldürdüler.' diye kollarında yaşamı arayacaktım. O zaman neden ateşle oynadığımı anlayacaktı. O zaman dünyayı yakmak için bir sebebim olduğuna inanacaktı.

Havada kalan adımı atıp arabanın kapısını açtım. İçeri geçip emniyet kemerini taktım. Bir kaç saniye sonra arabaya bindi. Motoru çalıştırıp yola çıktı, gaza bastığında asfalt acı bir ses çıkardı. O an her şeyi bir kenara bırakıp ne hissettiğini anlamaya çalıştım.

Empati, bir insanı kendin saymaktır. Acıyı yaşadım, sanmaktır. Oysa çok boyutlu bir düşünce sistemi içinde, daha önce hiç deneyimlenmeyen bir acıyı hissetmek mümkün değildir.

Yarasa olmak nasıl bir şeydir?

Negel buna, Ben, yarasa olmanın, bir yarasa için nasıl bir şey olduğunu bilme arzusundayım. Fakat bunu hayal etmeye çalıştığımda, kendi zihnimin kaynaklarıyla sınırlanırım ve bu kaynaklar bu iş için yetersizdir. Diye cevap vermiştir.

O halde empati, insanların kalp kırıklıklarını sakladığı, vicdanlarını gizlediği bir kelime olmaktan öte gidememektedir. Gerçekleri öğrenmek için seçilen yollardan biri olmamalıdır.

Hayat seçimlerle akan bir su gibi insanları belli bir yerinde kendine dahil eder ve zamanı geldiğinde bir kenara bırakıp akmaya devam eder. Aileme olanlar için akışta olana bakmamamın sebebi ona müdahale edenler oldu. Ve şimdi çok gerimde yaşanan geçmiş, kuru otlarını benim akışıma getirip olayı çözmem için bir fırsat verdi. Çünkü onun da alacağı vardı bu insanlardan. Çünkü bir yalan da ona karışmıştı.

Bir kez su bulanırsa tüm yol bu çamurdan etkilenirdi. Su çamur içinde kaldı. Kuru otlar tüm yüzeye yayıldı.

Gözlerim yavaşça kapandığında bazı şeylerin hiçbir zaman yaşanamayacağı gerçeği ile burun buruna geldim. İki ayrı kıtanın insanıydık. Aramızda koca bir mekan ve zaman farkı vardı. Benim gülümseyişlerim arkasında acı ile varlığını sürdürüyordu. O kıta hakkında bildiğim tek şey ise içinde nefes alan o insanın oluşuydu. Öyle uzak ve öyle anlayamadığımız topraklardı ayak bastıklarımız.

Başımı yana çevirip yüzünü izledim. Çenesini sıktığı için yüzü kasılmıştı.

Yaşadıklarımı bilsen ne olur Mazhar? Bilmesen ne olur?

Özür diler gibi baktığım gözlerime hiç bakmadı. Gözü akıp giden yoldaydı.

Ben yaralar içinde kıvranırken beni görsen ne olur? Duyulmayan sesimi bir sen duysan ne olur? Yanımda olsan ne olur? Olmasan ne?

---

Şeyma Daldallı

 

 

 

Loading...
0%