Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Bölüm 7: 'Sabah Güneşi'

@symdaldalli

'Orada mısın sevgili Kurt?'

 

Karanlık ormanda ağaç aralarından sızan güneşle, gölgeler kaybolurken siyah pençeler gölgenin içinde koşarak aydınlığı kuyruğunun milim milim gerisinde bıraktı.

 

Kuru dallar hırsla öne atılan pençelerinin altında kırılıp ufalandı.

 

"Evet kuzucuk."

 

Hızdan bedeni sarsılırken, ağzında tuttuğu 'gerçekten' kan damlayıp çamur dolu yüzeydeki izlerin arasına yavaş yavaş sızdı, farklı şekillerin içinde kızıl lekeler bıraktı.

 

Her ileri adımda geriye doğru attığı parçalar arka patilerine bulaştı.

 

Birikti, birikti ve birikti...

 

Patilerine, gerçeklerin izleri kuruyarak yapıştı.

 

'Üzgün müsün?'

 

Masalların gerçekle birleştiği bir nokta vardı. İlk acısıyla yüzleşen çocukların uğradığı, yaşamda kural olarak belirlenenlerin kulaklara fısıldandığı durak görevindeydi. Göremedikleri şey, kan lekeleri ve enselerine işleyen derin soluk sesleriydi.

 

Salyalar ve kan rüzgara karıştı. Çamur ve kızıllık yavaş yavaş alanını genişletti.

 

"Evet."

 

Tüm etkenlerin merkezinde yoğunlaşan acıdan, ölü doğan merhamet ve acımasızlığın birbirine girdiği uzun soluklu o döngü başladı, bir varmış diye.

 

Bir vardı ve bitişin olmadığını anlatamadı.

 

Bir yoktu...

 

'Neden üzgünsün?'

 

Gece yarıları boğuk sesle masal anlatan gölgeyi izlerken yoktu.

 

Yatak ucuna oturup tanıdık ayak sesi duymayı beklerken yoktu.

 

Parmak uçlarında çıktığım beton, soğuk merdivene yanağımı koyup dünyayı sezerken yoktu.

 

"Avdan eli boş döndüm. Bana bir masal anlat kuzu."

 

Kar tanelerinin farklı şekillerde olduğunu anladığımda da yoktu.

 

Bir cümleyi öznesine, nesnesine ayırmaya çalışırken 'ben' öznesinin artık nesne olduğunu idrak ettiğimde de yoktu.

 

Büyümekle var olur muydu, onca yokluk?

 

'Evvel zaman içinde, siyah saçlı yalnız bir adam varmış.'

 

Zamanın yıprattığı köşelerde, köşe kapmaca oynayan çocuklara ucu kıvrılmamış gelecek vaat etmek ne kadar mantıklı bir işse; o köşelerde normal bir yaşam vaadi de aynı oranda gerçekten kopuktu.

 

Parçalanmış yığınlarda kendimizi aradık ama o kadar çok ,yok, var etmiştik ki ellerimizde izi kaldı. Tüm dünya bizden gözlerini kaçırırken biz var olamadık.

 

"Neden yalnızmış?"

 

Kolonların arkalarında saklanıp izlediğimiz kalabalıkların içindeki yalnızlıktık.

 

Biz mutlu yaşayan halkın mutsuzluğu, derin acıların aynası ve en çözülmez sorunların kaynağı olduk.

 

Kimse bize bakmak istemedi çünkü göreceklerinden korktular. Yalan da olsa bir grup içinde yaşamak kolaydı.

 

Rüzgar aldıklarını hırçın dalgalarla kıyıya bıraktı.

 

'Her canlı bir gün onu görmeye mahkummuş bu yüzden ondan kaçmışlar.'

 

"Hepsini kovalamış mı?"

 

Ait olmayı reddederek aralarından sıyrıldık. İlk sığınağımız yer altında bir yer oldu. Kalabalığın yansımaları duvarlarımızda yalnızlaştı. Güçlü bedenleri titredi ve hepsi bunu ustalıkla gizledi.

 

'Bir balta almış ve gözünü kırpmadan kendini ikiye bölmüş.'

 

İçten içe kaçtıkları ve asla yüzleşmek istemediklerini biz her akşam masamızda meze yaptık, gölgelerine bakıp korkudan titreyişlerini izlerken gün ışığında salınan gerçeği çamurlu parmak uçlarımızla duvarlara çizdik.

 

"Hep bir arkadaşı olsun diye mi?"

 

'Hep bir arkadaşı olsun diye.'

 

Ait olamadığımız dünyada sessizce büyüdük ve kök saldık. Kırıldık, gök gürledi sandılar. Ağladık, yağmur çiseledi sandılar. Güldükçe deprem oluyor sanıp kaçıştılar. Biz sarsıldıkça neden sallandıklarını anlamadılar. Sarmaşık gibi her yeri sardığımızı göremediler.

 

Sonra...

 

İçlerinden biri bunu fark etti ve sığınağımızı ateşe verdi.

 

"Bitti mi?"

 

Yavaş yavaş yanan mekanın külleri ciğerlerimizde isli kokusunu bıraktı. Sonra ateş bize de sıçradı. Çığlıklar alevlerin arasında eridiği için hiç kimse duymadı.

 

Ateş küçüldü, yangın bitti.

 

Geriye her şeyin külleri kaldı, bizim bile...

 

Biz yine var olamadık.

 

Geçen zamanın ardından küllerimiz toprağa ince ince karışıp filiz verdi. Ama ruhlarımıza işleyen kül rengi duman yeşillensek de silinmedi.

 

'Az kaldı bu puslu uykudan uyanacağız.'

 

Fark edilmek, ait olmak gibi değildi. İnsan ait olamadığı yerde de fark edilebilirdi ama fark edilmediği bir yere ait olamazdı. Biz yurtlarımızdan sürgün edilmemiştik. İşin aslı bizim hiç bir zaman yurdumuz olmamıştı.

 

Aykırı ve anlamsızdık.

 

Üstüne üstlük artık şekilsiz ve hiçbir şeydik...

 

"Son, dedikleri böyle bir şey mi?"

 

Toprakta zamanla tutunduğumuz filzilerle büyüyüp etraflarını sardık. Dudaklarımızdan, geçmişin intikamı adına yine yakarışlar yükseldi.

 

Aralarındaydık.

 

Bir anda uykuları kesildi. Bir bir gözü açılan herkes etrafına bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı.

 

'Bilmem daha sonumuz gelmedi.'

 

Uyandılar.

 

Kalkıp koşmaya başladılar. Koşarken tanıdık yüz ve his aradılar ama bulamadılar, yalnızca biz vardık etraflarında. Koştular, koşarak bizden kaçabileceklerini sandılar.

 

Kanımızın dolduğu pençe izlerine bir serçe kondu.

 

"Kaç yaşındayız kuzu?"

 

'İzi kalmamış medeniyetlerden bile daha yaşlıyız.'

 

"O kadar oldu mu?"

 

'Her anını hatırlıyorum.'

 

Korkuya da alıştılar, bu defa aynalarda kendi yansımaları dikkatlerini çekti, ona yöneldiler. Yüzlerini gördüler ve yıllarca kendilerini kandırdıklarının farkında olmadan, yüzlerinden korktular. İlk olarak kimliklerini reddettiler sonra elleri çehrelerinde gezindi. Kırışmış, acıyla şekillenmiş yüz hatlarında maskelerini aradılar, bulamadılar.

 

"Bizi unutmuşlar mıdır kuzucuk?"

 

'Hala bizi tanıyorlar ama unutmaya çalışıyorlar yakında kendimizi hatırlatacağız, tüm hikayelerin ortak yanı nedir Kurt?'

 

Yavaş yavaş ninniler döküldü dudaklarımızdan. Uyanmayan da uyandı böylece. Şehir, yanık kokan fidelerden büyüyen, şekilsiz kimliklerimize bir anlam veremedi. Kimisi canavar olduğumuzu düşündü, kimisi hayalet. Oysa biz yalnızca kaçtıkları gerçeklerdik.

 

Bir kurdun ağzında, pençe izlerine dolsak da er geç karanlıktan kurtulup aydınlığa kavuşacaktık.

 

"Hepsi biter..."

 

Yaşanılan her şeyi geride bırakıp hakikati aramak için yola devam ederken, geçtiğimiz yerlerde efsaneye dönüştük. Bir masal gibi ağızdan ağıza dolandık. Çabalarımız onların yüzünden yine bir hayal olarak anılmaya devam etti.

 

Ve bitti.

 

Pençe izlerinde kuruduk ve bir sabah, doğan güneşle unutulduk.

 

.

 

.

Gözlerime giren gün ışığıyla kollarımı kaldırıp esnedim. Kollarım yavaşça yatağa tekrar düştüğünde göz kapaklarımı birkaç kez kırpıştırıp tavana baktım.

 

Hislerim yolunu kaybetmiş gibiydi. Zihnim ne yapmam gerektiğini biliyor olsa da kalbim artık her şeyin çok ötesinde olup kaçmak istiyordu. Zaman tak tak diye tok sesiyle beynimin içinde atarken her bir saniyede ben ipin ucunda ayağımın altından yükseltinin çekilmesini bekliyordum.

 

Ve tüm bunlar olurken tek bir şeye tutunuyordum. Tek bir şey tutuyordu zor da olsa, yılların yükünü üzerinde taşıyan omuzlarımın ağırlığını.

 

İsteklerim yabancı, hislerim acı veren bir çukur olmaktan uzakta bir yerde yuvalansaydı...

 

İhtimaller insanoğlu var olduğundan bu yana hep olmuştu. Hem de o kadar fazla ihtimal ağı etrafımızda dolanıp bizi içine çekmişti ki zamanla fark edilmeyen bu bağlama, görünmeyen zamanlarda ayaklar takılıp karmaşık döngünün içinde kaybolmuştu.

 

Bilmenin bile cazip bir zihin karmaşası vardı. Var olan düşünce üzerine konuşmak güvende hissettiriyordu. Öyle bir yerden başlamıştım ki bilmek bile tüm çabalarıma rağmen ellerimde kalan artık parçalar oluyordu ve kimse bunun sorumluluğunu üstüne alınmıyordu. Yarımı görmek çabaya şayan değildi o yüzden tam uğruna tüm parçaları yakıp yıktılar.

 

Nefesimi sesli bir şekilde verdikten sonra yataktan kalkıp banyoya gittim. Ayaklarım biraz birbirine dolandı, uykusuzluğun üzerimde bıraktığı sersemlik henüz gitmemişti. Banyoya girerek kapıyı kapattım. Aynada kendime baktığımda yavaşça lavabonun kenarlarına tutundum ve hafifçe yutkundum. Saçlarım önüme doğru döküldü.

 

Siyah saç tellerim, beyaz tenimde kıvrılarak izler bıraktı. Gözlerimin altında uykusuzluktan oluşan koyu halkalar vardı. Parmağım göz altlarımda gezinip bu görüntüyü dağıtmak istedi.

 

Aynada bir anda Kutay'ın silueti oluşunca duraksadım. Beynim alarmlarını açıp dikkat çekmek ister gibi altını ve üstünü çizip bir kutu içine aldı. O akşam normal davranmamıştı... O an üzerinde düşünememiş de olsam bu gerçek içten içe hep kalbimdeydi.

 

Bakışları gerçeği öğrenmek ister gibiydi. Sözleri şüphe doluydu ve zihni içinde ne olduğunu bilmediğim soru işaretleriyle dolu bir yuvaydı. Söylemediği şeyler olsa da hissettirdikleri daha fazlaydı.

 

Kutay hafife alabileceğim biri değildi.

 

Bu defa Önay, Kutay'ın yanına gelerek zihnimin bir köşesinde saniyelerle daha da belirgin bir hal aldı. Gözlerinde bez parçası vardı, dudaklarında yaldızdan iplik izleri. Dikiş tutmuş etin kenarlarından kan taşmıştı.

 

Kutay bir adım öndeydi. Bir adım bin adım demekti bazı anlarda. Önay'ın yüzüne bakıp korkusunu görmeye çalıştım ama gözleri kapalı bir insanı görebildiğim kadardı görebildiklerim.

 

Etten bedeni, görmez ve konuşamazken ölü bir bedenden farksızdı.

 

Önay'ın yanına gidip etrafında dolandım. İşaret parmağımı omzuna koyup etrafında dönerken parmağım yavaşça sırtından kayıp beni takip etti.

 

"Anlat artık. Ne gizliyorsun yıllardır kalbinde? Kararmadı mı yaptıklarından, sakladıklarından." Nefesim kulağına doldukça ürperdi. Kurtulmaya çalıştı fakat başaramadı.

 

"Tüm hayatım senin etrafında şekillendi. Adımlarını izledim, normalde izlerde çamur olur en kötü ama sende kan vardı." Başımı iki yana salladım. Kutay kulak kabartmış bizi dinliyordu. Konuşmuyordu ama hala şüpheyle bakıyordu. Gerçeği avcumda tutup sunduğumu göremiyor olsa da...

 

"Gizleyemedin kendini hep ensende oldum, o kadar kibirlisin ki bir kez bile fark etmedin. Egondan başka bir şey göremedin yıllardır. Hep en iyisini yaptın, hep sen başardın, değil mi?" Acıyarak kıvrıldı dudağım. "Korkuyorsun yakalanmaktan, adının lekelenmesinden ama geçmişi değiştiremiyorsun." Başımı iki yana salladım. "Yorulmadın mı?" Elimi omzundan çektim.

 

"Kimi saklıyorsun yıllardır? Söyle bana, bitsin oyun." Önay kımıldamaya çalıştıkça yerine daha da çakıldı. Dudakları kımıldasa da konuşamadı. Gözlerimi ondan çekip Kutay'a götürdüm, etrafına bakarken ona doğru çevrildi adımlarım.

 

"Zayıf halka..." Diye mırıldandım. "Gerçekten öyle misin yoksa öyle zannetmemi mi istiyorsun?" Kutay ifadesizdi. İkisinden de birer adım uzaklaştım.

 

"Kimi gizliyorsunuz?" Diye mırıldandım. Etraf bir anda karardı. Zihnim boş bir odaya döndü ve ben tek başıma kaldım. Bir kırık ayna belirdi ama gözümün değmesinden sakındım. Aynadaki geçmiş yeterince gözümde oynamıştı. Gelecek ondan uzak olmalıydı.

 

İnsan geçmişinin yaralarına çiçekler ektiğinde iyileştiğini düşünür, ne vakit kan damlaları sızıp yere süzülür o zaman anlar yanılsamada olduğunu. Bazı yaralar iyileşmez. Bazı vedalar edilmez. Bazı anlar silinmez ve girdap yalnızca dibe doğru çekmez.

 

Geçmiş ve geleceğin tam ortasında oluşan bu ters derinliğe kapılıp giden kişiler uyumsuzlardır. Ait olamayanlar, çiçekleri kuruyanlar. Ait olsa da kanayan ve her damlada kendinden kocaman parçalar yitirenler. Zaman bile adlarını düşmez tarihe. Zihinler pas tutar usulca siler en keskin yanlarını. Geriye bir yansıma kalana kadar bir uyum içinde yoklaşır.

Aynadaki görüntüme bakarken ellerimi lavabodan çekip suyu açtım. Önce dişimi fırçaladım ardından musluğu açarak eğildim. Soğuk su avuçlarıma dolarken sakince bekledim. Yüzüm soğuk suyla buluşunca bir kaç kez tekrarladım.

 

Kapı çaldı. Başımı kaldırınca su damlaları yüzümden akıp yavaşça lavaboya doğru kaydı.

 

Zil uzun uzun çalarken suyu kapatıp havluyla yüzümü sildim ve havluyu kenara bırakıp banyodan çıktım. Zil sabrımı sınayarak son kez çaldığında dişlerimi sıkıp kolu aşağı indirdim.

 

Kutay'ın kafası yerde, eli zildeydi. Kapıyı açtığımda başını kaldırıp bana baktı. Düz bir ifadeyle onu izleyip başımı iki yana doğru salladım.

 

"Ne yapıyorsun?" Diye sorduğumda içeri girmek için yeltendi. Önüne doğru geçince bana baktı. Beyaz tişört üzerine giydiği siyah deri ceketle arkadaki manzarada, yağan karların arasında hoş duruyordu. Yüzü soğuktan pembeleşmişti ve büyük ihtimalle farkında değildi. Ben o sırada şort, tişört yataktan kalkmış olduğum için nasıl göründüğümü tahmin etmek güç değildi tabii...

 

"Konuşacağız, girebilir miyim?" İlk defa bu kadar ciddi bir yüz ifadesiyle görüyordum onu. Anlamaya çalıştım ama beynim alarm vermeye devam etti o sırada. Kenara çekilip içeri geçmesi için müsaade ettim.

 

İçeri girdiği zaman solana geçip görüş açımdan çıktı, adımlarım onu takip etti. Elinde tuttuğu dosyaları masanın üzerine atıp henüz ben salonun kapısındayken aniden arkasını dönen bedeni ve öfkeli gözleri gözlerimi hapsedince yutkundum.

 

Başımı dik tutarak kollarımı çapraz olarak birleştirdim.

 

"kimsin sen?" Diye sorduğunda bir adım yaklaştı. Kaşlarımı çatıp, anlamsız bir bakış atarken kollarımı iki yana açtım. Kutay parmağını, burnunun ucunda sağa sola gezdirdi ardından başını iki yana salladı. Hafif uzamış saçları alnının üzerine doğru döküldü.

 

Salona giren kış güneşi yüzüne düşüp bir kısmını gölgede bıraktı. Güneşin vurduğu yer hafifçe parladığında kumral saçları belirginleşti. Ve güneşte kalan gözünde bir nefret parıltısı yavaşça büyüyerek aramıza girdi.

 

"Oyun bitti Ülkü." Dedi tamamen gözlerimin içine bakıp. Kalp atışlarım yavaşça belirginleştiğinde kontrolü elimde tutmaya çalıştım. Beynim daha güçlü bir şekilde alarm verdiğinde duymaya çalıştığım tek ses geleceğin sesi oldu.

 

Nefesimi tuttuğumu fark etmeden ifadesiz gözlerle ona baktım. Tüm hayatım gözlerimin önünden kayıp giderken uzak bir köşeden sonunda biteceğimi bilsem de sakince izledim. Ellerimi yumruk yaparak korkumun bedenimde oluşturduğu etkileri gizlemeye çalıştım. Ne ara bu noktaya gelmiştik? Ne olduğunu anlamak için dosyalara kaydı gözüm.

 

"Merak mı ediyorsun?" Dedi Kutay dosyalara baktığımı görünce. Onlara doğru gidip eline aldı ve gelip göğsüme doğru çarpar şekilde uzattı.

 

"Al bak, neymiş gör." Bir elim dosyalara uzandığında tuttum, derin bir nefes alarak yüzüne baktım. Sinirlenmiştim ama ne olduğunu anlamadan bir tepki vermek istemiyordum. Dosyaları göğsümden ayırıp birini elime aldım ve diğerlerini kenarda duran koltuğun üzerine doğru attım. Saçılan dosyalardan gözümü alarak elimdekini açtım.

 

İlk sayfada Önay ile ilgili tuttuğum araştırma notlarının bir kısmı vardı. Arkasına geçtiğimde Kutayların ailesi ile ilgili topladığım bilgiler ve resimler vardı. Kulaklarımda bir boşluk uğuldamaya başladığında başımı dosyadan kaldırıp yüzüne götürdüm. Kutay çalışma odamdaki bilgilere ulaşmıştı. Ne hissettiğini anlayamayacak kadar uzak bir mesafe oluşturmuştu aramızda. Çalışma odamdaki bilgilere nasıl ulaşmıştı?

 

"Seni ilk gördüğümde anladım, bir şeylerin ters gittiğini." Diye mırıldandığı sırada tekrar dosyaya bakıp başka ne biliyor diye hızla taradım. Sebepler buradaydı ama neden olduğunu bulamamıştı.

 

"Bir şey söylesene!" Öfkesine bir dayanak ararken yapmam gereken en akıllıca ve ilk yapmam gereken şeyi yaptım. İnkar ettim.

 

"Ne olmuş yani?" Diye sordum... Sessizce nefes alıp verdi. Kainat'ın hayatıma kattığı en büyük destek inkardı ama şu an pek bir işe yaramıyor gibi hissettim. Yani çok hissetmedim gayet ortadaydı aslında...

 

"Ülkü dalga mı geçiyorsun?" Elimdeki dosyayı kenara eğilerek koydum.

 

"Dalga niye geçeyim, yanında çalıştığım insanlar hakkında bilgi sahibi olmam normal değil mi?" Dudak büzüp tek kaşını kaldırdı. Deri ceketi çıkarıp masanın ortasına doğru bıraktığında el hareketlerini izledim.

 

"Normal değil mi?" Diye beni tekrar etti. "Babaanneme kadar araştırmışsın Ülkü, neresi normal?" Bu konuda Cansen'i çok uyarmıştım ve o kadar abartmayalım demiştim ama beni dinlemeyip ölüyü diriyi napmadılar, gözü bize dikmesinler. Adamın tüm sülaleye bakmak lazım demişti. İçimden Cansen'e güzel dileklerde bulundum.

 

"Her şeyi anlamaya çalışabilirim ama sana güvenen bir insanı arkasından vurmanı anlayamam." Kutay kaşlarını çatarak sözlerini bitirdiğinde öfke kalbimden pompalandı ve bir adım ona yaklaştım. Zihnim karışmaya başlarken kontrolü kaybetmemek için hala olağanüstü bir güçle direnmeye çalışıyordum. Ya da tam olarak bu noktada artık kontrol elimden çoktan kayıp gitmişti ama ben o boşluğu tutmaya devam ediyordum.

 

"Ben kimseye ihanet etmem." Diye kararlı bir şekilde yüzüne baktım.

 

"Ne bunlar o zaman? Yusuf'u sorguya aldığında ne amaçla aldın mesela?" Sinirle gülümsedim.

 

"O konuyu açacaksak benimde bir sorum var Kutay. Önay savcım kafasına silah dayayan kişiyi kendisi davet etmiş ya, o iş ne iş?" Göz kırpıp başımı iki yana salladım. Aramızdaki mesafe cüretkâr adımımla biraz daha kapanmıştı. Parfümünün kokusu burnuma doldu. Hafif esintiler gibi temiz bir kokusu vardı.

 

"Babam sana güvenmişti be!" Diye yüzünü ekşitti. "Soruma cevap ver." Diye üsteledim.

 

"Bilmiyorum Ülkü," Duraksayıp başını salladı. "Bilmiyorum."

 

"Niye sorguyu böldün o zaman?" Bir adım daha yaklaştım.

 

"Prosedürlere uygun muydu sorgun?" Sorusuna başımı iki yana sallayarak cevap verdim.

 

"Sorumluluk almışım ben ya, sana ne? Hem sen yüzüme attığın bu dosyaları prosedüre uygun bir şekilde mi aldın?" Diyerek dudak büzdüm. Hafifçe yutkunup sessiz kaldı. Saçlarımdan önüme gelenleri geriye sıkıştırıp kollarımı önümde bağladım.

 

"Bence o gün tam olarak şöyle oldu. Baban seni aradı, adamın bildiklerinden korktu ve o iş her neyse sana da dokunuyordu." Yavaşça yüzünü süzdüm. Mimiklerini izledim henüz yalana dair bir işaret gelmemişti. "Tam kıvama geldi adam, anlatmak üzereydi ve sorgum kesildi. Siz neyi duymamdan korktunuz Kutay?" Dişlerini sıkıp yüzüme doğru eğildi.

 

"Yanlış yapıyorsun komiser. yanlış sularda yüzüyorsun." Diye mırıldanınca nefesi yüzümü yalayıp geçti.

"Soruma niye cevap vermiyorsun?" Diye fısıldadım yüzüne üfleyerek. Gözleri dudaklarıma kaydı.

 

"Cevabından korkacağın sorular sorma bana." Hafifçe yutkunduğunu hissettim. Göz kapaklarım kapandı. Geri çekildiğini ise geride bıraktığı boşluk yüklü esintiyle anladım.

 

"Bunları öğrenmek için bana bu şekilde yaklaşman gerekmiyordu Kutay." Gözlerim tekrar açıldığında arkasını dönüğü için sırtına baktım. Omuzları gerilmişti yavaşça benden tarafa döndü.

 

"Sen ailemin içine girdin ama Ülkü, onu ne yapacağız?" Başımı iki yana salladım. İçimde hayal kırıklıkları her bir yandan parçalanıp etime batmaya başladı.

 

"Aynı şey değil..." Diye mırıldandım.

 

"Aynı şey!" Sesini kontrol etmeye çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi.

 

"Kutay ne sana oturup bilmediğin şeyleri anlatacak kadar sabırlıyım ne de inanmadıklarına ikna etmeye çalışacak kadar vaktim var." Gözlerini açıp kapattı.

 

"Ne biliyorsun Ülkü, neyi bilmenin peşindesin?" Kutay az önce söylediğim şeyi es geçti ve evin içinde gezindi bir süre. Etrafına bakınıp, sakin olmaya çalışarak bir kaç nefes aldı.

 

"Gerekçeni anlat bana... İnandırmaya çalışmadan anlatsan da yeter. Bir sebebi var diyeyim yoksa öfkeme yenilmemek için direnmenin bir anlamı olmayacak." bana dönüp ufak bir adım yaklaştı ve gözlerime baktı. Aramızda ahşap bir sandalye duruyordu. Masanın kenarından taşan, yerinde ayrık duran ve aykırı olan bir sandalye...

 

"Düşündüğün ne bilmiyorum ama elinde savcıya karşı bir suçlama varsa sağlam bir kanıt olması gerektiğini biliyorum." Sakin bir şekilde konuşsa da kendisine hakim olmaya çalıştığını anlıyordum.

 

"Cevabının seni üzeceği sorular soruyorsun." Diye onu taklit ettiğimde başını iki yana sallayıp sandalyeyi ayağıyla itti. Aramızdaki mesafeyi kapatıp birden yaklaşınca nefesimi tuttum. Az önce hafifçe gelen kokusu keskin bir şekilde burun deliklerime doldu.

 

"Üzüleceğin şeyler yapmışken beni mi uyarıyorsun?" Nefesi yüzüme dökülünce gözlerimi kapattım, nefesten uzak kalan göğsüm bir süre sonra panikle havayı nüfuz etti.

 

"Hiçbir şey bilmiyorsun." Diye mırıldandım nefes nefese. Gözlerimi açtığımda onun da gözlerini kapatmış olduğunu gördüm. Nefes alışverişleri düzensiz bir şekildeydi. Öfkesi yavaşça dudaklarından sızıp aramıza dökülüyordu.

 

"Aptal." Dedi sakince. Ellerimi yumruk yapıp kalp ritmimi düzeltmeye çalıştım fakat pek bir etkisi olmadı bu durumun. Gözlerini açınca koyu halkalar yüzümde gezindi.

 

"Nasıl bir işe kalkıştın haberin bile yok." Diye fısıltıyla konuştu, başını yavaşça iki yana salladı.

 

"Öyle mi görünüyor?" Sorumla gülümsedim ama o gülümsemedi. Aksine oldukça ciddi bir şekilde bakmaya devam etti.

 

"Anlat." Dedi birden çekilerek. Geride bıraktığı kendi boşluğu ile yine ürperdim.

 

"Anlatacak bir şey yok." Dediğimde iki elimle saçlarımı geri ittim ve bir kaç adım atıp sakince evin içinde dolaştım.

 

"Babam sana ne yaptı?" Diye sorduğunda derin bir nefes aldım. Duvarda asılı olan resme gözüm kaydı, babamın endişeli gözleriyle karşılaştım. Sonunda korktuğu olmuştu ve ben kurduğum oyunun en başından başlayarak yıkıldığını hissetmeye başlamıştım.

 

Çok beklemiştim inşa ederken, ince ince işlemiştim; yıkılmasının bu kadar kolay olacağını tahmin edememiştim.

 

"Sakın susarak bu işten sıyrılacağını düşünme, ya bana anlatırsın ya da bu iş büyür." Gözlerimi kısıp yüzüne baktım.

 

"Tehdit mi ediyorsun?" Başını salladı ve kollarını iki yana açarak omzunu silkti.

 

"Başka bir seçenek mi bırakıyorsun?" Ayağa kalkıp önüne doğru yavaşça yürüdüm. Aramızdaki boşluk azaldıkça iplerimden tutup ona doğru çeken kuvvete karşı koymayı bir kenara bıraktım.

 

"Bu iş büyüsün." Dediğimde öfke sesimden taştı. Aramızdaki mesafeyi az önce geri çekildiği yerden devralıp cesetle parlayan gözlerimle karşısında dikildim.

 

"Beni kokutmak mı istiyorsun?" Diye devam ettim. İçimden yükselen bir çocuk sesi, 'sev beni.' diye bağırdı. Ardından bir genç kız, 'duy beni.' diye devam ettirdi. Sonra biri, 'yalnız bırak.' bir diğeri de, 'bırakma.' diye içimde binlerce sese dönüşüp zihnimde kargaşaya sebep oldu.

 

"Korkmuyor musun?" Dedi ve bir adım yaklaşıp aramızdaki mesafeyi tamamen kapattı, gözüm kısa bir süreliğine dudaklarına kaydı.

 

"Hayır." Diye fısıldadım. Kutay çok kısa dudaklarıma bakıp nefesini verdi. Bir adım geri çekildi ve başını ellerinin arasına alıp kafasını geriye doğru attı.

 

"Ne yaptı sana? Babam sana ne yaptı!" Bir anda bağırınca kaşlarımı çattım.

 

"Bağırma!" Diye karşılık verdim.

 

"Anlatsam inanacak mısın? Kabul mu edeceksin? Babana karşı yanımda mı duracaksın? Niye bu ısrar!" Elini yumruk yaptı.

 

"Kim olduğunu bilmediğim," tek kaşı kalktı. "Basit oyunlarla hayatımıza giren bir kadın için babamın karşısında yer almak mı?" Yüzüm bir çok hissini kaybetmiş gibi duygusuz kaldığında başını iki yana salladı.

 

"Hiç sanmıyorum." Dediğinde gözlerimi kıstım.

 

"Siktir git." Kolundan tutup dışarı doğru itmeye çalışınca başta biraz hareket etti daha sonra durup bana baktı.

 

"Kutay git." Birden kolumdan tutup duvarla arasına aldığında sinirden bozulan kalp ritmim daha da belirginleşti.

 

"Anlat." Dedi sakince.

 

Sinir ve yakınlığın etkisiyle düzenden çıkan nefesimle, "Oyun mu oynuyorsun benimle?" Diye sordum. Başını usulca salladı.

 

"Senin yaptığından fazla değil ama evet, soruna da gerçek bir cevap veriyorum. Yanında olacağım." Başımı iki yana sallayıp gözlerimi kapattım.

 

"O kadar basit değil." Dediğimde gözümü açmadan ve konuşmadan bir süre sessizce bekledim.

 

"Madem yeni bir başlangıç olacak birbirimize karşı dürüst olmayı teklif ediyorum. Madem ikimizde birbirimize karşı bir amaç uğruna yaklaştık, şu an beraber hareket etmeyi teklif ediyorum. Sonunda eğer sen haklı çıkarsan, babam hak ettiğini alacak ve ben sana yardım etmiş olacağım. Eğer ben haklı çıkarsam da, babamın masumluğunu sana kanıtlayacağım." Sözlerini seçerek konuşurken gözlerine bakıp dinledim.

 

İlk geldiği zaman olan öfkesi yavaşça yok olmuştu. Anlamaya çalışıyordu ve yardım edebileceğini düşünüyordu. Gözlerinden nefret değil başka duygular yavaş yavaş iplerinden koparak yüzeye çıkmıştı.

 

O sırada arkasına geçip saklandığım duvar yüzünden ne hissettiğimi anlamak için ekstra bir çaba harcıyordu. Güvenmiyordum ve ona yaklaşma sebebimi az önce elimden çekip almıştı. Karmakarışık bir yas içindeydi zihnim.

 

"İki tarafta kaybetmeyecek." Diye mırıldandı. Kendinden fazla emindi ve bu durum tüm anlaşmanın temelindeki nedeni gösteriyordu. Zaman geçtikçe benim bildiğim şeyleri bilmeye başladığında yine yanımda olmaya devam edecek miydi? Bu soru işareti aramızda koca bir duvar oluştururken dudak büzdüm.

 

"Gerekirse babanın ceza almasını da sağlayacak mısın?" Diye sakin ama kararlı ses tonuyla sordum. Gözleri biraz daha renginden sıyrılıp göz bebeklerinin içinde küçüldü. Nefesini yüzüme doğru verince ürperdim.

 

"Gerekirse evet." Gözlerim uzun bir süre gözlerinden ayrılmadı. Ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum, neden yanımda yer almaya çalıştığını... İkimizde hamleler yaparak buraya kadar gelebilmiştik ve şu an birbirimize yakalanmıştık. Elinde olan gerçekle bir çok şeyi bitirebileceğini biliyordu ama o bana birlikte hareket etmeyi teklif ediyordu.

 

"Anlat Ülkü, babam sana ne yaptı?" Bir adım geri çekilip yüzüme baktı.

 

"Oyun bitti, şimdi aynı yerden ya beraber yükseleceğiz ya da sen yere çakılacaksın." Farkında olduğu bitirme kuvvetini bir gün kullanacak mıydı? Gözlerimi kısıp gülümsedim.

 

"Seninle yükselmektense yere çakılmayı yeğlerim." Sözlerimin bitmesiyle kolumdan tutup, arkama geçti ve sakince pencerenin önüne getirdi. Göğsü sırtımda bir baskı oluşturdu...

 

"Tüm bu güç, hangi yarandan doğuyor Ülkü?" Kulağıma doğru fısıldadı.

 

"Hangi acılara tutundun sonra bir anda elinin altından kaydılar ve sen," sesi yavaş yavaş alçaldı. "Düştün?" Son kelimeyi o kadar yavaş söyledi ki kulağımı yalayıp geçti nefesi, önünden çekilmek için hamle yaptım fakat Kutay tutup daha sıkı sarıldı.

 

"Dokunma." Dediğimde, cık cık cık yapıp pencereyi gösterdi çenesini omzuma koyarken.

 

"Baksana kar tanelerine, direnmeden inişlerine bak. Eğer biri karşı çıkarsa ve kaos oluşursa ne olur bir düşün." Yutkundum.

 

"Şu an olduğun eşik bu, etrafında olan herkes senin yüzünden bu kaos içinde harcanacak. Çünkü sen benimle iş birliği yapmadığında ben babama her şeyi anlatacağım." Üzerimde hissettim baskısı artınca kendimi çekip geriye doğru döndüm.

"Ne istiyorsun Kutay?" Kaşlarımı çatıp yüzüne baktım.

 

"Oynadığın oyunun sebebini duymak istiyorum." Başımı iki yana salladım.

 

"Oyun falan yok." Gözlerini kapattı.

 

"Daha fazla yalan yok demiştim." Dediğinde su almak için mutfağa gittim.

 

Buzdolabından çıkardığım suyu bardağa koyup içerken Kutay arkamdan geldi. Kapıya yaslanıp beni izlerken onu görmezden gelip bir bardak daha doldurdum. Bardağı gürültülü bir şekilde tezgaha koyduğumda zihnim çanları çalmaya başladı ve tehlikenin ilk kez bu kadar yakınımda olduğunu hissettim.

 

Korku yoktu ama elimden kayıp giden bir birikim olduğunun farkında olan kalbim acıyla atıyordu.

 

Çok basit bir hata, ince ince işlenen ve kurulan tümleri yıkıp atmıştı. Basit bir hata, yaklaştığım yolun ucuna benzin döküp çakmağı üzerine atıp arkasını dönmüştü.

 

Kutay'a baktım. Göz göze geldiğimizde sessizce başımı salladım.

 

"Sana niye güveneyim?" Sadece gözlerime baktı.

 

"Güvenme." Başım havaya kalktı.

 

"Güvenmediğim biriyle iş birliği mi yapacağım?" Dediğimde gözlerini kapatıp açtı.

 

"Evet. Hayat bir kumardır, sen de bu defa benimle oynayacaksın." Saate baktığımda yine bir kaçış aradım.

 

"Korkma, bilerek seni üzecek bir şey yapacak değilim." Yüzüne baktım.

 

"İnan umurumda değil artık ne yapıp yapmadığın." Dediğimde Kutay'ın telefonu çaldı, bana kısa bir bakış atıp mutfağın balkonuna doğru gitti. Kapı tam kapanmadı arkasından, az bir aralık kaldı. Sesi hafif bir şekilde geliyordu. Derin bir nefes alıp başımı havaya doğru kaldırdım. Gözlerimi açtığımda balkona yakın bir köşede, yerde duran kaybolduğunu düşündüğüm bilekliğim parladı.

 

Oraya yöneldim yere eğilerek bilekliği aldığımda Kutay'ın sesi daha net bir şekilde duyuldu.

 

"Bana güvenmiyor." Sessiz kalıp karşıyı dinledi. "Saçmalama gerçekten babamı savunacak değilim, kızın bunları neden yaptığını bilmiyorum ama altından büyük bir şey çıkacak hissediyorum." Ve yine sessiz kaldı. "Son kez söylüyorum babamın bu işten haberi olmayacak." Diye uyardı. Geri çekilip tezgaha doğru yürüdüm. Avcumda tuttuğum bilekliğe bakarken derin bir nefes verdim. Çiçekten bir taşı olan, zincirleri minik halka desenli ve kenarından küçük bir yaprak sallanan bu gümüş bileklik annemindi.

 

"İyi misin?" Kutay'ın geri geldiğini fark etmediğim için yerimden sıçradım. Elimdeki bilekliğe bakıyordu, yavaşça tezgahın kenarına doğru koydum. Gözlerimiz birleşti, bir süre sessizce birbirimize baktık.

 

Sessizliği bozarak, "Tamam anlatacağım." Dedim. Kutay'ın gözleri gözlerimden sıyrılıp ne hissettiğimi anlamak ister gibi yüzümde gezindi. Ona doğru yürüdüm. Yanına yaklaştığımda aramızda az bir mesafe bırakıp durdum.

 

"Sen kazandın, öğreneceksin. Sana güvenmiyorum yine de bir şansın olacak ve inanmayı seçeceğim. Ama olur da inancımı yıkarsan," nefesim yüzüne döküldü.

 

"Esas yere çakılmak ne demek öğrenirsin. Beni etrafımdakilerle tehdit etmek ne demek öğrenirsin." Gülümsediğimde dudaklarıma baktı.

 

"Umarım sana inanarak yanlış bir seçim yapmıyorumdur." Dediğimde başını salladı. Çıktığım odaya geri dönerken sessizce arkamdan geldiğini hissediyordum. Koltuğun birine oturup onun da oturmasını bekledim ve kollarımı dizlerime koyup ona baktım. Karşıma oturdu, geri yaslanarak yüzüme baktı.

 

"Kayıp ne demek biliyor musun?" Diye sorduğumda başını sağa sola salladı.

 

"Tahmin edebiliyorum." Dediğinde kaşımı havaya kaldırdım.

 

"Edemezsin. Edebilseydi herkes ederdi , gerçeği yaşandığında da bu kadar acı çekilmezdi. Hiç kimse hiçbir şeyi tahmin edemez, duygular tahmin edilemez." Sessiz kaldı.

 

"Kayıp..." Diye söze başladığımda bana baktı. Bir dizim yavaşça ritmik bir şekilde sallanmaya başladı.

 

"Saatin ilerleyememesi. Bir hata yaptığını düşünüp yalnızlıkla cezalandığını zannetmen. Herkesin bir gün gitmesini acı bir tecrübeyle öğrenmen. Soğuk ellerde, tanıdık bir his araman ama bulamaman ve mütemadiyen araman." Sakince dudağım kıvrıldı.

 

"İnsanlar ölünce buz gibi olurmuş onu çok sonra öğreniyor bazen insan." Geri yaslanıp başımı koltuğun arkasına koydum ve omzumun olduğu kısma doğru yatırdım. Saçlarım parça parça dökülüp yüzümün kenarından sarktı.

 

"Boşuna uğraşıyorsun." Dediğimde kaşları çatıldı.

 

"Bana hiçbir zaman yardım edemeyeceksin. Haklı olduğum ortaya çıksa da ben savaştığım yerde yenileceğim. Öyle bir noktada geldin ki Kutay, savaşın yalnızca can aldığı yerdesin." Gözlerim kapıya takılı kaldı. Kutay araya girdi.

 

"Ne demek istiyorsun açık olur musun anlamıyorum." Başımı salladım.

 

"Olurum." Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Yüzüme yapışan saçları geriye doğru ittim bir kaçı yine önüme doğru döküldü. Yüzümde hafif bir tebessüm oluştu.

 

"Babanın ne yaptığını öğrenmek mi istiyorsun?" Sorumla gözleri yüzümde gezindi.

 

"Baban benim hayatımı çaldı." Dediğimde kaşlarını çattı. Sertçe yutkundum ve gözlerimi kapadım. Beklerken asır yıl geçti gibi hissettim ama kulağıma dolan yelkovanın sesi henüz tam bir tur atmamıştı.

 

Gözlerimi açtığımda Kutay'ın endişeli bakışlarıyla karşılaştım. "Kutay." Dedim fısıltıyla bağırarak, derin bir his gözlerinden gelip geçti. Ölüm hissizliği bedenimden tutup etrafımda kalkan oluşturunca teslim oldum. "Söyle." Dediğinde içli bir nefes kaçtı ağzımdan. Görüş alanım bulanıklaştı, acıyla gülümsedim.

 

"Benim ailemi öldürdüler."

 

...

 

Şeyma Daldallı

Loading...
0%