Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Bölüm 9: 'Enkazın Ortasındaki Küçük Kız'

@symdaldalli

 

 

 

 

Merhaba...

 

 

 

 

 

29 Ekim gelmişken bir güncelleme yapmak istedim. Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun...

 

 

 

 

🇹🇷

.

 

 

 

 

Yeni bölümleri yazıyorum fakat atamıyorum çünkü okuma sayısı az ve ben attığımda ne kadar insana ulaşacağım bilmiyorum. Worda yazarken en azından bunu düşünmek olmuyor. Paylaştığımda da haliyle etkileşim almak istiyorum. Yıllardır görünmez yazarlık yaptım artık yorumlarla bir kitabı ilerletmek istiyorum.

.

 

 

 

 

Wattpad açılır diye düşünmüştüm ama bu düşündüğümden de uzun süren bir süreç oldu. İleride ne olur bilmiyorum bile ama bildiğim bir şey var hâlâ buralarda bir yerlerde birileri var. Eğer ulaşmışsam kendinizi belli eder misiniz?

.

 

 

 

 

Son bilgilendirme: Yeni bölümler devam ederse wattpadden olur.

.

 

 

 

 

Bölüme geçebilirsiniz keyifli okumalar.

.

.

 

 

 

Beyaz, karlarla kaplı düz bir arazideydim. Belli belirsiz bir silüet gözümün önünden kayıp gitti. Ayakkabı tabanlarının kaldığı yere baktığımda soğuk, buz tutmuş zeminin ayak izleri ile çözüldüğünü gördüm. İzler bir erkeğe aitti. Yerden kalkıp yavaşça yürürken ayaklarım, izlerin hemen ardında yeni izler var etti.

 

Soğuk, tenime batarken duraksadım. Adımlar bir anda her yerden aynı anda belirince gözlerim yerde gezindi. Bu arazide soğuk ve benim dışımda hiçbir şey yoktu. İzlerin sahibi kimdi?

 

Beyazlığın içine karışmış siyah, leke gibiydim. Küçük bir noktaydım belki ama ilk ben göze çarpıyordum.

 

Yoğun beyaz gözlerimi acıtırken kımıldamadan durup nefesimin havada çizdiği buğunun yok oluşunu izledim. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki kulaklarımda sesini duyabiliyordum.

 

"Kimse yok mu?" Diye etrafta bakıp bağırmak istediğimde sesim yok oldu. Aralanan dudaklarımdan boşluk döküldü. Yutkunup boğazımı tuttum. Cam bir fanusun içindeydim ve onu geçen hiçbir şey varlığını devam ettiremiyor gibiydi.

 

Adrenalin kanıma yavaşça sızdığında yutkundum. Bir çıkış var mı diye ararken düz zeminin bir sonu olup olmadığından emin olamıyordum.

 

Ayak izleri bu defa yavaş yavaş çamur ve kanla dolarken yutkunup yavaşça bir adım geri attım. Ayağıma değen sıcaklık ile başım aniden geriye döndü ve arkamda uzanan bataklığa saplandım.

 

Ayağımı almaya çalışsam da çamur yavaş yavaş tüm zemini yutmaya başlamıştı bu yüzden kımıldayamıyordum. Bataklık bir anda her yere sıçrayınca içinde yüzü olmayan bir silüet belirdi, yüzü bana dönüktü ve kımıldamadan öylece duruyordu. Bir süre birbirimize baktık. Ben bağıramıyordum o göremiyordu. Üzerime doğru geldiğinde gözlerimi kapatıp kendimi geri çekmeye çalıştım.

 

Korkuyla yerimden sıçradım. Gözlerimi açtığımda etrafa baktım, karakoldaydık. Sorgu için bir kaç kişiyi almaya gitmişlerdi. Onları beklerken de uyuyakalmıştım. Gördüğüm kabusun etkisiyle saçlarımın dipleri ıslanmıştı.

 

Yandan aldığım su şişesinin kapağını açıp bir iki yudum içtim. Alnımdaki damla damla olmuş teri peçeteyle silerken saçımın diplerine de tampon hareketlerle baskı uyguladım.

 

Uyuyakaldığım odadan çıkıp sorgu odasını izlemek için içeri girdiğimde henüz kimsenin olmadığını gördüm. Sorguya Mazhar girecekti, önce şüpheliyi getirip masaya kelepçelediler. Adam sinirle Günay'a baktı.

 

 

"Hangi gerekçeyle taktın sen bunu kardeş?" Diye sordu. Görünüşünden daha kaba bir hitap tarzı vardı. İri yapılı uzun boylu adamı gözlerimi kısarak inceledim. Günay onun sözlerine karşılık yalnızca kaşlarını çattı.

 

Adam, "Avukatım nerede hani?" Diye üsteledi. "Ne bu kardeşim, evden alırken ayrı muamele burada ayrı, çıkar şunu yoksa ben avukatım gelene kadar konuşmayacağım." Çok öfkeliydi bu işimize gelmezdi. Ses sistemini aktif hale getirdim.

 

"Kelepçeyi çıkarabilirsin Günay, gözetimim altında." Dediğimde Günay kelepçeyi alıp bir şey söylemeden odadan çıktı.

 

Adam gözleriyle kapanan kapıyı takip etti. Ardından başını sağa çevirip, "Hasbin Allah." Diye mırıldandı. Gözlerimi kısıp başımı yana doğru eğdim. Bir süre sessiz kalıp ıslık çaldı. Bu uzun sürmedi, kimse sessizliğe fazla dayanamazdı. Özellikle daha önce kendine temas etmemiş biri yalnızlıktan ve sessizlikten rahatsızlık duyardı. Bunun yansıması da tedirgin hislerin gözlerinde can bulması şeklinde olurdu. Karşımda olan kişi de şu an bunu yok etmek için ıslık çalıyor, umursamaz görünmeye çalışıyordu. Oturduğum yerden kalkıp bir iki adım geride duran duvara sırtımı yasladım.

 

32 yaşlarında genç bir adamdı. Siyah saçları, kirli sakalı ve esmer teniyle uyum içindeydi. Gözleri siyaha çalıyordu. Umursamaz gibi görünmeye çalışıyordu. Rahat bir şekilde geriye yaslanmıştı ama sürekli salladığı bacağı kendini ele vermişti. Şu an kanında yüksek doz adrenalin geziniyordu. Kontrol altında tutmaya çalıştığının açığa çıkması bundandı, kontrolü çoktan kaybetmişti.

 

Gözlerim acıyla açılıp kapandı. Yorgunluk, baş ağrısı her şey beynimin içindeydi. Tüm vücudum, ağırlığını hissediyordu. Yutkunup başımı yere indirdim.

 

Mazhar içeri girip, "Oğuz Bey." Diye masaya yaklaştı, elindeki dosyayı da masanın üzerine sesli bir şekilde koydu.

 

"Hayda! Çattık burada da mı sen?" Diye söylendi Oğuz.

 

Siyah tişörtünün boyun ve kol kısmından taşan büyük bir dövmesi vardı. Keskin yüz hatları adeta bu görüntüyü tamamlayan bir nokta gibiydi.

 

Mazhar ona tamamen zıt olan görüntüsüyle yanında fazla masum bir imajla duruyordu. Tam aralarından da cama yansıyan kendi görüntüm aykırı bir şekilde beni izliyordu.

 

Kendimi uzaktan izlediğim zamanların toplamı tüm hayatıma mal olacak kadar fazlaydı. Üniversite yıllarında gittiğim psikolog ile olan bir anım yavaşça zihnime düşünce yutkundum.

 

 

"Aynaların ardında yaşamak sana güvenli geliyor." Dediğinde yüzüne baktım.

 

"Öyle değil." Diye karşı çıktım.

 

"Aksine, ben istemiyorum görmeyi. Sürekli," Derin bir iç çektim. "Kendimi görmeyi istemiyorum." Diye devam ettim. Hafifçe gülümsedi.

 

"Peki nasıl olmasını isterdin?" Yutkundum.

 

"İçeriden nasıl göründüğünü görmek isterdim." Dediğimde gözlerim ileride bir noktada takılı kaldı.

 

"Yıllardır yalnızca olması gerekenleri yaşadım. O an ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım, hissettiğim için değil onun doğru olduğunu bildiğim için. Gerçekten mutlu olmak ya da üzgün olmak ne unuttum. Ama hep merak etmişimdir içeriden nasıl görünüyorum acaba?" Gözlerim yavaşça doktorla buluşunca ellerini masaya koymuş beni izliyordu.

 

"Nasıl göründüğünü bilmek sana ne hissettirecek?" Diye sordu.

 

"Kendimle ilk defa daha farklı bir noktadan teması kurmuş olurum belki." Dediğimde başını salladı.

 

"Peki bunun senin için bir anlamı olacak mı?" Dudak büzdüm.

 

"Bilmiyorum, savaşılacak yerde barış istenmezmiş. Ben hiç aynanın ardındakiyle barış yapmadım. Tel örgüleri kaldırmak için bir adım atmadım." Diye mırıldandım.

 

"Bu senin için zor olmuş olmalı." Dediğinde ona baktım.

 

"Olmadı, başka türlü yaşamayı öğrenmiş olsaydım belki zor olurdu ama olmadı. Ben kendine şefkat duymanın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bu yüzden ona bıçak doğrultmak daha kolay geliyor." Beni dinlerken bir kaç not aldı.

 

"Geçmişteki sen, şu an karşında olsaydı, ona ne söylerdin?" Diye sordu sakin ses tonuyla.

 

"Hiçbir şey." Yutkunup dudağımı yaladım.

 

"Hiçbir şey söylemeyi hak etmiyor mu?" Diye sorunca başımı iki yana salladım. Uzunca nefes alıp bir kaç saniye durdum. Aklıma binlerce kesikten acı akmaya başladı. Hatırlamak acıdan başka bir şey getirmiyordu.

 

Tekrar konuşabildiğimde, "Onunla konuşmak çok eski, kabuk bağlayan bir yarayı koparmak olur." Diye mırıldandım. Sessizce başını salladı ve bana gerekli zamanı verip bekledi. Gözlerimi kapattım, düşünmeden o kuyudan çıkmak için kendimi bıraktım. Düşmek, yüzeye ulaşmak olurdu bazı anlarda. Düşüyordum kurtulmak için fakat bu defa yüzeye çevrilmiş değildi yönüm, en dibe iniyordum.

 

"Peki sence o yaranın varlığını kabul etmen sana bazı konularda daha fazla yardımcı olabilir mi?" Diye sorduğunda gözümü açıp karşıya baktım. Yarayı inkar etmiyordum. Hiçbir zaman da etmemiştim.

 

"Kabul ediyorum, onunla beraber diğer tüm yaraları da kabul ediyorum. Fakat zamanında sararken yeterince uğraştım. Daha fazla uğraşmak istemiyorum." Diye karşılık verdim. Hafifçe başını sallayıp geriye yaslandı.

 

"Ne olmasını isterdin?" Dediğinde yine zihnimi devreye sokmaya çalıştı. Bakışlarımı ellerime indirdim.

 

Şu dünyada ölü yaşamların isteklerini görmek yalnızca doktorların yaptığı bir işti.

 

"Daha önce hiç birbirine görünmez iplerle bağlı insanların çırpınışını izlediniz mi?" Diye sorduğumda ellerime bakmayı bırakıp yüzüne baktım.

 

"Nasıl yani?" Dedi. Hafifçe omuz silktim.

 

"Aşk en güçlü ip ama nefretle aynı sağlamlıkta. İnsanlar birbirine bağlılar ve buna aşk diyorlar. Yaraları aynı güçteki nefret ve aşk ile harmanlıyorlar." Hafifçe nefes aldım.

 

"Güç ve güçsüzlük. Sevgi ve nefret aynı kökten doğuyor. Ben bir çoğunu anlamsız buluyorum. Bağlı olduğum bir kişi yok o yüzden ipimin ucu boşlukta." Hafifçe gülümsedim.

 

"İşin kötü yanı da bu. Ben özgür olmak isterdim. Ucunu boşluğun tuttuğu ip benim çıkmaz döngümün sebebi. Kendimden kaçıyor gibi görünüyorum ama kendimi o kadar iyi tanıyorum ki..." duraksadım. Bir kaç saniye sessizlik oldu. "Kendimden korkuyorum." Diye mırıldandım yutkunarak.

 

"Sizin hiç karanlığınız oldu mu? Sığındınız mı ona, yoksa yıllardır bir tek ben mi teselli aradım. Büyümek diyorduk değil mi? Yanağımı soğuk betona yasladığımda, içim çocuk değildi benim. Sevgiyi ve sevgisizliği karanlığın kollarında yaşarken de değildi." Başımı iki yana salladım.

 

"Ben ne istiyorum biliyor musunuz?" Dediğimde göz göze geldik. Çok derinde olan bir kapıyı sımsıkı tutmuş açmaya çalışıyordum. Gözlerimde gördüğü his karmaşasını anlamlandırmaya çalışmasını anlayabiliyordum çünkü bu yılların yansımasıydı.

 

"Acı hissedebilmeyi..." Diye mırıldandım. İfadesiz kaldı. "Bana acımı geri verebilir misiniz" Kapı bir anda sonuna kadar açıldı ve çürük kokusu etrafı kapladı.

 

 

Yüzüm yavaşça aynanın sırrı içinde kaybolup gitti. Doktor o gün bana majör depresyon tanısı koymuştu. Ve ben ilaç kullanmak yerine aynaların ardında olanları görmek için tırnaklarımla aynaları kazıyıp sırlarını koparmıştım. Tırnaklarımdan sızan kanlara rağmen sonunda gördüğüm bir görüntü olmuştu.

 

Hastaneydim. Saat 10.00'du.

 

 

Kapalı gözlerimi açıp yaslandığım duvardan sırtımı ayırıp yavaşça öne, camın olduğu kısma doğru bir kaç adım yaklaştım. Aralanmış dudaklarımdan sessiz nefesler dökülüp odanın içine aynı çürük kokusunun dolmasına sebep olunca dudaklarımı birbirine bastırdım. Var olan anlara geçmişin bulaşmaması gerektiğini öğrenmiştim.

 

Yıllara sığmayan acılar olmuştur hep ve bundan sonra da olmaya devam edecektir. Karşısına dikilip izlediğim geçmiş yıllara bakarken büyüdüm, o an yıllara sığamayacak şeyler gördüm. Bir bütündü ama o kadar parçalara ayrılmıştı ki bin parçadan izledim dünyayı. Görmediğim köşe kalmadı ama kimse baktığım kadar dağınık bakmadı. Ve tüm geçmiş ellerimde parçalandı.

 

Kan akmadı ama çok yara açıldı.

 

Zaman eline aldığı bıçaklarla herkesin teninde o kutsal dansını yaptı...

 

Mazhar, "Telefonundan en son sizin numaranız aranmış." Diyerek adama yaklaşınca etraftaki nesneler tekrar yerine geldi. Zihnim yavaşça tekrar şu ana döndü. O sırada konuşmalarında kaçırdığım kısımlar olduğunu fark ettim. İkisi de gergin bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Oğuz ellerini yavaşça masanın üzerine çıkarıp başını kaldırdı. Gerilmiş çenesi ve belirgin boyun damarları ortaya serildi.

 

"Yani?" Diye ukala bir tavırla sorduğunda Mazhar kaşlarını çattı. Oğuz’un arka sağ tarafındaydı yavaşça önüne geçip masaya eğildi. Gördüğüm tek şey sırtı olurken kollarımı birbirine bağladım.

 

"Ne söyledi sana?" Mazhar'ın sert sesi duvarlara çarpıp geri döndü. Adam hafifçe gülümseyip başını iki yana salladı.

 

Oğuz, "Ne söyleyebilir kardeşim iş arkadaşım saçma sapan sorular soruyorsun." Diye tersleyince Mazhar hareketsiz bir şekilde ona bakmaya devam etti. Nasıl baktığını görmesem de tahmin edebiliyordum. Oğuz da gerilmişti.

 

“Oğuz.” Dedi sakin bir tonla. “Ben sabırsız ve öfkeli bir adamım.” Oğuz Mazharı inceledi.

 

“Oğuz.” Sesi bir tık daha sertleşmişti. Yavaşça ona doğru yaklaşıp fısıldayarak bir şeyler söylemeye devam etti. Kaşlarımı çattım. Başımı camın bir köşesine uzatıp bakmaya çalıştım ama gördüğüm tek şey geniş sırtı oldu.

 

“O yüzden bana anlatmak ya da anlatmamak senin için bir tercih değil.” Dediğinde gözlerimi kapatıp nefesimi verdim ve elimi cama yumruk şeklinde koydum. Tehdit mi etmişti? Mazhar... Mazhar...

 

“Avukatın gelse ne yazar? Sen bana hayatını istiyor musun istemiyor musun onu söyleyeceksin.” Elini masaya vurup kalkınca dudağımı dişlemeye başladım.

 

Oğuz yutkunup başını salladı. "Ertesi gün olan toplantı ile alakalı soru sordu, kapattı." Dediğinde teslim olmuş bir ifade oturdu gözlerine.

 

Mazhar'ın kaşları kalkıp indi. Ne yapmaya çalışıyordu, ne söylemişti ona? Dosyanın içinden benim fotoğrafımı çıkarıp önüne doğru parmaklarının ucunda itti. Bu hareketiyle başımı geri atıp iki yana salladım. Aptal, dedim içimden, işe duygularını karıştırıyorsun...

 

"Bu kadını tanıyor musun ya da o tanıyor muydu?" Adam eline fotoğrafımı alıp inceleyince tekrar camın önüne gidip adamın vereceği tepki için yüzünü incelemeye başladım. Kaşları kavislenmişti, fotoğrafa bakarken de bu değişmedi.

 

"Hayır," başını kaldırıp dudak büzdü. "İlk defa gördüm." Mazhar elinden fotoğrafı alıp yüz üstü bir şekilde masaya koydu. Adamın yüzüne bakmaya devam ettim. Ters çevrilmiş fotoğraftan bakışlarını kaldırıp Mazhar’a çevirdi.

 

“Benim bunlarla bir alakam yok.” Dedi Oğuz. Sakallarını çekiştirip çatık kaşlarının arasından Mazhar’a ardından ters çevrilmiş fotoğrafa baktı.

 

Mazhar, “Bildiklerini anlat.” Diye sesini bastırmak için hafif bağırarak karşılık verdi.

 

“Sorguya başka biriyle devam etmek istiyorum.” Dediğinde Mazhar ellerini pantolonun ceplerine koyup etrafında gezinmeye başladı. Olduğum kısmın kapısı açıldı ve içeri müdür girdi. Göz göze geldiğimizde baş selamı verdim. Nefesini bıraktı, yanıma doğru yürüdü ve içeri baktı.

 

“Ne oldu?” Dediğinde omuzlarımı kaldırıp indirdim, elimle aynanın ardını gösterdim. Tam konuşacağım sırada, “Sorguya başka biriyle devam etmek istiyorum! Orada kimse var mı?” Diye buraya doğru bakıp seslendi adam. Müdür kaşlarını çatınca dudağımın içini dişledim.

 

Mazhar, “Ben sana az önce ne dedim Oğuz?” Diye sorup Oğuz’un omuzlarını sıkınca, o da karşılık olarak yüzünü ekşitip kendini çekmeye çalıştı. Müdür bir bana bir de içeri bakıp başını hafifçe sağa sola ne oluyor gibisinden salladı.

 

“Öfkeliyken sorguya girmemesi gerekiyor.” Dediğimde Müdür beni onayladı.

 

“Ben de biliyorum da dinlet dinletebilirsen, konu sevdikleri olunca adamı tutamıyoruz.” Diye mırıldandı.

 

“Kimse mesleğini yakmamalı.” Diye cevapladım önüme gelen saçları kulağımın arkasına sıkıştırırken. Müdür nefesini bırakıp ses sistemini aktif hale getirdi.

 

"Az önce ne dedin?” Dediğinde Mazhar doğrulup bizim olduğumuz yere baktı. “Ekin devam edecek Mazhar odama gel.” Müdür sistemi kapatıp bana baktı. “Önay Bey akşam geldiğinde sen de burada ol.” Başımla onayladım. Odadan çıktı. Mazhar kendine hakim olmaya çalışarak bakışlarını bana döndürdü. Bir süre sonra tekrar Oğuza bakarak dosyayı eline aldı, fotoğrafı arasına yerleştirdi sonra o da odadan çıktı. Yalnızca ikimiz kaldık, farklı duvarlar arasındaydık ama aynı hücreyi paylaşıyorduk. Gözlerimi sakince kapatıp açtım.

 

Ya şimdi ya hiç...

 

Kameraları kapatıp sorgu odasına geçmek için odadan çıktım, hızlıca koridoru kontrol ettim kimse yoktu; içeri girip kapıyı kilitlediğimde Oğuz bana baktı. Gözlerimiz buluşunca kaşlarını çattı.

 

"Sen o değil misin?" Diye sorunca karşısına doğru yürüdüm.

 

"Oğuz?" Sorusunu es geçerek sorduğumda başını olumlu anlamda salladı.

 

"Benim de, siz kimsiniz? Savcı mısınız yoksa?" Gülümseyerek karşısına geçip oturdum.

 

"Fark eder mi?" Dudak büzdü.

 

"Ne bileyim şimdi yetkili bir abla mısın yoksa aranan biri mi? Az önce sordu seni çünkü polis." Kaşlarıyla beni gösterip arkasına yaslandı. Kollarını önünde birleştirince hareketlerini inceledim.

 

"Yetkili olmasam karşın da olur muydum Oğuz?" Diye sorup ellerimi masaya koydum.

 

"Yakınlığınız neydi?" Diye konuya girdiğimde nefesini bıraktı.

 

"Ya yemin içerim bir yakınlığım yoktu. İşkolik adamın tekiydi zaten. Sürekli beni arayıp toplantı konuşuyordu kurtulamıyordum heriften." Kaşlarımı çattım.

 

"Kurtulmak istiyordun yani?" Birden başını iki yana salladı.

 

"Ne diye kurtulmak isteyeyim hanım abla, konuyu nereye çekiyorsun gözünü seveyim başımı mı yakacaksın?" Dudağımı yaladım ve tek kaşımı kaldırdım. Kıvama gelmişti.

 

"Son gün başka bir şey söylemedi mi?" Diye sorunca bakışlarını havaya kaldırıp düşündü.

 

"Valla en son bir şey söylemişti ama çok hatırlamıyorum. Bir flaş bellek mi bulmuş ne olmuş anlamadım da olayı. Beni dövseler benimle kavgaya gelir misin dedi ben de, ne geleceğim lan benimle mi yedin ne bok yediysen dedim." Başını sağa yatırdı. "Affedersiniz yani yetkili hanım, böyle de küfür ettim ama..." İfademi izledi.

 

"Neyse alışkınsınızdır siz, sonra da bunu ormanda öldürmüşler işte." Kaşlarımı çattım.

 

"Başka bir bilgin yok yani?" Başını sağa sola salladı.

 

"Yok abla ne olsun başka? Adam her şeye burnunu sokardı, sevmezdi de şimdi rahmetliyi kimse yalan yok." Kaşlarımı çattım.

 

"Ne gibi işlere?" Dediğimde omuzlarını kaldırıp indirdi.

 

"Yav işte ne bileyim abla, böyle düşerse birinin peşine bulurdu bir şey illa, ben de duyardım araştırdığını falan ciddiye de almazdım pek, pısırık bir tip gibi gelirdi ama doğruymuş demek. Kim yaptıysa açtığı işlerden birindendir. Çok karıştı her şeye, biliyorsun abla bizim ülkede bir şeye karışılmaz." Dediğinde başını yana eğdi. Nefesimi verip gözlerimi kıstım.

 

"Az önce neden anlatmadın sen bunları?" diye sorunca gülümsedi.

 

"Sevgilin bana böyle sorular sormadı ki anlatayım." Dudaklarımı yalayıp gözlerimi kapattım.

 

“Ne sevgilisinden bahsediyorsun?” Diye sorup yüzünü inceledim. Gülümsemesi daha da yayıldı.

 

“Senin için az önce meslek hayatını karartan abiyi diyorum.” Dedi keyifle. “Öğret sevgiline nasıl soru sorulması gerektiğini, tehdit falan etmesin bir daha kimseyi. Gün gelir sağlam kayaya çarpar,” Göz kırptı. “Ne demek istediğimi anladın değil mi abla?” Yerimden kalkıp sandalyeyi sertçe ittim.

 

"Savcıya ifade verirken de aynı hatayı yapıp, sana sorulanlara saçma cevaplar verme sakın." Dediğimde başını hafifçe sağa sola sallayarak soru dolu gözlerini üzerime dikti.

 

"Abla sen savcı değil misin zaten?" Kapının önüne gelmiştim.

 

“Oğuz Bey,” Diye, omzumun üstünden bakınca kısa bir an gözlerimiz birleşti. “Tahminlerinizde çok kötü olduğunuzu daha önce söyleyen olmadı mı size?” Kaşları çatıldığında hafifçe gülümseyip kapıyı açtım ve odadan çıktım.

 

Kalbimin sesi kulaklarımda atıyordu. Bir iki adım atıp koridoru arkamda bırakırken gözüm Cansen'i aradı. Cansen yerine bana doğru gelen Ekin'ı gördüm.

 

"Ülkü sen de mi buradaydın?" Diye sorunca başımı sallayıp selam verdim.

 

"Evet karakolun trafiği bugünlerde yoğun malûm." Sorgu odasına baktı.

 

"Gelmezsin sanmıştım son olaylardan sonra." Dediğinde gülümsedim.

 

"İşimin başındayım." Diye karşılık verdim.

 

"Bir şey anlatmıyormuş sanırım, öyle geldi kulağıma." Dedi sorgu odasını göstererek.

 

"Bir de sizinle konuşsun belli olmaz." Dediğimde gözlerini kıstı.

 

"Merak ediyorum doğrusu bu işin sonunda neden boğazında senin fotoğrafının olduğunu bulabilecek miyiz?" Manidar bir şekilde bakınca ifadesiz kalmaya çalıştım.

 

"Belli olmaz, belki daha fazlasına ulaşırız savcım." Diye mırıldandığımda tek kaşını kaldırıp başını salladı.

 

"Evet, belli olmaz." Adım sesleri duyduğumda geriye doğru baktım. Cansen dalgın dalgın buraya doğru geliyordu. Eliyle başını ovarken kısa saçları tutunamayıp çenesinin ucuna doğru kaydı. Saçlarını kulağının arkasına sıkıştırmak için kafasını kaldırınca bizi gördü, bana doğru yönelip koluma girdi.

 

"Ülkü gidelim mi artık?" Kısa bir an gözleri Ekin'e kaydı.

 

Cansen, "Merhaba." diye mırıldandı. Ekin gülümseyip Cansen'e baktı. El sıkıştılar.

 

Ekin, "Merhaba, nasılsın?" Diye sorunca Cansen omuzlarımı kaldırıp indirdi.

 

"Gördüğünüz gibi." Ekin başını salladı.

 

"Duyduğuma göre zor bir gün geçirmişsiniz." Cansen sakince mırıldanarak onayladı

 

"Maalesef en kısa zamanda suçluyu yakalayacağız ama," gözlerimiz birleşti. "Hepsinin hesabı da sorulacak, değil mi?" Sorarken imalı bir şekilde tekrar Ekin'e döndü.

 

Ekin, "Tabii." Dedi başını sallayarak. "Tabii, en kısa zamanda." Eliyle odayı gösterdi. Cansen’e bakarak, "Ben sorguya giriyorum." Dediğinde Cansen sessizce onayladı. Ekin girdikten sonra bana döndü.

 

"Uyumam lazım."

 

Hava kararmaya başlamıştı. Dışarı adım atar atmaz soğuk hava yüzümüze çarptı.

 

"Flaş bulmuş adam." Dedim arabaya yürürken.

 

"Ne?" Diye sordu Cansen.

 

"Flaş bulmuş sonra tehdit etmişler adamı. Ne buldu bilmiyorum. Evine arama yapıldı mı?" Cansen başını olumsuz anlamda salladı.

 

"Daha değil, izin yarına anca çıkar, yazı bekliyorum." Arabaya binince yolcu koltuğuna oturdu. Kapıyı kapatıp ona baktım.

 

"Sesli düşünüyorum. Bir ihtimal flaşı vermemek için yuttu ve sonra öldürülüp karnından kesi ile çıkarıldı." Cansen yüzünü buruşturdu.

 

"Afakanlar basıyor bana artık." Diye mırıldandı.

 

"Sesli düşünmeye devam ediyorum. Flaş bataklığın içinde." Diye cümlemi bitince Cansen başını iki yana salladı.

 

"Mideyi tercih ediyorum. Bataklıkta flaş fikri hoşuma gitmedi." Uzun bir nefes aldım. Motoru çalıştırıp yola çıktığımda yorgun bir şekilde ileri doğru baktım.

 

"O flaşta ne vardı sence?" Dediğimde omuz kaldırıp indirdi.

 

"Bilmiyorum çok ihtimal var." Diye mırıldandı.

 

"Adam bir şeylerin peşinde düştüğü için tehdit ediliyormuş. Öyle dedi az önce sorguya aldığımız arkadaşı. Boyundan büyük işlere karışmış galiba. Bana verilmek istenen mesaj açık. Uslu dur, sessiz ol diyorlar. O yüzden de tam boğazına benim fotoğrafımı sapladılar. Ama aklımı karıştıran şey neden sorgu günü çekilen fotoğraf?" Cansen başını geri attı.

 

"Şu dükkanın orada olan ablanın dediği aile ile görüşmeyi öne çekiyorum. En kısa zamanda konuşmaya gideceğim." Dediğinde nefesimi bıraktım. Cansen başını ovarken yandan bir bakış attım.

 

"Birce, eve ulaşmış değil mi?" Dediğimde olumlu bir şekilde mırıldandı.

 

"Ulaştı. Bora eve girer girmez ağlamaya başladı diyor. Fazilet ablaya anlatır galiba yarın, çok korkmuş senin için." Nefesimi verdim.

 

"Bu işin altından Önay çıkar mı dersin?" Dediğimde dışarı doğru baktı.

 

"Umarım bu defa da o çıkmaz. Sen en son ne zaman konuştun?" Dudak büzdüm.

 

"Biraz uzun zaman oldu ama müdür yarın akşam geldiğinde benim de orada olmamı istedi." Diye mırıldandım.

 

"Kutay anlatmamıştır değil mi?" Dediğinde gözlerimiz birleşti.

 

"Öyle söyledi ama bilmiyorum." Cansen başını cama yasladı.

 

"Güven olmaz." Dediğinde yola baktım. Dudağımı dişlerken direksiyonu daha sert kavradım.

 

"Anlaması benim hatam mıydı sence?" Diye sordum gaza basarken. Cansen başını ovmayı bırakıp bana baktı. Başını iki yana sallayıp gülümsedi.

 

"Hayır, biraz fazla dikkatli ve şüpheciydi. Bizim hatamız bunu fark etmemek oldu." Dudağımı birbirine bastırdım.

 

"Çok acemi bir hataydı. Bu kadar yaklaşmışken..." Gaza biraz daha bastığımda araba öne atıldı. Bir kaç aracı solladım.

 

"Olan oldu hâlâ durumu lehimize çevirmek mümkün. Kendini yıpratma boşuna." Dediğinde hızımı azaltıp kısa bir an ona baktım.

 

"Başın geçti mi?" Dediğimde olumsuz bir mırıltı çıkardı.

 

"Hayır tam orta yerine balta saplıyorlar gibi hissediyorum normal mi sence, hastanelik mi?" Dudaklarım kıvrıldı.

 

"Uykuluk." Diye karşılık verince elini ileri doğru uzattı ve gülümseyip kafasını geri attı. "Evet, uyumak ve uyumamak işte tüm mesele bu."

 

Aramızda sessizlik oluştuğunda araba tekerinin sesi bu sessizlikte yerini aldı. Bir süre sonra tekrar Cansen'e baktığımda uyuyakaldığını gördüm.

 

**

 

Sessizliğe mahkum edilmek başkaydı sessizliği benimsemek başka. Çoğu insan kabul etmiyor da olsa aslında hayatlarının bir döneminde yaşadıkları şey bir mecburiyet sonucu oluşmuştu. Hissettiğim çok şeyin ötesinde gözlerinde gördüğüm bir gerçek vardı. Herkesin bir gün bildiği ve öğreneceği bir gerçek. Benim onlardan çok daha önce görmem yalnızca farkındalığımı arttırmıştı ama sonucunda baktığımız o son hepimiz için aynıydı.

 

Fazilet ablanın verdiği flaşı elimde çevirdim.

 

İçinde olanlar hakkında bir şey bilmediğini söylemişti. Yıllar önce eline geçmiş ve benim adıma ona gönderilmişti. Şu an hayatımızda iki tane önemli olabilecek flaş vardı biri kayıptı biri ise avuçlarımda duruyordu.

 

Elimde flaşı döndürmeyi bırakıp bilgisayara taktığımda dosya şifreli bir şekilde beni karşıladı. İp ucu neydi ya da neden benim izlememi istiyorlardı bilmiyordum. Önümde dört haneli bir şifre sistemi dururken yutkundum. Tekrar edilmeyen harflerle oluşturulmuşsa bu 3628800 olasılık demekti. Tekrarlı harfler varsa bu olasılık artarak bana göz kırpacaktı.

 

Sessizlik etrafımı kuşatırken ekrana bakmaya devam ettim.

 

Bir sıfır üç sıfır yaptım ama dosya açılmadı. Sıfır dört bir üç yaptığımda yine açılmadı. Nefesimi bırakıp elimi yanağıma dayadım. Dosyanın ayrıntıları kısmını açtığımda ise beklemediğim bir şeyle karşılaştım.

 

Özge Akay...

 

“Özge Akay.” Diye mırıldandığımda hafızamı zorladım. Akay, Mazhar’ın soyadı da Akay’dı. Özge, Özge, kimdi bu Özge?

 

Bilgisayarın arama kısmına önce Mazhar’ın adını soyadını yazdım. Karşıma emniyet müdürü ile bir fotoğrafı çıktı. Haber başlığına girdiğimde, Umut Akay emniyet müdürü olarak atandığında oğlu ve eşi ile eski görevinin tesliminde bulundu diye haber yapmışlardı. Aşağılara indiğimde eski bir üçlü aile fotoğraflarını gördüm. Özge Akay, Mazhar Akay ve Umut Akay...

 

Ağzım hafif açıldığında kadının yüzüne daha dikkatli baktım. Gördüğüm gerçek beynimden aşağı kaynar suların dökülmesine sebep oldu. Bir kaç dakika öylece hareketsiz kalıp ekrana baktım.

 

Ellerim titreyerek yerimden kalktığımda zar zor Cansen’i aradım. Bir kaç çalıştan sonra açtı.

 

“Söyle güzellik.” Tekrar bilgisayar ekranına yaklaştım.

 

“Bir şey buldum.” Diye mırıldandım kelimeler benden mi çıkıyordu emin olamıyordum. Kendi bedenime sesime ve hissime yabancılaşmıştım. Tek hissettiğim kalbimin deli gibi atmasıydı.

 

“Ne buldun flaşla ilgili mi?” Beynim zonkladığı için algılarım kapanmış gibiydi.

 

“Yanlış hatırlamıyorum eminim, defalarca kez nefretle baktım çünkü yüzüne. Aklıma, kalbime her yerime kazıdım. Cansen, ben...” Başımı yavaşça inkar eder gibi ikiye salladım ama gerçek karşımdaydı. Ekranın ardından bana bakıyordu. Yüzünde bize göstermediği bir şefkat vardı. Anne şefkati...

 

“Bakıcıyı buldum.” Cümlem bittiğinde ani fren sesi geldi. Ardından kulağımdan yoğun bir şekilde korna sesleri yükseldi.

 

“Geliyorum.” Dedi Cansen uzatmadan. Telefonu kapatıp beni yalnızlığımla baş başa bıraktığında elimi masanın üzerine indirip telefonu yavaşça bıraktım. Avuçlarımdan kayıp gitti.

 

“Mazhar, kimsin sen?” Diye mırıldandım sakince. “Kimsin?”

 

Ne yaptığını biliyorum demişti. Herkesi kandırabilirsin ama beni kandıramazsın demişti. Üstüne basa basa sürekli gözlerime bakıp gerçekleri itiraf etmemi istemişti. Bildiği gerçekleri benden duymak istemişti.

 

Boğazımı tutup başımı havaya kaldırdım. “Mazhar.” Diye mırıldandım. “Mazhar...

 

Etrafımın kuşatıldığını hissettim. Ben bir oyun inşa etmiştim. Bazı insanlar dikkatimden kaçmıştı belki ama ben önemsiz görmüştüm çoğunlukla. Şimdi en önemli taşlar olup mat etmek için etrafımı kuşatmaya başlamışlardı.

 

Gerçekten bitecek miydi? Yaşadığımız her şey bir anda elimden öylece kayacak mıydı? Başımı iki yana salladım. İzin veremezdim.

 

Hayır.

 

Onu bulmadan bu oyun bitmeyecekti. Elimdeki en sağlam kozlara oynamaya karar verdim. Beynim zonklarken ve ellerim titrerken böyle bir karar almam ne kadar sağlıklıydı bilmiyorum ama ben dünyamın yanmasındansa ellerim titreyerek tuttuğum o kibrit çöpüyle dünyayı yakmaya hazırdım. Eğer bunu canımla ödeyeceksem de başım dik bir şekilde yapacaktım.

 

Bir amaç uğruna düzeni bozmuştum. Fakat asla bir amaç uğruna değildi. Kendim için, ailem için, Cansen için, ellerimde kanı olan geçmiş için ve daha bir çok şey için feda edeceğim yalnızca bir gelecekti.

 

Yıllardır aradığım insanı bulmuştum. Bakıcımızı bulmuştum. Ben bulmamıştım o beni bulmuştu hatta Mazhar. Ne demişti o gün bana, senin ailen ben olacağım. Olmuştu. Mazhar sırtımı koşulsuz güvenle yaslayabileceğim ailemin bir parçasıydı. Annesi bakıcımdı. Ona annesini anlattığım gün, nefret ettiğini ona bunu ödeteceğini söylemişti. Ödetmiş miydi? Ne yapmıştı?

 

Söz vermişti bana, seni bir gün kurtaracağım demişti. Bunu hatırladığımda gülümsedim. Beni o kadar fazla kurtarmıştı ki sayısını bilmiyordum. Gözlerim dolduğunda başımı iki yana salladım. Mazhar, diye mırıldandım. Mazhar...

 

İçimde susturamadığım bir taraf vardı. Gerçekliği sorguluyor, sorguluyor ve sorguluyordu. Ya bir yanılsamaysa? Ya yanlış hatırlıyorsan? Diyordu ama hayır. Aklımın her köşesine işlediğim yüz hatları yalnızca yaşlanmış ve kırışmıştı. İnsanlar aynı kalırdı, insanlar değişse bakışlar değişmezdi. Emindim bu bir yanılsamadan çok daha fazlasıydı.

 

Ellerimin titremesi bedenimin her köşesini esir aldığında zorla ayağa kalkıp pencereye yöneldim. Perdeyi kenara ittiğimde pencereyi hırsla kendime doğru çektim ve cam açıldı. O sırada aşağıdan binaya doğru yürüyen Kutay’ı gördüm. Başımı sallayıp bir adım geri çıktım.

 

Hayır, hazır değildim. Beni böyle görmesine izin veremezdim. Cansen’e ihtiyacım vardı. Gördüğümü görmesi gerekiyordu. Gerçekliği onun da onaylaması gerekiyordu ama bu denklemin içinde Kutay yoktu. Kutay olmamalıydı.

 

Merdivendeki adım sesleri kulağıma dolduğunda sessizliği daha net duymaya başladım. Kapı çaldı ama gidip açmadım. Cansen’i bekliyordum, gelecekti ve o şifreyi aşıp dosyaya ulaşacaktık. Kutay bu denklemde olamazdı.

 

Ani bir fren sesi geldi dışarıdan. Pencereye gidip yaklaştım Cansen hızla inip koşar adım binaya girdi. Arkasından arabanın kilit sitemi aktif olup kilitledi kendini. Kapı hala çalıyordu. Dış kapıya ulaştığımda yutkundum.

 

“Kutay merhaba, uygun bir zaman değil daha sonra gelsen iyi olur.” Cansen’in sesini duyunca rahatladım. Git Kutay, diye mırıldandım delikten bakmak için ayaklarımın üzerinde hafifçe yükselip.

 

“Bir sorun mu var neden açmıyor?” Cansen tedirgin yüzünü maskelerin ardına gömmüştü.

 

“Sonra.” Dedi tek hamlede. “Uygun bir zaman değil hiçbirimiz için.”

 

Kutay bir şey söylemeden arkasını dönüp merdivenleri indi. Kapıyı açtığımda adım sesleri durdu ama Kutay arkasını dönmedi. Cansen içeri girdiğinde kapıyı kapattı ve bana yüzündeki tüm maskeleri indirerek baktı.

 

“Göster bana.” Ceketini hırsla çıkarıp astı ve salona doğru yürüdü, sessizce takip ettim. Bilgisayarı kendisine çevirince gözleri bir noktada sabit kaldı.

 

Uzun süren bir sessizlik oluştu aramızda. Zorunlu bir sessizlikti bu defa çünkü beklenmediğimiz bir yerden yakalanmıştık. Yıllardır onu aramıştık, yaptıklarının neye sebep olduğunu göstermek için bir iz peşinde gezip durmuştuk. Tek bildiğimiz ismiydi onu da gizlice dinlediğimiz memurlardan öğrenmiştik. Ve şimdi karşımızdaydı, yaşlanmıştı en kötüsü de Mazhar’ın annesiydi.

 

Mazhar’ın annesi.

 

Cansen başını kaldırınca eliyle ağzını kapattı. Yaralarımızdan oluk oluk kanlar akıyordu. Geçmişin uyuyan canavarı gözlerini açmıştı. Kalbimizin siyahla kaplanmış yanları alev alev yanıyordu ve bunu besleyen kaynak zifiri bir karanlıktı. İkimizde birbirimize baktığımızda yükselen alevlerin neye mal olacağını görebiliyorduk. Elimizden bir şey gelmiyordu, geçmişe müdahale edemiyorduk. Bu yüzden alevlerin dünyayı yutmasına seyirci kalıyorduk. Tıpkı bizim acımızı uzaktan izlemeleri gibi, tıpkı bizi görmemeleri gibi.

 

Ne düşünüyordu bilmek istiyordum. Mazhar’a en çok güvenen kişi belki de Cansen’di kendine dahi itiraf edemediği bir gerçek vardı, o da Mazhar’ı kardeşine benzetmesiydi. İkimizin arasında hiç konuşulmamış bir sırdı bu aslında ve şimdiden bile yıkımı hissetmemek elde değildi.

 

“O gün bakıcının oğluna anlattım demiştin?” Ayağa kalkıp salonun ortasında yürüdü.

 

“Anlatmıştım.”

 

“Mazhar biliyor yani?” Ne düşündüğünü bilmek istiyordum.

 

“Büyük ihtimalle.” Kaşlarını çattı. Ellerini önüne getirip saçlarını geri itti.

 

“Şu hayatta tek güzel bir şey olamayacak mı? Mazhar olamaz bu defa gerçek olmasın, güvendiğim üç tane insan var! Üç tane!” Hiddetle nefesini verdi. “Bu kayıp çok ağır.” Sessizce gözlerimi kapattım. Tekrar konuşmaya başladı.

 

“Mazhar’ın annesi o kadın mıydı yani? Bana vuran, aşağılayan, aptal olduğumu söyleyen... O kadın mıydı?” Dudağını yaladı. Uzak bir köşeye bakarak hafifçe gülümsedi. “Mazhar iyi aile çocuğu, ailesinden gayet iyi eğitim almış.” Diye mırıldandı.

 

“Anneler böyle mi ülkü?” Gözleri dolmuştu. “Başkasının çocuğuna kötü davranıp ona küfürler ederken, sayılı yemek hakkı olan çocuğun elinden ekmeğini alırken, vicdana sığmayacak cezaları başkasına verirken kendi çocuğuna, böyle merhametle mi bakıyor?” Gözünden bir damla düşmesine izin vermeden elinin tersiyle sildi.

 

Anne olmam ben.” Diye başını sağa sola salladı. “Eğer bu duygu beni tek bir insana karşı merhamet dolu yapıp diğerlerine köreltecekse ben anne olmam...” Dudağını dişleyip ileri bakmaya başladı. “O adam beni bahçede sıkıştırdığında gözümün içine bakarak güldü, o adam bana dokunurken yardım istediğimde arkasını dönüp gitti.” Gözümden koca bir damla kayıp gitti. Cansen hala kendini sıkıyordu ve gözünden tek bir damla bile akmıyordu. Hala kendine verdiği sözü sadık bir şekilde tutuyordu.

 

Eğer merhamet anne olunca böyle yok oluyorsa o halde kimse anne olamasın.” Ellerimle yüzümü kapattım. O günü hatırlamak istemiyordum. Ayağa kalkıp Cansen’in karşısına geçtiğimde göz göze geldik. Çenesini sıkmıştı, açıkta olan boynundaki damar belirgin bir hal almıştı.

 

“Söz veriyorum bunun hesabını soracağız.” Dedim bir damla daha yanağımdan kaydığında, çenemi havaya kaldırıp gözlerinin içine baktım. Dişlerini sıkarak başını salladı. Gözlerinde gördüğüm yıkım beni yavaş yavaş öldürmeye yetti. Cansen ölüyordu...

 

Cansen yavaş yavaş ölüyordu ve bunu kendine dahi itiraf edemiyordu. Gözünde hayata dair hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Benim intikamıma, dünyadan intikam almak ister gibi tutunmuştu. O çocuğa verdiği sözü yerine getirmek istiyordu. Taş üstünde taş koymamak istiyordu çünkü kendi dünyasında yıkımın tam ortasında ezilip kalmıştı. Kimse duymamıştı onu. Elini bana uzatmıştı ve benim çocuk halim onu kurtarmaya çalışırken kurtarmaya gücü yetmeyeceğini anladığında Cansen’in yanına girmişti. O yıkımın altına...

 

O yüzden canımız bu kadar ortak yanıyordu.

 

Cansen şimdi nasıl maskeler ardındaysa çocukken de bir o kadar savunmasızdı. Onun elinden masumiyetini aldılar, inancını ve geleceğini. Korkuyla atan kalbini parmaklarıyla söküp yerine mekanik bir kalp taktılar. Onlar Cansen’i yaşarken öldürüp beyaz bayrak salladılar ama anlamadılar beyaz bayrak yenilgi aldığında sallanırdı, mağlup edilen kişiden merhamet beklenmezdi. Enkaz olan, hiç kimse barış bayrağını kabul etmezdi.

 

“Neye mal olursa olsun söz veriyorum Cansen, akıtamadığın her göz yaşının, sebebi olanlara bunun hesabını soracağım.”

 

.

.

 

Loading...
0%