@symdaldalli
|
Bilinmezlik derin bir kuyu gibidir. Derine indikçe bilmediğini anlamaya başlar insan. Derine indikçe zihninin açtığı savaşlarda mağlup olur. Bu yüzden yüzeyden ayrılmaya cesaret eden azdır. Dipteyken daha da aşağı inmek ne demek öğrenmiştim. Dört. Bilinmezlik vücuduma yayıldı. En kanlı savaş başladı. Kaybetmenin sınırı ortadan kalktı. Behram gittiğinde hazırladığı tosttan bir ısırık aldım. Ekmek ağzımın içinde dağılırken çay için kaynayan suyu bir bardağa doldurdum. Bir yandan yerken diğer yandan kapattığım telefonu açtım. Aramalar kısmında annem görünüyordu. Telefon yanıp sönmeye başladı. Ekranı izledim. Bir müddet sonra kapandı. Annemin attığı bir bağlantı vardı. Haber sitelerinden biriydi. Daha önce ismini duymamıştım ama olaylar hakkında bir haber yapmışlardı. 'Şok iddia' diye büyük harflerle yazılmış haber başlığının altında babamın olduğunu bildiğim kısaltma duruyordu. Saklanan dosya hakkında bahsediyordu. Telefonun ekranı tekrar yanıp sönmeye başladı. Kapanmadan önce biraz daha bakışlarım ekranda takılı kaldı ve sonunda açıp kulağıma götürdüm. "Dünya, neredesin? Neden açmıyorsun sen beni meraktan öldürmek mi istiyorsun?" Sessiz kalmaya devam ettim. Karmakarışık hissediyordum. Tüm bunları yaşamadığımız bir evren düşünmekten alı koyamadım kendimi. Her şeyin normal ilerlediği bir boyut. "Şu an iyiyim." Dedim alnımı ovarken. "Sana kızmıyorum. Sana yaşattığı şeyler için onu cezalandırmak istiyorsun ama bu birkaç yılla bitip giderek bir mesele değil. İşini kaybetmesi an meselesi." Evin içinde bir noktaya takılı kaldı gözlerim. Kızın! Diye yükseldi içimden bir ses. Kızın bana, eğer peşimi bırakmaya yetecekse bu kızgınlık tüm insanlığı da alın karşıma ama artık bitsin. Bitsin çünkü duyulmayan sözler söylemekten çok sıkıldım. "Bana kız anne, olanlar için değil ama onun sahibi başka." Duraksadı. "Mantıklı hareket etmiyorsun, öfken her şeyin önüne geçmiş." Başımı salladım. "Göreceli bir dünyada yaşıyoruz." Derken dudağımı dişledim. "Sana yardım edebiliriz." Sözleri bende hiçbir etki oluşturmadı, yalnızca kaşlarım çatıldı. Kendimi bir anlaşma masasına oturmuş gibi hissettim babamın işine ve itibarına karşılık benim bütün hayatımın yok oluşunun göz ardı edilmesinin sessizce maddelere işlendiği bir anlaşma... "Ne için?" Diye sordum. "Bir daha sana hiçbir açıdan zarar vermesine izin vermem." Gülümsedim. "Neden herkes harekete geçmek için beni bekliyor? Bunca yıl elinden gelmeyen ne gelecek söyler misin?" Öfkeli çıkan sesim boş evde yankılandı. "Ben sana ne yaptım?" Dediğinde yutkundum. Hiçbir şey bilmiyorsun anne, küçük yaştan bu yana ne hissettiğimi, senin için yaptığım fedakârlığı, nasıl bunca şeyle baş edebildiğimi... "Bana bu kadar kızmanı anlamıyorum." Sen yine bir fedakârlık bekliyorsun benden. Senin için öldürecek bir ben kalmadı. Bunu göremiyorsun. Diye devam ettirdi içteki benliğim ve duymaması için harcadığım çaba sonuç verdi. O yine hiçbir şeyi duymadı. "Kızdığım falan yok." Aramızda kısa bir an oluşan sessizlik onun tarafından bozuldu. "Baban seni bulduğunda ne olacak?" Kaşlarım kalktı. "Bilmiyorum." Nefesini uzunca verdi. "Ne demek bilmiyorum davada ismini düşünmeden mi geçiriyorsun?" Gözlerimi kapatınca dirseğimi masaya dayayıp başımı yumruk yaptığım elime koydum. "Öyle ya da böyle bu noktadayız anne konuşarak bir şeyleri değiştiremeyiz." Dediğimde fısıltıya dönüştü sesi. "Saçmalıyorsun kızım bak şu an senin için endişeleniyorum." Diye sessizce bağırdı. Başımı salladım belli belirsiz. "Endişelenelim anne ben de endişeleniyorum en azından yalnız değilsin." Başımı elimden çektiğimde çay bardağını parmaklarımın arasına alıp birkaç kez çevirdim. "Sonunda ne olacak?" Ses tonu alçalmıştı. Çaydan yavaşça bir yudum aldım. "Ne olmasını istiyorsunuz?" Dedim sakince. "Şu kabusun bitmesini." Kaşlarım kalktı. "O kabus yeni mi başladı yani?" Yıllar gözümün önünden kayıp giderken yine aynı odada babam ve annemin arasında gördüm kendimi. "Ne zaman başlamalıydı?" Bu soru ile bir tokat yediğimi hissettim. "Anne," dedim yorgun bir sesle "Yalnız kalmak istiyorum." Çay bardağını elimde döndürdüm. "Bu işin sonu eğer kötü biterse bu defa kalmak isteyeceğin yer yalnızlık olmayacak ama kızım." Öfke sesine karışırken gülümsedim. "Neyle tehdit ediyorsunuz bu defa, ne kaldı?" Çayı masaya koydum. "Tehdit falan değil Dünya, korkuyorum!" Yutkundum. "Korkuyorum kızım senin için, elimden hiçbir şey gelmediği için korkuyorum bunu görmek neden bu kadar zor?" Sesi sona doğru titremişti. "Korkma anne size bir şey olmaz." Bilinmezlik kalbime ulaştı. Bazı gerçeklerin kalbe verdiği zarar söylendiği anda ortaya çıkıyordu. "Sana ne olacak!" İçimden bir şeyler koptu. "Bana olan yıllar önce oldu daha da olmaz bir şey." Telefonu yavaşça kulağımdan çekip kapattım. Daha fazla konuşmak için gücüm kalmamıştı. Yumruğumu sıkıp ayağa kalktım. Çaydan yeniden koyup avcuma aldığım bardakla pencere önüne geçtim, kar dinmişti. Ali Ural'ın bir paragrafı kelime kelime düştü aklıma. 'Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum...' Bunu okuduğum an zihnimde beliren bir portre oldu. Beyaz kargalar hayal dünyama yavaş yavaş düşmeye başlarken ötüşlerini zihnimde hissettim. Hala aynı sese sahiplerdi. Aynı gözlerle bakıyorlardı. Tek fark beyaza boyanmış kanatlarının gökyüzünde parlamasıydı. Farklı duygular hissetmiştim. Tüm kalıpları yıkan zihinken aynı kalıpları inşa eden de oydu ve bu kalıplar hayatların sınırlarını belirliyordu. Siyahı reddettim. Beyazı reddettim. Yalnızca görüntüyü kabul ettim. Şeffaflığa sahip olmak tüm renklere sahip olmaktan daha önemliydi. *** Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Yavaşça kalkıp esnedim. Evde hala yalnızdım. Telefonun ekranına iki kez dokunduğumda aydınlandı. Saat yediyi geçmişti. Yerimden kalkıp sönmüş şömineye odun attım. En son ne zaman bu kadar uzun uyuduğumu hatırlamıyordum. Bedenim kendini kilitlemişti. Araba sesiyle birlikte doğrulup kapının yanındaki küçük pencereye gidip dışarı baktım. Birkaç dakika geçmişti arabayı görmek için. Evin önünde durduğunda sönen farla birlikte pencerenin dışına taşan ışık kalmıştı tek aydınlatan. Behram arabadan inip eve doğru gelirken kapıyı açtım. İçeri girdiğinde yüzüme bakmadan mutfağa yöneldi. Aramızda geçen son diyalog aklımın bir köşesinde kalmışken tekrar hatırlamanın hiçbir faydası olmayacağı için daha da derine gömmeye çalıştım. "Çok acıktım." Dediğinde gülümsedim. Sabahtan bu yana uyuyordum ve gelirken yer diye düşünmüştüm. "Orada yersin sanıyordum." Bana bakıp poşetlere yöneldi. "Kendi de yememiş, çok güzel." Diye mırıldanınca yanına gittim. "Menüde ne var?" Bana bakarken elime bir soğan tutuşturdu. Bir soğana baktım, bir Behram'a. Kafasını ne oldu der gibisinden salladı. "Soğan mı soyacağım?" Çekmeceden bir tane de bıçak alıp kesme tahtasına bıraktı. "Evet. Sonra da doğrayacaksın." Soğana yüzümü buruşturup baktım. Ellerime sindiğinde pek hoşlanmıyordum. "Bunu sen yapmalıydın." Dediğimde kısa bir an bakıştık. "Bazı kurallar yeniden koyulmalı mesela neden soğanı sen doğramıyorsun?" Başını yana eğdi. "Çünkü yemeği ben yapıyorum." Başımı salladım. "Evet çok güzel o yüzden soğanı da doğramalısın." Gülmeye başlayınca başımı ne gibi salladım. "O zaman yemeği kim yapıyor bu yeni kurallar çerçevesinde?" İşaret parmağımı ona doğru uzattım. "Sen." Kaşı kalkıp indi. Soğanın kabuğunu yavaşça soyarken belli etmeden gülümsedim. "Bu durumda da sen?.." Sorusuna bir cevap beklerken etrafıma baktım. "Ben de..." Dedim uzatarak, "Soğansız salata yapacağım." Tezgaha sırtını dayadı. "Bu yeni düzen kimleri kapsayacak?" Omuz kaldırıp indirdim. Soyduğum soğanı önüne doğru koydum. "Ben ve etrafımda olup bitenleri," Yukarı doğru baktım. "Etrafımda olanlar da kendi kendine olmayacağından illa bir muhatap buluyorum yani." Başını salladı. Soğanı havaya doğru atıp yakaladığında tahtanın üzerine koyup ince bir şekilde doğrarken salata malzemelerini elime aldım bir yandan da göz ucuyla ne yaptığına bakıyordum. Domates ve salatalıkları yıkadığım sırada doğradığı soğanların kokusu gözümü yaktı. Kırpıştırıp dururken burnumu çektim. "Yandım." Yandan peçete alıp gözlerimi sildim. Göz kapaklarımı açabildiğimde gülerek bana baktığını gördüm. "Geçti mi?" Başımı salladım. "Kısmi geçti." Soğanları kenara koymuştu. "Ben doğruyorum senin gözün yanıyor." Dediğinde yandan baktım. "Öyle hassas işte bir de düşün benim doğradığımı." Etleri kesip tavanın içine almıştı. Salataları doğramayı bitirmeye yaklaşmıştım ben de. Etler pişerken bir yandan da patlıcanları uzunca kesip bir de patates küplemişti. Önüme bir domates koyup baktı. "Yoracağım ama kabuğu soyulacak." Ters bir bakış attım. "Çok konuşuyorsun." Diye terslediğimde gülümsedi. Domatesin kabuğunu soyarken Behram suyu ne zaman koyduğunu bilmediğim et suyunu çekince yağ ile kavurdu ve soğan ile sarımsak ekledi. Domatesi soymuştum. Rendeleyip onu da salçayla birlikte tavaya kattı. Ben de o sırada yarım kalan muhteşem salatama geçiş yaptım. "Hiç yemek yapmadın mı?" Sorusuyla bakışlarımı yüzüne çevirdim. "Yaptım ama çok değil." Bana bakınca tavalara döndürdüm bakışlarımı. Patlıcanları kızartıyordu. "Zehirlenirler diye korktun değil mi?" Alayla baktığını görünce gülümsemekten alıkoyamadım kendimi aynı anda yüzümde gizli bir hüzün peyda oldu. Küçükken hep merak etmiştim yemek yapmayı. Annemi izlemekten keyif alırdım o yüzden. Tatlı yapmayı denemiştim bir defasında. Her şeyi özenle yapmıştım. Annem tadına bakacakken o gelmişti. Benim yaptığımı öğrendiğinde şüpheyle bakmıştı. 'Sana güvenemiyorum. İçine bir şey mi attın?' Dediğinde donup kaldım. Birkaç dakika sonra anca kendime gelebilmiştim sonra hışımla kasenin içini çöpe boşaltıp atar gibi tezgâha bırakıp çıkmıştım mutfaktan. Bir daha da yapmamıştım. "Çok hem de..." Elimle patlıcanları tabana dizip içine harçtan koyup patlıcanları üzerine örttüğü güveç kaselerini gösterdim. "Ne yemeği bu şimdi?" Aşure yapar gibi ne bulduysak koymuştuk. Üzerine kaşar rendelemek için çıkardığında elinden alıp kaşarı rendelemeye başladım. Soğan doğramayı sevmemem bilmediğim anlamına gelmiyordu sonuçta. Yani az da olsa... "Zade kebabı." Mırıltılı bir ses çıkarıp rendelediğim kaşarları güveçlerin üzerine koydum. Fırına koyulmaya hazırdı. Gerisini Behram'a bırakıp hafif dağılan mutfağı toplamaya başladım. İşim bittiğinde koltuğun üzerinde duran telefonuma yöneldim. Ata: Mesajı görünce dön merak ettim. Mesaj yazdım. 'Birkaç gün daha ver anlatacağım.' Mesajı gönderdikten sonra telefonu tekrardan kenara koydum. "Davayı geri çekebilirim." Yutkunmuştu bunu söylerken. "Kaldıramazsan," Birkaç saniye durdu. "Kaldıramayacaksan söyle. Bitirmeye hazırım." Yavaş nefes alışverişlerim havaya karıştı. "Önemi yok hallederim." Hafifçe aşağı yukarı salladı kafasını. İnsan kesin şeylerle yola başlarsa varacağı yer kuşku olacaktır diyor Francis Bacon. Her defasında karşımızdaki kuşku duvarına çarpıyorduk. Her defasında o duvarı geride bırakmayı ve yola devam etmeyi başarıyorduk fakat duvarları yok edemiyorduk. Çok mu emin başlıyorduk adım atmaya. Çok mu emindik kendimizden. Belki de burada durup arkama bile bakmadan kaçmam gerekiyordu. Kuşkuyu şimdi duyup yolumu değiştirirsem bu defa kesin bir sonuca ulaşır mıydım? Ulaşmam gerekirdi. Tüm yollara olabildiğince uzak hissediyordum. Eşit mesafede uzak olunca hepsine aynı anda mı sahip oluyordum. Ait olduğum karmaşanın sebebi bu muydu? O halde bir adım attığımda bu adımın hangi yöne olduğunun bir önemi olmaksızın, ait hissetmem gerekirdi bir yere. O adımı atsam bile koca mürekkeple yazılmış satırları değiştirerek kendimi bir yere ait kılamayacağımın bilincindeydim. Ben buydum, yalın ve sade. "Bir daha görüşmeyelim." Kaburgam sızlıyordu. Yüzüm hariç tenimde beyaz diyebileceğim bir nokta kalmamıştı. Canım acıyordu. Diğerlerine benzemiyordu bu acı. Daha derinden geliyordu. Canımın acısı kalbime vuruyordu. Yine de dilimden dökülen bu sözler öylesine kendinden emin bir şekilde fırlamıştı ki Behram yüzüme bakıp bir şeyler yakalamaya çalıştı. "Bir şey mi yaptım?" Karıncalandı her yanım. Başımı hafifçe sağa sola salladım. "Hayır. Daha fazla devam ettiremeyeceğim. Başından beri bu noktaya gelmek hataydı." Gözyaşlarım içime bu denli hızlı akarken yüzümde mimik dahi oynamamıştı. Yalan söylerken sesim titremedi ilk defa. "Dünya birden nereden çıktı bu? Bir günde mi değişti her şey?" Yutkunamadım. Boğazımda varlığını yok sayamadığım o yumru gitmiyordu. Mecburum. Yaşamak ne demek öğrendim. Ama bu kadar ölmüş biri için seni kuyuya atamam. Bu kadar ölüyken seni yaşamdan koparamam. 'Andım olsun seni de o çocuğu da yakarım!' Ses bir kez daha yankılandı kulağımda. "Behram söyleyeceğimi söyledim. İyi kal." Gözleri bana değdiğinde bir kez daha hiç bakamayacaktım. Farkındaydım. Arkasını dönüp giderken akan damlayı görseydi değişir miydi bazı şeyler? Hayır. Ben buydum. Karanlığa mahkum kaldığında korkup ağlamak yerine ona bir isim veren kız çocuğu. Karanlığına yazılar yazan, avuçlarına sıkıca tutunan biri... Ben buydum. Mecbur kaldığım her şey. Zihnim eski hatırları bir an için gün yüzüne çıkarıp sonra tekrar üstünü kalın bir örtüyle kapatmıştı. Yemekleri yedikten sonra yine şömine karşısına geçip oturmuştuk. "Yarın konuşmaya gidelim. Uzamasın daha fazla." Başını sallayıp birleştirdiği kollarının arasından ileri baktı. Rüzgâr şiddetle esiyordu. Elektrikler birden gittiğinde kıpırdamadan etrafa baktım. "Az daha dursaydık aç kalacaktın." Diye mırıldandım. Behram ayaklanıp mumları çıkardığı çekmeceden kısa boylu şamdanlar da çıkarmıştı. Mumları yakıp masanın üzerine koydu. Birini şömine yanına birini de mutfak tezgâhına bırakmıştı. Tekrar koltuğa oturdu. "Hala seviyor musun karanlığı?" Sorusuyla ona baktım. Beklemediğim bir soruydu. Sertçe yutkunup birkaç saniye durduğumda gözlerini yüzümden çekmemişti. "Herkes kadar." "Onlar sevmez." Gözlerim ellerime inmişti. "Genelde yani." Diye devam etti. Göğsüm yavaşça aşağı inip yukarı kalkıyordu. Beni unutmuş bir insana karşın sözleri fazla cesurcaydı. Yabancı kimliğinin altında sakladığı eski parçalar ayağına battıkça çıkarıp gösteriyordu. Cevap vermeden yanan muma baktım. Alev dans ediyordu. Yüzüne alevlerin gölgesi düşüyordu. Gölgeler ve ışık aynı anda yer buluyordu uzuvlarında. "Aklıma geldi birden elektrikler gidince. Öylesine." Sesi sonlara doğru kısılmıştı. Cevap vermeden kenarda katlanmış bir şekilde duran battaniyeyi aldım üzerime. Başımı yana yaslayıp şömine ateşinin önüne kattığı cılız mum alevlerine bakmaya başladım. Sessizlik kulaklarımı tırmalıyordu. "Babam." Duraksadığımda bakışlarını üzerimde hissettim. Uzun zaman olmuştu bir başkasının yanında ona bu şekilde hitap etmeyeli. "Hukuk kazandığımda delirmişti. O suçluları yakaladığında onlar için savunma yapacağım düşüncesine." Tepkisini ölçmek ister gibi baktım yalnızca. "Hastalıklı düşünceleri var evet ama benim içindi. Ben önündeydim onun. Bir kez engel olduğumu sandığım kurtarma oyununun hep böyle devam ettiğine inandırmışım kendimi. O yüzden inkar etmiştim. Yapmama ihtimali olsun istemiştim. Ben yeterince hedefinde kaldım çünkü hiç durmamış ama benim için gizli kalmış sadece." Battaniyeye daha sıkı sarıldım. "Kendini savunmadı bile. Evden çıkarken öylece oturdu. Ne bulduğum delillerdi beni bu noktaya getiren ne de diğerleri. O bu defa bana engel olmadı." Behram'la sahil kenarına inmiştik. Deniz yavaş yavaş dalgaları dövüyordu. O ana dair hatırlamak isteyeceğim tek şey denizin rüzgârla kıyıya taşınan kokusuydu. Kan kokusu üzerini örttüğünde anılarım gömüldü en dibe. Eve gittiğimde içeri girip odama çıkmak üzereyken durdurdu. "And olsun!" Diye kükredi. Yüzüme çarpan birkaç fotoğraf karesine baktım. "O çocuğu da seni de yakarım!" Sakince nefes alıp veriyordum. Kapıya yönelmeye çalıştığım sırada bana doğru hızla gelip yüzüme dokunmadan öldürdü tenimi. Nefes alamıyordum tekme darbeleri yüzünden. "Hadi yine çık o kapıdan!" Kapıyı araladığında içeri rüzgâr girdi. Deniz kokmuyordu... Kesik kesik öksürdüm. Ciğerlerim yanıyordu. "Hadi yine aç o kapıyı cesurca! Arkana bile bakmadan yürü! Hadi kalksana!" Beni bu kez durdurmadı. Hadi kalksana diye bağıramadı. O an ihtimallerin gerçekliği çarptı yüzüme. O an ihtimaller kalmadı yeryüzünün hiçbir yerinde. Gözlerimi kapattığımda o karanlık içine dalmak istedim. Çıkıp gitti evden. En çok nefes aldığını hissettiğim yanım can çekişti. En çok nefes alan yaşım nefessiz kaldı. En büyük cinayetimi o gün işledim. Ben en çok o yaşıma yas tuttum. Ben buydum. Yaşamayı öldürmekle öğrenen biri. "Engel oluyordum derken biraz açar mısın?" Başımı kaldırdım. "Öyle işte pek açılmayacak bir durum." Nefesimi tuttuğumu sonradan anladım. "Ne yaptı sana?" Gözlerinin içine baktım. "Bir gün sana güvenme şansı verirsen o gün anlarsın." Dudağımı yalayıp etrafıma baktım. "Bunun bahsi hep açılacak değil mi?" Kaşımı kaldırdım. "Açtıranlar sağ olsun." Dedim sakin bir tonla. "Olsun." Dedi sesini sesime benzetmeye çalışarak. Dışarıdan güçlü bir havlama sesi geldiğinde yerimde dikleşip battaniyeyi serbest bıraktım. Behram ayağa kalkıp kapıya doğru hızlıca giderken peşine takılıp yan taraftan bakmaya çalışıyordum. Kapıyı açtığında içeri soğuk doldu. Gözlerim sesin sahibini ararken merdivenlerin ilerisindeki karaltıyı gördüm. Gözlerimi kısıp baktığımda zor yürüyen bir köpek bize doğru geliyordu. "Orada." Elime işaret ettiğim yöne bakınca düşünmeden oraya doğru yürümeye başladı. Köpek acıyla inledi. Behram kucağına alıp hızlı adımlarla eve yönelince kenara çekildim. "Yaralanmış." Kısa açıklamasından sonra köpeği yere bırakmıştı. Kapıyı kapatıp yanına eğildim. Bir şey görünmüyordu. Mutfak tezgâhından mumu alıp yanına oturdum. Behram bezler ve suyla geri geldi. "Kurt saldırmış büyük ihtimalle." Boynundan kan süzülüyordu. Köpek kesik kesik nefes alırken tasmasına baktım. 'Ares' "Yakınlarda bir köy mü var?" Başını sallayıp yarayı temizlemeye devam etti. Suyun rengi kızıla dönüyordu. "Var ama çok yakında değil kurt peşine düşmüştür. Uzaklaşmış köyden." Yaraya eğilip baktığımda çok derin olmadığını gördüm. "Ağrısı geçmez hemen nasıl uyuyacak bu halde?" "Aspirin olması lazım çekmecelere bakar mısın?" Hızla kalkıp masanın üzerinden bir mum alarak çekmecelere yöneldim. Karıştırırken hızlı olmaya çalışıyordum. Bulduğumda prospektüsüne göz gezdirdim. "Zarar vermez değil mi?" Yarayı temizleme işi bitmiş koyduğu gazlı bez üzerinden sargı bezi dolayarak sabitlemeye çalışıyordu. "Bir dergide okumuştum aspirin verilebilir diye." İçinden bir hap çıkarıp Ares'e yaklaştım. Hapı alarak ağzına bıraktı ve yutması için tuttu. Köpek yuttuktan sonra bir kez daha inledi. Behram ayağa kalktığında ellerine kan bulaşmıştı. Ares'in gözleri kapandı yavaş yavaş. İleride bir sünger vardı. Oraya taşıyabilirdik. Behram tekrar içeri geldiğinde baktım. "Süngere koyalım üşümesin yerde." Ares süngerin üzerinde yatarken şömineye yakın olduğu için sıcaktan daha da mayışmıştı. Eski yerime oturup battaniyeye sarıldım. Behram ellerini yıkayıp yanımıza geldi. "Bir oyun oynayalım mı?" Dediğinde gözlerimi mumdan çektim. "Ne oyunu?" Uzanıp muma yaklaştı. "Soru saracağım ya cevaplayacaksın ya da alevi beş saniye tutacaksın." Başımı salladım. "Oynayalım." Bir yanım bana gözlerini dikip bakmıştı bu cevap karşısında. İlk soruyu sormak için bir kaç dakika bekledi. "En çok neden korktun?" Yutkunup etrafa göz gezdirdim. Her gerçek bir sebeple ortaya çıkmayı beklerdi. Tüm insanlık tarihinde anlatılmış yalanlar, insanların bazı nedenlerden dolayı sahici bir açıklamama yapmasından kaynaklıydı. Şimdi Behram ile birlikte kendi karşıma geçip uzaktan biz gözle izlerken olup biteni, sürekli içimde tekrar eden cevap yavaşça zihnimde de duyuldu. Kendimden. Bu fısıltı büyüdü. Elimi yavaşça ateşe uzatıp beşe kadar saydım. Elimi geri çektiğimde avcumu ovalama isteği baş gösterdi. Parmaklarım avcumda birkaç kez gelip gitti. Sıra bana geçtiğinde fazla düşünmedim. "Karşıma çıkmadaki amacın yalnızca dava mı?" Gözlerimiz buluştu. Bir bariyer ardından bakıyordu. Derin bir nefes alıp o da avcunu ateşe uzattı. Yutkunup gözlerimi kapattım. Onun yanında duran yanım gözlerimin içine baktı. Gözleriyle avcunu işaret etti. "Her cevapsızlık bir cevaptır." Dediği sırada Behram elini çekti. "Hayatında biri oldu mu?" Soruyla birlikte duraksadım. Hafifçe tebessüm ederek başımı sağa sola salladım. "Olmadı." Ares kıpırdadığında gözüm ona kaydı. Bir tur dönmeye çalıştı. Duraksadı. Olduğu pozisyonda uyumaya devam etti. "Dava dışında seni buraya getiren şey ne?" Saçlarını dağıttığında arkasına yaslandı. Üzerine gitmem pek hoşuna gitmemişti. "Az önce cevap vermediğim bir soru değil miydi bu?" Öne doğru eğilip kollarımı bacaklarıma koydum. "Soru sırası bende." Eli tekrar ateşe yaklaştı. "Yakında öğreneceksin." Sözleri boğuklaştı. Yalnızca ateşe yaklaştırdığı eline bakıyordum. Ateş avcuna yaklaşmıştı ki elini itip mumu diğer tarafa çektim. "Yeter bu kadar ben uyuyacağım." Sabahtan beri uyuduğum için uykum yoktu. Yine de ağırlaşmıştı göz kapaklarım. Ona sırtımı dönüp bacaklarımı karnıma çektim. Odada bir müddet nefes alışveriş sesleri duyuldu. İki kez sormama rağmen net bir cevap vermemesi zihnimi bulandırmaya yetmişti. Tamamen dürüst olmasını beklemiyordum zaten. "Senin hayatında oldu mu biri?" Diye uyku ve uyanıklık arasında mırıldandım. Nefes alışverişlerim düzene girmiş bedenim ağırlaşmıştı. "Olmadı." Diğer tarafa doğru döndüm. Onaylar birkaç mırıltı döküldü dudaklarımdan. Uykuya dalsam da bir çift gözün ağırlığını üzerimde hissedebiliyordum. *** Saçlarım yüzümden çekildiğinde yüzüme değen parmaklarla beraber gözümü açtım. Behram yüz hizamda dizlerinin üzerinde çökmüş bana bakıyordu. Oturur pozisyona gelip yüzümü ellerimin arasına aldım. "Hazırlan Dünya, çıkmamız gerekiyor." Bakışlarımız buluştu. "Saat kaç?" Kol saatine baktı. "Beşe geliyor." Yüzümü buruşturdum. "Sabah sabah uyanmak zorunda mıydık?" Dediğimde, "akşam beş." Diye vurguladı. Gözlerimi açtım. "Olmuş mu o kadar?" Mırıltılı bir ses çıkardı. Ayağa kalkıp pencerenin önüne girerken ben de yanda duran dün ne zaman getirdiğini hatırlamadığım kıyafet poşetini görüp içinden kazak ve bir pantolon aldım. Banyoya girip üzerimdekileri çıkardığımda vücuduma çarpan soğuk kaslarımın gerilmesine sebep oldu. Kazağı hızlıca giyip saçlarımı düzelttim. Pantolonu da giydikten sonra çıkardıklarımı kirli sepetine attım. Yüzüme su çarparak zihnimin açılmasını bekledim. Banyodan çıktığımda Behram bana doğru döndü. Montumu giyerken beni izledi. Bir şey söylemeden kapıya yöneldi. Arkasından bende çıktım. "Ares nerede?" "Sen uyanmadan önce köye bıraktım. Sahibi zaten yeterince endişelenmiş." Belli belirsiz onaylayıp karda yürümeye devam ettim. Soğuk bir rüzgâr esip saçlarımı yüzüme dağıttı. Arabaya daha hızlı adımlarla gittim. Behram anahtarı çevirdiğinde motor çalıştı. Emniyet kemerimi takıp arkama yaslandım. "Belki bundan sonra görmezsin beni." Beklemediğim bir başlangıç yapmıştı. Duraksadım ve anlamsız bir bakışla baktım. "Daha dava başlamadı neyin acelesi bu?" Sorum klima sesini bastırdı. Yola çarpan kar taneleri azaldı. "Belki de çoktan bitmiştir..." Sözlerini sindirmeyi başardığımda ona baktım. "Açık olur musun?" Kısa bir an bana baktı. Patika yolun bir kısmını arkada bırakmıştık. "Şu an değil ama sözlerimin her zaman farkında ol, beni yapmadığım şeyler için suçlama olur mu?" "Ne gibi şeyler mesela ve ben neden seni suçlayacağım?" Silecekler çalıştı. "Bazen bakışlar bile yeter sözlere ihtiyaç olmaz." Kısa bir saniye gözlerimiz buluştu. Sinirleniyordum. "Ben sizin net olmayan seçimlerinizin sonucu olmaktan yoruldum." Dediğimde bakışlarımı tamamen çektim. "Sözlerinin devamı gelmeyecekse kurmanın ne anlamı var?" Söylenerek arkama daha çok yaslanırken klimanın sesi artık aramızdaki uğultulu bir gürültü olmuştu. "Sonunu getiremiyorsan sevmenin anlamı var mı?" Diye karşı bir cevap verdi. Ellerimizde iğnelerle sıramızı bekliyorduk. En çok kimin canı acıyabilirdi bunu görmek istiyorduk. Aynı oranda dağılım devam ediyordu. "Yok." Dediğimde başını salladı. "Öyledir işte bazı şeyler." Yok derken var olan bir gerçeği görmezden gelmesi beni içten içe dibe gömmeye yetti. "Bu hiç bitmeyecek değil mi?" Açık açık kavgalar edip bu yaraları sen açtın, diye sızlanmadıkça aramızdaki bu gerginlik ve geçmişe dönüşler devam edecekti. "Hiç." Dedi tek hamlede. "Benden nefret etmen lazım." Bakışları bana döndü. "O halde neden etmiyor gibi bakıyorsun?" Ve bir sessizlik oluştu. "Bilmediğin bir anda aynı oranda canın yanarsa sende benden etme diye." Yanmadığını sandığı anlar için buruk bir kıvrılma yaşadı dudağımın kenarı. "Alışkınız." Beş. Karanlık her adımında bana yaklaşıyordu. Gözlerimi kapattım. İki tarafında görmediği bir oyun olmalıydı. İki tarafta oyunun biteceği zamanı ancak tahmin edebilmeliydi. Terk edilmiş binanın önünde araba durdu. Behram'ı içeri kadar takip ettim. Ayaklarım nedenini anlamadığım bir şekilde geri geri gitme isteğiyle doldu. Tüm kaslarım gerilmiş, gelebilecek herhangi bir hamleyi bekliyordu harekete geçmek için. Sırtı bize dönük biri karanlıkta, pencereden dışarı bakıyordu. Adım sesleriyle birlikte yüzünü çevirdiğinde son attığım adımım geriye doğru kaydı. "Dünya kızım, hoş geldin." Gözlerim Behram'a istemsizce kaydığında ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir oyun planlamıştı babam için ve benden yardım istemişti. Kabul etmediğimde ise kabul etmem için çaba harcayıp bu işe girmemi sağlamıştı. Babam şimdi karşımda duruyordu. Babamla Behram yan yana duruyordu. "Şimdi sana bazı şeyler anlatacağım. Bazı gerçeklerden bahsedeceğim." Babamın ağzından dökülen bu sesi algılamam birkaç dakikamı aldı. Tüm kanın yanaklarımdan çekildiğini hissettim. Zihnim kargaşa içinde kaldı. Gerçek olamayacak bir saçmalık içindeydim. Bana bir müddet zaman tanıdığında bedenim karıncalanıyordu. Ne hissetmem ve ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Olduğum yerde öylece beklerken zaman algısı yavaşça bedenimin üzerinden döküldü. "Neler oluyor burada?" Diye net bir cümle kurduğumda yine Behram'a baktım. Babam ve onun arasında bir seçim yapıp cevap almak zorunluluksa benim seçimim açıktı. Her şeye rağmen sözlerinde bir anlam aramaya ve ona inanmaya hazırdım. "Bilmediğin bir anda aynı oranda canın yanarsa sende benden etme diye." Arabada söylediği söz kulaklarımda hızla artan bir desibelle duyuldu. Kulağımı tıkamak isteyecek bir boyuta geldiğinde içimdeki öfkeli taraf bana karşıma geçip saklanmadan baktı. Can yanışı affedilebilir ama ihanet affedilmez. Dudaklarından dökülen bu söze bakarken gözlerim o tarafın başka bir yansımasında takıldı. "Yaşadığın her şey planlanmıştı. Annene hiçbir zaman gerçek anlamda vurmadım. Senin mi yoksa Beril'in mi ona yardım edeceğini denedim sadece. Ve sonrada seni ona göre yetiştirdim. Duyguların olmadan. Behram ve ailesi bize planlı bir şekilde geldi hatta gerçek ailesi değildi." Bu noktayı en başından tahmin etmiştim. Oyunun kurucusunu Behram olarak düşünerek ilk yanlışımı yaptığım zihnimde yanıp sönmeye başladı. O da oyun içerisinde istendiği zaman ileri sürülen istendiği zaman geri çekilen taşlardan farksızdı. Benimle arasında ise büyük bir fark vardı. Öne itildiğim eller geri çekme gücüne sahip değildi. Ben yalnızca onlar oyunu kazanabilsin diye ileri giden gözden çıkarılmış sıradan bir taştım. Kasparov'un veziri... "Ne kadar ileri gideceğini görmemiz gerekiyordu. Benim bile adalet için karşımda dikildiğini herkes görmüş oldu." Gözlerim açılırken kaşlarım havalandı. Kalbim kanıtladığı herkesin avcunda eziliyordu. Bu hissettiğim acıyı en son yaşadığımda güvendiğim birine veda etmiştim. Tek güvendiğim insan şimdi babamın tarafından beni izliyordu. Vazgeçmeye hazırım demişti. Değildi. O yalnızca beni şu an gördüğü yerde izlemek konusunda kararsız kalmıştı. "Çok büyük bir dava... Güvenilir insanlar dışında kimsenin bilmemesi gereken birçok bilgi içeriyor. Ailelerin bilmesi demek en ufak bir açıkta onları kaybetmek demek. Onun için başlarken biraz aileden uzak kalıp tamamen kendini bu işe vermen gerekiyor. Birçok kişi uzun süredir bunu bekliyor. Tamamlanmamıza çok az kaldı. Ben senin yapacağına inan..." Bir damla gözyaşı yanağımdan değdiği yeri yakarak geçti. Geçmiş o damlaya yuva yapmıştı. Evrendeki tüm karanlıklar en dibinde toplanmıştı. Benliğim değdiği yerlerden kanarken ruhum bana arkasını dönmüş gibi hissediyordum. Eline aldığı hamura kendince şekiller vermişti. Yıllarca o şekillerin ben olduğuma inandırmıştı kendini. Görememişti kimliğimi reddettiğimi. Görememişti girdiğim tüm savaşlarda yenildiğimi. Zaferlerim yalnızca insanlara karşıydı. En büyük yenilgi bendim. Ve bir yenilgi tüm zaferlerin altında ezilip yok olmuştu. Altı. Karanlığın sesini çok yakınımda duydum. Nefesimi tutup göz kapaklarımın ardında beliren geçmişime baktım. Gözlerinin derinliklerine kazıdıkları kâbus dolu anları görmem için hepsi tam gözümün içine bakıyordu. Koca bir yalan için kanla boyanmış ellerim soğukta kalmışçasına yanıyordu. Gerçek bildiğim her şeyin üstü çizilip kabul görmezler listesine eklenirken zamanın derinliklerine gömülmeyi istedim. Başımı olumsuz anlamda salladım. Yanağımda asılı kalan damlayı elimin tersiyle sildim. "Behram bu davaya bakacak olan bir savcı. Seninle olacak. Her şeyi onunla yapacaksın. Tek başına gezmeyecek, ortalıkta olmayacaksın." Behram'dan da bir adım uzaklaştım. 'Ant olsun o çocuğu da seni de yakarım!' Söz bir kez daha yankılandı. Yan yana olmaları midemi alt üst etmişti. Yan yana yürüyeceklerdi. Beni tehdit ettiği çocuğun şimdi omzuna yaslanmıştı. "Sus." Diye mırıldandım. "Tüm bunları yapmış olacak kadar düşüncesiz olamazsınız..." Mırıltılarım kademe kademe artıyordu. "Her şey bu kadar basit mi çözümlenecek yani? Ben bir anda o kâbustan uyanacağım öyle mi?" Sesim titredi. Kontrolü kaybediyordum. "Gördüklerim ne olacak? Hissettiklerim... " Geriye doğru birkaç adım atıp derin bir nefes aldım. "Ve sen benim bunu kabul edeceğimi düşünüyorsun, öyle mi?" Diye bir kez daha sorduğumda elim istemsizce saçlarımı geriye itip yumruk halini aldı. O an kırgınlıkla Behram'ın gözlerine baktım. "Sen benim yaşama ihtimalimi yok ettin!" Nefes alışverişlerimi düzene sokmaya çalıştım. "Nefes almaktan başka bir şey bıraktın mı ki şimdi bana yaşamdan bahsediyorsun?" İçimde kopmaya hazır bir fırtına vardı. Başlaması için ilk işaret çoktan gelmişti. Ruh geçmişle yaralanırsa tedavisi şimdi olmazdı. Uzatılan o el sisi dağıtıp henüz gün yüzüne çıkmayı başarıyorsa yok olduğu zamana dönmeye mahkûmdu. Son kez kurbanımın gözlerindeki acıyı görmezden gelerek geçmişimin dünümle birlikte elinden tutarak atladığım uçurumun sonunda hiçlik üstümüze bulandı. En acı olanıysa yok ettiğim hayatımın bir yalan uğruna feda etmesiydi kendini. Oyun bitmişti. Bir son her zaman başlangıca kapı olurdu. Bu son karanlıkla oynadığımız oyun için bir başlangıç oldu. O oyun bittiğinde ne olacaktı? "Ne yüzle konuşuyorsun ki?" Tam gözlerinin içine bakıyordum. Olduğum yerden ayrılıp hayali bir çizgi üzerinde gidip gelmeye başladım. "Dayak, küfür, aşağılama ve sonra bir gün çıkıp hiçbir şey olmamış gibi tüm bunlar yalandı de..." Dediğimde başımı hafifçe sallayıp dişlerimi sıktım. Ellerimi birbirine sert bir şekilde vurmaya başladım. "İnandır hadi!" Başımı iki yana salladım. "Sana vurmadım de! Sana hiçbir şeyi ben yapmadım de!" Ona doğru yürüdüm. "Hadi!" "Diyemiyorsun değil mi? Çünkü sen yaptın." İşaret parmağımı ona doğru uzatmıştım. "Bir amacım vardı." Dediğinde kaşlarım çatıldı. Başımı yavaşça sallayıp dudak büzdüm. Yan tarafta cam bir şişe duruyordu. Onu elime alıp parmaklarımın ucunda çevirdim. Yere sertçe vurup kırdığımda etrafta büyük bir ses duyuldu. Ayağımla üzerine basıp birkaç büyük parçayı botlarımın altında ezerken babama baktım. "Tüh yazık oldu. Bir amacım vardı oysa." Dedim sinirle. "Yardım et, ucundan tut da bir araya getirelim." Fırtına başladı. "Ne amacından bahsediyorsun sen ya?" Diye devam ederken bir yandan da gülmeye başladım. Sonra elimle sus işareti yaparak ikisine baktım. "Sesli düşünüyorum bir çocuğum var onun üzerinde bir amacım var, normalde yapmam gereken şey ya yolu göstermek ya da yolu bulmasını sağlamak. Amaç bu." Yutkundu. "Sen bir yolu yıkmışken hangi amaca hizmet ediyordun?" Sözlerim sert bir zırhın ardından dökülüyordu. "Üstelik sekiz yaşında olan o kızın başına yıktığın yolla kime hizmet ettin?" Başımı yavaşça salladım. Havada uçuşan toz taneleri görünür bir hal aldı. Üzerimdeki montu çıkarıp kazağın kolunu yukarı doğru sıyırdım. Kolumun üzerinde bulunan en derin yaranın izi ortaya çıktı. "Bunu yaptığında amacın neydi?" Dedim kelimelerin üzerine baskı yaparak. Ellerini havaya kaldırdı. "Yeter!" Dedi dişlerinin arasından. Sinirle gülümseyip kazağın kolunu indirdim. "Yetmez." Dedim başımı sallayarak ve kelimeler ağzımdan dans ederek dökülürken. "Daha bunlar senin yaptıkların... Benimkileri duymak ister misin?!" O an hissettiğim çaresizlik zihnimin derinlerinden çıkıp yavaşça salınmaya başladı. Bedenimin kabuk bağlayan yaraları iyileştikçe ruhumda yama oldu. Ben eksik kalmamıştım. Ben eksik bırakılmıştım. Kara bulutlar zihnimde dağıldığında odadaki herkesi içine aldı. "Sana rağmen seninle barışmak istediğim her yaşıma acıyorum..." Bir damla yanağımdan devrilip çeneme indi. "Sana rağmen yaşadığım için kendime acıyorum." Yaşamak neydi? Aldığım nefes genzimi yakıyordu. Akciğerlerime ulaşan hava beni boğuyordu. Belki de yaşamak ölmekti benim için. Ölmek acısını tekrar tekrar her saniyede yaşayıp bunu verdiğim nefesle telafi etmek. Bu yüzden mi kendime karşı bu kadar cesurdum? Canımı yakmaktan bahsetmiyorum. Ben elleri kendi kanıyla boyanmış bir kız çocuğuyum. Ben hayatı dokunduğu her yere kanın kokusunu bırakarak tanımaya çalışan bir kız çocuğuyum. Ve ellerimin tuttuğu kalem yazgım için güzel şeyler yazacak değil. Biliyorum. Yine de yaşamak tek tarafın bu denli kaybettiği bir kumar olmaktan uzak olamaz mıydı? Bilmek isterdim. Kaşları çatıldığında montun kolunu giydim. "Bir amacın vardı demek." Diye mırıldandım. Behram'a baktığımda birçok soru sıralamak istedim. Bir çocuk için ölmüş bir çocuk için savaşmaya hazırlanmıştım. Behram'ın yanına doğru gittim. Bir çocuğu öldürmüş bir çocuğu yaşatmaya çalışmıştım. Karşısında durduğumda gözlerime baktı. Onun gözlerinin derinlerinde gördüğüm gerçek enkaza karıştı. Yalandı. Yalnızca katil olabilmiştim. Hızlı davranıp belinden silahını aldım. Bir çocuğu hiç kurtarmamış, hiç onun için savaşa hazırlanmamıştım. Behram, "Dünya ver şu silahı." Diye bana atılmaya çalıştı ama geri adım atmasını sağladım. "Ben de bir amaç yaratmak istiyorum ya, nereden başlayalım baba sen iyi bilirsin?" Babam tepkisizce bana bakarken ben dünyadaki her şeyi yakmamak için zor duruyordum. "Ölmekle başlayalım mı anlam aramaya? En çok kim ölürse o kazanır." Gülümsedim yavaşça. Babamın, "Mantıklı ol." Diye uyarı dolu sesini duydum. "Kaç yaşında adamsın, benimle sekiz yaşında oynamaya kalkıp saçma sapan nedenlerin arkasında saklanırken sen mantıklı mıydın?" Başımı salladım. "Yaşamanın bir kuralı yokmuş baba, mantığı da..." Silaha baktım. "Az önce öğrendim." Derin bir nefes alıp verdim. "Tek bir kurşun seni karanlığa geçirebiliyormuş." Dudaklarımı yaladım. "Sana kaç kurşun gerekti?" Behram'ın yüzü çelik gibi sertti. Ne hissettiğini anlayamıyordum. Genelde anlaşılmayan taraf ben oluyordum. Fakat duygularım bir kâğıt gibi ortaya serilmişti. Acı çekiyordum. Onlar öfkemi görüyordu. "Sayamazsın." Verdiği cevapla yüzümü buruşturdum. "Böylesi basit geliyor size işte! Beylik laflar, boş boş düşünceler! Ben yaparımlar! Sen durlar! Bunlar kolay geliyor size." Tabancayı bir kaç kez salladım. "Bir şey söyleyeceğim." Dediğimde Behram kafasını ellerinin arasına aldı. "Bir sebep söylesene bana. Şu an bir kurşunla etrafı karanlığa boğmamam için tek bir sebep söyle!" Behram görüş açıma girerken geri adım attım. "Behram yaklaşma sıra sana daha gelmedi." Elini kaldırdı. "Konuşalım dışarıda, hadi bak yanlış bir şey yapmanı istemiyorum." Zihnimde çıkan kaosu takip edemedim. "Behram çekil!" Geri adımı bu defa o attı. Babam, "Senin için yaptım Dünya. Her şeyi." Dediğinde sinirle çenemi sıktım. "Yalan söyleme." Silah avcumda daha sıkı duruyordu. "Annem biliyor muydu?" Gözlerinde beliren tereddüt kaşlarımı kaldırmama sebep oldu. Biliyordu. "Ben zorladım." Yaşamak neydi? Ellerimiz domino taşlarıyla dolu gibiydi. Her sene ona yeni bir yol çiziyorduk. Ve bir taş daha diziyorduk. Birinin gelip yıkmasını bekleyerek geçiyordu zaman. Etrafımızdan yükselen birbirine değen taş sesleri gelince nefesler tutuluyordu. Sonraysa tok bir sesle sessizliğe geri dönülüyordu. "Kimin fikriydi?" Sorum artık daha netti. Hislerim yavaş yavaş donmaya devam ediyordu. Buradan çıkıp gittiğim an çözülecek olmasını göz ardı ettim. "Silah olmadan da cevap veriyorum kızım." Başımı salladım. "Vurmadığında da büyümemin mümkün olması gibi değil mi?" Yutkundu. "Kimin fikriydi dedim." Geçmiş geleceğin malzemesidir diyordu Cemil Meriç. Elimde malzeme yoktu. Onu yok etmişlerdi. Şimdiyse en büyük yalanın bu olduğunu söylüyorlardı. İnandığım gerçeklerin yıkıldığı yerde bağdaş kurup oturdum. Gözlerimi dikip izlediğim enkazdan yeni bir dünya kurulmayacaktı. Gözlerimin içine dolan sayısız toz parçacığına rağmen kırpmadan izlediğim görüntü gerçekti. Hissettiğim acı gerçekti. "Ortak bir karardı." Eksik parçalar böylece dolmuş oldu. Annemin çaresiz yardım ettim yalanlarına gözlerimi kırpmadan baktım. "Sizden iğreniyorum." Diye mırıldandım. Behram'a baktığımda gözlerimiz buluştu. O saniyede birçok duygu geçişine tanık oldum. Pişman olmuştu. Yalanın aydınlattığı yol aslında hep karanlıktı. O da anlamıştı. Karanlığın ortasında kalmıştık. Yalnızdık. Korkuyorduk. Ve kendimizi dahi kurtaramıyorduk. "Güvenmemeni söylediğinde anlam veremedim ama haklıymışsın, sen güveni hak etmeyen bir insanmışsın." Çenesi gerildi. "Konuşalım Dünya böyle olmuyor." Dudağımı büzdüm. "Ortada olmayan bir şeyi konuşmuyorum ki ben, bu adamın yaptığı da ortada senin yaptığın da hadi çıkıp biriniz yalan deyin." Yüzü gerildi. "Bilmiyordum." Dediğinde histerik bir şekilde güldüm. "Neyi bilmiyordun? Babamın bu oyunu kurduğunu mu, ona nasıl yardım ettiğini mi, hangisini bilmiyordun?" Gözlerini açtığında gözlerinin içine bakmaya devam ettim. "Böyle şeyler yaşadığını." Dudaklarımı birleştirip hafifçe başımı salladım. "Sağ ol ya duygulandırdın beni bu kadar duyarlı olma. Ama gerçekten bilmediğin bir şey var." Babama dönüp tam gözlerinin içine baktım. Hatırlıyor muydu? Anlamış gibi kaçırdı gözlerini. "Söyledin mi ona yaptığını?" Yedi. Karanlığın ellerini ellerimde hissettim. Gözlerimi açtığımda bileklerime kadar bulaşan siyah iz zaman geçtikçe yolunu uzattı. Teslim olmamıştım. Yıllarca direndiğim şey saniyeler içinde gerçekleşiyordu. Zamanı yuttu, sesleri yuttu, hisleri yuttu. Bedenim yavaşça teslim olurken zihnimden çığlıklar yükseldi. "Neyi söylemesi gerekiyor?" Boşta olan elimi havaya kaldırdım. "Aranızda halledersiniz, yalan söylerse sen de mış gibi yap. Zamanla alışırsınız birbirinize." Silaha baktım. Yavaşça Behram'a doğru uzattım. "Kafana sıkacaktın ya, lazım olur." Silah elimde kaldı. Tahammülüm yok olmuştu. "Bir daha benim karşıma çıkmayın." Çıkışa doğru baktım. Sırtımı dönmeden çıkışa yürürken Behram kısa bir an babama baktı. Kapıya ulaştığımda son adımı da atıp kendimi soğuğa teslim ettim. Gözüm yola doğru kaydı. Buradan araba dua etsem belki anca öyle geçerdi. "Geri zekâlı ne diye güvenip geliyorsun?" Diye mırıldanırken yola doğru yürümeye çalıştım. Gökyüzünde gri bulutlar vardı. Hava boğuk bir karartıyla duruyordu. İçim gibi değil, içimde siyahtan koyu bulutlar cirit atıyordu. Fırtına büyüdü. Hissettiğim huzursuzlukla birlikte boğazımda ona eşdeğer bir yumru oluştu. Sakin kalmaya çalışarak adım attıkça botlarım karların içinde derin izler bırakıyordu. Hepsinin içine, kaçtığım geçmiş kanla birlikte dolup yerimi onlara söylemek için beni takip ediyordu. Arkamdan ayak sesleri gelince elimde duran silahı kavrayıp omzumun üstünden baktım. Behram, "İzin vermiyorum, böyle gidemezsin. Konuşacağız." Dediğinde gülümseyerek durdum ve ona döndüm. "İstediğin oldu işte, artık sana güvenmiyorum." Dişlerini sıktı. "Çek vur o zaman aynı şey ikisi de." Silaha baktı. "Amacın ne? Sen benden bunu istemedin mi?" Başını sağa sola salladı. "İstemedim, ben sana söylemem gerekenleri söyledim söylemek istediklerimi değil ama artık bitti o yüzden beni dinleyeceksin." Bir rüzgar esti. Saçlarım dağıldı. Elimle görüş alanımı açmak isterken Behram'ın ağırlığını üzerimde hissettim. Silahı elimden alıp belime sarıldı ve tek koluyla kollarımı hapsetti. "Bırak Behram şu an konuşamayacak kadar öfkeliyim." Nefesini ensemde hissettim. "İzin veremem bu defa olmaz." Dediğinde gözlerimi kapattım. Arabaya doğru ilerledi ve kapımı açıp binmemi sağladı. Çıkmak için hamle yapmak saçmalık olacaktı o yüzden sakin kalmaya çalıştım. Behram da binip motoru çalıştırdı. Yolda ilerlerken göğsüm yukarı çıkıp aşağı iniyordu. Gözüm yolun bir noktasına sabitlendi. Ebe sırası bana geçti. Gözlerim alıştığı karanlığı seçemedi. Ellerim boşluğun içinde dağıldı ve dudaklarım istemsizce saymaya başladı. Bir. ... Şeyma Daldallı |
0% |