Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Bölüm 1: Gölgelerde Kalan Çocukluk

@tahakabali

Rüzgâr, Bolu şehrinin sessiz sakin sokaklarında büyümüş, orta halli bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Can Koçak, 30 yaşında bir bankacıdır. Can Bey, orta yaşlı bir aile babasıdır. Can Bey’in saçlarında ufak tefek beyazlıklar bulunur, bu Gözleri kahverengidir derin bir anlayış ve kararlılığa sahiptir. Yüzündeki ufak tefek çizgiler ise, hayatındaki zorlukları ve deneyimlerini gözler önüne serer.

 

 

 

Duygusal bir yapıya sahip olmasına rağmen, bu yönünü genellikle dışa vurmaz; içsel duygularını kendi içinde saklar. Yüz ifadesi genellikle ciddi ve düşüncelidir, ama zaman zaman aile üyelerine karşı şefkatli ve koruyucu bir tarafı belirir. Ortalama bir kiloya sahip hem güçlü bir liderlik hem de destekleyici bir babalık arasındaki dengenin sembolüdür. Can Bey, zorluklar karşısında azimli ve bağlıdır, içsel duygusal yükünü saklarken, aileyi korumak ve desteklemek için elinden gelenin en iyisini yapar. Geçmişteki hatalarından ders almıştır. Can Bey, şimdi tüm değerini ailesine adamış durumdadır. Karısına, bir daha aynı yanlışları yapmayacağına dair söz vermiş ve bu sözü her şeyden üstün tutar hale gelmiştir. Hayattaki en büyük zaafı ve tek dayanağı ailesidir; en derin korkusu ise bir gün onları yeniden kaybetmektir. Ancak derinlere gömdüğü nefsi hiç beklemediği bir anda yeniden gün yüzüne çıkarsa, verdiği bu söz onu en zor sınavıyla yüz yüze getirecektir. Can Bey, kariyerine genç yaşta, büyük hayallerle başlamış bir bankacıdır. Üniversiteden mezun olduktan sonra Bolu’da küçük bir yerel bankada işe girer ve kısa sürede gösterdiği başarılarla dikkat çeker. Zeki, işine hâkim ve titiz bir çalışan olarak ün yapar; bu da kariyer basamaklarını hızla çıkmasını sağlar. Üstleri, Can Bey’in müşterilerle olan güçlü iletişimini, güven verici duruşunu ve satış yeteneklerini takdir eder.

 

 

 

Bir süre sonra daha büyük bir bankaya transfer olan Can Bey, özellikle kredi ve yatırım alanlarında uzmanlaşır. Onunla çalışan müşteriler, ihtiyaçlarına yönelik uygun finansal çözümler sunduğu için ona güven duyar. Yıllar geçtikçe bankadaki konumu da yükselir; üst düzey yönetici veya kredi departmanının başı gibi pozisyonlara kadar ulaşır. Ancak bu yükseliş, yoğun iş temposu ve uzun çalışma saatleriyle birlikte gelir.

 

 

 

Can Bey, kariyerinin doruk noktasında, bir süre İstanbul’daki merkez ofise atanır. İstanbul’daki yaşam maliyetleri ve sosyal çevresinin getirdiği yüksek harcamalar onu finansal açıdan zorlar. Bu dönemde bir de yatırımlarını yanlış yönlendirerek borçlanmaya başlar. Bankacı olarak para yönetimi konusunda bilgili olsa da kendi mali durumunu yönetirken mesleki baskı ve özel hayatındaki zorluklar onu hatalara sürükler.

 

 

 

Zamanla Can Bey, stresle baş edebilmek ve mali sıkıntılarından bir an olsun uzaklaşmak için geçmişte kumara yönelmiştir. Kısa vadeli rahatlama sağlayan bu alışkanlık, zaman içinde mali durumunu daha da kötüleştirir. Yine de işine olan bağlılığı ve ailesine karşı sorumluluk duygusu, onu bu zorlu süreçte ayakta tutmaya devam eder. Annesi Nazan Koçak ise 33 yaşında bir ev hanımıdır. Taşındıkları esnada Cem 13, Rüzgâr ise henüz 10 yaşındadır yeni şehre ve yeni bir ortama ayak uydurup adapte olmak onlar için epey zorlu bir süreç olacaktır. Bu esnada Cem 7. sınıfa, Rüzgâr ise 5. sınıfa gidiyordur. Rüzgar'ın babası Can Bey düşünceli bir adamdır; çoğu zaman ailesi için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Rüzgar’ın annesi Nazan Hanım. Nazan, orta yaşlı ve zarif bir kadındır. Ancak yaşadığı zorluklar, onun dış görünüşüne derin izler bırakmıştır. Halsiz, bitkin bir ruh hali ve karamsar yapısı yüzündeki yorgunlukla birleşir. Ve bu, onun genel havasını belirler. Koyu kahverengi saçları, genellikle toplu bir şekilde arkasında toplanmıştır. Saçlarının bu düzeni, onun hem zarif hem de zamanla bozulmuş bir düzen anlayışını yansıtır.

 

 

 

Yüzündeki derin çizgiler, yaşadığı zorlukları ve geçirdiği yılları açıkça gösterir. Gözleri açık kahverengidir ve bu gözler, genellikle endişeli ve düşüncelidir. Göz altlarındaki belirgin siyah torbalar, uykusuzluk ve sürekli stresin izlerini taşır. Bu torbalar, onun yaşamındaki sıkıntıları ve ruhsal yükleri açıkça gözler önüne serer.

 

 

 

Nazan’ın genel görünümü, onun içsel durumunun bir yansımasıdır. Zarif bir dış görünüşe sahip olmasına rağmen, yüzündeki yorgunluk ve bitkinlik, hayatının getirdiği zorlukları gözler önüne serer. Kendisini genellikle yorgun ve tükenmiş hissettiği için, çevresindekilere karşı çoğunlukla çekingen ve içe dönük bir tavır sergiler. Bu durum, onun sosyal yaşamını ve kişisel ilişkilerini de etkiler, çünkü bazen çevresindeki insanlarla derin ve samimi bağlar kurmakta zorluk çeker. Ancak, her ne kadar evlatlarını ayrıştırmıyor gibi görünse de bariz bir şekilde ona kim daha çok fayda sağlıyor ve bir şekilde egosunu tatmin ediyorsa, o en iyi evlattır. Hayatı boyunca kendini kanıtlama mücadelesi veren Nazan Hanım, Borderline rahatsızlığı yüzünden içindeki eksiklik hissi ve sürekli terk edilme korkusuyla baş etmeye çalışmaktadır. Zayıf yönlerini kimseye göstermek istemeyen, en yakınlarına bile her şeyin yolunda olduğunu göstermeye çabalayan bu güçlü dış görünüşünün ardında derin bir kırılganlık taşır. Eşi Can Bey’e ve ailesine olan sevgisi, onun en büyük dayanağıdır; fakat eski yaralar beklenmedik bir anda açıldığında, Nazan Hanım kendini yeniden o yalnızlık uçurumunun kıyısında bulacak mı, yoksa tüm korkularının üstesinden gelerek ailesine sımsıkı sarılmayı mı seçecektir?

 

 

 

Koçak Ailesi'nin ilk çocuğu olan Cem, ailenin göz bebeğidir. İsmini babası koymuştur hem benzer bir isim olsun hem de babası gibi başarılı ve azimli olsun diye. Cem, her zaman başarılı bir öğrenci, örnek bir evlat olarak bilinir. Cem, dışarıdan bakıldığında özgüveni yüksek, istediği her şeye sahipmiş gibi görünen biridir. Ancak bu şımarık ve kibirli duruşu, çoğu zaman arkasına sakladığı güvensizliğinin bir maskesidir. Dost canlısı olmamakla eleştirilse de, sorumsuzluğu onu çoğu zaman zor duruma düşürse de, içindeki sessiz yalnızlık, onu çoğu zaman düşündüğünden çok daha kırılgan yapıyor. Peki, gerçek yüzüyle tanışmaya hazır mı, yoksa kendine bile itiraf edemediklerinin ağırlığı altında kalmaya razı mıdır?

 

Rüzgâr ise çoğu zaman abisinin gölgesinde kalmıştır. Rüzgar, dış görünüşüyle oldukça sade ve dikkat çekmeyen bir profil sergiler. Kısa ve düz kahverengi saçları, genellikle rastgele taranmış gibi görünür, ama bu özensizlik değil, onun sade ve doğal duruşunun bir yansımasıdır. Kahverengi gözleri, ona bakan herkesin ilk fark ettiği şeydir; bu gözler, çoğu zaman derin düşüncelere dalmış gibi görünür, sanki dünyayı gözlemleyen bir ruhu vardır. Bakışlarında beliren melankoli ve dalgınlık, onun içsel dünyasının ne kadar karmaşık olduğunu ele verir.

 

 

 

Fiziksel olarak yaşıtlarından biraz daha kısa olabilir, ancak bu onun kişiliğine bir eksiklik katmaz; aksine, bu durum onun olgun ve sessiz doğasını daha da belirgin kılar. Rüzgar, yaşıtlarından daha olgun bir yapıya sahiptir, çünkü hayat onu erken yaşta büyümeye zorlamıştır. Anne ve babasının sürekli anlaşmazlıkları, evdeki bitmek bilmeyen kavgalar, onun çocukluğunu gölgede bırakmış ve ona ağır bir sorumluluk yüklemiştir. Rüzgar, bu çatışmalar arasında kendini bir denge unsuru olarak bulmuş, çoğu zaman arabulucu rolü üstlenmiştir. Bu durum, onun içe dönük ve sessiz kişiliğinin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır.

 

 

 

Sessizliği, Rüzgar’ın en belirgin özelliklerinden biridir. Bu sessizlik, onun içsel bir kalkanı, dış dünyadan kendini koruma aracı gibidir. Çevresindeki kaostan kaçmak, zihnindeki huzuru korumak için kelimeleri dikkatli kullanır. Bu nedenle, konuşmayı pek tercih etmez; ama konuştuğunda da söyledikleri dikkatle dinlenir. Sessizliği, onun derin bir düşünce yapısına sahip olduğunun göstergesidir. Bir şeyi söylemeden önce uzun uzun düşünür, her kelimeyi özenle seçer.

 

 

 

Rüzgar’ın iç dünyası, dışarıdan göründüğünden çok daha karmaşıktır. İçine kapanıklığı, onun dış dünyaya karşı bir savunma mekanizmasıdır. Zayıflıklarını kimseye göstermemeye özen gösterir; çünkü hayatta kalmak için güçlü olmayı öğrenmiştir. Duygularını ve düşüncelerini genellikle kendine saklar, çok nadir insanlara açılır. Ancak, bu içe kapanıklık ona aynı zamanda empati yeteneği kazandırmıştır. İnsanları anlamakta, onların duygularını sezmekte oldukça başarılıdır.

 

 

 

Rüzgar, anne ve babasının kavgalarından ve anlaşmazlıklarından kaçarken, çoğu zaman kendi dünyasında kaybolur. Bu dünya, onun için bir kaçış noktası, huzur bulduğu bir sığınaktır. Bu sığınakta kitaplar okur resimler yapar ve sessizce düşüncelerine dalar. Bu yaratıcı uğraşlar, onun içsel huzurunu sağlamaya çalıştığı alanlardır. Kitaplar, ona farklı dünyaların kapılarını aralarken, resimler de içsel dünyasını dışa vurma biçimidir. Bu aktiviteler, onun düşünce derinliğini ve yalnızlıkla başa çıkma yöntemini ortaya koyar. Rüzgar’ın içsel yapısı, onun hayat görüşünü ve ilişkilerini de etkiler. Sosyal ortamda genellikle geri planda kalmayı tercih eder. Kalabalıklardan ve yüksek seslerden rahatsız olabilir; bu yüzden genellikle sessiz ve huzurlu ortamlarda bulunmak ister. Bu, onun doğasına uygun bir tercih olup, sosyal ilişkilerde de dikkatli ve seçici olmasına neden olur. Bu dikkatli yaklaşımı, zaman zaman çevresindeki insanları anlamasında ona avantaj sağlar, ancak aynı zamanda onun yalnızlık hissini pekiştirebilir. Arkadaşlık ilişkileri de bu içe kapanıklıkla şekillenir. Rüzgar, gerçek arkadaşlıkları derin ve anlamlı kılmak için çaba gösterir. Yüzeysel ilişkilerdense, samimi ve dürüst dostlukları tercih eder. Bu, onun nadir arkadaşlarıyla olan bağlarını çok güçlü kılar, çünkü bu dostluklar, onun gerçek yüzünü görebilen ve anlayabilen insanlarla kurulur. Rüzgar’ın iç dünyası ve dış dünyayla olan ilişkisi, onun etrafındaki insanlarla olan etkileşimlerinde belirgin bir şekilde hissedilir. Onun sessizliği ve düşünceli doğası, çevresindeki kişilerin onu anlamasında bazen zorluk yaşamasına neden olabilir. Ancak, bu sessizliğin arkasında yatan derin düşünceler ve duygular, onu çevresindeki herkes için bir muamma haline getirir. Rüzgar, kendi içsel dünyasında bir denge kurmaya çalışırken, etrafındaki dünyayı da dikkatle gözlemler ve anlar. Bu, onun karmaşık doğasını ve derinliğini keşfetmek isteyenler için, kendini açma süreci uzun ve dikkatlice ilerleyen bir yolculuk olacaktır. Ailesinin beklentileri büyük ölçüde Cem'in üzerine yüklüdür; bu durum Rüzgâr'ın kendi kimliğini bulmasını zorlaştırır. Her adımında Cem'le kıyaslanmak, Rüzgâr'ın iç dünyasında derin bir eksiklik hissine yol açıyordu. Cem, kardeşi Rüzgar’ın aksine, kendine güvenen ve genellikle şımarık bir kişilik sergiler. Kısa ve dağınık koyu kahverengi saçları, onun dinamik ve enerjik doğasını yansıtır. Kahverengi gözleri, çevresindekilere karşı genellikle mesafeli bir bakış sergilerken, kaşları sık sık çatık durumda olur. Cem’in bu sert bakışları, onun çevresindekilere karşı üstünlük taslayan ve kendini sürekli olarak önde gören bir tavır sergilemesine katkıda bulunur.

 

Cem’in şımarıklığının temelinde, annesi tarafından sürekli olarak ödüllendirilmiş ve her koşulda desteklenmiş olması yatmaktadır. Annesi, Cem’in her başarısını överek ve herhangi bir başarısızlık anında dahi onu teselli ederek, onun gerçek dünyaya uyum sağlamasını engellemiştir. Bu aşırı koruyucu ve onaylayıcı tutum, Cem’in kendisini her zaman merkezde görmesine ve çevresindekilerle mesafeli ve yüzeysel ilişkiler kurmasına neden olmuştur. Cem, annesinin sürekli desteği sayesinde kendini her zaman üstün görmüş ve başkalarının duygularını göz ardı etme eğiliminde olmuştur.

 

 

 

Cem, çevresindekilerle olan ilişkilerinde genellikle yüzeysel ve mesafeli bir tutum içindedir. Kendisini her zaman daha üstün görme eğilimindedir ve bu tutum, arkadaş çevresindeki insanlar üzerinde sık sık etkili olur. Cem’in bu tavrı, onun liderlik pozisyonunu korumak ve sosyal çevresindeki gücünü sürdürmek için geliştirdiği bir stratejidir. Çevresindeki insanlara karşı oldukça dikkatli ve stratejik bir yaklaşım sergiler; bu yüzden ilişkileri çoğunlukla kişisel ve samimi olmaktan uzaktır.

 

 

 

Cem’in kişiliği, onun sosyal yaşamında nasıl hareket ettiğini de etkiler. Çevresindekileri genellikle kendi çıkarlarına hizmet eden araçlar olarak görür ve bu yüzden ilişkilerinde genellikle çıkarcı bir yaklaşım benimser. İnsanları manipüle etme eğilimi, onun sosyal gücünü artırmak ve kendini daha güçlü bir pozisyonda tutmak için geliştirdiği bir davranış biçimidir. Bu da onun karakterini, şımarık ve dost canlısı olmayan biri olarak tanımlayan özellikleri güçlendirir.

 

 

 

Cem’in üstünlük duygusu ve çevresindekilerle olan mesafeli ilişkileri, onun karmaşık ve bazen yalnız bir kişilik olarak görülmesine neden olur. Rüzgar kendi kurduğu iç dünyasının başkahramanıydı; içinde fırtınalar kopsa da kimseye söylemese de onun da hayalleri ve hedefleri vardı. Ancak ne yazık ki ailesi ne yaparsa yapsın pek ciddiye almıyordu. Öte yandan, Rüzgâr‘da aşağılık kompleksi oluşmaya başlamıştır bile. Rüzgâr'ın doğum gününü bile önemsemeyip kimi zaman Cem'in doğum günüyle birleştirip beraber kutlayan ailesi ona özel herhangi bir uğraş göstermemişlerdir. Abisi bu durumdan oldukça keyif almaya başlar. Ev içinde Rüzgâr için çoğu zaman sessizlik hakimdir. Odasında kendi kendine resimler çizen Rüzgâr için ailesi, "Bundan bir şey olmaz, sen bir halta yaramazsın" diyordu. Saatlerdir sadece resim yapıp odasından dışarı bile çıkmıyordu. Resimler ile derdini anlatmaya çalışan Rüzgâr, ne yaparsa yapsın, abisinin başarıları altında ezilmekten kurtulamıyordu. Rüzgâr, çok da zeki ve yetenekli bir çocuk değildi; en azından ailesi için öyleydi. En iyi anlaştığı tek arkadaşı onun dünyasını resmeden kalemleriydi. Tüm bunların dışında ailede en iyi anlaştığı tek insan babaannesi Gülseren’di. Annesi Cem okuldayken çoğunlukla komşuya gidip laflamayı tercih ederdi; Rüzgâr'la aynı evde kalmaya bile çoğu zaman tahammül bile edemiyordu. Rüzgâr ise babaannesinin evine gider, onunla vakit geçirirdi. Aslında İstanbul’a taşınmaları, Rüzgâr ve babaannesinin bağlarının kuvvetlenmesi için bir fırsattı. Annesi eve geldiğinde nerede olduğunu bile sormazdı. O, hiç kimseye göstermediği resimlerini genellikle babaannesine gösterirdi. En güvendiği insan yalnızca babaannesiydi. Babaannesi Cem'i ukala ve şımarık olduğu için genelde sevmezdi; babaannesi Rüzgâr'ın iç dünyasının en büyük şahidiydi. Böyle bir çocuk olması Rüzgâr'ın suçu değildi; hayallerini genellikle masmavi bulutların üstüne çizerdi. Küçük şeylerden mutlu olmayı becerebilen Rüzgâr'ı üzen tek şey, kurduğu hayali dünyada yapayalnız olmasıydı. Nedendir bilinmez ama neredeyse her şeye sahip olan Cem'in bir türlü mutsuzluğuna anlam veremiyordu. Cem doyumsuz bir çocuktu, hep daha fazlasını istiyordu; bir hedefi olmasa da şişirildiği için gözü hep yükseklerdeydi. İstediği ne olursa olsun, ona ne alınırsa alınsın, mutlu olmayı beceremeyen bir çocuktu. Ailesi, onun bu tavrını normal karşılamış, "Çocuk işte, büyüyünce değişir" diyorlardı. Onları bekleyen büyük bir tehlikeden habersiz, körü körüne doğru yetiştirdiklerini sandıkları biricik oğulları için bildiklerini yapmaya devam ediyorlardı. Babası Can Bey, Rüzgâr’a daha düşkündü, ancak Nazan Hanım, Rüzgâr’ı adeta evin içinde gözden çıkarmıştı. Yediği bir tabak yemek bile fazla geliyordu; belki de Rüzgâr, annesi için umutsuz vakaydı. Bu iki kardeş, her ne kadar birbirlerini sevmese de aynı evde oldukları için beraber vakit geçirmeye mahkumdurlar ve oyun oynamaya başlarlar. Bu, onlar için yalnızca bütün sorunların başlayacağı ilk adımdır.

 

 

 

Ellerindeki oyuncak arabaları zeminde sürerek yarış yaparlar. Eğer ikisinden biri bitiş çizgisini geçerse oyunu kazanır diye anlaşırlar. Bir anda ikisinin de arabaları bitiş çizgisine aynı anda ulaşır ve son anda Cem, Rüzgâr'ın oyuncak arabasını iter ve "Ben kazandım" der. Yüzündeki başarı hırsı az çok kendini belli ediyordur. Rüzgâr ise durumu kendince anlatmaya çalışır: "Hayır abi, sen hile yaptın. Bu sayılmaz. Sen benim arabamı tam ben kazanacakken ittin." Cem ise o esnada "Asıl hileci sensin. Az kalsın arabama çarpıp oyunu kaybetmeme sebep oluyordun" der. Bu esnada kavga ve gürültü sesleri hiç eksik olmaz. Rüzgâr, "Hayır, ben kazandım" derken Cem, "Hayır, mızıkçılık yapma, asıl ben kazandım" der. Cem, kaybetmeyi asla kendine yakıştıramaz; zira hayatta en çok korktuğu şey, kardeşinin onun önüne geçmesidir.

 

 

 

O sırada mutfakta olan Nazan Hanım sesleri işitir ve "O ses ne? Ne oluyor orada?" der. Bir hışımla çocuk odasına gider. Cem ve Rüzgâr'ın ağladığını gören Nazan Hanım sinirli bir şekilde "Ne yapıyorsunuz siz?" der. Rüzgâr, olayı ağlamaklı bir şekilde anlatırken, "Ş-şey, abim..." Bu esnada Nazan Hanım birdenbire "Kes sesini! Her şeyin altından sen çıkıyorsun, şimdi de durduk yere abini bana mı ispiyonluyorsun?" dedi. Rüzgâr, "Öyle demek istemedim" dese de Nazan Hanım "Çık dışarı, gözüm görmesin seni" der. Cem'in planı tıkır tıkır işliyordur; amacı Rüzgâr'ı suçlu çıkarmaktır. Bu sefer de Nazan Hanım Cem'den olayı anlatmasını ister. Cem, "Ben kendi kendime oyun oynarken o da bana katılmak istedi. Üzülmesin diye onunla beraber oynadım. Aslında ikimiz de berabereydik. Sırf kendi kazansın diye benim arabamı itti, yoksa ben kazanıyordum" der. Nazan Hanım, Cem'in anlattıklarını dinledikten sonra sinirli bir şekilde Rüzgâr'ın odasına gelir. "Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Neden abine karışıyorsun? Bir de suçu ona atıyorsun. Her şeyde sen mi haklısın? Sanki sen sütten çıkma ak kaşıksın. Abin canın sıkılmasın diye seninle beraber oyun oynamış, sen ise onun oyununu bozmuşsun. Keşke onun tırnağı kadar olabilseydin. Abinin sözüne güvenmesem belki de şu an suçlu olan abindi. Keşke senin de sözüne güvenebilseydim, en azından seninle de gurur duyardım. Bundan sonra sana resim yapmak yok" der ve Rüzgâr'ın bütün kalemlerini kırıp etrafa döker. Rüzgâr şaşkınlık içindedir. Nazan Hanım sertçe kapıyı kapattıktan sonra Rüzgâr'ın gözünden bir damla yaş süzülür ve etrafa bakınır. Kırık bir kalem, diğer yanında ise beyaz bir kâğıt vardır. Ardından kalemi ve kâğıdı eline alır, kâğıdın üzerine bir kanat çizer ve üzerine "Rüzgâr'ın Kanatları" yazar. Yanağından süzülen bir damla yaş, kâğıdına düşer. Ardından resmini kaybetmemek için kahverengi renkli 3 bölmeden oluşan çekmecesinin en üst rafına koyar. Aslında bu resim, Rüzgâr'ın artık özgürleşmek ve anlaşılmak istediğinin habercisidir.

 

 

 

Rüzgâr'ın abisiyle arasında iki yaş farkı olduğundan dolayı okula ondan daha geç başlamıştı. Yaşı zaten küçük olduğundan şu an pek belli olmasa da sırf bu yüzden bile aralarında bir kıyaslama olacağı aşikardı. Cem her zaman Rüzgâr’a üstten konuşur ve ne olursa olsun kendini ezdirmezdi. Ama Rüzgâr benzer bir şey yapsa, "Sus, o senin abin, saygısızlık etme" gibi laflar söyleniyordu. Nazan Hanım, Rüzgâr'ı görmezden geliyor, Cem'in ise daha çok üstüne düşüyordu. Neredeyse yaptığı her şeyle övünmeyi becerebiliyordu. Rüzgâr ise bir köşeye atılmış eski bir kitaptan farksızdı; sayfalarında umutsuzluğu yazıyordu, oysa kimse kapağını bile açmaya yeltenmemişti.

 

 

 

Eylül'de okula başlayacaklardı. Rüzgâr biraz endişeliydi; hâlâ taşındıkları şehre tam olarak alışamamışken yeni okuluna nasıl alışacaktı? Cem ise Rüzgâr'ın tam aksine çok rahattı; haftalar sonra yeni okuluna başlayacağı için heyecanlı değildi. Yeni okulunda yine dikkatleri üzerine çekeceğinden emindi ve sadece on beş gün kalmıştı. Yeni bir heyecan, yeni arkadaşlar ve belki de ömür boyu sürecek dostluklara davetiye çıkaracaktı. Rüzgâr ise her şeyden habersizdi.

 

 

 

Bir gün, her zamanki gibi babaannesine gitmeye karar verdiğinde, kapıyı kısa aralıklarla tıklatarak babaannesine geldiğini duyurmak istedi. Babaannesi kapıyı açar açmaz yüzünde kocaman bir gülümsemeyle "Hoş geldin, kınalı kuzum" der. Rüzgâr da yüzünde büyük bir tebessümle "Hoş buldum, babaanne" der ve içeri geçerler. Babaannesi Rüzgâr’a her zaman "kınalı kuzum" diye seslenirdi; ona olan sevgisini bu şekilde dile getirirdi. Gülseren hanım, yaşlı ve sevgi dolu bir kadındır. Yanakları al al dır narin ve ince telli saçlarını Beyaz başörtüsünün içinde toplar bu onun dindar ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Vücudu sıska bir yapıya sahiptir; ancak bu hâliyle hala zarifliğini korur. Yüzü kırışıklıklarla doludur ve yaşlılığının getirdiği titrek bir sesle konuşur. Ellerinin ve yüzünün buruşmuş hali, torunları tarafından sevgiyle karşılanır.

 

 

 

Gözleri ela rengindedir ve bu da ona derin ve etkileyici bir bakış kazandırır. Vicdanlı, merhametli ve şefkatli bir kişidir. Her zaman başkalarına yardım etmeye hazır, nazik ve destekleyici bir tavrı vardır. Geçmişe bağlılığı, ona derin bir bilgelik kazandırmış; geleneklerini ve tarihini yaşatmaya özen gösterir. Dinine sıkı sıkıya bağlıdır Gülseren Hanım genellikle düşüncelidir; nadiren güler, ama güldüğünde içten ve sıcak bir gülümseme sergiler. Ailesine geçmişine ve geleneklerine sahip çıkması onun en iyi özelliğidir.

 

 

 

İçeri geçtiklerinde Rüzgâr, salonda bulunan toz pembe koltuğa oturur. Babaannesi, "Nasılsın, kınalı kuzum? Alışabildin mi buraya?" diye sorar. Rüzgâr, "İyiyim, babaanne. Biraz alıştım. Taşınmamız çok iyi oldu; en azından seni daha çok görebiliyorum. Önceden seni çok özlüyordum. Telefonla konuşurken seni o kadar çok özlüyordum ki," der. Babaannesi, "Oy benim kınalı kuzum," der ve başını okşayıp yanağına bir öpücük kondurur.

 

 

 

Daha sonra, "Abinle aran nasıl? Yaramazlık yapmıyorsunuz değil mi?" der. Rüzgâr, her ne kadar iç dünyasını babaannesine anlatmaktan çekinmese de, abisi yüzünden ailede dışlandığını söyleyemez ve "İyi" diyerek geçiştirirdi. Babaannesi, Rüzgâr'ın yüz ifadesinden bir şeylerin ters gittiğini şüphelenir; ancak bunu direkt söylemek istemez ve durumu gözlemlemeyi tercih eder.

 

 

 

Rüzgâr ve Cem'in aralarındaki ilişki, abi-kardeş ilişkisinden daha çok düşmanlık üzerine kuruluydu. Ama bunlar sadece yeni bir başlangıcın sinyalleriydi.

 

 

 

Rüzgâr, un kurabiyesini çok severdi. Babaannesi de bunu bildiği için Rüzgâr her geldiğinde ona un kurabiyesi yapardı. Fakat bu sefer un kurabiyesi yapmayı unutmuştu. Rüzgâr, heyecanla babaannesine, "Babaanne, hani şu benim çok sevdiğim karlı beyaz kurabiye vardı ya, eğer kaldıysa bir tane yiyebilir miyim?" diye sordu. Babaannesi, "Yapmayı unutmuşum yavrum, bir dahaki sefere artık," dedi. Rüzgâr, büyük bir üzüntüyle, "Çok canım çekti. Beraber yapsak olur mu?" diye sordu. Babaannesi biraz tereddüt etse de Rüzgâr'ın ısrarı üzerine, un kurabiyesi yapmak için mutfağa geçtiler.

 

 

 

Tezgâhın başına geçip kurabiyeyi yapmaya koyuldular. Rüzgâr, babaannesinin istediği malzemeleri dolaptan tek tek çıkardı. Öncesinde büyük bir kaba ihtiyaçları vardı. Ardından, un kurabiyesi için margarin, pudra şekeri, vanilya, kabartma tozu, nişasta ve un koymaları gerekiyordu. Tüm malzemeleri ölçeklerine göre koydular. İlk olarak 200 gram margarin, üzerine bir adet yumurta ve bir çay bardağı sıvı yağ eklediler, ardından pürüzsüz bir kıvam alana kadar çırptılar. Bu eğlenceli işlemi Rüzgâr yaptı; hızlıca çırptıktan sonra diğer malzemeleri de ekleyip kurabiye hamurunu beraber yoğurdular. Rulo haline getirip kestikten sonra bir çatal yardımıyla üstüne çizikler attılar, daha sonra hepsini tek tek tepsiye yerleştirdiler.

 

 

 

Rüzgâr, fırının başında sabırsız bir şekilde kurabiyenin pişmesini beklerken, babaannesi kendine bir bardak çay demledi ve Rüzgâr'a en sevdiği meyve suyundan verdi. Kurabiyeler biraz soğuduktan sonra Rüzgâr, "Babaanne, üstüne biraz kar koyalım mı?" diye sorar. Babaannesi, üstüne biraz pudra şekeri ekler. Daha sonra ikisi de afiyetle yerler. Rüzgâr, babaannesine teşekkür edip gitmesi gerektiğini söyler. Babaannesi, "Rica ederim, kınalı kuzum. Yine gel. Senin de ellerine sağlık, çok güzel yapmışsın kurabiyeyi," deyip yanaklarını sıkar. birbirlerine sarılıp vedalaştıktan sonra Rüzgâr evine döner. Akşam olmuş, Rüzgâr’ın babası Can Bey işten eve dönüyordu. Rüzgâr ise odasındaydı. Can Bey eve geldiğinde eşi Nazan Hanım onu kapıda karşılayıp hoş geldin diyerek paltosunu çıkardıktan sonra ailecek yemek sofrasına oturdular. Diğer aile üyeleri sessizce yemeklerini yerken, Nazan Hanım kaostan beslenen bir kadın olduğu için bu durumdan epey rahatsızdı. Durumu fark eden Can Bey, “Nazan, yine yüzünden düşen bin parça. Ne oldu yine? Bizim çocuklar bir yaramazlık mı yaptı?” diye sordu. Nazan Hanım derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı.

 

 

 

“Can, neredeyse artık nasıl olduğumuzu bile sormuyorsun. Hadi onu geçtim, uzun mesailere kalıp gece yarısına kadar çalışıyorsun. Biz uyurken bazen eve gelip uyuyup sabah tekrar işe gidiyorsun,” dedi. Aslında Can Bey uzun mesailere kalmıyordu; her şey, Nazan Hanım’ın anlattıklarının tam tersiydi. Can Bey, “Çalışıyorum ya, Nazan,” diyerek geçiştirdi.

 

 

 

Nazan Hanım, “Nasıl çalışmakmış bu? Geceni gündüzüne katacak kadar seninle aynı işi yapan insanlar saat beşte evde oluyorlar, ama senin işlerin bir türlü bitmiyor. Peki, bu nasıl oluyor?” diye sordu. Can Bey, “Çalışıyorum işte, Nazan, uzatma,” dedi. İstediği sonucu alamayan Nazan Hanım, başka bir sorunu gündeme getirerek aile huzurunu kaçırmaya kararlıydı. Bu sefer Rüzgâr ile Cem’in bu sabahki kavgasından bahsetti.

 

 

 

Can Bey ise umursamaz bir tavırla, “Aman be, Nazan, ne abartıyorsun? Bunlar böyle büyüyecekler. Boş versene. Bir gün kavga eder, bir gün barışırlar. Neden bu kadar tepki gösterdiğini anlayamıyorum. Onlar daha çocuk,” dedi. Nazan Hanım, eşinin bu tepkisizliği karşısında şok geçirmişti. Bir türlü amacına ulaşamayan Nazan Hanım, sinirle sofradan kalkıp biraz hava almak için balkona çıktı. Bu esnada Can Bey, oğluna göz kırptı ve Rüzgâr, minik bir gülümsemeyle babasına karşılık verdi.

 

 

 

Aslında Can Bey, her şeyin farkındaydı. Belki de sadece baba olmasının verdiği sert ve dayanıklı imajının bozulmaması için sevgisini gösteremiyordu. Olayların detaylarına inmiyor, duygusal konuşmalara pek yer vermiyordu. Ama en çok sevdiği oğlunun Rüzgâr olduğundan da şüphe yoktu.

 

 

 

Nazan Hanım’ın bu davranışlarının altında yatan sırrı yalnızca Can Bey biliyordu. Can Bey, Nazan Hanım’ın davranış bozukluklarını rahatsızlığına veriyordu ve elbet bir gün geçeceğini umuyordu. Nazan Hanım, bazı zamanlar ani sinir krizleri, anksiyete, kendine zarar verme, gerçek dışı olaylar veya kafasında kurduğu kötü senaryolarla kendini üzüyor veya çok sinirlendiriyordu. Bu durum, Can Bey’i tedirgin etmişti. Nazan Hanım aşırı mutsuz, üzgün veya sinirli olduğunda, yani ani ruh hali değişimlerine anlam veremiyordu. Ona ne olduğunu sorduğunda, Nazan Hanım, “Benim bir şeyim yok. Keşke bir de seni çözebilsem. Bu aralar çok garip davranıyorsun. Sen biriyle mi görüşüyorsun? Telefon sürekli elinde, devamlı ekrana bakıp gülümsüyorsun. Sen de bir tuhaflık var, kesin bir şeyler olmalı,” diyordu.

 

 

 

Can Bey, “Evet, doğru söylüyorsun ama sadece Erkan’la konuşuyordum. Liseden arkadaşım. Bu akşam beni evine davet etti. Uzun zamandır görüşmüyoruz. Aslında gitsem fena olmazdı,” dedi. Bu cümleyi kurarken, aslında Nazan Hanım’dan izin almaya çalışıyordu. Nazan Hanım, “Bana niye soruyorsun? Zaten önceden konuşup anlaşmışsınız, demek ki beni önemsemiyorsun,” dedi. Can Bey, “Olur mu öyle şey? Tabii ki seni önemsiyorum. İstersen gitmeyeyim, ona göre arkadaşıma da durumu bir şekilde anlatırım,” dedi. Nazan Hanım, bir anda lafını keserek, “Daha fazla konuşmak istemiyorum. Git dedim işte, hala ne duruyorsun?” dedi. Nazan Hanım, pek ikna olmasa da eşine karşı ufak tefek güven problemleri hissediyordu.

 

 

 

Can Bey, evden çıktıktan kısa bir süre sonra, Nazan Hanım kafasında çeşitli senaryolar kurmaya başladı. Dikkatlice saati inceledi ve zaman geçtikçe saatin çıkardığı tik tak sesleri bile Nazan Hanım’ın içini ürpertiyordu. Kendi kendine, “Saat kaç olmuş, nerede kaldı acaba? Geçecek, geçecek. Sadece 15 dakika, ne olmuş olabilir ki? Başına ne gelmiş olabilir? Geçecek, merak etmeme gerek yok. Her şey geçecek. Birazdan gelir herhalde, evet gelecek ve hepsi geçecek,” tarzı cümleler kuruyordu. Bu esnada stresle olduğu yerde sallanıp tırnaklarını yiyordu ve kendini sakinleştirmeye çalışsa da fayda etmiyordu. Siniri bozulan Nazan Hanım, yastığı yüzüne kapatıp bağırarak ağlamaya başladı. Çocuklar ise korkudan odalarının kapısını kapatmış, annelerinin sinirinin geçmesini bekliyorlardı. Cem korkudan ne yapacağını şaşırmış bir şekilde sadece ağlamakla yetiniyordu. Rüzgâr da epey korkuyordu ancak abisini sakinleştirmek zorundaydı. Cem kulaklarını kapatmış yatağında oturuyordu. Rüzgâr, abisinin yanına giderek, “Abi, korkmana gerek yok. Güven bana, siniri birazdan geçer,” diyordu. Bunları söylerken abisinin yanağını okşuyordu. Bu sözler Cem’i biraz daha yatıştırmıştı.

 

 

 

Bu sırada Nazan Hanım, belli bir süre ağladıktan sonra sinir krizi evresine geçer ve büyük bir öfke patlaması yaşar. Bir anda mutfağa giderek evde sinirini çıkarmak için bir şeyler arar. Gözüne bardak ve tabaklar çarpar. Yerde kırık cam parçaları görmek ona oldukça zevk verir. Bir yandan gülüp bir yandan sinirini atmaya çalışır. Eller ve ayaklar kan içindedir; her defasında ellerindeki kanı gördükçe daha çok hırslanır.

 

 

 

Tüm bunlar olurken, Can Bey arkadaşı Erkan ile birlikte eski günleri konuşup yad ediyorlardı. Birlikte anılarını hatırlıyor, gülüp eğleniyorlardı. Erkan, eski bir fotoğraf albümü çıkardı ve birlikte lise fotoğraflarına baktılar.

 

 

 

“Can, bak burada mezuniyet törenindeyiz,” dedi Erkan, bir fotoğrafı göstererek. “Ne kadar da gençtik.”

 

 

 

Can, gülerek başını salladı. “Evet, o zamanlar yatağımızın altındaki canavarların gerçek olduğuna inanıyorduk,” dedi. Bu espriden sonra ortam iyice keyiflenmiş ve şenlenmişti.

 

Gecenin sonunda, boşalmış şarap şişeleri ve yüzlerindeki gülümsemelerle, Can ve Erkan yılların yorgunluğunu ve anıların tatlılığını paylaşmışlardı. Eski günler, şarabın sıcaklığıyla bir kez daha canlanmıştı. Can Bey kolundaki saate bakarak, “Bayağı geç olmuş, en iyisi ben gideyim, bizimkiler meraklanmasın,” dedi. Erkan, “Bir yere kaçmıyorlar ya, birkaç dakika daha kal,” diye ısrar etti. Can Bey, Erkan’ın ısrarı yüzünden birkaç dakika daha kalmayı kabul etti. Bunun üzerine Erkan, bir şişe daha açtı. Onlar sadece birkaç dakika daha lafladıklarını zannediyorlardı, ancak saat neredeyse gece 12 olmuştur. Şarabın dibine varan ikilinin masasından anlamsız gülüşmeler eksik olmuyordu.

 

 

 

Bu sırada bir tür iddiaya giren Can, “Bu şişenin dibini görmeyen namerttir,” dedi. Erkan, şarabın verdiği çakırkeyiflik ve gereğinden fazla cesur davranması nedeniyle masasındaki şişeyi kafasına diker ve oracıkta sızar. Can Bey, alkolle arası iyidir ve yıllardır kullandığı için vücudunun bağışıklık kazandığı içim kendisi o kadar etkilenmemiştir. Ancak, Erkan’ın durumundan endişelenir. Normal şartlarda kendini bu kadar saptırıp bozmamıştır; ama bu sefer, arkadaşına küçük bir şaka yapmak istemiştir. Erkan’ın sızdığından emin olmak için masadan kalkıp onu dürter. “Erkan, orada mısın? İki şişede yıkılacak adam mıydın?” diyerek dalga geçer. Ardından eve gitmek için yola koyulur.

 

 

 

Eve vardığında zili çalar, epeyce kapının önünde bekler, ancak açan olmamıştır. Anahtarı yanına almayı unutan Can Bey, bu sefer kapıyı duyulacak şekilde sertçe tıklatmaya başlar. Yine açan olmamıştır. Bu esnada yedek anahtarı olduğunu hatırlayan Can Bey, kapıyı açmayı başarır. İçeri girdiğinde ışıkların kapalı olduğunu görür ve evdekilerin uyuduğunu anlar. Onları rahatsız etmemek için sessiz ve yavaş adımlarla içeri geçer. Kapıyı kapatırken evdeki cam kırıklarını fark eder ve onları takip etmeye başlar. Yerde bulunan kan lekeleri Can Bey’in dikkatini çeker. Işığı yaktığında gördükleri karşısında şoka uğrar.

 

 

 

Hızla evdeki bütün odaları kontrol eder. İlk olarak Rüzgâr ve Cem’in odasına girer. Onlar, ranzalı yataklarında uyumaktadır. Rüzgâr, yüksekten ve karanlıktan korktuğu için gece lambasını yakmış ve aşağıda yatmayı tercih etmiştir. Cem ise Rüzgâr’ın hemen üstünde uyumaktadır. Can Bey, onları uyandırmadan dikkatlice her ikisinin de yanağına bir öpücük kondurur.

 

 

 

Yavaşça salonun kapısına yönelir. Kapıyı açtığında, Nazan Hanım tam karşısında, kan lekeleriyle dolu bir örtüyle üstünü örtmüş, koltukta yatmaktadır. Nazan Hanım’ın vücudundaki çizikler, Can Bey’in dikkatini çeker. Nazan Hanım’ın kendine zarar verdiğini anlayan Can Bey, büyük bir pişmanlıkla, “Keşke gitmeseydim, biliyordum böyle olacağını,” der. Mutfakta oturup bir sigara yakar ve etraftaki cam parçalarını izler. Ancak ne kadar pişman olursa olsun, zamanı geri alamayacağını bildiği için kendine kızıyordur. Hayatta kimi zaman hatalarımızla, kimi zaman verdiğimiz yanlış kararlarla, kimi zaman ise ilişki kurduğumuz yanlış insanlardan dolayı pişmanlık duyarız. Bu, hayatın yegâne bir parçasıdır ve değiştirilemez. Zaman ne kadar acımasız olursa olsun, insan kaderini kendi belirler.

 

Can Bey şu anda hayatının hatasıyla yüzleşiyordur ve bir anda geçmişi anımsar. Eşi Nazan Hanım’la evlendikleri o mutlu günü hatırlar. Adeta dün gibidir. Zaman çok hızlı geçmiştir. Can Bey, eşini usulüne uygun bir şekilde istemeye gittiğinde, o an hiç unutamadığı ve devamlı kulaklarında çınlayan bir söz vardır: “Allah’ın emri, peygamberin kavli ile.” Bu söz, büyükler tarafından söylenmişti. Nazan Hanım, biraz geç geldiklerini ve çikolatanın epey dandik olduğunu, bu solmuş gülleri hak edip etmediğini sormuştu. Nazan Hanım’ın annesi kaş göz yaparak susması için uğraşmıştı. Can Bey’in kalbi bu sözler karşısında kırılmıştı, ama tek lafına affedebilecek bir adamdı ve affetmişti bile. Henüz duygularla mantığı bir araya getiremezken, bu ilişkiyi aşk adı altında kılıflandırmak ne kadar doğrudur sizce? Tüm bu yaşananlara rağmen Can Bey aslında pişman değildir; karısını ilk günkü gibi seviyordur. Onu ilk günkü özlem ve sevgiyle bakıyordur. Ancak karısının hastalığı bazı dönemler onu çok zorlamıştır. Sevgililik dönemlerinde hastalığı hiç bu kadar göze batmıyor ve rahatsız etmiyordu. Ancak, aynı eve girdiklerinde problemler tek tek çıkmaya başladı. İyi günde kötü günde diye söz verdikleri andan itibaren Can Bey, eşi Nazan Hanım için elinden geleni yapmaya kararlıydı. Eşi onun için çok değerliydi ve onun iyiliği için sürekli çaba gösteriyordu. Evliliğin ilk yıllarında her şey toz pembe görünse de, birkaç yıl sonra gerçekler yüzüne tokat gibi çarptı. Başlarda durumu idare etmeye çalışan Can Bey, durumun ciddiyetini kavradıkça eşine nazikçe anlatmanın bir yolunu bulmaya karar verdi.

 

 

 

“Nazan, biliyor musun, beni bu aralar bir şeyler rahatsız ediyor ve bunu birilerine anlatmaya ihtiyacım var. Ancak, anlaşılan o ki daha profesyonel birinden yardım almamız gerek. Bu yüzden bugün saat 2’de ikimize de randevu aldım. Beraber psikiyatriye gidip içimizde bizi ne rahatsız ediyorsa anlatacağız,” dedi.

 

 

 

Nazan Hanım alaycı bir tavırla, “Yine saçmalıyorsun. Eğer çok istiyorsan sen gidebilirsin. Ben neden gideyim? Deli olan sensin. Seni sakinleştirmek ve yol göstermesi için bir insana para verecek kadar zavallı bir insansın. Asıl ihtiyacı olan sensin. Abartıyorsun, bana hasta değilim, normal bir insanım sadece bazen sinirleniyorum. Hem bu o kadar da kötü bir şey değil, herkesin kötü günleri olur. Benim duygularım seni tetikliyor, bunu da en iyi bilen sensin. Benim yerimde kim olsa aynı şeyi hissederdi. Nereye gittiğin belli değil, kiminle ne yaptığın belli değil. Ben de haklı olarak endişe duyuyorum ama kimse beni anlamıyor,” dedi.

 

 

 

Can Bey, “Nazan, seni gerçekten çok iyi anlıyorum ama bu hareketlerin normal değil. Huzursuzluktan keyif alıyorsun. Bunu normal bir şey mi sanıyorsun? Hayır, sen kendini normalleştiriyorsun ve doğru olduğunu zannediyorsun. Senin bana değil, bir terapiste ihtiyacın var. Ben senin iyiliğini düşünüyorum. Sen de neredeyse bana psikolojisi bozuk damgası vuruyorsun. O gece Erkan’la sadece biraz fazla kaldık, hepsi bu. Ama eminim sen birkaç dakika sonra kıvranmaya başlamışsındır. Hep böyle yapıyorsun ve bu hiç normal değil. Bir an önce bu sorunu kabul edip harekete geçsek çok iyi olur, çünkü ne kadar erken çözüm bulursak o kadar iyi olur,” dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, “Beni anlamıyorsun. Ben normal bir insanım ama sadece bir seferliğine senin hatırın için gidiyorum. Sen de göreceksin, bir şey çıkmayacak çünkü davranışlarım çok normal. Abarttığımı söylüyorsun, bence sana öyle geliyor,” dedi. Nazan Hanım hastalığını bir türlü kabullenemez. Bu da tedavisini zorlaştırır. Zorla da olsa gitmeyi kabul etmesi, Nazan Hanım için bir başlangıçtır. Can Bey, yansıtma cümleleri kullanarak sürekli durumu normalleştiriyordur. Hastalığı aslında doğuştandır; bunca yıl hastalığını kabul etmediği için psikoloğa gitmemiştir ve psikolojik rahatsızlığın ne olduğunu belirten en ufak bir kanıt bile yoktur.

 

 

 

Saat 2’de psikolog Damla Hanım’dan alacakları randevuya geldiklerinde, kapıyı çalıp doktorun odasına girerler. Randevu saati olduğundan dolayı herhangi bir problem çıkmaz ve selamlaşıp seansa başlarlar. Nazan Hanım, ne olacağından habersiz, sadece doktorun söylediklerine cevap veriyordur. Damla Hanım, “Nazan Hanım, hoş geldiniz. Nasılsınız?” der. Nazan Hanım öylece bakakalır ve eşinin dürtmesiyle cevap verir: “Merhaba, iyiyim, teşekkür ederim. Gerçi ben hep iyiyim diyorum ama dinleyen kimse olmuyor maalesef. Hasta ben değilim, merak etmeyin,” der ve Can Bey’i işaret eder.

 

 

 

Damla Hanım, “Anlıyorum. İsterseniz bu seansı ikinizle birlikte yapalım, olur mu?” der. Nazan Hanım, “Zaten zorla geldim, bir de bunu kaldıramam, kusura bakmayın,” der. Can Bey sessizce oturur ve nereye gittiğini sorar. Damla Hanım bunu fark eder ve “Yanlış anlamayın, Nazan Hanım. Sadece sizinle sohbet etmek istiyorum. Neden böyle davrandığınızı anlayamadım. Sonuçta siz normal bir insansınız, öyle değil mi?” diye sorar.

 

 

 

Nazan Hanım, “Evet, öyleyim ama eşim bunu anlamıyor ve beni buraya zorla getirdi,” der. Damla Hanım, problemin kaynağını bulabilmek için Nazan Hanım’ın çocukluğuna inmeye karar verir ve, “Nazan Hanım, bana biraz kendinizi anlatın. Çocukluğunuzdan bahsedin. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Nasıl bir ailede büyüdünüz?” diye sorar.

 

 

 

Nazan Hanım tedirgin olur ve, “Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum,” der. Damla Hanım, “Ama siz buraya bunun için geldiniz, değil mi?” der. Damla Hanım’ın ısrarı üzerine, Nazan Hanım konuşmak zorunda kalır ve, “Çocukluğum gayet normaldi. Güzel bir ailede büyüdüm, bana değer veriyorlardı. Ama ben ailemden başka kişilerle ilişki kurmakta güçlük çekiyordum. Belki de ileride o kurduğum arkadaşlıkların bitmesinden ve birilerinin beni terk etmesinden çok korkuyordum. Ama bu her insanın başına gelen bir şey değil mi? Her insan böyle düşünür.”

 

 

 

Damla Hanım, “Evet, tabii ki öyle. Bu normal bir davranış. Ama ben bu korkunun sebebini öğrenmek istiyorum,” der. Nazan Hanım göz teması kurmakta zorlanır ve “Bilmiyorum işte, bilmiyorum. Bildiğim tek şey normal olduğum ve buraya zorla getirildiğim. Ona da bir şey sormayacak mısınız?” deyip Can Bey’i gösterir. Aslında Can Bey’in gelmiş olması tamamen formalitedir; Damla Hanım’a özel olarak bu durumu anlatmıştır. Can Bey’in amacı, Nazan Hanım’ı ikna etmektir. Can Bey kendisini de sorunlu gösterip bunu bahane ettiğinde, Nazan Hanım'ın "Sen gitmelisin bence, ben normalim" sözleri, bir savunma mekanizmasından farksızdır. Kendi kurduğu iç benliğine zarar gelmesini istemez. Kendini kusursuz olarak da görmez belki ama bu sinir bozuklukları ve ani inişli çıkışlı davranışlar, Can Bey'i bunca zaman epey rahatsız etmiştir ve onun tedavi alması için böyle bir oyun oynamıştır. Nazan Hanım'ın dedikleri üzerine, Damla Hanım biraz da Can Bey'e benzer sorular yöneltir. "Can Bey, siz nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Nasıl bir ailede büyüdünüz? Kendinizi nasıl tanımlarsınız?" gibi sorular sorar. Can Bey, Nazan Hanım'a gönderme yaparak, "Çocukluk yıllarımda ailem bana önem gösteriyor ve sevdiğini hissettiriyordu. Güzel bir ailede büyüdüm ama keşke benim iyiliğim için yaptıkları şeylerin farkına varabilseydim. Belki de şu an her şey daha iyiydi," diyerek Nazan Hanım'a bakar.

Damla Hanım, "Anlıyorum ama hiçbir şey için geç değil. Kendinize ve ailenize değer verin. Belki o zamanlar sizin için yapılan iyiliklerin farkında değilsinizdir, belki ama artık farkındasınız ve bu durumu düzeltmenin tam sırası. O zaman burada bu seansı bitiriyorum. Belki de ileride tekrar görüşürüz , kim bilir," diyerek seansı sonlandırır.

 

 

 

Bu esnada ikisi de dışarı çıkarken, Damla Hanım, "Can Bey, sizinle bir 5 dakika özel olarak konuşabilir miyiz?" der. Can Bey ile Damla Hanım konuşmaya devam ederken kapıyı kapatırlar; ancak kapının ardında durumlardan şüphelenen Nazan Hanım onları dinliyordur. Damla Hanım, "Can Bey, sizinle açık konuşacağım. Bu seansta gözlemlediğim kadarıyla eşiniz Nazan Hanım, borderline kişilik bozukluğu hastalığına sahip ve hastalığı epeyce ilerlemiş. Sizi bile suçlamaya kalkışıyor, farkındaysanız. İlaçlarla bu durumu dizginleyip ortadan kaldırabiliriz. Ancak burada iş size düşüyor çünkü Nazan Hanım ilk başta ilaçları kullanmayı reddedebilir. Ben şu anda hastalığına yönelik ilaçları size yazıyorum. Ona göre siz de Nazan Hanım'a kibar bir dille bu ilaçları içmesi gerektiğini söyleyin. Yoksa maalesef pek şansımız yok."

 

 

 

Can Bey, "Onun iyileşmesi için elimden geleni yapacağım hocam, söz veriyorum," der. Damla Hanım, "Peki, o zaman. Nazan Hanım'a ilaç yazabilmesi için sizi uzman bir psikiyatriste yönlendiriyorum. Gerekli ilaçları yazdırıp kullanın. Eminim farkı göreceksiniz. Geçmiş olsun," der ve Can Bey odadan çıkar.

 

 

 

Nazan Hanım, duydukları karşısında çok sinirlenmiştir. Bunun üzerine, Can Bey, "Nazan, Damla Hanım bir de psikiyatriste görünmemizi istiyor, gitmemiz gerekiyor," der. Nazan Hanım, konuşulan her şeyi duymuştur ama bilmiyormuş gibi davranır. Ardından psikiyatriste gitmek üzere yola koyulurlar.

 

 

 

Nazan Hanım ve Can Bey, psikiyatristin bekleme odasında oturuyorlardı. Nazan, huzursuzca ellerini ovuşturuyordu. Can, ona destek olmak için yanında oturmuş, elini tutuyordu. "Nazan, bu sadece bir adım daha. Her şey senin iyiliğin için," dedi Can, sakin ve teskin edici bir sesle. Nazan derin bir nefes aldı ama endişesi yüzünden okunuyordu. "Biliyorum ama ilaç kullanma fikri beni korkutuyor. Ya daha kötü olursam?"

 

 

 

Tam o sırada hemşire kapıyı açtı ve "Nazan Hanım, sizi bekliyoruz," dedi. İçeri girdiklerinde, psikiyatrist onları sıcak bir gülümsemeyle karşıladı. "Hoş geldiniz Nazan Hanım, Can Bey. Lütfen oturun."

 

 

 

Psikiyatrist, Nazan'ın tedirginliğini fark eder ve nazikçe sorar, "Nazan Hanım, psikoloğunuzdan aldığım rapora göre Borderline kişilik bozukluğu teşhisi konmuş. Bu durumu konuşalım ve nasıl bir tedavi planı oluşturabileceğimize bakalım."

 

 

 

Nazan başını salladı ama gözleri hala endişeliydi. "Evet, ama ben ilaç kullanmak istemiyorum. Kendimi ilaçlarla uyuşturulmuş gibi hissetmek istemiyorum."

 

 

 

Psikiyatrist sakin bir şekilde açıklamaya başladı. "Anlıyorum Nazan Hanım, ilaçlar bazen korkutucu gelebilir. Ancak bu ilaçlar, duygusal dalgalanmalarınızı dengelemeye yardımcı olabilir ve kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayabilir. Bu, sizin daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam sürdürmenize yardımcı olacak."

 

 

 

Nazan inatla başını iki yana salladı. "Hayır, ilaç kullanmak istemiyorum. Başka bir yol yok mu?"

 

 

 

Can araya girer, "Nazan, lütfen bir şans ver. Bu senin sağlığın için."

 

 

 

Psikiyatrist, Nazan'ın tepkisine anlayış göstererek, "İlaç tedavisi, psikoterapi ile birlikte kullanıldığında çok daha etkili olur. Ancak karar sizin. Tedaviye başlamadan önce sizin rahat ve güvenli hissetmeniz önemli."

 

 

 

Nazan derin bir nefes alır. "Tamam, ama ilaç kullanmadan devam etmek istiyorum. Psikoterapiye devam edeceğim ama ilaçsız."

 

 

 

Psikiyatrist başını salladı. "Elbette. Bu süreçte nasıl ilerleyeceğinizi birlikte belirleyeceğiz. Ancak ilaç tedavisine açık olmanız, ileride durumu değerlendirdiğinizde faydalı olabilir."

 

Nazan Hanım, "Peki, deneyeceğim," der. İlaçları yazdırdıktan sonra, en yakın eczaneye gidip alırlar. Nazan Hanım ve Can Bey, ilaçları aldıktan sonra eve döndüklerinde, Can eczanede aldığı ilaçları dolaba yerleştirmesi için Nazan’a verdi. Nazan, ilaçları sinirli bir şekilde eline aldı ve mutfaktaki masanın üzerine bıraktı. Eve girer girmez, Nazan bir anda öfkesini patlattı. "Bu ilaçlar benim ne işime yarayacak? Yani, sen benim içimi nasıl rahatlatacağını mı düşünüyorsun? Her şeyin suçlusu bu ilaçlar mı olacak?" dedi.

 

 

 

Can, sakin kalmaya çalışarak, "Nazan, lütfen. Bu ilaçlar doktorun tavsiyesi. Senin iyiliğin için. Lütfen bir şans ver," dedi.

 

 

 

Nazan, öfkesini kontrol edemeyerek, ilaçları masanın üstünden fırlattı. Cam şişeler ve kutular yere düştü ve etrafa dağılmaya başladı. Cam parçaları odanın her yerine yayıldı. "Yeter! Bu ilaçları kullanmak zorunda değilim. Bana ne yapmam gerektiğini kimse dikte edemez!" diye bağırdı.

 

 

 

Can, korkmuş ve üzgün bir şekilde etrafa bakındı. Sakin bir ses tonuyla, "Nazan, bu şekilde davranman hiç hoş olmuyor. Lütfen sakinleş, öyle konuşalım," dedi.

 

 

 

Bu söylemlerin ardından, Nazan iyice öfkelenmiştir. Can Bey tüm ilaçları yerden toplamaya çalışırken parmakları cam kırıklarıyla kesilir ve elinden kanlar akıyordur. Nazan sinirli bir şekilde, "İlaçların içinde neler olduğunu bilmeden nasıl kullanabilirim? Belki de beni daha da kötüleştirecek," der. "İstemiyorum, istemiyorum!" diye bağırarak yerden kırık bir cam parçası alıp kollarını çizer.

 

 

 

Can panikleyerek, "Nazan, kendine zarar verme!" dedi. Nazan derin bir nefes alarak kendini bir an için sakinleştirmeye çalıştı ama öfkesinin ve pişmanlığının etkisi geçmiyordu.

 

 

 

"Bu hayatın bana ne yaptığını, acımasızca davrandığını biliyorum. Her şeyin üstüne, kendimi böyle hissetmek zorunda değilim," dedi.

 

 

 

Can Bey kısık bir sesle, "Ama senin iyiliğin için," dese de Nazan Hanım, "Başlatma iyiliğine! Sevap kazanmak istiyorsan camiye sadaka ver. Gereksiz hareketlerinle beni daha fazla meşgul etme. Yalnız kalmak istiyorum, bu konuyu daha fazla konuşmak istemiyorum," der ve odasına gider.

 

 

 

Can Bey ise içinden çaresiz bir şekilde, "Şimdi ne yapacağız?" diye soruyordur kendi kendine. Nazan Hanım'ın da kendisiyle yüzleşmesi için yalnız bırakmak zorundadır. Saatlerdir yalnız başına odasında olan Nazan Hanım'dan ses çıkmıyordur. Bunun üzerine Can Bey kapıyı tıklatır ve, "Daha iyi misin? Girebilir miyim artık?" dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, "Cehennemin dibine git! Benim iyiliğimi istediğin için mi o zararlı şeyleri bana içireceksin?" der.

 

 

 

Can Bey ise, "Bunları doktor önerdi. Daha önce de söyledim ama sen beni dinlemedin," der.

 

 

 

Nazan Hanım, "Kim önerdiyse önerdi. Ne önemi var? Eğer ben bu ilaçlardan sonra daha kötü olursam, bunun hesabını kim verecek?" dedi.

 

 

 

Can Bey, "Böyle kapı dışından mı konuşacağız? Kilidini aç da içeri gireyim, yüz yüze konuşalım," der. Nazan Hanım ikna olmuştur; bunun üzerine "Tamam," diyerek kapının kilidini açar.

 

 

 

Can Bey, "Hele şükür, bir an içeri giremeyeceğim zannettim," deyip ortamı biraz yumuşatmaya çalışır ve ardından, "Daha iyi misin? Kollarına bakabilir miyim?" diye sorar.

 

 

 

Kollarının vaziyeti çok kötüdür. Can Bey epey kötü olmuş. "Pansuman yapmamı ister misin?" diye sorar.

 

 

 

Nazan Hanım, "Biraz canım acıyor. Yaparsan iyi olur."

 

 

 

Can Bey, Nazan Hanım'a pansuman yaparken, "Buna değdi mi? Şimdi keşke yapmasaydın. Hareketlerini biraz daha düşünerek yapsan ve karşındaki insanı kırmamaya uğraşsan, bence bu kadar olmazdı," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, "Ben böyleyim. Her insan gibi."

 

 

 

Can Bey derin bir nefes alır ve sessizce "Her insan gibi," diyerek durumun anormalliğini ima etmeye çalışır.

 

 

 

Nazan Hanım, "Bir gün beni anlayacağını biliyordum. Demek ki sorun ben değilmişim."

 

 

 

Can Bey, "Bu kadar olduğunu bilmiyordum."

 

 

 

Nazan Hanım sitem eder, "Ne demek bilmiyordum? Sen beni her şeye rağmen seveceğinden söz vermemiş miydin? Şimdi neden sözünden dönüyorsun?" der. Aniden yine sinirlenmiştir.

 

 

 

Can Bey, onu sakinleştirmek için, "Hâlâ senin yanındayım ve bu zorlu sürecinde seni yalnız bırakmayacağıma söz veriyorum. Ama senden de bir şey istiyorum; kendine zarar vermeyeceksin. Ben ne yaparsam yapayım senin iyiliğin için yapıyorum. Doktorlar da senin için uğraşıyor. Sen ise doktorların sözünü dinleyip ilaçlarını kullanacaksın. Şimdi gidip tekrar alacağım. Lafımın ikiletilmesini istemiyorum, ona göre."

 

 

 

Nazan Hanım, "Tamam, seni kırmayacağım. Benim için uğraştığını biliyorum ama değmez. Ben bile kendimin ne yapmaya çalıştığının farkında değilim ve ne yaptığımı da hatırlamıyorum. Kalbini kırdıysam özür dilerim."

 

 

 

Can Bey, "Önemli değil, hiçbir şey senin sağlığından önemli değil. Ben şimdi tekrar ilaçları almaya gidiyorum. Sen de doktorun dediği dozları kullanacaksın. Sakın aşırıya kaçma. Hastalığın seyrine göre günlük dozlarını arttırıp azaltabiliriz ama tabii ki doktorun kontrolünde olacak. Tüm bunlar dışında sözümün dışına çıkmanı istemiyorum. Dediğim gibi her şeyi iyiliğin için," der ve tekrardan ilaçları almak için evden çıkar.

 

 

 

Eve geldiğinde Nazan Hanım, bıraktığı gibi tek bir noktaya bakıyordur. Can Bey bir anda, "Ben geldim," der. Nazan Hanım, Can Bey’in geldiğini görünce irkilir ve korkuyla, "Sen miydin?" der. Can Bey, "Benim. Korkma, ilaçlarını aldım. Tezgâhın üstüne koyuyorum, haberin olsun," der. İlaçları poşetin içinden çıkarıp tezgâhın üstüne yerleştirir ve bunun yanında ilaçları nasıl kullanacağı ve tek tek dozajları yazıyordur. Antidepresanlar, duygu değişimi düzenleyiciler ve birtakım çeşitli ilaçlarla doktorlar tedaviyi desteklemeye çalışmışlardır. Nazan Hanım, ilaçlarını ilk bir hafta hiç aksatmadan içmiştir; daha sonrasında ise, "Zaten nasıl olsa hiçbir şeye yaramıyor," diyerek bırakmıştır. O günden bugüne tedavisi iyice zorlaşmıştır ve Can Bey'in yapacak hiçbir şey kalmamıştır. Artık ömrü boyunca Nazan Hanım’ı idare etmek zorundadır. Daha sonra uyumak için yatak odasına gider.

 

 

 

Sabah olduğunda erkenden işe gitmek üzereyken, Cem uyuyordur. Rüzgar ise babasının ayak seslerine uyanır ve babasına sıkıca sarıldıktan sonra, "Günaydın baba, seni çok özledim," der. Babası, "Dün bir arkadaşımla beraberdik. Erkan abini hatırlar mısın, bilmiyorum. Sen çok küçüktün. O bize misafirliğe geldiğinde," der. Rüzgar, "Hatırlıyorum baba, hatta bana şeker vermişti. Sen de bana o şekeri aldığım için kızmıştın. Yüzünde çizikler vardı. Onların neden olduğunu sorduğumda bana, 'Boş ver, büyüyünce anlarsın. Hoşuna gittiyse bir gün bize gel, sana da yapayım aynısından. Hatta sigara içerken bana da iç. Babana haber verme, erkek adamsın, alış şimdiden. Büyüyünce bana teşekkür edersin,' demişti. Ama sen de onunla bir daha konuşmayacağım diye anneme söz vermiştin. Neden yaptın?" diye sorar.

 

 

 

Aslında Erkan Bey, sorumsuz ve uyuşturucu bağımlısı bir adamdır. Yıllar önce 5 yaşındaki kızıyla karısını terk ederek başka bir kadına kaçmıştır. Yasa dışı bahis oynatmak, hırsızlık, kapkaççılık, kaçak sigara ve uyuşturucu satıcılığı yapıp bu tür suçlara karışmıştır. Bu yüzden çoğu kez hapse girmiştir. Yüzündeki çizikleri ise değişik zevkleri yüzünden bizzat kendisi yapmıştır. Şu an ise karısını terk edip kaçtığı kadınla yıllardır hayatını sürdürmektedir. Babası, Rüzgar’a, "Oğlum, Erkan abin kötü bir adam. Onun gibi olmanı ve ona özenmeni istemiyorum. Sadece dün akşam biraz geç gelmemin sebebi buydu," dedi.

 

 

 

Ardından, "Siz ne yaptınız? Ben abinle birlikte," diye sorar. Rüzgar, "Dün annem çok sinirliydi. Neden bilmiyorum ama bir anda bağırmaya ve etrafı kırıp dökmeye başladı. Biz de bir şey yapamadık. Abimle birlikte annemin siniri geçene kadar sessizce oturduk," der. Bunları anlatırken sesi titrer, boğazı düğümlenir ve gözleri dolar. Ardından, "Ben abimi sakinleştirmeye çalıştım. Aslında ben de korkuyordum. Bu yüzden annem yanımıza gelip bize zarar vermesin diye odamızın kapısını kilitledim ama annem daha çok sinirlenmişti. Ama ben bir şey yapmamıştım. Ne olur kızma, olur mu?" dedi.

 

 

 

Babası, "Hayır, sana kızmayacağım. Ama artık büyüdün, bilmeni istediğim bir şey var ve bu aramızda kalacak. Abine hiçbir şey söylemeyeceksin," diyerek Rüzgar’dan söz vermesini ister. Rüzgar, "Tamam baba, kimseye söylemeyeceğim. Söz veriyorum," dedi.

 

 

 

Can Bey bu anı uzun süredir bekliyordur. Artık zamanı gelmiştir. Henüz küçük olduğundan olayları onun anlayacağı gibi anlatmaya karar verir. Çoğu zaman Rüzgar, annesinin davranışlarına anlam verememiştir; bu, onun her şeyin açıklığa kavuşacağı bir an olacaktır. Babası derin bir nefes alır ve anlatmaya başlar:

 

 

 

“Annenin böyle davranması doğru bir davranış değil, biliyorsun değil mi?”

 

 

 

Rüzgar, “Evet, biliyorum; bize bunun yanlış olduğunu okulda öğretmenim söylemişti. Ama neden annem böyle davranıyor?” diye sorar.

 

 

 

Babası, “Şimdi sana onu anlatacağım. Kulaklarını aç ve beni dikkatle dinle,” der.

 

 

 

Rüzgar elleriyle kulaklarını açar. Babası tebessüm ederek, “Hayır oğlum, öyle değil; yani beni iyi dinle demek istedim.”

 

 

 

Rüzgar, “Şimdi anladım; söylediğin hiçbir şeyi unutmayacağım.”

 

 

 

Babası, “Tamam o halde sana her şeyi anlatacağım. Sen artık zor durumlarda abini bile idare edecek kadar güçlü bir çocuksun. Annen yüzünden seni ihmal ettiğimin farkındayım. Bu yüzden sana layık bir baba olamadığım için üzgünüm ama bu benim suçum değil. İnan bana seni her zaman, belli etmesem de, içten içe hep sevdim. Bugün söylemek için bir fırsatım oldu. Biliyorum, sana bunları bu yaşta söylemem pek bir şey ifade etmiyordur belki; beni anlamıyorsundur bile. Ama bunca zaman ailemi kurtarmak ve size daha iyi bir hayat vermek için çabaladım. Ama ara sıra annen ile de ilgilenmem gerekti çünkü annen biraz rahatsızdı,” dedi.

 

 

 

Rüzgar, babasının sözünü keserek meraklı bir şekilde onu soru yağmuruna tutar: “Annem neden bu kadar sinirli? Neden abimi benden daha fazla seviyor? Bana neden abime davrandığı gibi davranmıyor?” diye sorar.

 

 

 

Rüzgar’ın bu sorularına babası, “Aslında o da seni seviyor ama…”

 

 

 

Rüzgar, “Ama ney baba, söyler misin?”

 

 

 

Babası, “Annen ilaçlarını almadığı için böyle sinirlenir ve kendini kontrol edemez; onun da elinde değil bazı şeyler,” dedi.

 

 

 

Rüzgar, “Ama ilaçlarımızı almazsak iyileşemeyiz ki baba; benim annem hep böyle sinirli mi olacak?”

 

 

 

Babası, “Hayır, tabii ki; eğer ilaçlarını düzenli kullanırsa geçebilir. Belki sen bunları düşünmek için daha çok küçüksün ama biraz da olsa beni anladığını düşünüyorum. Abini daha çok sevmesinin sebebini inan ben de bilmiyorum. Belki de abin ona yaptığı şeyleri daha çok gösteriyordur ya da ne bileyim, belki de sende ona yaptığın şeyleri daha çok gösterirsen, belki gözüne girebilirsin.”

 

 

 

Bunun üzerine Rüzgar somurtarak, “Gösterdiğim bütün resimlerimi yırtması dışında bir sorun yok baba.”

 

 

 

Babası derin bir nefes alarak, “Biliyorum oğlum… Ama geçecek hepsi, sana söz veriyorum,” der ve babası Rüzgar’ı öperek işe gitmek üzere evden çıkar.

 

 

 

Rüzgar, babasını uğurladıktan sonra koşarak odasına gider, yatağına oturur ve babasının ona söylediklerini düşünür: “Demek bu yüzdenmiş; ama ben her şeyin üstesinden gelebilirim, ben çok güçlüyüm,” der.

 

 

 

Bunun üzerine Rüzgar’ın yatağının üstünde yatan abisi Cem’den bir ses gelir: “Hadi oradan, senin gücün bir karıncaya bile denk olamaz,” der ve ardından ranzanın merdivenlerini kullanarak aşağıya iner. Cem, Rüzgar’a, “Bakalım babamla ne konuştunuz?” diye sordu.

 

 

 

Rüzgar, “Sadece bilmem gereken şeyleri anlattı,” dedi.

 

 

 

Cem, “Neymiş o bilmen gereken şeyler?” diye sorar.

 

 

 

Bunun üzerine Rüzgar, “Hiç, dedim ya işte,” dedi.

 

 

 

Cem, “Eğer söylemezsen, bugün bir sorun çıkartıp anneme senin yaptığını söyleyip sanki sen yapmışsın gibi üstüne atabilirim; karar senin,” dedi.

 

 

 

Rüzgar, babasına konuşmalarının aralarında kalması ve kimseye söylememesi için söz vermiştir ancak abisine bir şekilde yalan söylemek zorundadır: “Şey, resmimi çok beğendiğini söyledi o kadar.”

 

 

 

Cem şüpheci bir tavırla, “Peki öyle olsun; umarım gerçekten öyledir. Akşam babama sorduğumda doğrusunu öğrenirim. İllaki o da doğruyu söyler; bana yalan söyleyecek hali yok ya,” dedi.

 

 

 

Rüzgar, “Seninle bahse girerim ki o da aynısını söyleyecek,” dedi.

 

 

 

Cem, “Göreceğiz bakalım kim doğru söylüyor,” dedi.

 

 

 

Bunun üzerine salondan bir ses gelir: “Kahretsin, ellerime ne olmuş böyle?”

 

 

 

Rüzgar sessiz bir şekilde abisine, “Annem uyandı galiba,” derken korkusu da gözlerinden okunuyordur.

 

 

 

Gerçekten de Nazan Hanım uyanmıştır; salon kapısını hızlıca açar ve elini yüzünü yıkamak için lavaboya giderken kendi kendine söylenir: “İğreniyorum, nefret ediyorum kendimden.”

 

 

 

Musluğu açtıktan sonra ellerini suyun altına tutup yavaşça yıkar. Elindeki kan kurumuş ve bir türlü çıkmamaktadır. Nazan Hanım ellerini birbirine sert bir şekilde sürterek, “Hadisene çık artık,” der. Ellerindeki kan lekesi bir müddet sonra çıkmıştır. Daha sonra yüzünü yıkar ve su içmek için mutfağa yönelir. Gördükleri karşısında büyük bir şok geçirir: “Mutfağın haline bak, ne olmuş buraya? Ben mi yaptım tüm bunları? İnanamıyorum, bunu ben yapmış olamam,” dedi.

 

 

 

O sırada kollarındaki çizikler gözüne çarpar: “Neden hatırlayamıyorum? Her neyse, burayı hemen temizlemem gerek,” der ve bu biraz zaman alsa da neredeyse her yere dağılan cam kırıklarını bir faraş yardımıyla temizlemiştir. Bir bardak alır, tezgâhın hemen yanındaki masaya oturur ve suyu içerken büyük bir pişmanlık duyar, adeta kendinden utanır: “Ama olursa kendinden taviz vermeyerek o gün beni çok sinirlendirmeseydi bunlar olmazdı. Hepsi onun yüzünden; ben hiçbir şey yapmadım,” der ve etrafı gözleriyle süzer. Bir an cam kırık dolapla bakışır: “Tamam, belki birazcık abartmış olabilirim ama her şey yolunda,” deyip durumu toparlamaya çalışır.

 

 

 

Bu esnada elleri titrerken suyundan bir yudum alır. O sırada Rüzgar annesine günaydın demek için odasından çıkıp mutfağa gider. Belki de tam sırasıdır; annesinin ona ufak bir gülümsemesi, Rüzgar’ın bütün gününün güzel geçmesine sebep olacaktır.

 

 

 

Rüzgar annesine, “Günaydın anne, güzel uyuyabildin mi? Uyurken üzerin açıktı, ben de hemen yanındaki battaniyeyi üstüne örttüm. Biraz lekeliydi ama olsun, kızmadın değil mi?” diye sorar.

 

 

 

Annesi, “Hayır,” dercesine kafasını iki yana sallar ve sadece, “İyi yapmışsın,” demekle yetinir. Annesinin bu yorgun hâli, Rüzgar’ın gözünden kaçmamıştır ve annesine, “Ne oldu anne?” diye sorar.

 

 

 

Annesi, “Yok bir şeyim,” deyip geçiştirir.

 

 

 

Rüzgar, “Peki anneciğim, bir şey istersen bana seslenebilirsin.”

 

 

 

Annesi ise, “İçeri git,” der.

 

 

 

Rüzgar artık annesinin gözüne girmeye ve ona kendini bir şekilde sevdirmeye çalışıyordur Bu sırada kapı çalar Nazan Hanım kapıyı açtığında karşısında orta yaşlı bir teyze görür. Teyze, "Kızım, iyi misin? Dün akşam sizin evden şiddetli sesler duydum. Hayırdır, inşallah bir sorun yoktur," dedi. Bu sırada Nazan Hanım'ın kollarındaki çizikler teyzenin dikkatini çeker.

 

 

 

Teyze, "Kızım, kollarına ne oldu öyle?" diye sordu. Nazan Hanım, telaşı yüzünden okunur bir şekilde kollarını gizlemeye çalıştı ve "Yoo, hiçbir şey olmadı. Merak etmeyin, sadece biraz sakarlığım tutmuştu dün gece. Kusura bakmayın," dedi.

 

 

 

Teyze, "Kızım, ben seni bu apartmanda daha önce hiç görmedim. Yeni mi taşındınız?" diye sordu. Nazan Hanım, "Evet, yeni taşındık. Ben de burada kimseyi tanımıyorum," dedi.

 

 

 

Teyze, "Benim ismim Münevver. Sizin hemen üst katınızda, 13 numarada oturuyorum. Bir ihtiyacın olursa kapımızı çalmaktan çekinme. Komşu komşunun külüne muhtaçtır derler. Belki yarın benim de size işim düşebilir," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, yaşlı kadının bu sıkıcı sohbetinden epey rahatsız oldu ve yaşlı kadının laflarını sürekli "Hı hı, haklısın," diyerek geçiştiriyordu. Teyze, "Her neyse, kızım, Allah’a emanet ol. Kendine dikkat et," diyerek oradan ayrıldı. Nazan Hanım kapıyı kapattıktan sonra kendi kendine, "Bu gidişle bunlar başımdan hiç eksik olmayacak. En iyisi kendimi biraz dizginlemek. Bu o kadar kolay olmasa da her gün rezil olmaktansa en azından biraz kendime hakim olmalıyım," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, etraftan gelen eleştirilere karşı oldukça hassastı. Elinde olmayan davranışları yüzünden insanların alay malzemesi olması ve toplumun onu hastalığı yüzünden yargılaması, onun derin yaralar açmasına ve Bu onun çoğu zaman depresyona girmesine sebep olmuştu. Nazan Hanım Uzun süreli arkadaşlık ilişkilerinde de çoğu zaman başarısızdır. Bu yüzden insanlara genelde ön yargılı, soğuk ve mesafeli davranır.

 

 

 

Nazan Hanım’ın mükemmeliyetçi ve takıntılı tavırları, kendi öz oğlundan bile soğumasına neden olmuştur. Eşi Can Bey ise yıllarca bu durumu zar zor tolere etmiştir. Nazan Hanım, durumundan rahatsızdır fakat kendisi için kafasında kurduğu her şeyin çok geç olduğuna inanır. Mentalinin sürekli düşük olması, evdekileri de bir hayli etkiler. Rüzgar, bu yaşına rağmen adeta ailesindeki herkesin psikolojik durumunu toparlamaya çalışırken, annesi için hala işe yaramaz bir çocuktur. Öte yandan, ailesi için hiçbir çaba göstermeyen Cem ise annesi için çok değerlidir. Ancak Nazan Hanım, çeşitli sinir krizleri ve ataklar geçirdiğinde genelde sinirini eşyalar üzerinden veya kendine zarar vererek çıkardığı için bu iki kardeşin de kâbusları olmuştur.

 

 

 

Günün yarısı neredeyse bitmiş ve akşam olmuştur. Can Bey, her zamanki gibi işinden eve gelir. Rüzgar, babasını karşılamak üzere kapıya koşar ve güler yüzüyle babasına "Hoş geldin baba," der. Babası ise "Hoş buldum oğlum," der. Can Bey, paltosunu ve ayakkabılarını çıkardıktan sonra ailecek yemek sofrasına otururlar. Cem, babasına sabahki konuyu söylemek için can atıyordur. Sofrada yemeklerini yerken, Cem’in adeta Rüzgar’ı iğneleyici bakışları rahatsız ediyordur. Can Bey, Cem’i fark etmeden izliyordur.

 

 

 

Can Bey, Cem’e "Hayırdır oğlum, niye o kadar dikkatli bakıyorsun kardeşine? Bir şey mi oldu, yine kavga mı ettiniz yoksa?" diye sorar. Cem, "Hayır baba, daha bu sabah Rüzgar’la konuştuğunu duydum ve ona seninle ne konuştuğunu söyledim. O da bana 'Babam sadece çizdiğim resimleri beğendiği için beni yanına çağırmıştı. Başka hiçbir şey konuşmadık,' dedi. Ben de merak ediyorum, bana da söyler misin baba?"

 

 

 

Can Bey, "Oğlum, kardeşin zaten söylemiş ya. Neden onun dediğine inanmayıp benim onayımı bekliyorsun?" bu yanıtın üzerine Cem, sitemkâr bir tavırla, "Ama baba, ben onun hiçbir sözüne güvenmiyorum, devamlı yalan söylüyor. O yüzden senden duymak istedim," dedi.

 

 

 

Babası, Cem’in durumunu anlamış olarak, "Dur, bir tahmin edeyim. Kardeşin benimle konuşmak için yanıma geldiğinde sen de onun sesini duydun ve ne konuştuğumuzu merak ettin. Daha sonra konuştuklarımızı söylemesi için kardeşini tehdit ettin. Verdiği cevap seni memnun etmediği için de gelip bana söyledin, doğru mu?" diye sorar.

 

 

 

Cem, utancından kaşığını çorbasının içinde gezdiriyor ve babasının gözlerine bakamıyordur. Babası, "Yüzüme bak Cem, sana bir şey anlatmaya çalışıyorum. Duyuyor musun beni?" der. Tüm dikkatler Cem’e çevrilmiştir. Cem, derin bir nefes alır ve başını yavaşça kaldırarak babasının gözlerine bakar. Babası, Cem’in gözlerindeki öfke ve hayal kırıklığını net bir şekilde görebiliyordur. Cem, titrek bir sesle, "Evet, baba, duyuyorum," der. Babası derin bir iç çekti ve konuşmaya devam etti. "Bu ailede herkesin bir sorumluluğu var. Biz birbirimize destek olmak zorundayız. Sen artık büyüdün, yaptıklarının ve yapacaklarının sonuçlarını düşünerek hareket etmelisin. Sadece kendini değil, hepimizi etkiliyorsun." Cem, babasının sözlerinin ağırlığını derinden hissetti. Daha fazla bu söylemler karşısında gözyaşlarını tutamayarak dayanamayarak sofrayı terk etti.

 

 

 

Nazan Hanım, "Oğlum, nereye gidiyorsun? Daha çorbanı bile içmedin," dedi. Can Bey, Nazan Hanım’a susması için işaret yaptı ve Cem’in duyacağı bir şekilde bağırarak, "Boş ver, bugün de yemek yemesin. Aç kalsın da görsün gününü. Cem Paşa hazretleri ona özel masa hazırlayacak halimiz yok. Bu iyice kendini bir şey sanmaya başladı. Okullar açılsın, o zaman göreceğim seni Cem Efendi, elinin tersiyle ittiğin yemekleri mumla aratacağım sana sözüm olsun," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, en sevdiği oğluna laf edilmesini daha fazla hazmedemedi ve tepkisini gösterdi. "Bu kadarı da fazla, çocuğun üstüne çok gidiyorsun. Bir şey olursa..." dedi. Can Bey, "Merak etme Nazan, kötüye bir şey olduğu nerde görülmüş. Hem iyice rahatlığa alıştı, böyle giderse ipe sapa gelmez, biz bu çocuğu daha fazla zapt edemeyiz. Yıllar sonra sen de oturur dizlerini döversin ama çoktan iş işten geçmiş olur," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım bu konuşmasının ardından tek bir kelime bile etmeden balkona çıkmaya yeltendi. Can Bey, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Nazan Hanım hızlı adımlarla balkona gitti. Bu sırada Rüzgar sessizce onları izleyerek yemeğini yiyordu. Babası Rüzgar’ın kafasını okşadı ve, "Aslan oğlum, iyi etmişsin söylememekle, aferin sana," dedi. Rüzgar, "Evet baba, ben sözümü tuttum, kimseye söylemedim ve söylediklerini aklımdan çıkarmadım," dedi. Babası, "Peki, beni dinlerken kulaklarını açmayı da unutmadın değil mi?" diye espri yaptı. Bu, Rüzgar’ın gülümsemesine sebep oldu ve ikisi elleriyle kulaklarını açarak biraz güldüler.

 

 

 

Can Bey, Nazan Hanım'ın yanına gitmek üzere balkona çıktı. Nazan, ellerini parmaklıkların üzerinde dinlendiriyor, uzaklara bakıyordu. Can, derin bir nefes aldı ve yanına yaklaştı. "Nazan," dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. "Biliyorum, Cem’e karşı sert davrandım ama bu şekilde devam edemeyiz. Onun sorumluluk alması gerekiyor."

 

 

 

Nazan, gözlerini Can’a çevirdi. "Ona bu kadar sert davranarak hiçbir şey elde edemeyiz. Senin babalık adı altında yaptığın her şey bir saçmalıktan ibaret. O daha çocuk. Hatalar yapacak, ama bizim ona rehberlik etmemiz, yol göstermemiz lazım, onu cezalandırmamız değil," dedi.

 

 

 

Can, biraz sinirli bir şekilde ellerini cebine soktu. "Ama Nazan, bu vurdumduymazlık devam ederse onu kaybederiz. Disiplinli olması lazım. Bu şekilde onu koruyamayız ve belki de ileriki yaşlarda büyük bir sorun olarak ortaya çıkabilir," dedi.

 

 

 

Nazan, "Hiçbir şey benim oğlumun sağlığından daha önemli değil. Sen de o aptal düşüncelerini kendine sakla ve defol git buradan," dedi. Nazan Hanım’ın sinirlendiğini anlayan Can Bey, olayın daha fazla büyümemesi için durumu idare etmeye karar verdi ve siniri geçinceye kadar onunla konuşmamaya kararlıydı.

 

 

 

Rüzgar, abisinin ağlama seslerini duyduğunda odasına gitmeye karar verdi. Cem, yatağında yüzüstü yatmış, sessizce gözyaşlarını siliyordu. Rüzgar, kapıyı hafifçe tıklattı ve içeri girdi. "Abi," dedi yumuşak bir sesle, "Neden ağlıyorsun? Her şey düzelecek, biliyorsun."

 

 

 

Cem, Rüzgar’ın sesini duyunca yüzünü yastığa daha da gömdü. "Beni rahat bırak, Rüzgar," dedi kırgın bir tonla. "Seninle konuşmak istemiyorum."

 

 

 

Rüzgar, abisinin yanına oturdu ve elini onun omzuna koydu. "Abi, lütfen. Ben sadece yardım etmek istiyorum. Herkes seni seviyor. Babam bile..."

 

 

 

Cem, ani bir hareketle oturdu ve Rüzgar’a sertçe baktı. "Ne biliyorsun ki sen? Her zaman doğruyu bildiğini sanıyorsun. Küçücüksün, anlamazsın hiçbir şeyi."

 

 

 

Rüzgar, abisinin bu sert tepkisi karşısında geri adım attı ama cesaretini topladı. "Ben sadece seni düşündüğüm için buradayım, abi. Senin üzülmeni istemiyorum."

 

 

 

Cem, öfkeyle gözlerini kıstı. "Sen beni düşündüğünü mü sanıyorsun? Sen sadece kendini düşünüyorsun. Babamın gözdesi olmanın tadını çıkarıyorsun. Hiçbir şey umursamıyorsun."

 

 

 

Rüzgar, bu sözlere daha fazla dayanamayarak ayağa kalktı. "Bu doğru değil, abi. Ben seni seviyorum ve senin iyiliğin için buradayım. Ama sen her zaman bana kötü davranıyorsun. Neden böyle yapıyorsun?"

 

 

 

Cem, öfkeyle ayağa kalktı ve Rüzgar’ın yüzüne yaklaştı. "Senin ne hissettiğin umurumda değil, Rüzgar. Beni rahat bırak. Kendi işine bak."

 

 

 

Rüzgar, gözyaşlarını tutmaya çalışarak kapıya doğru ilerledi. "Tamam, abi. Eğer böyle istiyorsan, seni yalnız bırakırım. Ama unutma, ben her zaman senin yanındayım. Ne olursa olsun."

 

 

 

Rüzgar, odadan çıkarken Cem arkasından sessizce bakıyordu. İçindeki öfke ve pişmanlık birbirine karışmıştı. Kardeşiyle kavga etmek istememişti ama duygularını kontrol edememişti. Gözyaşları tekrar yanaklarından süzülmeye başlamıştı. Amacı, Rüzgar’ı babasına şikayet edip onun huzursuzluk yaşamasını sağlamak ve acı çekmesine sebep olmaktı. Rüzgar acı çektikçe Cem bundan zevk alıyordu. Bu durum, Cem’in iç derinliklerinde sadist duyguların tohumlarının günden güne yeşermesine neden oluyordu.

 

 

 

Bir an kapı çaldığında, evde hafif bir sessizlik oldu. Nazan Hanım kapıyı açtığında yüzü aydınlandı. "Hoş geldin Anne!" diye sevinçle bağırdı. Nazan Hanım'ın annesi Nurten Hanım gelmişti. Nurten Hanım’la Can Bey’in arası geçmişte yaşadıklarından dolayı kötüydü. Can Bey, salondan gelen sesleri duyunca kaşlarını çattı. Nazan Hanım annesini içeri davet etti. "Can, annem gelmiş," dedi mutlulukla. Can Bey ise kayınvalidesini zoraki bir gülümsemeyle karşıladı. "Hoş geldiniz," dedi soğuk bir sesle. Nurten Hanım, güçlü bir iradeye ve katı prensiplere sahip, orta yaşlı bir kadındı. Yılların getirdiği olgunluk ve hayat tecrübesi, onun duruşuna bir ağırlık kazandırmıştır. Kısa Koyu kestane saçları, yaşının etkisiyle yer yer beyazlamaya başlasa da her zaman bakımlı ve özenlidir. Gözleri koyu kahverengi ve keskin bakışlıdır; çevresindeki herkesi sessizce gözlemleyen, yargılayan bir tarafı vardır.

 

 

 

Nurten Hanım, özellikle ailesi söz konusu olduğunda kontrolü elden bırakmayan, otoriter bir kişilik sergiler. Zamanında kızı Nazan’ı Can’dan ayırmaya çalışmış, ancak bu girişiminde başarısız olmuştur. Bu olay, onun Nazan ve Can’a karşı mesafeli ve zaman zaman soğuk olmasına yol açmıştır. Amacı ise kızının onu istediği şekillere sokmaktır ve çoğu zaman bunun için karşısındaki kişiye iftira atmaktan çekinmez Nurten Hanım, planlarını uygulamak konusunda sabırlı ve kararlıdır; bir şeyleri istediği gibi yapma konusunda geri adım atmayı sevmez.

 

 

 

Dışarıdan sert ve mesafeli görünse de aslında Nurten Hanım’ın sertliği, ailesini koruma isteğinden kaynaklanır. Onun için doğru olan, herkesin uymasını beklediği katı kurallar ve geleneklerdir. Geçmişe bağlılığı ve gelenekleri savunma konusundaki ısrarı, onun karakterini şekillendiren en önemli unsurlardır. Nurten Hanım, kendine göre haklı gördüğü sebeplerle aile içinde müdahalelerde bulunmuş ve bu müdahaleler, Nazan ile olan ilişkisini zedelemiştir.

 

 

 

Kısacası, Nurten Hanım kızının kontrolünü elinde tutmaya çalışan, ancak istediğini elde edemediğinde bile mesafeli ve soğukkanlı duruşunu koruyan, ailesine düşkün ama sert bir karakter olarak öne çıkmaktadır.

 

 

 

Nurten Hanım, "Hoş bulduk damat," diyerek oturma odasına geçti. Nazan Hanım hemen çay ve ikramlar hazırlamaya koyuldu. Can Bey, oturduğu yerden kayınvalidesine bakarken içindeki rahatsızlığı gizlemeye çalışıyordu. Geçmişte yaşanan olaylar, aralarındaki gerginliğin temeliydi. "Can," dedi Nurten Hanım, "Ne zamandır görüşmüyoruz. Umarım iyisindir." Can Bey nazik bir şekilde başını salladı. "Evet, iyiyim. Siz nasılsınız?" İçeride oturup belli bir süre kızıyla sohbet ettikten sonra Can Bey’e dönerek konuşmaya başladı. "Geçmişte yaşadığımız o tatsız olaylar yüzünden aramızda bir soğukluk oldu, yavrum biliyorum. Senden özür diliyorum ama artık geçmişi geride bırakmalıyız."

 

 

 

Can Bey’in yüzü bir anlığına sertleşti. "Bazı şeyler kolay unutulmuyor," dedi. "Ama sizin için burada olduğumuzu söyleyebilirim."

 

 

 

Nazan Hanım, elinde tepsiyle salona geri döndü. "Anne, sana en sevdiğin kurabiyeyi hazırladım," dedi. Durumun gerginliğini fark etmesine rağmen annesiyle Can Bey arasındaki bu konuşmayı kesmemeye çalışıyordu. Nurten Hanım çayını yudumlarken eski anılardan bahsetmeye devam etti. "Hatırlıyor musun Can, Nazan'la ilk evlendiğinizde o tartışma nasıl da büyümüştü?"

 

 

 

Can Bey, geçmişin yükünü omuzlarında hissederek konuştu. "Evet, hatırlıyorum. Ama o tartışma sadece bir başlangıçtı. Ve sanırım artık bazı gerçekleri konuşmanın zamanı geldi."

 

 

 

Nazan Hanım, araya girerek gerginliği yatıştırmaya çalıştı. "Anne, bunları konuşmanın zamanı değil."

 

 

 

Nurten Hanım, derin bir iç çekmesinin ardından, "Haklısın kızım. Ama bazı şeyler içimde birikmiş, söylemek zorundayım. Can, seni her zaman damadım olarak sevdim ama bazen çok katı davrandın," dedi.

 

 

 

Can Bey, sabrının sonuna gelerek ayağa kalktı. "Katı mı davrandım? Nazan'a ve bana yaptıklarınızı unuttunuz mu? Defalarca sudan sebepler yüzünden kavga çıkartıp bizi ayırmaya çalıştınız... Bizim aramıza girmek için neler yaptığınızı unuttum mu sanıyorsunuz!"

 

 

 

Nazan Hanım, şok içinde annesine döndü. "Anne, bu doğru mu? Gerçekten bizim aramıza girmeye mi çalıştın?"

 

 

 

Nurten Hanım, gözlerini kaçırarak sessiz kaldı. Bu sessizlik, suçluluğunu itiraf etmek gibiydi.

 

 

 

Can Bey, daha da öfkelenerek devam etti. "Nazan, annenin geçmişte bize yaptıklarını biliyordum ama senin bilmediğini sanıyordum. Şimdi, tüm bunları öğrendikten sonra onunla nasıl normal bir şekilde konuşabilirim?"

 

 

 

Nazan Hanım gözyaşlarını tutamayarak, "Anne, nasıl yapabildin bunu? Biz seni seviyoruz ve saygı duyuyoruz. Neden aramıza girmek istedin?" diye sordu.

 

 

 

Nurten Hanım, başını öne eğerek, "Kızım, o zamanlar gençtim ve sizin adınıza yanlış kararlar verdim. Seni o adamdan korumak istiyordum, siz anlaşamıyordunuz. Kızım, senin iyiliğin için yapmıştım ama aslında yanlış bir yol seçtim. Şimdi hatamı anlıyorum ve çok pişmanım," dedi.

 

 

 

Can Bey, derin bir nefes alarak konuşmaya devam etti. "Ne? Yazıklar olsun! Beni kızından korumak mı istedin? Benim ne kötülüğümü onca zamandır sana saygıda kusur etmedim ve senin bana yaptığına bak. Ben bunları hak etmedim. Anne, duydun mu beni? Üstüne üstlük şimdi karşıma geçmiş pişkin pişkin benden özür diliyorsun."

 

 

 

"Yıllar sonra pişman olman önemli değil. Ve bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Önemli olan bu hatalarınızın sonuçları ve bizim hayatımızı nasıl etkilediği." Ve ben şimdiden söyleyeyim, içimde kalmasın, sen her şeyi mahvetmek ve bizim aramızı bozmak için uğraşırken benim senin için katlanmadığım zorluk kalmadı. Yazıklar olsun, gerçekten senden bu kadarını beklemezdim," der ve sinirini biraz yatıştırmak için evden çıkar, kaynanası gidinceye kadar bir süre bir bankta oturur ve saatlerce gökyüzünü izler.

 

 

 

Bu sırada Nazan Hanım ve annesi kendini koyu bir sohbetin içinde bulur. Nazan Hanım, "Anne, önceden bizim yaşadığımız yerde çok ağaç vardı, hatırlar mısın? Hatta ben o en uzun ağaca çıkmıştım. Sonra da düşmüştüm, omzum çıkmıştı. Nasıl becerdiğimi bilmiyorum ama hala bazen ağrısını hissediyorum. Sen de çok korkmuştun, baban seni sakinleştirinceye kadar susmamıştın neredeyse," der.

 

 

 

Annesi ise tatlı bir tebessümle, "Hatırlamaz mıyım kızım? Bu babanda çok korkmuştu. Bu işlerden anladığı halde, terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Babanda konu sen olunca epey korktu tabii," der.

 

 

 

Nazan Hanım, "Babam demişken, onun böbrek yetmezliğine bir çare buldunuz mu? Durumu nasıl, babamın?" diye sorar.

 

 

 

Annesi, "Sorma kızım, baban neredeyse günden güne eriyor. O eski halinden eser kalmadı. Zaten şeker hastalığı, bir de tansiyonu eklenince iyice çöktü garibim."

 

Nazan Hanım, "Nasıl yani? Bir tedavisi yok muymuş bu hastalığın?" diye sorar.

 

 

 

Annesi, "Zaten biz de durumu geç fark ettik. O zamanlar iştahı hiç yoktu, nefes darlığı çekiyordu, geceleri uyuyamıyor, sık sık bacağım ağrıyor diyordu. Geçen baktığımda bacağında büyükçe bir ödem olduğunu gördüm. Şüphelenip hastaneye gittiğimizde doktorlar hastayı acil diyalize alacağız, durumu çok ciddi, her şeye hazırlıklı olun dediler. Keşke zamanında gitseydik, en azından bu kadar ilerlemezdi," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, "Anne, sen ciddi misin? Madem babamın durumu bu kadar ciddiydi, bana neden söylemedin bunca zaman?" dedi.

 

 

 

Annesi, "Kızım, senin zaten başının altında onca dert var. Bir de ben babanın durumunu söyleyip seni üzmek istemedim. Zaten buraya da her şeyi geride bırakıp özür dilemeye gelmiştim. Can'ın benimle barışmaya pek niyeti yok galiba ama olsun, fena mı oldu, hem seni görmüş oldum," dedi.

 

 

 

Nazan Hanım, "Ben de seni çok özledim, anne. Sık sık gelmiyorsun buraya zaten," dedi.

 

 

 

Annesi, "Babanla uğraşmaktan vakit bulamadım ki kızım. Yoksa gelmez miyim ben senin yanına?" dedi.

 

 

 

Nazan Hanım ise, "Anne, sen Can'ı kafaya takma. Sakın babama da durumları çok fazla yansıtma. Ben Can gelince onunla konuşacağım zaten," dedi.

 

 

 

Annesi ise, "Yok kızım, herhalde bu saatten sonra gelemem. Zaten baksana, istemiyor beni," der.

 

 

 

Nazan Hanım, "Olur mu öyle şey, anne? Burası senin de evin. İstediğin zaman gelebilirsin. Onun isteyip istememesi önemli değil. Sen geldiğinde en kötü onu sokak köpeği gibi dışarı salarım. Sen gidince de çağırırım, olur biter. Asla bizim aramıza giremez, merak etme," dedi.

 

 

 

Annesi titrek bir ses tonuyla ve timsah gözyaşlarıyla, "Kızım, sen inanmadın mı? O adamın söylediklerine iftira atıyor bana. Ben asla sizin aranıza girmeye çalışmadım, sadece seni ondan korumak istedim," diye yanıt verir.

 

 

 

Nazan Hanım, "Biliyorum anne, sen ona ne bakıyorsun? Yine sinirlenmiştir, kesin sinirini başkasından çıkartmak için yer arıyordur ama görüşeceğim ben onunla. Sen merak etme."

 

 

 

Annesi, "Tamam kızım. Ben gideyim en iyisi. Ben size daha fazla rahatsızlık vermeyeyim. Bir şey olursa ararsın beni."

 

 

 

Nazan Hanım, "Tamam anne, babama bir şey olursa haber et. Özletme kendini, sık sık uğra buraya."

 

 

 

Ardından Nazan Hanım annesini kapıya kadar geçirip yolcu eder. Sonra Can Bey’i arar. "Can, neredesin?" diye sorar.

 

 

 

Can Bey, "Bizim evin yakınlarında bir bankta oturuyorum."

 

 

 

Nazan Hanım, "Çabuk eve gel, konuşmamız lazım."

 

 

 

Can Bey, "O cadı gitmediyse ben gelmem o eve."

 

 

 

Nazan Hanım, sinirli bir ses tonuyla, "Göstereceğim ben sana cadıyı. Çabuk eve gel dedim sana."

 

 

 

Can Bey, "Tamam, geliyorum," der ve telefonu kapattıktan sonra hızlıca eve gitmek için yola koyulur. Eve geldiğinde Nazan Hanım kapıyı açar. Can Bey içeri geçip salona oturduktan sonra lafa girer. "Beni neden çağırdın? Yoksa annen nihayet bize yaptığı kötülüklerden sonra tövbe etmeye mi karar verdi?" der. Nazan Hanım, "Saçmalama, olay çıkartıp büyütmeye ne kadar bayılıyorsun, Can. Annem sadece seninle konuşup barışmaya gelmişti. Sen ise her zamanki gibi durumu abarttın annem ona kadar ona kinlendiğini bilmiyordu. Sen gelmeyince bir süre sonra o da gitti," der. "Böyle konuşmana da hiç gerek yoktu. Annem de çok üzüldü. Zaten babamın rahatsızlığı ilerlemiş, sırf ben üzülmeyeyim diye söylememiş"

 

 

 

Can Bey, "Babanın hastalığının ilerlemesine üzüldüm açıkçası, ama bu annene karşı tavrımı kaybedeceğim anlamına gelmiyor. Bunca zaman sonra onu nasıl affedebilirim? Unuttun mu bize yaptıklarını?"

 

Nazan Hanım, "Sen yalan söylüyorsun. Kim oluyorsun da benim annem hakkında böyle konuşuyorsun? Böyle bir şeye hakkın yok. Ayrıca annemin bir niyeti de yoktu. Sen pis düşüncelerini belirtmeden önce biz güzelce konuşuyorduk. Her şeyi mahvettin, tebrik ediyorum seni."

 

Can Bey, "Ben olması gerekeni yaptım, ona karşı takındığım tavırda hala arkasındayım. Bir daha olsa, bir daha yaparım."

 

 

 

Bunun üzerine Nazan Hanım, "Ne yapıyorsan yap ama annemi bir daha aşağılamaya kalkarsan karşında beni bulursun, ona göre," deyip salonu terk eder.

 

 

 

Nazan Hanım'ın annesi Nurten Hanım, kızı Nazan'ı sürekli olarak manipüle etmeye çalışıyordu. "Can sana zarar verecek. Bana bile iftira atıyor, baksana, ona güvenmemelisin," gibi cümlelerle kızının aklını karıştırıyordu. Nurten Hanım, Can Bey'den hiç hoşlanmıyordu ve onların arasını bozmak için elinden geleni yapıyordu. Can ile Nazan'ın birlikte olmaya başladığı günden beri onları ayırmak için neredeyse yemin etmişti ve bunun için pek çok girişimde bulunmuştu.

 

 

 

Nurten Hanım dışarıdan bakıldığında masum, sevecen ve iyi kalpli biri gibi görünüyordu. Ancak bu görünüşünün ardında gerçek kişiliğini saklıyordu. Onun asıl amacı, kızının hayatını kendi istediği şekilde yönlendirmekti ve bunu kimsenin fark etmemesini istiyordu. Bu yüzden gerçek niyetlerini hep gizli tutuyordu. Nurten Hanım, kızının kaderini değiştirmeye çalışırken her şeyi mahvetmişti.

 

 

 

Can Bey ise her şeyin farkındaydı. Kızı Nazan, sadece Can Bey'in anlattıklarını biliyordu ve başka bir şeyden haberi yoktu. Buna rağmen Nurten Hanım pes etmeye niyetli değildi. Can Bey'e gelip özür dilemek bile onun için sadece bir bahaneydi. Gerçekte eski meselelerin unutulup unutulmadığını öğrenmek istiyordu.

 

 

 

Artık planlarını uygulamak için yeni bir fırsat arayan Nurten Hanım, uzun zamandır harekete geçmek istiyordur. Ancak bu kez, Can ve Nazan'ı ayırmak onun için o kadar kolay olmayacaktır.

Loading...
0%