Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Ölüm anlaşması

@taliaflex

Ben Balın Talya Karaca. Ölmeden önce son 20 günüm.

Yaşadığımız ülkede devrim değişmişti. Hükümet kökenden değiştirildi. Cumhuriyet kaldırıldı, ne Egemenlik vardı nede bağımsızlık. Biz kör olmuş bir ülkeydik. Yıllardan 2030 ve biz ülkece çökmüş, kaybetmiş, sömürgeleştirelen bir ülkeydik. Ayaklanmak mı? Kim bu ülkeyi ayaklandırabilirdi? Ölüm Habercisi adlı bir hükümet vardı. Ülkeyi yönetiyordu ancak ülkeyi derken sadece bastığımız toprakları yönetiyordu. Bizi değil, halkı değil sadece toprakları. Onunda bir kısmını yabancı ülkelere satmışlardı. Ülke de finansal kriz vardı, sığınak sorunları, gıda sorunu, yerleşim yerlerinin yerle bir edilmesi gibi büyük sorunlar vardı. Askerlere ihtiyaç vardı, askerlerin tüketeceği gıdayı, sığınağı bizlerin kullanması yasaktı. Ülke de yeni kanun çıkartıldı. Kadın ve kız çocuklarının öldürülmesine dairdi. Çocuk yaştan erkekleri eğitecek, asker haline getirecek ve Ölüm Habercisi’nin piyonu olacaklardı. Ülke de olan çoğu kadın ve kız çocuğu öldürüldü. Bazıları hariç. Bazıları Ölüm Habercisi’lerin soyundandı. Bazıları ise mahkumdu, idam edileceklerdi zaten. Bu yüzden ölüme tenezzül bile etmediler. Bazıları ise üremek, neslinin devam edilebilmesi için yaşatıldı..

Ve ben.

Balın Talya Karaca… Mâhkumlardan birisiydim, öyle miydim? Kaldığım yer hücreydi. Aranan seri katil, tehlikeli, merhametsiz, acımasız veya kötü birisi değildim. Hapse atılmamın tek sebebi Ölüm Habercisi örgütünde olan bir başkanın escordu olmadığım için beni buraya tıktırdı. Başkana karşı çıkmamın bedeli miydi yoksa tamamen onun keyfine mi bağlıydı bilmiyordum. Tam tamına 4 ay 2 hafta 5 gündür buradaydım. Çıkan, duyulan veya yayılan bilgiye göre idam edilecektik. Kadınların öldürüleceğine dair kanun yürürlüğe girdiği konusunda dedikodu yayılmıştı.

Kimisi bu haberle mutlu olmuştu, çektiği acıların son bulacağı için, kimisi delirmişti öleceği için, kimisi bağırıp çağırıp umutsuz çığlıklar atmıştı, kimisi benim gibi sessizce duruyordu. İç savaş veriyordu. Zayıftım, buraya düşmemle daha da zayıfladım. Bize iyi bakmayacaklarını biliyordum, sürekli işkence görmek, kullanılmak, değersizleştirilmek, sağlığımızı kaybetmek gibi ve sürekli kendi artıklarına küf katıp karıştırarak önümüze atmaları, yere dökmeleri ve onu yememizi beklemeleri bile çok insafsızca. Hamile bir kadın mâhkum burada bebeğini kaybetti sırf açlıktan, sırf susuzluktan, sırf ihmalden. Adet döngümüz bozulmuştu, ya fazla erken yada az geç oluyorduk. Eklem ağrıları, kas ağrıları, bitmişlik ve tükenmişlik bizi içten öldürüyordu zaten. Beyaz tenimde renk renk olan morluklar, ince bedenimin, ince derisinden belli olan kemikler, sırtımda belirgin; derin büyük kesikler, siyah saçlarımın yıpranması, gözlerimin parlaklığına zıt olan göz altı morluklarım. Ve her şeye rağmen hayata umutla bakan kehribar gözlerim.

20 gün sonra idam edilecektim. İnsan hayatını, ömrünü 20 güne sığdırabilir mi? Ben sığdırabilecek miydim? Gerçi.. Ne hayallerim vardı nede sevdiklerim. Yaşama amacım bile yoktu, en büyük cahilliğim, amaçsızlığımdı. Anne veya baba konusuna girmeyeceğim, giremeyeceğim. Diyemem, demem.. 20 yaşındayım, gençliğimin sönmüş baharındayım. 20 yaşımı, 20 güne kim sığdırır? Günlere sığmayan 20 gün, defterlere sığar mı? Mürekkep dayanır mı, 20 yılı 20 güne sığdırmaya?

Hücremin kapısı sertçe bir kaç kez tıklatıldı, ya da tekme atıldı. Kapıya doğru yönelen kehribar gözlerim, hücrenin demir kapısının açılması, ardındaki iki asker ve bir tanımadığım simayla karşılaştım. Askerlerin içeriye adım atmasıyla duvara sığındım, duvara yaslandım iyice. Askerler tiksinç bir bakış attılar. Askerlerin burnundan verdiği nefesle, can sıkıcı bir halde olduklarını anlayabiliyordum. Lakin ben de size bayılmıyordum beyler? Askerlerden birisi sertçe kolumu tutarak ayağa kaldırmaya çalıştığında dişimi sıktım, zayıf olduğumu belli edemezdim. Eğer zayıfsan seni kullanırlardı. İri yapılı adam, askerin arkasından gelerek üstten bana baktı. Bana bakmaya devam ederken;

“Bırak.” Dedi dudaklarının arasından, kalın sesiyle.

Asker anlamadı, adam tekrarladı. Asker anladığında garip bir bakışla bıraktı kolumu, dengem sarsılmasıyla yere düştüm. Zayıf bedenimin ne tepki vereceğini bende kestiremiyordum. Kafamı kaldırıp onlara baktım, sessizlik hakimdi.

“Ne istiyorsunuz benden? Huzurlu huzurlu bir gün geçiremeyecek miyim ben?” Dedim alaya alarak. Cidden hapishanede kafayı yemeyen var mı? Askerler önce adama sonra ise tekrar bana baktılar. Net bir tonda, tek kelime döküldü ikisinin ağzından.

“Satıldın.”

Satıldın. Satıldın? Satıldım? Ne demek satıldım? Kime, neye, kime göre, neye göre, neden, ne için, ne zaman? Bin bir türlü soru geçerken aklımdan düşünmeme fırsat verilmeden, iri adam kolumdan tutarak sürüklemeye başladı, yürümeye çalışsam da düşüyordum. Ve ben düştükçe o beni daha sert sürüklüyordu. Acımı yansıtmamaya çalıştığım yüz ifademe sesim dahil değildi. Sesimde acı vardı, acılı sesimle haykırıyordum. Sesim bütün hapishane koridorunu inletiyordu.

“Ne demek satıldım? Bana sormadını..”

lafımı bıçak gibi kesti, kalın sesiyle.

“Sizin fikirleriniz ne zamandan beri geçerli?”

Dedi, düz bir ses tonunda, sinirlenmiştim. Doğru, şu anda yaşadığımız hükümette kadınların söz hakkı dahi yoktu. Ama bu benim umurunda mı? Umursamadan, aldırış etmeden, devam ettim.

“Bana sormadınız bile kime satıyorsunuz beni?”

dedim ancak cevap gelmedi. Bir kaç kez daha tekrarladım. Yine cevap gelmedi. Bir kez daha tekrarladım, yine ve yine. Pes etmeyecektim, tekrar soru soracağım esna da fark etmeden üst kata çıkmıştık. Biz, kadınlar hapishanenin en ücra yerlerinden birindeydik -7. Kattaydık. -10 kat vardı ve bizden aşağı da olan 3 katta en tehlikelileri vardı. -5’den sonrası bir insanın kaldırabileceği yer değildi, büyük ihtimalle oraya giren sağlıklı bir insan 3 bilemedin 5 saatte ölürdü. Ve biz şu an -7. Kattan normal 2. Kata gelmiştik, 4 ay 2 hafta ve 5 günün ardından normal kata çıkıyordum. Aslında, ne amaçla ne için satıldım bilmiyordum ama belki kurtuluş olabilirdi.

kata baktığımda aydınlıktı, zifiri karanlıkta kaybolan her şeyin aydınlığa karışması beni etkiliyordu. Kehribar gözlerim, karanlıkta siyah rengine bürünmüşken şu anda tamda kendi renginde parlıyordu. Evet, bilmediğim bir adam tarafından sürükleniyordum ama şu anı görmek ve yaşamak, gözlerimin dolduğunu hissetmek, aylar sonra bir duyguyu tam anlamıyla yaşamak, benim için 20 yıllık hayatımı 20 güne sığdıracak yaşam öykümde en güzel kısımdı.

Çünkü ben, o siktiğimin hapishane hayatında, insanlığımı unutmuştum.

Aydınlık kattan çıktık. Etrafa bakmaktan nereye gittiğimizi bilmiyordum, başıma ne geleceğini de bilmiyordum ama.. Yüzümde inanılmaz bir gülümseme vardı. Sanki insan öleceğini hisseder de öyle son kez gülümser.. Ama gülümsememi söndürecek birisi dahi olursa bu sefer onun kalbini söker, gülümseyen bir ifade çizerim.

Bir anda, katın penceresinden aydınlatan gökyüzünün altına girince fark ettim, dışarıya çıkabildiğimi. Güneş, bulut.. Uçsuz bucaksız gökyüzündeki o güzelliği 4 ay 2 hafta ve 5 gündür görmüyordum.

“Bulutlar... Gökyüzü ne kadar güzel...”

Dedim bir anda mırıldanarak. Yanımdaki, aslında yanımdaki değilde beni sürükleyen cüsseli adamı umursamadan kendi kendime mırıldanıyordum. Çok kabasın! Bir kadına böyle mi davranılır? Yüzümdeki gülümseme donuklaştı, karşımda gördüğüm manzarayla. Siyah Audi’lerden oluşmuş kuyruk ve bir beyaz Porsche’nin önünde, bir sürü takım elbiseli adamlar vardı. Lakin dikkatimi çeken, beyaz Porsche’nin önündeki adamdı. Gözleri, kehribar gözlerime kenetlenmişti. Gözleri o kadar keskin ve derindi ki aramızda mesafeler olmasına rağmen çekim kuvvetini iliklerime kadar hissetmiştim…

İdamıma son 20 gün kalmışken, bu adamlar neyin nesiydi? Hayat gerçekten saçmalamayı mı seviyor, yoksa gerçekten hayat beni saçmalamaya mı zorluyor? Sürüklenme durdu. Kolumdaki gücün azaldığını hissetmemle, kolumu bıraktığını anladım. Karşımdaki adama baktım. Ne ara bu kadar yakınına gelmiştik? Aramızda en az 20 santimetre vardı. Gözle görülür bir fark vardı, aman, Talya! Tek derdin bu olsun. Adam bana üstten baktı, gözlerinde olan kin, benim sevgi dolu kalbime kıyas çok pisti.

Adamın dudakları aralandı, ancak ona laf ettirmeden araya ben girdim.

“Kimsin, nesin bilmiyorum ama… Bana açıklama yapmak zorundasın, zorundasınız. Siz kimsiniz de bana sormadan, benim rızam olmadan bana sahip olmaya çalışıyorsunuz?” Diyerekten çıkıştım. Gerçekten saçmalıktı, adamın yüzüne bakıyordum, gözlerimi ayırmadan ona bakıyordum ki çıkışmama karşı yüz ifadesinden ne diyeceğini tahmin etmeye çalışıyordum lakin beklediğimin aksine yüzünde herhangi ifade oluşmadı. Derin nefes aldığını hissettim sadece. Sanki… Sabrı sınanıyordu? Senin sabrın sınanıyorsa, benimde sınanıyor! Mal değilim ben, beni satın alamazsın, sen kimsi-

“Talya.”

Dedi, sadece dudaklarının arasından ismim döküldü. Derin sesinden, benim ismim duyuldu sadece. Talya ismi o kadar lanetli bir isimdi ki, kullanmaya çekinirken, o nasıl bana Talya der? Kafamı eğdim, ismime boyun eğdim. Bu isim beni yaralıyordu, bu isim beni öldürüyordu. Adamın eline bakıyordum, yere bakan gözlerimle. Elinin hareket ettiğini fark edince, gözlerim eline odaklandı. Büyük, damarlı eli, yüzüme yaklaştı. Parmakları çenemi kavradı, usulca. Hafifçe kuvvet uygulayarak, çenemden tutarak ona bakmamı sağladı, tekrar ona baktım. Derinden baktım bu sefer… Bakışlarındaki soğukluk, soğuk hava deposuna kapatıldığında hissettiğin soğukluk kadar dimi Talya? Evet, öyleydi. Kafamdaki bu ses beni deli etse bile, bazen doğruyu söylüyordu. Bu bakışlar… Bana tanıdık geliyordu…

“Talya, senin rızana ihtiyacım varmış gibi mi duruyor, oradan bakılınca?” Üzerimdeki yoğun gözlerden ziyade, bu adamın bakışları beni eziyordu. Dudaklarımı araladığım esnada, çenemi tutan parmaklarını, çenemde sıkıştırdı hafifçe, beni uyarıyordu susmam için. “Ve sana sormak zorunda mıyım? Hiçbir değerin yok, senin veya bir başka kadının.” Parmaklarını çenemden çekmesiyle, boşluk hissine kapıldım. Ama sorun yoktu, alışıktım.

Ben bir şey diyemeden, tepki veremeden kolumdan tutup sürüklemeye başladı, bu sefer ise sesi derinden gelen, bakışları buz gibi olan adam tarafından sürükleniyordum. Beyaz Porsche’nin arka koltuğuna binmemi söyledi, bindim. Kaçmaya yeltensem, öldürürlerdi muhtemel. Bir ordu kadar, adam vardı etrafımda. Silahlı hepsi… Ölümden korkarım ben, beni ölümle sınamasın lütfen.

Araba yaklaşık, 2 saat 13 dakikadır seyir halindeydi. Evet, saymıştım. Hapishane hayatı insanı, zamana hapsediyordu. Arabayı, adını dahi öğrenemediğim o adam sürüyordu. Araba ben ve o vardı sadece. Arkamızda ve önümüzde ise hapishanenin orada bulunan siyah Audi’ler vardı. Dudaklarımı araladım, bir anlık gafletle. “Adını söyleyecek misin en azından?” Dedim, onlara göre köle veya satılmış bir kadın olabilirdim ama asla onlar benden üstün değildi. İnsanoğlu hep kendisini üstün görüyor zaten. Cevap verecek gibi değildi, göz devirip camdan dışarıya baktım. Hava kararmak üzereydi, karanlıktan korkan bir kızdım. Ne ara karanlıkla dost olmuştum? “Boran Deniz.” Dedi, durgun bir ses tonuyla birden. İsmini söylemesiyle şaşırdım ancak cevap vermesi daha şaşırtıcıydı. Ona baktım tekrardan. “Boran Deniz? Peki.. Boran Deniz mi diyeceğim sana? Yoksa efendim falan dememi bekliyorsan-“ lafımı bıçak gibi böldü. Lafımı ağzıma tıktı desek yeridir. “Senden hiçbir şey istemiyorum, tek istediğim benim adamım olman, ölümüne seni kullanacağım. Saygı duy yeter.” Ne? Ölümüne kullanacağım saygı duy mu? Ha beni etten kalkan yapacak ölürsem de saygı duyacağım öyle mi? Lafıyla şaşırdım, şaşırmadım. Gerildim. Ölümüne kullanacaksa beni, ya Ölüm Habercisi yada zır deli birisi. Ölüm Habercisi olsa beni niye satın alsın? Zaten idam edilmeyecek miyim? Bu adam neyin nesi böyle? “Öleceksem, beni neden satın aldın? Ben zaten idam edilecektim, iyilik perisi falan mısın? Acısız ölmem için mi aldın?” Dedim saçma bir şekilde. Talya? Güzelim, senin saksı geriden çalışıyor galiba. Beyninden önce ağzın çalışıyor. Boran bana baktı, bir şey demeden tekrar yola odaklandı. Kısa sürede özel mülkiye alana giriş yaptık. Araba durur durmaz, kapımı bir koruma açtı. Aşağı indim, olduğum yerde durdum. Çok saçmaydı, rüya gibiydi. Böyle bir şey anca rüya da olmaz mı? Kim satılıp böylesine adamların eline düşer ki? Boran’ın bakışlarını tekrar üstümde hissetmemle ona baktım, bana baktıktan sonra malikanenin kapısına doğru yürüdü, peşinden ilerledim. Kapıyı yine bir koruma açtı. Lanet evde, hiç mi insan canlısı yok?

İçeriye girdiğimizde koyu renklerin hakim olduğu dekorasyon bir ev modeli vardı. Hapishane hayatı gibi, tek fark onlar özgür, ben mâhkum. Boran yanımdan geçip, büyük salona geçti. Birkaç saniye sonra bende peşinden ilerleyerek girdim, Boran, deri koltuklardan birisine oturmuştu. Orta sehpa da dosyalar ve evraklar doluydu. Eliyle işaret ettiğinde karşısına oturmamı istediğini anladım. Karşısına geçip usulca oturdum. Etrafa baktığımda, korumaların aksine giyinmiş üç kişiyi fark ettim. Üçü de bize bakıyordu. Boran, boğazını temizleyerek, odağımın tekrar onun olmasını sağladı. Ardından evraklar ve dosyalar arasından bir sözleşme çıkarttı. Önüme doğru uzatıp, bırakmasıyla:

“İmzala, resmiyete önem veririm.” Dedi, derin sesiyle. Göz ucuyla anlaşmaya baktım, “Ne anlaşması? Araba da dediğin, etken kalkan olmam için falan mı?” Dedim, alaya alarak. Kağıttaki maddeler, aşırı saçmaydı. Ne bu? Kumarhane oyunu mu? Canımla oyun oynuyor bu adam. Boran, bana bakarak sıkıntılı bir nefes verdi. “Talya, canımı sıkma. İmzala. Ve evet, ölüm belgen. Resmiyete önem veririm, ölüm belgen olmasın mı?”

Gerçekten deliydi, yemin ederim deliydi. Anlaşmayı elime alarak, kağıdı inceledim, maddelerin hepsinde ölümle alakalı şeyler vardı, ölümden korkuyorum. Beni ölümle sınama. Kabul edecek miydim? Şüpheliydi, son 3 madde dikkatimi çekti, Talya, saçmalama. Son 3 madde senin ölümünün tamamen gerçekleşmesi demek. “Kabul etmeyeceğim. Akıl hastanesinden aldığınız hasta değilim ben, gayet aklım yerinde. Hangi aklı başında kabul eder bunu? Lütfen beni, ücra hapishaneme götürün.” Boran’ın yüz ifadesi değişti. Sanki reddedeceğimi beklemiyormuş gibiydi. Maddelerin hepsinde bana inanılmaz bir hayat sunulmuştu, sadece son 3 madde benim ölmemle alakalıydı. Son 3 madde gayet olasıydı. Kabul etmeyecektim, ölümden korkuyorum.

Boran, yutkundu. Gerildiği için değil. Düşünemediği için. Bana baktı, “Talya, sana sunduğum hayatı ne bu dünya da nede başka bir yaşamda bulabilirsin. Bir boktan bile değersizken, seni el üstünde tutacağım diyorum ve ters mi tepiyorsun?” Söylediklerinde haklıydı, kadınların değeri yoktu lakin maddeler acımasızca yazılmıştı.

Madde 7: Balın Talya Karaca’nın, bütün söz hakkı, Boran Deniz Soykan'a aittir.

Madde 11: Balın Talya Karaca’nın, en ufak ihanetinde anlaşma bozulur, anlaşma bozulması dairinde taraf canıyla öder.

Tamam birkaç madde tuhaf yazılıydı, 11. Madde ve son 3 madde ölümle alakalıydı, gerisi ise Deniz’le birlikte yaşamam gerektiği, onun adamı olmam gerektiği, konforlu bir hayat sunuyordu. Anlaşma da benim onun, doktor rolünde olmamı istediği de yazıyordu. Doktorluk? Ben kim, doktor olmak kimdi? Reddettim yine de her şeye rağmen. Birkaç saniye sonra: “Emin misin?” Dedi, düz bir tonda. Başımı onaylar şekilde salladım, tekrar sordu. Tekrar onayladım. Ayağa kalkmasıyla kolumdan tutması bir oldu, bizi izleyen üç kişinin gözleri de fal taşı gibi açıldı. Boran, kolumdan tutarak beni sürüklemeye başladı, tekrardan. Beni, kapıya adamlarının önüne mi atacaktı? Geniş koridorun sonundan, alt kata inmeye başladık. Odalardan birisine, girer girmez sertçe beni ileriye doğru itmesiyle, dengemi kaybettim. Neyse ki sandalyeye düşmüştüm. Etrafa baktığımda, tamamen karanlıktı. Boran bana baktı, üstten bakışı, soğuk gözleriyle baktı. “Anlaşmayı düşün, aklın başına gelsin. Demek ki tamamen, aklı yerinde değilsin.” Der, demez odadan çıkıp kapıyı kitledi. Lakin bilmediği ya da bildiği ancak benim bilmediğim bir şey vardı. Karanlıktan korkardım. Bir anda titredim, irkilerek. Ayağa kalkamadım, olduğum yerde dondum. Bütün kaslarım gerildi, iliklerime kadar korkuyu hissediyordum. Hapishane de bile gazlı lamba vardı. Sikeyim, sikeyim! Bağırarak, “Boran! Siktiğimin kapısını, ışığını aç!” Diye haykırdım, saygısına da sevgisine de başlayayım. Korkuyorum, ben feci korkuyorum. Ben ilk defa korkuyorum…

Sesim daha yüksek çıkmaya başladı, gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Korku bedenimi ele geçirdi tamamen, bütün kaşlarım gerilmişti. Kalbim, boşluğa düşmüş gibi korkuyla çarpıyordu. Nefesim daralıyordu. “Boran! Kapıyı aç! Işığı aç! Yemin ederim, sikeceğim seni! Öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak! Aç şu ışığı!” Korku, bedenimi kilitlemişti. Hareket dahi edemiyordum. Gözlerimi kapattığımda, yıllar öncesi canlanıyordu. Gözlerimi açtığımda karanlık, bedenime işleniyordu. Gözlerimin dolmaya başladığını hissettim, kalbim korkuyla atmaktan acıyordu. Beni zayıflıklarımla mı ikna edecekti her şeye? Gözlerimden yaş akmaya başladı, sesim titriyordu. Ayağa kalkmaya çalıştım, yere düştüm. Bedenim korkudan, tutunamıyordu. Yerde durdum, ağlamaya devam ettim. Yalvarırım, birisi açsın şu ışığı, babam gelecek yoksa.. Kırmızı noktayı gördüm, arkama dönüp baktım, arkamda tavanda asılı, terminal kamera vardı. Kameraya bakacakken duvarda gördüğüm, ya da korkudan hissettiğim süilet yüzünden çığlık atmama neden oldu, beni burada delirtecekti. Ağlamam, çığlık atmam, titremem hepsi kabus gibiydi. Titreyen sesimle: “Boran.. Yalvarırım, çıkar beni buradan. O adamı görmek istemiyorum!” Diye haykırdım.

Ben, henüz 14 yaşındayken yani 6 yıl önce, üvey babam tarafından tecavüze uğradığım, bir değil. Birden fazla kez.

Üvey babam, annem işteyken sürekli beni evimizin bodrumuna kitler, saatlerce tecavüz ederdi. Sesimi çıkarmamam, anneme söylememem için tehdit ederdi. En büyük tehditi ölümdü. Gözlerimin önünde, kardeşimi öldürdü. Sırf ona anlattığım için, annemin de ölmesini istemiyordum. Sessiz acı çığlıklarımı duymanı istedim anne üzgünüm ama sen hep çığlıklarıma sağırdın.

 

Şiddetle ağlamaya devam ederken, bedenimin tamamen acıdığını hissettim. Korkudan uyuşmuştu. Benim sesime hep sağır mı olacaksınız? Boran, benim içler acısı yardım çığlıklarımı duymuyordu. Bu sefer sesim çıkıyordu ancak beni duyan yoktu. Sessiz çığlıklarımı duyamayan annem gibiydi.

Bağırmaktan, acıyan boğazım; ağlamaktan, hemencecik kızaran gözlerim; korkudan, elim ayağım boşalmış bedenimle, aydınlığa bakıyordum. Evet, ben karanlık bir insandım ancak, karanlık benim arkamdaydı, ben dönüp arkama bakmam, aydınlığa, önüme bakarım. Karanlık zayıflığımdı ancak en güçlü yanımdı, aydınlık benim gücümdü ancak en zayıf noktamdı.

Boran Deniz, canımı yaktığın için canını çok pis yakacağım, emin ol ölüm bile kurtuluşun olmayacak.

Loading...
0%