@talkwithyourbooks_
|
1-Ritz "Sana kaç defa söyledim, o ağaç bir tavşana benzemiyor.'' Dedim dalga geçer bir tavırla. Yalnız küçük erkek kardeşim Castor, biraz hayalperesttir. Hatta biraz kelimesi yanında az kalır. Castor kaşların çattı, ellerini beline koydu ve bağırarak konuşmaya başladı. ''Hayır, sen göremiyorsun! Neden biliyor musun? Çünkü hayal kurmayı bilmiyorsun. O ağaç bir tavşana ben-zi-yor!'' Derin bir iç çektim ve tam önümde duran yumurta sepetini alıp bahçeden ayrıldım. Annem Marsilya'ya yumurtaları verdikten hemen sonra sandalyeye oturdum. Annem gülümsedi "Dün babanın mezarını ziyaret ettim.." dedi duygusal bir tavırla "Biliyor musun , çiçekler yıpranmıştı yeni fidanlar diktim. Tertemiz uyuyordur şimdi değil mi Ritz?" Gözlerim dolu dolu gülümsedim evet anlamında da başımı salladım. Annem her gün babamı ziyarete giderdi O yokken çok mutsuz olurdu. Bazen onu tek başına otururken bulurdum. Bir yandan şarkı söyler bir yandan ağlardı. Genelde bu şarkılar babamın en sevdiği şarkılar olurdu... Gözlerini silip ocağın başına geçip çayı kontrol ettikten sonra dışarıda kedisiyle oynayan kardeşime seslenmek için camı açtı. Castor annemi görür görmez içeri girdi. Sonra üçümüz de sofraya oturduk. Kahvaltı sonrası şehre inmek için hazırlandım tam çıkacakken Castor üzerime atladı. ''Beni de götür!'' dedi. ''Lütfen...'' Bir yandan küçük Castor'a bir yandan da anneme bakıyordum. ''Onu da götürmelisin Ritz.'' Dedi annem ve Castor'da mutlu bir şekilde bana baktı. Onu kıramadım. ''Madem gitmek istiyorsun o zaman çantana birkaç kitap at ve üstüne düzgün şeyler giy. Haydi, üçe kadar sayıyorum koş bakalım! Bir...İki...'' Ben üç demeden tahta merdivenlerin sesi eşliğinde yukarı çıktı ve hazırlanıp tekrar aşağı indi. ''Yaşasın! Haydi gidelim..''
Şehre vardığımızda etraftaki insanların tedirgin tavırlarını görmeden edemedim. Niye tedirginlerdi acaba? Gene mi Güneş krallığı ile savaşacaktık? Hadi ama! Geçmişte olan geçmişte kalırdı. Şimdi kesin o varis çoktan zindanda çürüyordu. Ben bunları düşünürken kardeşim tulumumu çekiştiriyordu ve sırtımda kocaman bir elin olduğunu hissetmiştim. Gelen Xion idi. Gülümseyerek kızıl renkteki ön perçemlerini geriye çek0ti sonra uzaklara baktı.
''Neler oluyor?'' diye sordum. ''Haberin yok mu Ritz? Büyük tehlikedeyiz.''dedi. Ama anlam verememiştim nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olabilirdik ki? Yine de neler olduğunu sordum ve evet haberim yoktu. Saklı Ormanda bir kız kayıptı ve ne tesadüf ki Siara'da ortalarda yoktu. Kendisini en son bir hafta önce görmüştüm ve gayet de mutluydu. Siara deyince aklıma hep güç gelir annesini küçük yaşta kaybetmiş küçük bir kızdı Siara ve üstüne çok düşen bir babası vardı. Tek çocuk olduğu için onu tehlikelerden korumaya çalışan bir babası... Ama bu durum Siara'yı fazlasıyla yoruyordu. Çünkü babasının koruma çabası artık korkunç bir seviyeye çıkmıştı... Koruma değil korkutmaydı bunun adı artık...Baskı altındaydı, korkuyordu ama güçlüydü. Tıpkı annesi gibi... Tehlikede olduğumuz duruma gelirsek de bence çok da önemli bir konu değildi ama yine de halkı tehlikeye atacaksa önemliydi. Bu kız bizim ülkemizden olmayabilirmiş çünkü bembeyaz saçları, güzeller güzeli de bir yüzü olduğu söyleniyormuş. Ama arka perdede ne gizliydi acaba? İşte orası bilinmiyordu. Aklımdan onun Siara olduğu bile geçiyordu ama olamazdı da. O yüzden diyorlardı ya; Tehlike!
...
"Ritz...Ritz!" "Ne var Xion? Görmüyor musun, çalışıyorum." "Ormanın içindeki ışıkları görüyor musun? Baksana..." Oturduğum sandalyeden bir hışımla ayağa kalkıp cama yaklaştım. Gerçekten arkadaşımın dediği gibi ormanın yarısını kaplayan bir ışık vardı. Koşar adımlarla aşağı indik, kapıyı açıp dürbünümle ışıkların olduğu yere bakmaya başladık. Işıklar birden yanıp sönmeye başlamıştı. Şimdi de sönmüştü. Bu da neydi şimdi? Ciddiyim. Neydi bu? Uzayda yaşayan varlıklar falan mı? "Hayır Ritz saçmalıyorsun." Dedim kendime ve ormana doğru bir kaç adım attım. Ben adımlarımı hızlandırmadan arkadan korkmuş bir ses yükseldi. "Ritz, bekle! Ne-Nereye gidiyorsun?" Arkamı döndüğümde seslenen bu sefer Xion değil onun yanında duran annemdi. İkisi de bana doğru ilerliyordu. "Gelmeyin. Kalın orada , hemen döneceğim." Annem arkamdan sarıldı bana. "Gitme oğlum lütfen, orman çok tehlikeli." Şuan annemi ne kadar dinlemesem de benim için endişelendiğini biliyordum. Xion' da çok korkuyordu biraz cesur olmasını istiyordum aslında vve onu da yanıma almaya karar verdim. "Xion çabuk şu tabancayı al, ben de sapanı alayım. Anne kardeşime çok iyi bak olur mu? En kısa sürede döneceğim." Xion bağırdı. " Sen delirdin mi? Ölürüz!" Gözlerimi devirdim tamam anlıyordum çok korkuyordu ama sakin olması lazımdı. "Xion öncelikle bir sakin ol. Bir şey olmayacak." Annemin gözleri dolu doluydu, ellerimi tutup ne kadar bekleyeceğini bilmediğini söyledi ben de dediklerimi tekrarladım. "En kısa zamanda... Söz veriyorum. Hadi Xion." Orman bizim köyden ne kadar yakın görünse de dere tepe aşmak gerekiyordu. Biz de öyle yapmıştık. Yolumuz birkaç saat sürmüştü ama sonunda ormana varmıştık. Xion biraz korkuyordu. "Öleceğiz!" Tamam, sözümü geri alıyorum çok korkuyordu. Gülümseyerek ona cevap verdim. Çilli suratına bir de domates kırmızılığı eklenmişti.. "Korkma dostum, bir şey olmayacak." Emin adımlarla önden yürümeye başladım. Her adımımızda orman daha da karanlık bir hal alıyordu. Ama hayır, pes edemezdim o ışıkların nereden geldiğini merak ediyordum. Ayrıca o kaybolmuş kızın nerede olduğunu da bulacaktım. Xion birden çığlık atmaya başladı. "Ritz, bence geri dönelim." Sözünü kestim sert bir ses tonuyla "Olmaz! Gideceğiz ve hem o ışıkları hem de o kızı bulacağız." Xion kaşlarını çattı ve birden bana baktı. "Sen kafayı yemişsin..." göz devirdim ve yürümeye devam ettim. Biraz sonra ışıklar tekrar yanıp sönmeye başladı ve bize de yakındılar. İkimiz de koşarak ışıkların olduğu yere doğru giderken birden söndüler. Xion ile nefes nefese kalmıştık ama pes etmek yoktu. O ışıklardan daha önemli olan şey de halkımızı korkutan kızdı. Benim de istediğim onu bulmaktı ve kızı bulmadan ormandan ayrılmayacaktım... Saklı Orman’ın derinliklerine doğru yürürken, her adımda içimde tuhaf bir huzursuzluk büyüyordu. Ağaçlar gökyüzünü tamamen kapatmıştı; ay ışığı bile bizi bulamıyordu artık. Yalnızca üzerimize eğilen dalların arasından sızan incecik ışık huzmeleri vardı. Xion yanı başımda yürürken ellerini sıkıca yumruk yapmıştı. Onun tedirginliğini hissedebiliyordum. Korkusu gözlerinden okunuyordu ama bir yandan da bunu bastırmaya çalışıyordu. "Burası neden bu kadar sessiz?" diye mırıldandı. Gerçekten de öyleydi. Kuş cıvıltıları yoktu, rüzgar bile uğramıyordu buraya. Sanki ormanın kendisi nefesini tutmuş, bizi izliyordu. Ama ben… Ben garip bir merak içindeydim. Ormanın derinliklerinde saklanan sırrı bulmaya kararlıydım. Kalbimde bir ses, sürekli ileri gitmemi söylüyordu. Dallara ve köklere takılarak ilerlerken, Xion’un titreyen sesini duydum. "Ya burada kaybolursak? Ya geri dönemezsek?"
Durup ona baktım. "Korku seni durdurmasına izin verme, Xion," dedim. "Bu ormanın sırrını öğrenmek zorundayız. Belki de Doğa Ana’nın kendisi bizi burada bekliyordur." Ama içten içe, onun kadar korkmuyormuş gibi yapmaya çalışıyordum. Bu sessizlik, bu karanlık… sanki bizi içine çekiyordu.
Sonunda, önümüzde beliren küçük bir açıklık gördük. Ortasında soluk bir ışıkla parlayan bir şey vardı. Yaklaştıkça fark ettim: bu, bir taşın üzerine oyulmuş tuhaf bir yazıydı. "Ay ışığını takip eden, yıldızın sırrını bulur. Ama karanlığın fısıltıları yüreğine dokunursa, geri dönüş yolu kaybolur."
Xion’un gözleri büyüdü. "Ritz… sence bu ne anlama geliyor?" dedi fısıldayarak.
Ben ise duraksamadan cevap verdim. "Bir bilmece. Ama cevap bulmamız gereken bir bilmece." Yola devam etmeye kararlıydım. Ama her adımda, hem bizi bekleyen gerçeğe yaklaştığımızı hem de daha büyük bir bilinmeze sürüklendiğimizi hissediyordum. Saklı Orman’ın derinliklerinde sessizlik daha da yoğunlaşmıştı. Adımlarımızın sesinden başka bir şey duyulmuyordu ve bu sessizlik, içimde bir düğüm gibi sıkışan tedirginliği büyütüyordu. Yanımda Xion vardı, ama onun yüzündeki ifade gitgide değişiyordu. Önce derin bir nefes aldı, sonra adımları yavaşladı.
“Ritz… buradan çıkamayacağız,” dedi bir anda, sesi neredeyse titrek bir fısıltıya dönüşmüştü. Duraksadım, ona baktım. Elleri titriyordu, yüzü bembeyaz kesilmişti. Gözleri bir yerlere bakıyor gibiydi ama sanki hiçbir şey görmüyordu.
“Xion, sakin ol,” dedim, ama o beni duymuyordu. Nefesi kesik kesik gelmeye başladı, sanki ormanın havası birden ağırlaşmış gibi. Ellerini kafasına götürüp, “Boğuluyorum… buradan çıkmamız lazım… çıkmamız lazım!” diye mırıldandı. Sonra birden dizlerinin üstüne çöktü.
Ne yapacağımı bilemedim. Şaşkına dönmüştüm. Onu böyle görmemiştim daha önce. Yanına çömeldim, omzuna dokundum ama o hâlâ panik içindeydi, nefes almakta zorlanıyordu. “Xion, buradayım! Bak, buradayım. Nefes al. Derin nefes al,” dedim, sesimi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak.
Ama nafile. Gözleri hâlâ korkuyla doluydu ve nefes alışları düzensizdi. Kalbim çılgınlar gibi atıyordu; orman bir anda daha karanlık, daha tehditkâr görünmeye başlamıştı. Sanki bizi izleyen gözler vardı ama ben yalnızca Xion’a odaklanmıştım.
Bir an için aklıma onun dikkatini başka bir şeye çekmek geldi. Elimi sımsıkı tuttum ve sesi titreyen bir gülümsemeyle, “Hey, Xion, buraya kadar geldik. Beni bırakacak mısın? Ben seni bırakmam,” dedim. Bunun işe yarayıp yaramadığını anlamak için yüzüne baktım. Gözleri hafifçe bana döndü ama hâlâ panik içindeydi.
Sonra hatırladım. Geçmişte annem, bir kriz anında bir şarkının insanı sakinleştirebileceğini söylerdi. Xion’un annesinin güçlü olmakla ilgili söylediği o eski şarkıyı hatırlamaya çalıştım. Düşünmeden mırıldanmaya başladım. Sözlerini tam bilmiyordum ama melodi, sessizliğin içinde yankılandı.
Yavaş yavaş nefesi düzenlenmeye başladı. Ellerini kafasından çekti ve bana baktı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama en azından nefes alabiliyordu. “Ritz… seni duydum,” dedi zayıf bir sesle.
İçimden derin bir nefes verdim. “Tamam,” dedim, omzunu sıkarak. “Hâlâ buradayız. İkimiz birlikte buradan çıkacağız.” Ama içimden şunu da geçirmeden edemedim: Saklı Orman, yalnızca karanlıkları değil, korkularımızı da ortaya çıkarıyordu. Xion’un nefesi nihayet düzene girmeye başladığında, yüzündeki o tarifsiz korku yerini yorgunluğa bıraktı. Dizlerinin üzerine çökmüş, omuzları titrerken elleriyle yüzünü kapatmıştı. Sessizlik yine etrafımızı sardı, ama bu sefer bambaşka bir ağırlık taşıyordu.
“Xion…” dedim, yavaşça omzuna dokunarak. Bu defa kaçmadı, ama elleri hâlâ yüzündeydi. Sonra titrek bir şekilde bir iç çekti ve sessizliği bozan hıçkırıklar duyuldu. Ağlamaya başlamıştı.
Onu böyle görmek içimi sızlattı. Xion hep sessiz, kendi içine kapanık biriydi ama hiç bu kadar kırılgan görünmemişti. Yanına oturdum, aramızdaki sessizliği bozacak başka bir şey söylemek istemedim. Onun bu anı yaşamasına izin vermek daha doğru gibi hissettirdi.
Bir süre sonra, ellerini yüzünden çekti. Gözleri yaşlarla dolmuştu, ama bu defa biraz daha sakin görünüyordu. Bana baktı ve zayıf bir sesle, “Özür dilerim, Ritz,” dedi. “Ben… seni de tehlikeye atıyorum.”
Başımı iki yana salladım, ona sert bir şekilde bakarak. “Xion, bunu bir daha söyleme. Buradayız ve birlikteyiz. Herkes korkar. Bu senin cesur olmadığın anlamına gelmez.” Sesim kararlı çıkmıştı, ama onun içinde yanan korkuyu biraz olsun hafifletmek için söylediklerime kendim de inanmak istiyordum.
“Buradan çıkabilecek miyiz?” diye sordu, sesi hâlâ kısık ve çatallıydı.
Ona elimden geldiğince güven dolu bir gülümsemeyle baktım. “Tabii ki çıkacağız. Ama önce biraz dinlenelim. Bu orman bizi hemen bırakmayacak gibi görünüyor, ama beraber olursak her şeyin üstesinden geliriz.”
Bir süre öylece oturduk. Xion’un hıçkırıkları yavaşça azaldı. Saklı Orman’ın derin sessizliği içinde, yalnızca aramızdaki bağın gücüne tutunuyorduk. Bu yolculuğun ne kadar zor olacağını ikimiz de biliyorduk ama birbirimize yaslanarak devam etmeliydik.
|
0% |