@talkwithyourbooks_
|
Piyano dersi ,ve keman dersi almaktan bıkmıştım. Chopin'den de Bach'dan da Vivaldi'den de artık nefret eder olmuştum. Müziği severdim ama birisi bana zorla bir şey yaptırmak istediğinde onu hiç yapasım gelmezdi. Ama kilise korosundan bahsetmek… ne güzel bir his. Şimdi bile düşündükçe o taş duvarların yankısı kulaklarımda çınlıyor. Siara ile her hafta pazar sabahları kiliseye giderdik. Şarkı söylemek sadece bir görev değil, benim için bir kaçıştı, bir huzur… Vikinglerden geldiğimi biliyor musunuz?Bazen kendimi öyle hissediyorum, bir şeyler uyanıyor içimde, geçmişten bir bağ var sanki. Atalarım, o kuzeyin karanlık denizlerinden ve soğuk topraklarından gelen insanlar… onlar savaşçılardı, kaşiflerdi, ama sadece bu değil. Aynı zamanda hayatta kalmak için her şeyi göze alırlardı. Ve bu güç, bu cesaret, bende de bir yerlerde var. Bir şekilde, içimde bir parça onlardan kalmış gibi. Bazen içimde öyle bir hırs oluyor ki, her şeyi değiştirme isteğiyle doluyorum. Ama onlar gibi güçlü olmak da isterdim… Güçlü , cesur… ama ben kayıbım... Sanki geçmişle ve şu an arasında bir köprüde duruyorum… Bu gen, bana sadece cesaret değil, aynı zamanda bir belirsizlik de veriyor. Ne kadar savaşçı olursam olayım, bir noktada kaybolmuş gibi hissediyorum. Ama işte bu, belki de bizi hayatta tutan şey. O eski Viking ruhu, kayıplarını kabullenmiş, ama yine de ilerlemeye devam etmişti. Ben de, belki de aynı şekilde, kendi yolumu bulmaya çalışıyorumdur bilemeyiz…
Ritz ile küçükken tanışmam tam bir tesadüftü aslında. Bir gün, ormanda kaybolmuştum. Küçük bir çocukken, kaybolmak daha kolaydı, çünkü her ağaç, her yol bana yabancıydı.Nehrin kenarına kadar gitmiştim, ama nasıl döneceğimi bilmiyordum. O kadar korkmuştum ki, gözlerim dolmuştu, ağlamaya başlamıştım. Ve işte o sırada, bir ses duydum. ‘Hey, burada ne yapıyorsun?’ diye bağırdı biri. Başımı kaldırıp bakınca, küçük bir çocuk beni izliyordu. O zamanlar belki de 7 yaşında falandık, ama o kadar cesurdu ki, sanki bir yetişkin gibi davranıyordu. Hemen yanımda belirdi, ‘Korkma, seni bulurum,’ dedi. O kadar güven vericiydi ki, ağlamayı bırakıp ona baktım. Ritz, bana o kadar sakin bir şekilde yol gösterdi ki, kaybolduğumda ne kadar korktuğumu bile unutmuşum. O, ormanın derinliklerinde kaybolmuş bir çocuğun korkusunu hiç hissetmeden, beni güvende tutarak eve götürdü. O an, aslında sadece yolumu bulmamı sağlamadı, aynı zamanda güveni ve sevgiyi öğretti. Ve işte o günden sonra, Ritz’le hep birlikte olduk. O an, küçükken, birbirimize ihtiyaç duyduğumuzu ve o güvenin hiç kaybolmaması gerektiğini anlamıştık. Ritz’le 12 yaşlarındayken, bir gün gerçekten komik bir şey yaptık. Gemi oyunu oynardık, ama bu sıradan bir oyun değildi. Kendi hayal gücümüzle, ormanda bir gemi inşa ettik. Tamamen eski tahta parçalarından, dallardan ve yapraklardan… Kendi ‘gemi’mizi yapmıştık, ve tabii, hayali bir denizle çevriliydi.
O zamanlar, gerçek dünyayı unutur, sadece oyunla var olurduk. Gemimizi inşa ederken, Ritz hep kaptan olurdu. O kadar ciddi olurdu ki, sanki gerçekten bir geminin kaptanıymış gibi davranırdı. Ben de mürettebatıydım, ama tabii ki çoğunlukla ‘kaptanın’ talimatlarına uyardım. Bazen denize düşen bir kayayı kurtarmak için savaşırdık, bazen de büyük fırtınalarla başa çıkmaya çalışırdık. Ama her zaman birlikte olmanın verdiği bir güven vardı. O oyunda, gemimizin batmasına asla izin veremezdik. Her şey bizim hayal gücümüze bağlıydı. Birlikte keşfettiğimiz o hayali deniz, bizim için gerçeği unuttuğumuz, sadece birlikte olabildiğimiz bir yerdi. O oyun, aslında bir nevi hayatımızın simgesiydi. Küçükken oyun oynarken, birbirimize hep güvenmiştik. Gemi batarsa, birlikte kurtulurdum; gemi kazadan sonra tekrar yapılırdı. Hayatın zorluklarına karşı da birbirimize destek olacağımızı o anlardan öğrenmiştim tek derdimiz gemiyi batırmamak ve birbirimize kahkahalarla destek olmaktı. Ve o oyun, hala hafızamda bir iz bırakmıştır, çünkü o zamanlar hayat çok daha basitti… ama birlikte her şey mümkündü. Sabah güneşi doğana kadar yürümüştük. "Daha ne kadar yolumuz var?" Diye sordum resmen gebermiş bir tavırla. Uykusuz gözlerim artık neredeyse hiçbir yeri görmüyordu. "Bilmiyorum Xion. Belki tekrar dinlenmelisin seni beklerim." Dedi gayet rahat bir ses tonu vardı ben de ölmek üzereydim. Ayrıca çok susamıştım. Son suyumuzu da zaten büyülüğü bir kediciğe vermiştik. Ormanın o derin, karanlık sessizliğinde bir şeylerin farklı olduğunu hissetmiştim. Dalların arasında ilerlerken hafif bir mırıltı duydum. Önce bir yanılgı sandım, ama ses yine geldi. Yumuşak, neredeyse teselli eder gibi bir ses… Bir kedi miyavlaması.
Sesin geldiği yöne doğru eğildim. Çalıların arasında parlayan iki küçük ışık gördüm: gözler. İlk başta korktum, çünkü bu ormanda neyin tehlikeli neyin masum olduğunu kestirmek çok zor. Ama yaklaştığımda, koca gözlü küçük bir kedi yavrusuyla karşılaştım. Tüyleri simsiyah, ama ay ışığı tüylerinde sanki gümüş bir parıltı bırakmış gibiydi.
Onu ürkütmemek için yavaşça yaklaştım. “Hey, küçük dost,” dedim, sesim olabildiğince nazikti. Önce biraz geri çekildi, ama sonra yeniden durup bana baktı. Sanki beni tartıyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm, elimi uzattım. Birkaç saniye sonra, yavaşça yanıma geldi. Tüyleri o kadar yumuşaktı ki, elimi üzerine koyduğumda sanki bir buluta dokunuyordum. Küçük yavruyu elime aldım, ama gözlerim hemen çevreyi taradı. “Acaba annesi nerede?” diye düşündüm. Belki de kaybolmuştu ya da yalnız bırakılmıştı. Her iki ihtimal de içimi burktu. Kedi, ellerimde kıvrıldı ve hafifçe mırıldanmaya başladı. Ormanda yoluma devam ederken, bu küçük dostun bana eşlik edeceğini anladım. Korkularımla yüzleştiğim bu karanlık yerde, onun varlığı beni bir şekilde daha güçlü hissettirdi. O gün anladım ki, Saklı Orman ne kadar ürkütücü olursa olsun, içinde küçük bir umut ve sıcaklık gizli. Şimdi, bu kediyi düşündükçe o anda hissettiğim huzuru hatırlıyorum. Belki de bu ormanın en büyük sırrı, sadece korkuları değil, aynı zamanda bizi teselli edecek bir dostu da saklamasıdır.
Yarım saat önce; "Ritz! Şuna bak çok tatlı!" Parmağımın ucuyla kediyi gösterdim mutlu bir tavırla. Küçük kedi bacağıma sırnaşmaya başladı. Ben de tüylerini sevdim. "Sen çok tatlısın ama!" "Miyav." "Evet miyav! Ona su verelim. Lütfen Ritz?" "Hayır." Dedi sert bir tavırla. "Ah, hadi ama seni tanıyorum bu kediyi böyle aç susuz bırakmazsın." Dedim ve gene yalvarıyordum. Sanırım onu yumuşak karnından vurmuştum. "Peki, hadi ver." Dedi. "Yaşasın!" Dünya o kadar acımasızdı ki, bazen yakınınızdaki en kıymetli insanı bile elinizden alır, onunla bir oyuncak gibi oynar, işi bitince de bir köşesinden alır yerden yere vururdu. Beni de yerden yere vurmuştu... Abimin ölümü ailemizin yıkımıydı. Abimin ölümü anneme yapılan en ama en korkunç işkenceydi. Şu zamana kadar yapılan tüm yüzyıllarca süren işkenceleri bir kenara bırakın. Ailenizden birinin sizden hiçbir günahı olmaksızın kopması kadar büyük bir işkence yoktu bu dünyada.
|
0% |