Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Kurumaya Terk Edi̇lmi̇ş Laleler

@tanelthebooks


1


KURUMAYA TERK EDİLMİŞ LALELER


"Bazen zaman karıştırır aklımızı bazende aşk deler yaramızı"


2009 - Türkiye


Patronumun odasının önünde istifa dilekçemi vermek için beklerken kapı açıldı ve dışarı sert bakışlarıyla çıkan asistan "içeri girebilirsiniz Eylül hanım" dedi.


Asistan o kadar hızlı odadan çıkıp yanımdan ayrılmıştı ki bir anlığına ürperdim. Hızlı adımlarla patronumun odasına girerken etrafı inceliyordum.


Gözüme, patronumun odasında vazonun içindeki kurumuş laleler çarptı. Birkaç saniye etrafı inceledikten sonra, patronumun bana sorar gözlerle baktığını fark ettim.


Ardından, daha fazla dikkat çekmemek için patronum Hasan Bey'in karşısına geçtiğimde, elini koltuğa doğru oturmam için işaret etti.


Patronum Hasan Bey, çok duygusuz ve sessiz biriydi. Artık odada kimse konuşmuyor ve benim konuşmamı bekliyormuş gibiydi. Konuşmayı başlatmak için ağzımı açacaktım ki, konuşmayı başlatan o oldu; "Günaydın, bir sorun mu var Eylül?"


Artık etrafı incelemeyi bırakmış, patronumun dediklerini dinliyordum. Söyleyeceklerimi kafamda toparlayıp, "Sizinle çok önemli bir konuda konuşmak istiyorum" dedim.


"Konuşacağım konu, bu işten ayrılmak istemem. Biliyorsunuz ki ben okuyup çalışıyorum. Artık okulum bitiyor ve ben bu işten ayrılıp kendi mesleğimi yapmak istiyorum." Ortam çok stresliydi.


Elimdeki istifa dilekçesini titreyen ellerimle masasına bıraktım. Patronum Hasan Bey, masasına bıraktığım mektuba bakarak birkaç saniye düşündü, ardından bakışlarını bana doğru çevirdi.


"Bu haberi duymak üzücü, ayrılmak istemeni anlıyorum ama bunu istediğine, verdiğin karara emin misin?" dedi. Kararım kesin olduğu ve bundan vazgeçmek istemediğim için cevabımı değiştirmeyip, "Eminim" dedim. Patronum Hasan Bey, masasına bırakmış olduğum mektubu eline alıp, "Çıkabilirsin" dedi


3 GÜN SONRA:


Evin dar koridorunda pazara gitmek için hazırlanırken aralık camın dışarıdan gelen motor sesleri dikkatimi çekti.


Kafamı camın oldugu yöne doğru çevirip dışarıya doğru baktım. Rüzgar nedeniyle tül perde camı kapatıyordu. Bu görüşümü zorlaştırıyordu.


Bunu umursamayıp hazırlanmama devam etmek için odama geri döndüm ve hazırlanmama devam ettim.


Evin dışındaki tozlu rafdan ayakkabılarımı almaya calışıyordum. Parmak uçlarıma cıktım ve kollarımı ayakkabılarımın oldugu rafa uzattım.


Raftaki ayakkabılar yuksek bır kattaydı ve almam için yükselmem gerekiyordu.


Ayakkabıları dikkatlice almaya çalışırken birini tutabildim.

"Ahmet neden bu kadar yukseğe koyuyordu ki"


Ayakkabının diğer eşini tutmak için yeniden yükselip diğerini de aldım. Ardından dengemi kaybedip ayakkabılarla birlikte yere devrildim.


"Bu kadarı da uğursuzluk değil herhalde"


Uzun saçlarımı geriye savurup, yerde çok durmadan ayağa kalktım. Elimin tersiyle alnımdaki terleri sildim. Bir tabureden yardım almadığım için kendime kızgındım. Ayağa kalktım ve ayakkabının diğer çiftini aldım. Çok uzağa savrulmamıştı.


"Ah salak Eylül, yine aklını gösterdin."


Dışarıdaki küçük koltuğa ilerleyip oturdum. Orada ayakkabılarımı giydim. Bugün sokak sessizdi. Sokağın sessiz olmasına seviniyorum çünkü çocuk sesleri başımı ağrıtmıyordu.


Ayakkabımı giydikten sonra koltuktan kalkıp üzerimdeki tozları silkeledim. Üzerimdeki tozlar yere doğru düşerken, aralarından geçip evin paslı kapısına doğru ilerledim.


Evin dış kapısına vardığımda, posta kutusunun dolu olduğunu gördüm.


Acaba bu zarfı neden göndermişlerdi?


Yoksa o boş seçimler için yine oy mu dileneceklerdi?


Hız kesmeden posta kutusunun kapağını açtım. Her zamanki gibi gıcırtılı sesini çıkarmıştı.


İçinde bir zarf yer alıyordu ve üzerinde Kızılkaya Belediyesi yazıyordu. Evet, bu doğruydu, her seçim böyle zarflar veya tanıtım broşürleri gönderirlerdi.


Zarfı açtığımda içinden küçük bir kart çıktı ve üzerinde şunlar yazıyordu:



Bu sefer tahmin ettiğim zarf gelmemişti. Elimi yumruk yapıp sertçe sıktım.


Bunu neden yaptığımı anlayamamıştım ama gelen davetiyeye sevinmiştim. Uzun zamandır bunun haberini bekliyordum ve sonunda gelmişti.


Elimdeki kağıdın zarar görmemesi için dikkatlice tutarken, yüzümde bir tebessüm belirdi. Saçlarımı geriye atarak elimdeki kağıdı çantama koydum.


Uçmaması için de fermuarını kapatmayı unutmadım. Pazar alanına doğru ilerlerken sokaklar ıssız ama sokakların ıssızlığına rağmen kuşlar benimleydiler ve yol boyunca onların şarkılarını dinledim.


Pazar alanına vardığımda Gülcan Ablayı gördüm. Mahalleye yeni taşındığımda bana çok yardımcı olan ve çocukları olmayan biriydi.


Gülcan Abla, 2 yıl önce kocasını beklenmedik bir kalp krizi ile kaybetmişti ve bu tüm mahalleyi derinden sarsmıştı.


Gülcan Abla, koşar adımlarla yanıma gelirken ona el salladım o ise bana bakarak tebessüm ediyordu.


Boğazımı temizledim.


"Tünaydın Gülcan Abla, nasılsın?"


"İyiyim kızım, her zamanki gibi."


"Pazardan mı dönüyorsun Gülcan Abla?"


Yanına doğru ilerledim.


"Evet, erkenden gelip tazelik almak istedim. Galiba sen de pazara doğru gidiyorsun, seni lafa tutmayayım. Benim de evde işlerim var zaten."


Bunu söylerken nefes nefese kalmıştı. Uzun bir cümleydi, onu yormuş olmalıydı.


" Evet bende pazara dogru gidiyorum biraz geç kaldım umarım tazelik bulabilirim."


" herşey tükenmemişti Eylülcüğüm. Kolay gelsin."Diyerek cümleyi sonlandırdı.


Hızlıca oradan ayrılarak Pazar alanına doğru ilerledim.


Pazarda bir sessizlik vardı ve sabahki gibi pazarcı abi ve ablaların yüksek sesli bağırmalarını duymuyordum.


Pazar alanı artık tenhalaşıyordu. "Beni değiştir" diyen çantamdan alışveriş listesini çıkarıp listeye bir göz attım. Listede alt alta alınması gereken sebzeler, yanında ise meyveler yazıyordu. Liste, biber, domates, patlıcan... diye devam ediyordu. İlk önce sebzeleri alacağım için pazar alanının sonuna doğru ilerledim. Yürürken ise alnıma düşen saçlarımı geriye atmakla meşguldüm.


Pazar alanında dolanırken zaman o kadar hızlı geçti ki pazar alışverişini yapmış, eve doğru yürüyordum. Bu sefer etrafta kuşlar değil, kavga eden kediler vardı.


Zaman öğleden sonrayı geçmiş, hava kararıyordu ve Ahmet'in gelmesine çok az bir süre kalmıştı.


Kısa bir yürümenin ardından eve vardım ve anahtarı çıkarmak için çantama doğru yöneldim.


Elimdeki poşetler nedeniyle kapıyı zorlu şartlarla açıp içeri girdim.


Eve girdiğimde içeride beni Ahmet karşıladı.


Acaba neden erken gelmişti, işiyle ilgili bir sorun mu vardı?


"Hoş geldin Ahmet"


dedim, onun olduğu yöne bakmaya devam ederek.


Evet, biraz saçma bir cümle olduğunun farkındayım ama bunu umursamayarak Ahmet'e bakmaya devam ettim.


"Asıl sen hoş geldin Eylül"


"Neden erken geldin?"


"İşimiz erken bitti" dedi, cevap vermek için biraz düşünmüştü.


Kapıyı kapatıp sebze, meyve poşetlerini mutfaktaki tezgaha bırakırken Ahmet konuşmasına devam ediyordu.


Ahmet'i dinlemeyi bırakıp yemek yapıp yapmamak arasında kaldım ama öğlen yemek yaptığım için tekrar yemek yapmama gerek yoktu.


Aniden aklıma bugünkü yarışma geldi.


Yemeği ısıtıp Ahmet'le konuşacaktım ve bu beni heyecanlandırıyordu.


Acaba Ahmet'in tepkisi nasıl olurdu?


Diye düşünürken tenceredeki yemekleri ısıtmaya başladım.


Kısa bir bekleyişin ardından yemekler ısındı. Yemekleri tabaklara, ardından tabakları tepsiye koyup salona doğru yavaş adımlarla ilerledim.


Tepsiyi masaya bıraktıktan sonra Ahmet'le beraber yemek yedik. Yemekte ikimiz de sessizdik ve en azından ben yemeğe odaklanmıştım.


Ahmet gözlerini benden alamayarak yemeğe devam ederken, bense bunu umursamayıp yemeğime devam ettim.


Zaman ilerlemeye devam ederken biz yemeğimizi bitirmiş, tabaklarımızı mutfağa götürmüştük.


Yarışmaya katılmak için Ahmet'ten fikir alacaktım ve onun fikri her şeyi belirleyecekti.


Ahmet, salondaki kırmızı koltuklara oturmuş ve bir şeyler düşünüyordu. Bu, yüzünden belliydi.


Heyecanımın ya artacağı ya da son bulacağı ana gelmiştik.


Yeniden ateşlenirken ben buna engel olamıyordum.


Saatin geç olmasını beklemeden Ahmet'in yanına oturdum ve önce işinin nasıl geçtiğini sordum.


"İşin nasıl geçti, yorucu muydu?"


"İyi" dedi cansız ses tonuyla.


Bu işte bir şey olduğu sesinden belliydi.


Bunu umursamayıp konuşmak istediğim konuya hazırladım kendimi içten içe.


Ahmet'in suskunluğunu fırsat bilip konuya yumuşak bir giriş yaptım.


"Sana bir şey söyleyeceğim fakat önce düşün, sonra bir yanıt ver."


Ahmet, kafasını olumlu anlamda salladıktan sonra konuşmama devam ettim:


"Bugün bizim eve belediyeden bir zarf geldi. Zarfı açtığımda içinde bir davetiye vardı ve davetiyenin gönderilme amacı halkın katılabileceği bir resim yarışmasıydı. Biliyorsun ki ben kendimi bu alanda geliştirmek istiyorum. Bu yüzden de ben yarın muhtar Halil abiye gidip daha detaylı bilgi alacağım. Merak etme, Ece'nin atölyesinde bütün malzemeler var. Eğer sen onaylarsan çalışmalara başlayacağım. Bu yüzden bu konu hakkında senin fikrini almak istedim."


Ahmet biraz düşündü.


"Olur ama kendini yormamalısın. Bir şeye ihtiyacın olursa bana söyle."


Olur dedikten sonraki cümleleri duymamıştım çünkü o sırada mutluluktan gözümden bir yaş aktı.


Bu mutluluktandı, üzüntüden olmasına izin veremezdim.


Gecenin ilerleyen saatlerini kısık ışıkta Ahmet'le beraber geçirirken zamanın hızına yetişemeyip bunu fark etmedik.


Zaman, bozuk bir kum saati gibi akarken biz o gece bir daha eskisi gibi uyanamayacağımız günlerin sabahına uyanmayı iple çektik.


Sabah çocuk sesleri ile uyandım.


Bugün hafta sonu olmasına rağmen Ahmet işliyordu.


Sabah yataktan kalkıp kahvaltı yaptım, ardından hazırlanıp bugün ne yapacağımı kafamda planladım.


Kafamda tam kesin olmamakla birlikte önce Ece'nin atölyesine, daha sonra ise muhtar Halil abiye gidip daha fazla bilgi alacaktım.


Belki bu akşam deniz kenarındaki yürüyüş yoluna gider, nasıl bir çalışma yapacağımı planlardım.


Kafamdaki planların beni ele geçirmesini engelleyip evden ayrıldım.


Kafamda da planladığım gibi önce Ece'nin atölyesine gidecektim.


Hava aydınlık ve bulutluydu.


Dışarıdaki çocukların anneleri yemeklerini yemeleri için çocuklarını çağırıyor, çocuklar ise ip atlayıp futbol oynadıkları için arkadaşlarından ayrılmak istemiyorlardı.


Ece'nin atölyesi bizim arka mahallemizdeydi.


Yürüme mesafesi ile 5-10 dakikada ulaşabileceğimiz bir konumdaydı. Yolda yürürken bu yarışı kazanırsam ne yapacağım ile ilgili hayal kurarak gittim. Bunun cevabı çok basitti: Ece gibi bir atölye açacaktım.


Ece'nin atölyesinin önüne vardığımda kapıyı çalıp içeri girdim. Hava oldukça sıcaktı ve buna katlanmak güçlük gerektiren bir şeydi. Ece'nin bu saatte burada olduğunu bildiğim için kararsız kalıp gelmemiştim. İçeri girdiğimde Ece şaşkın bakışlarını üzerime doğru çevirdi. Buna anlam verememiştim.

Acaba beklenmedik bir saatte mi gelmiştim?


"Günaydın Ece, biliyorum beklenmedik bir saatte geldim, umarım rahatsızlık vermiyorumdur."


"Sana da günaydın Eylül, tabii ki de yardımcı olabileceğim bir konu varsa seve seve"


"Önlükler kapının arkasındaki askıda, al ve yanıma gel."


Ece'nin dediği üzere önlükleri almak için hızlı adımlarla ilerledim.


Önlükleri almak için kapının arkasına vardığımda iki adet önlük olduğunu gördüm.


Biri mavi ve siyah renkler ağırlıklı, diğeri ise rengarenk çizgi şeklindeki desenleri barındırıyordu.


Elime koyu renklere sahip önlüğü alıp Ece'nin yanına oturdum.


"Ece, senden bir yardım istiyorum demiştim ya..."


Ece sorar gözlerle bana bakıyordu.


"Ben belediyenin düzenlediği yarışmaya katılmak istiyorum"


Sonunda rahatlamıştım ve içimdeki heyecan biraz olsun hararetini azaltmıştı.


Ece mutlu gözlerle bana bakıyordu. Benim adıma sevindiğini görmemek elde değildi.


Açıkçası buna ben de onun kadar sevinmiştim. Sevdiklerimin beni desteklemeleri hoşuma gidiyordu.


"Buna çok sevindim. Hız kesmeden çalışmalara başlayalım!"


Sesi her zamanki gibi yüksek çıkmıştı.


"Bugün başlamayı planlamıyorum ama en kısa zamanda başlayacağım. Zaten buradan ayrıldıktan sonra Halil abiye gidip daha detaylı bilgi almam gerek. Şimdiden haber vermek istedim."


Nefes nefese kalmıştım.

Ece'nin atölyesinde neredeyse 1 saat geçiriyordum ve geçen saatin farkında değildim. Ece konuşmasına devam ederken ben ise kalkıp kalkmamak arasında kaldım fakat artık çalışmaya başlamalıydım.


Bu yüzden Ece'den müsaade isteyip kalktım.


Şu anda ise Alazağa sokağında etraftaki çiçeklere bakıp muhtarlık binasına doğru yürüyordum.


Muhtarlık binasına vardığımda kapının üzerindeki "kapalı" yazısını umursamayıp içeri girdim.


Her seferinde kapalı yazısı vardı ve bu hiç değişmemişti. Muhtarlık binasından içeriye girdiğimde Halil abi eski koltuğunda oturuyordu.


Halil abi ile günaydınlaştıktan sonra masasının önünde duran iki koltuktan birine oturdum.

Sessizliği bozma sırası bendeydi.


"Halil abi, sence bu yarışa katılmalı mıyım?"


"Ödül ne?"


"Katılırsam çok ünlü olur muyum? Ya da rezil?" -Ünlü olmakla işim yoktu ama ağzımdan aniden çıkıverdi.-


Halil abi bu hızlı sorular ardından "Yavaş yavaş sor kızım, tüm sorularını yanıtlayacağım"


Bunu söylerken şaşkıncabyüzüme bakıyordu.


Haklıydı, biraz hızlı ve fazla soru sormuş olabilirdim.


"Sor ilk sorunu."


Ben de ses tonumu ayarlayıp "Halil abi, bu yarışmanın katılım şartları neler, gençler katılabiliyor mu?" dedim.


Halil abi masasının yanında duran çekmeceyi açıp bir broşür aldı ve bana uzattı.


Ardından "Al kızım, burada bütün şartlar, öğrenmek istediğin tüm bilgiler var" dedi.


Halil abinin uzattığı broşürü inceliyordum.


"Bu broşürde bütün bilgiler var, kafana takılan bir şey var mı?"


Broşüre biraz daha göz gezdirdim. Kafama takılan bir soru yoktu. Halil abiye teşekkür ettikten sonra vedalaşıp oradan ayrıldım. Ardından eve yürümeye başladım.


Eve vardığımda Ahmet henüz gelmemişti. Ahmet gelene kadar ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu ama kesin olan şey yapacağım bir iş olmayacağıydı.


Ne yapacağım hakkında biraz düşündükten sonra deniz kenarına gitmek güzel olabilirdi.


Hazırlanmak için odamıza geçtiğimizde dolabı açtım. Dolapta gözüme siyah üzerinde taşları düşmüş kelebek baskılı bir kısa kollu tişört çarptı.


Altıma da siyah bir eşofman altı giydiğimde hazırdım. Yanıma bir çanta alıp evimizin dar koridorundan kapının girişine çıktım. Orada Ahmet'e bir not yazıp evden ayrıldım.


Sahil bizim eve yürüme mesafesiyle 15 dakika uzaklıktaydı.


Uzun gibi görünen ama kısa sürmesini istediğim bir yürüyüş beni bekliyordu.


Kısa bir yürüyüşün ardından sahile vardığımda sahilde havada sessizce uçan baykuşların dışında yaşamını belirten hiçbir canlı yoktu.


Bu yüzden sahilin yanında bulunan yürüyüş yoluna geçmeyi tercih ettim.


Orada spor yapan birkaç kişi vardı. Buraya gelme amacım yapacağım tablo hakkında düşünmek ve kafamdaki eksik parçaları oturtmaktı.


Yürüyüş yolunun daha başındaydım ve sonuna kadar yürümek biraz yorucu olacaktı.


Bunları umursamayıp denize doğru baktım. Denizden gelen melodik dalgalar eksik parçalarımın birkaçı gibiydi.


Hepsini birleştirdiğimde bir bütün oluyorlardı ama sanki gözlerime bir perde çekilmiş gibi göremiyordum.


Tablomun detaylarını oluşturmak için düşünmeye devam ettim.


İstediğine, verdiğin karara emin misin?


Cümlede hiçbir yanlış yoktu ama bana verilmek istenen mesaj neydi?


Belki de anlamsız bir cümleydi.


Kendi kendime kızarken "Kafanı topla Eylül" diye sitem ediyordum.


Konuyu çok fazla sapırdığım için kendime verdiğim sözü uygulamanın vakti geldiğini düşündüğüm için olayı unuttum, tablo üzerine odaklanmam gerektiğini düşündüm ve kendimi uzun bir arayışta kaybolmuş olarak buldum.


Neredeyse 25 dakikalık yürüyüşün sonunda yolu yarılamıştım. Artık saat çok geçti ve Ahmet'in beni merak etmemesi için eve gitmem gerekiyordu.


Eve vardığımda Ahmet'in uyumuş olduğunu gördüm ve ben de pijamalarımı giyerek yarışmanın verdiği heyecanla gözlerimi yumduk.


Sabah uyandığımda hızlıca hazırlanıp Ece'nin atölyesine geçtim. Yarışma gününe çok kısa bir süre kalmıştı ve benim bugün tablomu tamamlamam gerekiyordu, hem de kusursuz bir şekilde.


Sabahın ilk ışıklarında uyanmak zor olmuştu benim için ama, şu anda enerjim bomba gibiydi.


Ece'nin çalışmasına baktığımda bitmek üzere olduğunu gördüm.


Ben de kendi çalışmamı tamamlamak için masada duran ve ilk defa gördüğüm bir fırça aldım.


Üzerinde markası olan Vanessa yazıyordu.


Bu marka ismini en son ortaokulda arkadaşımın falcı oyununda kullandığı takma isim olarak duymuştum.


Bunu umursamayıp birkaç farklı boya tüplerini paletime sıktıktan sonra fırçayı boyalara daldırdım ve ardından tuvalimin üzerinde narin dokunuşlarla gezdirdim.


Fırçan tuvalin üzerinde dans ederken ben ise bu dansın kocu gibi şekillendirdim.


3 saatlik çalışmanın ardından çok yorulmuş fakat resmimin bitmek üzere olduğu için bir yandan da mutluydum.


Bu kadar kısa sürede nasıl bitirdiğimi sorgularken sorularımı daha sonraya saklamazsam tablomun yarım kalacağını da biliyordum.


Kafamdaki soru balonlarını dağıtmanın vakti gelmişti ve bunu yapan ben oldum.


Artık benim için ise tek bir yanıt vardı: Kazanacaktım!


Büyük gün akşamı neredeyse heyecandan hiç uyuyamamıştım. Uyandığımda hızlıca kahvaltımı yapmış, dolabımdaki en güzel kıyafetleri giymiştim.


Şimdi sıra tabloyu güvenli bir yere koyup güvenli bir şekilde oraya ulaştırmaktı.


Bunun için mutfaktan aldığım poşetin içine evdeki yumuşak yastıkları doldurmuş, üzerine ise hasar görmemesi için tabloyu yerleştirmiştim. Bu çok ilkelce bir yöntemdi ama işe yaradığı için bunu umursamadım.


Evden ayrılma zamanı geldiğinde sanki geri dönemeyecekmışım gibi bir hisle ayrıldım.


Ama hislerim ve duygularımın motivasyonumu etkilemesine izin veremezdim.


Bugün tüm hayatımın geriye kalanını belirleyen gündü.


Ya İngilizce öğretmeni ve ressam olacaktım ya da sadece İngilizce öğretmeni olarak devam edecektim bu hayata.


Kazanmanın hiçbir önemi yoktu çünkü ben bu yarışa girerek kazanmıştım.


Ben ve katılanlar zaferin ta kendisiydik...


Yarışma alanına tablomu teslim etmek için ilerlerken kafamda yaşadığım güzel anları düşündüm.


Bu beni motive ediyordu.


Resim alanına varır varmaz resmimi yetkili kişiye teslim ettim, şimdi ise son teslim saatinin dolmasını bekliyordum.


Son teslim saati için 15 dakika kalmıştı ve etrafta gözlemlediğim kadarıyla herkes çalışmasını teslim etmiş, yerlerinde oturuyordu.


Yarışma alanı kapalı bir alan olmadığı için etrafta oldukça sinek vardı.


Sinekleri kendi haline bırakıp çevreyi izlemeye karar verdim.


Etrafıma baktığımda dikkatimi çeken ilk şey sandalyelerin belirli bir düzenle dizilmesiydi.


Öndaki sandalyeleri incelediğimde bizim sandalyelerimizle aynı gibi gözüküp daha kaliteli oldukları belliydi.


Ya da ben böyle düşünüyordum, her zamanki gibi.


Arkalara doğru görüş alanı azaldığı için oraya oturmayı kimse tercih etmiyordu.


Sandalyeler sık sık dizilmişti fakat bu beni rahatsız etmedi.


Çevrede gözlemlediğim bir diğer şey ise etrafta oyun oynayan çocuklardı.


Çok mutlu gözüküyorlardı fakat anneleri onları yanlarına çağırarak çevreyi rahatsız etmemeleri için uyarıyordu.


Bana göre onlar çok sevimli ve çevreye rahatsızlık verecek gibi bir halleri olmamıştı.


Etraftaki gürültü yavaş yavaş azalırken sonucun açıklanacağı ana geldiğimizi anladım.


Bu yüzden önüme dönüp sonucu dinlemek için bekledim.


Önce ufak sponsor tanıtımları yapıldı, ardından muhtarımız Halil Abi konuşmasını yapmak için konuşma alanına davet edildi.


Onunla birlikte belediye başkanımız da kürsüdeydi.


Muhtarımız konuşmasını yaptıktan sonra etrafta bir hareketlilik gördüm fakat umursamayıp önüme döndüm.


Yavaş yavaş zaman akıp giderken geçen zamanın farkında değildim.


Sıra jüri üyelerine geldiğinde 5 adet jüri üyesi bulunduğunu anladım.


Konuşmayı yapan hanımefendi jüri üyelerine çiçek takdim edip yerlerini gösterirken yavaş yavaş tablolar ortaya çıkmış, jüriler oylamaya başlamıştı.


Benim tablomun numarası 51'di.


1 saat'in ardından çocuk sesleriyle karışan puanlama sesleri dikkatimin dağılmasına sebep oldu.


Artık gürültü artıyor, jüri üyelerini duymak imkansız hale geliyordu.


Devlet tarafından görevlendirilen yetkililer müdahale etmelerine rağmen hiçbir etkisini göremiyordum.


Yerimde oturmuş yarışmanın bitmesini ve sonucu öğrenmek için beklerken etraftan bir sevinç çığlığı yükseldi.


Bu çığlığın sahibi yüksek ihtimal ya yarışmanın kazananı ya da kazananın tanıdıklarındandı.


Bu çığlığı duyunca yüzümde bir üzüntü ifadesi belirdi fakat üzgün değil, daha da güçlüydüm.


Bu yarışı kaybetmiş olabilirdim ama önüme çıkan her yarışı kaybedeceğim anlamına gelmezdi.


Gerçek kazananlar hiçbir yarışta kaybetmezler! 💪


Kazananı görmek için yarışma alanına doğru ilerlerken


"Sayın Eylül Karaca, lütfen ödülünüzü almak için jüri üyelerinin bulunduğu yere gelin" diye anons yapıldı.


Büyük ihtimalle tablomu o kadar kötü olduğu için geri teslim edeceklerdi.


Yüzümde silinmiş bir mutluluk ifadesi ile jüri üyelerinin bulunduğu alana ilerlerken çalışanlardan biri elinde kupa ve çiçek buketi ile yanıma geliyordu.


Ne olduğunu anlamadan "Tebrikler Eylül Hanım" diye yanıma gelen gazetecileri gördüm.


Neden beni tebrik ediyorsunuz? diyecektim ki başka bir gazeteci

sözümü bölerek "Tebrikler, yarışta 1. oldunuz" dedi.


Yanındaki görevli elindeki buketi ve kupayı bana uzattı.


Kupayı titrek ellerimle alırken içimde konfetiler, havai fişekler patlıyordu.


Kekeleyerek "Ben mi birinci oldum?" dedim.


Görevli beni duymayıp "Belediye başkanımız Sayın Mustafa Büyükoğlu sizi plaketinizi takdim etmek üzere bekliyor" dedi.


Şaşkınlığım katlandıkça katlanırken artık içimde konfeti değil, atom bombaları patlıyordu.


Sırıtmama engel olamadan

başkanımızın yanına ilerlerken gazeteciler ve sayısı az olan haber muhabirleri soru soruyordu.


Ben o kadar şaşırmıştım ki sordukları soruları bile algılayamadım.


Belediye başkanımızın yanına vardığımda bana plaketimi verdi.


Daha sonra plaket ve görevlinin vermiş olduğu kupa ile fotoğraf çekindik.


Ardından ise beni içeri davet ettiler ve istersem bu tabloyu açık artırmada yurt dışına çok yüksek meblağlara satabileceğimi söylediler.


Ama tabii ki bunu onaylamamış, bu soruyu sordukları anda sinirlenmiştim.


Şimdi ise yolda o gösterişli insanların hayatından uzaklaşmış, fakirhaneme doğru yürüyordum.


Bu sefer havadaki bulutlar dans edip beni tebrik ediyor gibiydiler.


Bakışlarımı gökyüzüne doğru çevirdiğimde bir tanesinin saate çok benzediğini fark ettim.


Diğerinin ise bir kalp ama kalp göründüğü şekilde beyaz saf değil, arkasında beliren güneş onu parçalıyor gibiydi.


Kafamı önüme çevirip yürümeye devam ettim.


Heyecanımı bastırmak için nefesimi tuttum ama olumsuz bir denemeydi. Artık benimle gelen kuşlar yoktu ve yalnız yürüyordum.


Bir anda arkamdan siyah bir köpek belirdi.


Ona baktığımda ileride yaşayacağım tüm kötü olayları temsil ediyor gibiydi.


Bunu renginden dolayı düşünmüştüm.


Köpeği sevmeyi bıraktığımda gitmesini beklerken köpek gitmemiş, beni takip ediyordu.


Aynı tüm olumsuzluklar gibi...


Bunu umursamayıp yürümeye devam ettim.


Evime geldiğimde saat öğleden sonraydı. İçeri girip tabloyu saklamak için bir yer aradım, sonuçta ben birinciydim ve

ona benim içimde patlayan atom bombalarım da zarar verebilirdi.


Biraz düşündükten sonra dolabın içine saklamak fikri mantıklı geldi.


Saat ilerlerken ben ise olacaklardan habersiz sevinç çığlıklarıyla uyuya kaldım.


Uyandığımda kendimi yatakta buldum.


Saate bakmak için salona doğru ilerlerken koridorda yarış aklıma geldi.


-Unutulacak bir olay değildi zaten-


Şimdilik tablomu gizli yerinde saklayacaktım ama her şeyi Ahmet'e açıklamak zorundaydım, tablonun yeri dışında.


Salona geçtiğimde ilk önce saati kontrol ettim.


Saat 9'a doğru gelirken Ahmet beni görünce şaşırdı.


Bakışları beni bulan Ahmet

"Uyuduğun için rahatsız etmek istemedim" dedi.


Ben de ona sorun yok anlamında kafamı sallayıp yanındaki tek kişilik koltuğa geçtim.


Elinde şarap bardağı ile bana bakan Ahmet, ciddi bir ifade ile beni süzdü.


Cesaretimi toplayıp her şeyi söylemenin zamanı gelmişti ve ben bundan çok korkuyordum.


Ahmet'e doğru dönerek "Seninle bir şey konuşmak istiyorum"


Ahmet "Seni dinliyorum hayatım" dediğinde derin nefes alarak cümleme devam ettim.


"Biliyorsun ki Kurumaya Terk Edilmiş Laleler adlı tablom üzerine çalışıyorum."


Nefesim oldukça düzensizdi.


" Bugün bir yarışma düzenlendi."


"Unutmuşum"


"Bugün bir yarış oldu"


artık heyecandan bayılmak üzereydim.


"Ben kazandım, kazandım!!"


Artık rahatlamıştım.


Ahmet'in tepkisini görmek için başımı kaldırdığımda elindeki şarap bardağını masaya koydu.


Bunu neden yaptığını anlamamıştım fakat Ahmet mutsuz görünmüyordu.


Mutfağa doğru bakıp Ahmet'e sesleneceğim sırada Ahmet mutfaktan çıkarak elinde kırmızı, beyaz, sarı... renklere sahip bir lale buketi ile yanıma doğru geldi.


Annemin ve benim en sevdiğim

çiçeklerle.


Artık içim rahatlamış, içimde sevinç çığlıkları artıyordu.


Boğazım ağrıyordu çünkü çok çığlık atmıştım.


O kadar da çok heyecanlanan biri değildim ama dışarıya rahatsızlık vermediğim için umursamadım.


Ayağa kalkıp önce buketimi aldım, daha sonra Ahmet'e sarıldım.


"Ne gerek vardı ya, çok teşekkür ederim."


Sesim boğuk çıkmıştı.


"Evet aşkım, bunu biliyorum. Bugün haberlerdeydin ve beni çok mutlu ettin."


Artık kelimeleri seçmekte zorlanıyordum.


"Seni çok seviyorum. Seninle konuşmak istediğim bir konu daha var."


Ahmet kafasını tamam anlamında salladı.


"Bugün bu tabloyu yüksek bir fiyata yurt dışına satabileceklerini söylediler ve ben bunu reddettim çünkü ben de artık Ece gibi bir atölye kurmak istiyorum. Sence de zamanı gelmedi mi?"


Sesim gergindi.


"Bir anda açmak ya da o kadar parayı biriktirmek kolay değil ama yarın iş çıkışı banka şirketlerine geçip konuşacağım."


Konuşmamız gecenin ilerleyen saatlerinde çığlığımın hiç sönmeyeceği bir akşam olarak ilerledi.


Ece'nin bu güzel haberi benden duyması gerekiyordu diye düşünüp ertesi sabah erkenden uyandım ve Ece'yle buluştum.


Şimdi ise atölyeden çıkmış yolda beraber yürüyorduk.


Evlerimiz birbirimize çok yakındı ve o beni evime bırakıp kendi evine gidecekti.


Bir marketin yanından geçerken beni dürttü ve "Eylül, baksana bu gazeteye; sen ve ünlü tablon çıkmış" dedi.


Ece'nin elinde tuttuğu gazeteye bakınca üst köşede Eurovision 2003 Sertab Erener'in performansı hakkında birkaç övgü vardı.


Kafamı alt tarafa çevirdiğimde ben ve Kurumaya Terk Edilmiş Laleler adlı eserim hakkında birkaç güzel söz yazılmış ve hayatımdan bahsedilmişti.


Gazeteyi Ece'den müsaade isteyip elime aldığımda evime kadar bütün bilgilerin olduğunu fark ettim.


Komik bir şekilde Ece'ye bakarak "Bunlar yakında bizi akşam uyurken çekilmiş görsellerimizle gazeteye çıkarırlar" dedim.


"O kadar kötü çıkmamış ya"


"Bence bunu çok umursama, yarın öbür gün unuturlar."


Daha sonra ise gazeteyi yerine bırakıp eve doğru yürümeye başladık.


Eve vardığımda saat 6'ya doğru geliyordu.


Ahmet eve gelmeden yemekleri hazırlayacaktım.


Yemekleri hazırlamak için mutfağa girdiğimde bugünün şerefine tavuk yapmak istedim.


Bu yüzden buzluktan tavuğu çıkarıp fırına koydum. Tavuk pişinceye kadar beklemek içinse salona geçtim.


Tavuk olduğunda Ahmet henüz gelmemişti. Ben de bu süreyi değerlendirip salata yapmaya karar verdim. İlk önce buzluktan çıkardığım tazelikleri masaya dizdim, ardından yıkadım.


Daha sonra ise onlar için bir kap çıkarıp tek tek doğradım.


Salatayı yaparken evin dış kapısı her zaman olduğu gibi gürültülü bir şekilde açıldı ve Ahmet'in geldiğini anladım.


Ahmet geldiğinde tüm yemekleri salondaki küçük masaya taşımaya başladım.


Taşıma işlemi bittiğinde Ahmet masaya geçmiş, yemeklerin kokusunu içine çekiyordu.


"Afiyet olsun Ahmet bey"


Bunu sataşırmışcasına söylemiştim.


Ahmet sırıtmaya başladı ve ağzına bir lokma tavuk parçası attı.


"Yavaş ye, boğulacaksın"


O daha da ağzını dolduruyordu.


Onu konuşturmamak için ikimize sürahiden bir bardak su doldurdum.


Suyu Ahmet'in önüne doğru uzattığımda, önüne bıraktığım suyu tek nefeste kafaya dikip içti.


Bu sürede ben de yanındaki boş sandalyeye oturup yemeğimi yemeye başladım.


Tüm yemek boyunca hiç konuşmadım ve hep Ahmet'i izledim. Ahmet heyecanlı sesiyle

"Aşkım, ben bugün bankaya geçtim, senin işini hallettim" dedi.


Sorar gözlerle ona bakıyordum çünkü hangi konudan bahsettiğini anlamamıştım.


"Atölye"


"Çok teşekkür ediyorum."


Kafama gelen başka bir soruyu sormaya karar verdim.


"Sizin işte İbrahim diye bir çocuk vardı, yetim, tutuklanacak diyordun, tutuklandı mı?"


"Kumarcı İbo'dan mı bahsediyorsun?"


derin bir nefes verdi.


"Kumarcı olup olmadığını bilmiyorum ama galiba aynı kişiden bahsediyoruz."


"Evet, evet."


Bakışlarını aşağıya doğru çevirdi.

Bunu söylerken üzgün gibiydi.


Konuyu değiştirip, "İlerde atölye açarsak ismi ne olsun?" diye bir soru yönelttim.


Ahmet daha şaka dalgasından çıkamamıştı.


"Cemil? Cemil olabilir mi?"


Buna sinirlenip hiçbir yanıt vermedim ve önümdeki bitmiş tabağı alıp mutfağa doğru götürdüm.


Mutfakta çok süre geçirmeyip ellerimi yıkadıktan sonra salona döndüğümde Ahmet'in yerinde, hiçbir şey olmamış gibi yemek yemeye devam ettiğini gördüm.


Bunu her zamanki gibi umursamayip koltuğa oturdum ve ellerimi üst üste birleştirdim.


Hâlâ sinirliydim. Ahmet, üzüldüğümü görmüşçesine,


"Bana kızgın olduğunu biliyorum ama seni eğlendirmek için yapmıştım. Beni affedebilecek misin Eylül?" dedi.


Bu isteğini de yanıtsız bırakmıştım ama pişman değildim.


Ahmet tabağını alıp mutfağa götürdükten sonra yanıma gelerek ellerimi avucunun içine aldı ve şu sözleri söyledi:


"Yaparım bilirsin

Deliyim, gözü kara deliyim

Yakarım, Romayı da yakarım ben

Bulurum seni, yine bulurum

Olurum, yine senin olurum..."


[Kenan Doğulu, Yaparım Bilirsin]


Ağzından çıkan nağmeler beni her dakika daha da etkilerken, bu özel şarkıyı seçmesinin bir nedeni vardı.


Bu gece hiç geçmeyecek gibi geçse de, ben bu akşam kendimi Ahmet'i affetmiş buldum.


1 AY SONRA:


Atölyemin açılışı yarın akşamdı. Ahmet'le gösterdiğimiz çaba sonunda sonuçlanıyor, ben hayallerime kavuşuyordum.


Bunun için Ece de çok heyecanlıydı mutluluğu gözlerinden okunuyordu.


Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım, şimdi ise Ece'yle yarınki açılış için terziye doğru ilerliyorduk.


Terzi çok uzak olmamasına rağmen ilerlediğim süre boyunca attığım adımlar bin yıl gibi geçmişti.


Ece Heyecandandır, diyordu. Evet, doğruydu ama ben heyecanımı dışa yansıtmamak için elimden geleni yapıyordum.


"Ece, sen nasıl bir elbise diktireceksin? Bir model gördün mü yada kafandaki istediğin gibi oluşturduğunu mu, yoksa Perihan ablaya mı tarif edeceksin?"


E "Aslında kafamda iki model var. İkisini birleştirip tek bir tasarım olarak anlatacağım. Her iki modelde de beğenmediğim yerler var."


Peki ya sen?" dediğinde şaşkınca bakakaldım.


"Aslında yok ama Perihan abla benim için şaheser yaratacak, buna eminim. Zaten onda güzel örnekler var."


Ece cevabımı duyunca tepkisiz kalmıştı. Bunu umursamayıp gökyüzündeki kuşlarla birlikte ilerlemeye devam ettik.


Perihan ablanın terzi dükkanına vardığımızda hava aydınlıktı.


Zaman kaybetmeden içeri girdik. Perihan abla içeri girdiğimizde bizi beklemiyormuş gibiydi.


"Hoş geldiniz"


Ece neşeli sesiyle onu yanıtlarken minik koltuklara oturdu, hız kesmeden ben de oturunca Perihan abla, "Aklınızda ne gibi bir model var, ne diktireceksiniz? Etek mi? Şort mu?" dedi.


Ece hız kesmeden "Abiye" deyince Perihan abla şaşa kaldı ve kekeleyerek "Abiye mi?" diye tekrarladı.


Ece, Perihan ablaya inandırmak için, "Evet, evet, abiye istiyoruz, ikimiz de" dedi.


"Neden abiye?"


"Perihan abla, hatırladın mı, ben birinci olmuştum. Yarın benim atölyemin ve küçük sergimin açılışı var, bu yüzden istiyoruz Ece'yle."


Perihan abla beni anlamış gibi kafasını salladı.


"Peki, nasıl bir model diktirmeyi düşünüyorsunuz? Elinizde bir dergi modeli var mı?"


"Evet, var. Ece'de"


Ece hız kesmeden çantasındaki dergileri çıkarıp Perihan ablaya doğru uzattı.


"Senin peki ya, kızım?"


"Aslında Ece'nin elinde bir sürü dergi modeli-"


Cümlem yarım kalmıştı.


Yarım kalan cümlemi Ece tamamladı.


"Eylül, bunlardan birini seçebilir."


Ece'nin bu hızlı yanıtını duyunca şaşırmıştım.


Perihan ablaya dönüp, "Aslında senin sadeliğinle bu elbiseleri birleştirsek çok güzel olur," dedim.


Perihan abla beklediği cevabı alırmış gibi oldu.


Ece'nin ölçülerini almaya başladı.


Sıra bana gelince Perihan abla aklında tasarladığı modeli bana anlatarak elbisenin nasıl görüneceğini tanıttı.


Benim aklımda sadece şu cümle vardı: Gölgelerin ışığının beni aydınlatmasının zamanı geldi!


Ölçüler alındıktan sonra Perihan abla, elbiseleri akşama gelip alabileceğimizi söyledi.


Perihan ablanın atölyesinde üç koca saat geçirmiştik ve şimdi Ece ile evlerimize doğru yürüyorduk.


"Ece, sen alsan terziden elbiselerimizi, dönüşte bize bıraksan olur mu? Benim akşam birkaç işim var"


Ece ise tepki vermeyerek kafasını olumlu anlamda salladı.


"Ya başaramazsam, ya bir aksilik olursa."


Ece beni teselli edercesine bakıyordu.


"Sakin ol. Öyle düşünme. Sen başarını herkese kanıtlamış birisin ve bu yolun ilk adımını başarıyla atlattın. Biraz zamana müdahale etsen hiçbir şey olmaz. Olumsuz düşünme çünkü sen bütün olumsuzluklara rağmen kendini kanıtlamayı başardın."


Sevdiğim kişilerin, beni her şeye rağmen sevmeleri ve her olumsuzluğa rağmen yanımda olmaları hissedilemez ve anlaşılamaz bir duyguydu. İçimde hissettiğim aile sevgisini ve özlemini Gülcan teyze çocukları olmadan bana çocuğuymuşum gözüyle bakarken, arkadaşlarımın ve kocamın beni değer biçmeden her halimle sevmeleri başardığım ve başaracağım ödüller karşısında değerini gizleyen hazineler gibi onları dokunulmaz kılıyordu...


Gözümden bir damla yaş aktı.


Çıkılmaz duygulara kapılmıştım. Ece duygulandığımı görünce bana sarıldı ve yol boyunca sarılarak ilerledik.


Eve vardığımda saat geç olmuş, Ahmet eve gelmişti.


Ahmet içeri girince her zamanki gibi "Hoş geldin Eylül," dedi.


"Hoş buldum, heyecanlı mısın?"


Ahmet'in heyecansız olduğu yüzünden okunabiliyordu ama fikrini almak istedim.


Ahmet bana kaşını kaldırarak "Sence?" dedi.


Evet, tahmin ettiğim gibi çıkmıştı ve her zamanki gibi heyecansızdı.


Bugün Ahmet yemeğini işte yediği için ona sormadan kendime yemek hazırlamak için mutfağa geçtim.


Mutfağa geçmemle kapının sert bir şekilde açılması bir oldu.


Ne olduğunu anlamayarak salona geçtiğimde içeride yüzü kapalı adamlar Ahmet'i ellerinden tutmuşlar, bana silah doğrultuyorlardı.


Bu, Ahmet'in oyunlarından biri miydi diye düşündüm ama bu kadarı fazlaydı.


Artık her şey gerçekti ve ben savunmasız bir şekilde yalnız olan bitenleri anlamaya çalışıyordum.


Adamlar 1974 yılında Kıbrıslı Türklere yaş ayrımı yapmadan yaptıkları gibi kurşunları havaya sıkarken, ben ise güçlü olmaya çalışıyordum.


Ahmet endişeli bir şekilde onlardan kurtulmaya çalışarak "Eylül, dikkat et! Onlar mafya," dedi.


Olanların yükü bende artarken tepkisiz ve duygusuzdum.


Ahmet kurtulmak için çırpınırken ani bir hareketle onlara bir yumruk attı.


"Ahmet!" diye endişeli sesimle bağırdım ama hiçbir etkisi yoktu.


Ahmet, seri bir hareketle arkasındaki küçük masanın üzerinde duran vazoyu aldı.


Artık tepkisiz bir çocuk gibiydim.


Duvarlar üstüme gelirken ben bayılmamak için ayakta zor duruyordum.


Hiçbir şeyi anlamıyor ve neden bu kadar şey üst üste geldi, lanetlendim mi diye sorguluyordum.


Ahmet eline aldığı vazoyu adamın kafasına geçirdi ve artık adamın kafasından kan selalesi akıyordu.


Kanlar akmaya devam ederken başka siyah takım elbise giyen adam Ahmet'e bir yumruk attı. Ahmet baygın bir halde yerde yatıyordu.


Ahmet'i bayıltan adam dışarıdan ekip çağırdı ve üzerime doğru yürümeye başladılar.


Hepsi bana doğru geliyorlardı çünkü onlar beni istiyordu.


Ben çığlıklarımı zamana teslim ederken elimden hiçbir şey gelmiyordu.


Artık zamana müdahale edemeyeceğim için kendimi zamanın kollarına bıraktım.


Oradan ayrılırken hatırladığım tek şey Ahmet'in orada bırakıldığıydı.


Gözümdeki yaşların akmayı hak etmediğini, anlıyorlarmış gibiydiler.


Beni dışarıdaki siyah arabaya doğru götürürken çığlıkları duyuramayacağım için şu sözleri söyledim;


Herkesin bir dileği olur unutulmaya terk edilseler bile


Terk edilmiş dilek kuyusunda çağresizce beklerlerken


Yıldızlar dileklerimi dinler

Savurur gökyüzüne senelerce unutulmak üzere


Kuşlar koruyucusu olsun bu sözlerin


Üzerime kazınmış acı gerçeklerden kurtulabilirsem


Zamanın yırtık kalpleri terk edişiyle


Yeniden başlama umudu taşıyan her insana mühürlensin bu sözler.


ILK BOLUM SONU


Herkese selamlar görüşleriniz benim için çok önemli lütfen oylamayı ve görüşlerinizi yazmayı unutmayın. 🙏🙏


Sizce ileriki bölümlerde nolur tahminlerinizi merakla okuyacağım. Herkese iyi günler yeni bölümün gelmesini bekleyin. 💗✨️


Loading...
0%