Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@tanvakti108

Burada benimleysen... Çok teşekkür ederim. Vote vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen.

 

Hikâyelerim ile ilgili bilgi almak için Instagram; gmze_cllk hesabını takip edebilirsiniz.

 

Cem Adrian & mark Eliyahu , KÜL

 

 

1.Bölüm

 

Hayat.

 

Bir insan hayatının oyuncak olmadığını bileli çok oluyordu Emine Hanım. Bir hayatın ne kadar değerli olduğunu, evladı Ali'yi kaybedince daha net anlamıştı.

 

Urfa, Aralık ayında olmasına rağmen bugün yine güneşini en tepeye kurmuştu. Dışarda ne kadar buz gibi bir hava olsa da güneşte o havaya inat bir hâlde sıcaktı. Geniş, iki katlı konağın avlusundaki sedir de oturan Emine Hanım, elinde tahtadan oymalı tesbihiyle derin bir soluk aldı. İçinde tarifsiz bir sancı baş göstermişti; yüreği ağrıyordu. Sol elini kaldırıp göğüsünün tam ortasına yerleştirdi.

 

"Yâde?"

 

Duyduğu ses ile başını kaldıran Emine Hanım merdivenlerden inen torununu gördü. Onu endişelendirmemek için elini göğsünden çekerek gülümsedi. Gülüşü ile çenesinde bulunan denglerin güzelliği ortaya çıktı.

 

"Hayırdır Yusuf'um," dedi bedenini dikleştirerek.

 

Babaannesini sedir de, elini göğsüne koymuş bir şekilde görünce korkmuştu Yusuf. Sabahın erken saatleri değildi ancak onun için çok erkendi kalkmak. "Hayır mı değil mi sen söyle Yâde? Daha yeni ameliyat olmadın mı? Bu soğukta ne gezersin dışarda?"

 

Emine Hanım uzun dalgalı saçlarını arkaya atan torununa bakarak elini yanındaki boşluğa doğru iki kere vurdu. "Dellenme hemen deli oğlan," derin bir nefes almaya çalıştı ancak yüreğindeki sancı gittikçe artıyordu. Yeni kalp ameliyatı olmuştu. Belki haklıydı torunu ancak o burada, yerinde iyiydi.

 

"Sen de beni dinlesen keşke," dedi Yusuf ve Emine Hanımın yanındaki boşluğa oturdu. Babaannesinin arada kasılan yüzünü görmesi ile daha da tedirginleşti. "Ana, sen iyi olduğuna emin misin? Hamza'ya diyeyim arabayı hazırlasın gidelim bir hastaneye."

 

Emine Hanım tebessüm ile başını iki yana doğru salladı. "Dur hele oğlum, seninle konuşacaklarım var."

 

Yusuf, yakışıklı yüzünü Emine Hanım'a yakınlaştırarak güldü. "Hele gel bir gidelim, ne konuşacaksak araba da da konuşuruz." Diyerek ikna etmeye çalıştı ancak yaşlı kurdun inadı, inattı.

 

Tüm Urfa'nın dilinde olan inadını kırmayı düşünen Yusuf, yine yanılmıştı.

 

Yusuf, geniş omuzlarını yenilmişlikle indirdi. "Bari içeri geçelim, Hal-" içeriye doğru bağırıp evin yardımcısını çağırmasını, Emine Hanım elini torununun koluna dokundurarak engel oldu.

 

"Dur, güzel oğlum! Bir dinle beni," isyanı ile Yusuf sessiz kaldı. Genç adam başını iki yana salladı. "Nedir bu kadar önemli Yâde? Bir an önce söyle de geçelim içeriye," derken bir eli ile babaannesini sarmıştı. Üşüyen tenini hissediyordu.

 

Belki de son sarılışı olduğunu bilseydi, ne eder, ne yapar götürürdü hasteneye ama herşey için çok geçti.

 

Emine Hanım içindeki acıya rağmen geriye doğru yaslandı. "Bu aramızda kalacak... " Diyerek başladı geleceği belirleyecek cümleleri sıralamaya.

 

Eğer bilseydi gelecekte acının içinde kavrulacak olan kişileri dilinin lal olmasını dilerdi.

 

Eğer bilseydi hüzünlerin kalplere dayanacağını dudaklarına kelepçe vururdu.

 

Ama şuan herşey için çok geçti.

 

Çok geç.

 

 

 

"E sen demdin mi olmaz diye," soran Dilberay'a baygın gözlerle baktım. Sabahtan beri aynı soruyu birkaç kez sormuştu. Gülistan ise bıkmadan aynı cevabı veriyordu.

 

"Dedim de dinleyen kim! Kardeşi ne diyorsa onu yapıyor," dedi omuzlarını silkerek Gülistan. "Aman neyse boşverelim onları."

 

Elimdeki kestaneyi kabuğundan çıkarıp ağzıma attım. İkisinin bakışları çıkan sesle bana döndü. "Sizinkiler daha geç gelir mi?" Diye sordu Dilberay. Sesinde heyecan ve meraklı tını vardı. "Bizimkilerden kastın, Şerwan ağabeyim mi?" Diye sorarken tatlı tatlı gülümsedim. Kahverengi gözleri söylediğimle büyürken küçük dudakları şaşkınlıkla aralandı. Elini uzatıp koluma bir şaplak attığında kahkahamı serbest bıraktım.

 

"Allah seni ne etmesin Roya! Şerwan, a-ağabeyim benim," derken gözlerini kaçırdı ve derin bir soluk çekti sızladığını bildiğim yüreğine. Dili ağabeyim desede gönlü bunu reddediyordu, emindim.

 

Gülistan başını iki yana salladı. "Rahat olabilirsin Dilberay," dedi, gülüşünü saklamaya çalışarak. Bir süre Dilberay'ın yüzünü inceledi ve: "Olmayacaksın ama sanırım?" Dedi. Anlamsızca ona bakmaya devam etsek de o gözlerimizin kesişmesine son vermek ister gibi başını parmaklarına kaydırdı ve dudaklarını büzdü. "Bu konuyu kapatalım lütfen," dedi. Anlamıyordum, insan nasıl bu kadar güzel ve belli etmeden severdi?

 

"Çok güzel seviyorsun Dilberay," diye mırıldandım. Şerwan ağabeyim yirmi sekiz yaşındaydı. Ailedeki ikinci büyük torundu. Kara saçları, saçları ile yarışacak kömür gözleri ile oldukça yakışıklıydı. Boy bizde genetik bir durumdu. Uzun ve geniş omuzlara sahipti. Oldukça merhametli ve anlayışlıydı. Bir ağa torununa yakışır biriydi. Mesleği gereği çok evde durmasa da en çok anlaştığım kişiydi hayatımda. Dilberay liseden arkadaşımdı. Gülistan ise Dijvar amcamın en küçük kızıydı. Benden iki yaş küçüktü. Ben ve Dilberay yirmi üç yaşındayız ay olarak Dilberay'dan büyük olup ona abla dedirtememek çok üzücüydü.

 

Karadağ ailesinde doğmak büyük bir şanstı. Koskocaman bir ailenin ferdi olmak mükemmeldi. Beraber kurulan sofra ve birlik içinde olmak güzeldi. Karadağ konağında İdo amcam ile birlikte kalıyorduk. İdo amcamın 4 çocuğu vardı. İki kız, iki erkek. En büyüğü Sedat ağabey ondan sonra Mustafa ağabeyim vardı. Kızları ise benle yaşıt olan Dila ve ilk okula giden Aliye'ydi. Hepsi ile iyi anlaşıyordum. Bizim aile de ise büyük bir eksiğimiz vardı. Babam. Babamın eksikliği her Zaman hisedilirdi. vardı. En büyük ağabeyim Rizgar evliydi. Çok şanslı bir adamdı. Güzeller güzeli bir eşi vardı. Heja yengem ona verilmiş en değerli hediyeydi ve şimdi o, hediyenin meyvesi için gün sayıyorlardı. Şerwan ağabeyim ise en büyüğümüz olmasada da baba eksikliğini yaşatmayandı bana. Üç kardeştik lâkin üç kardeşten fazla kardeşe sahiptim. Kocaman bir ailem vardı. Karadağ konağı on üç kişinin yuvasıydı.

 

"Daldın yine Roya," diyen Gülistan ile kendime geldim.

 

"Bozbey ailesini düşünüyorum." Dedim hemen. Yalan değildi söylediğim, herkes oradaydı ve orası da kafamın bir köşesindeydi. Ayaklandım, minderlerle döşeli odanın köşesinde bulunan pencereye doğru gittim. "En büyüklerini kaybettiler, şimdi ne çok üzülmüşlerdir." Bozbey aşireti, ağalığı elinde olan aileydi. Onlarla pek samimi olmasakta, bilgi sahibiydim.

 

"Ayy evet ya. Yâde Emine iyi biriydi," dedi Dilberay. "Allah rahmet eylesin."

 

"Amin."

 

"Amin."

 

Derin bir nefes aldım. "Akşam mevlüt varmış." Dedim, Dilberay'ın gözleri gözlerimi bulurken. "Sizde gidecek misiniz?"

 

Gülistan memnuniyetsiz bir tavırla, "Nereden çıktı bu? Nerede görülmüş evlenme çağındaki kızların mevlütte gittiği?" Dedi fakat konuşan Gülistan mıydı? Yoksa başkası mı işte onu ayrıt etmek zordu. Dilberay bile hayretle gözlerini açmış konuşanın Gülistan olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

 

"Gülistan, güzelim bu konuşan sen misin?" Diye sordu Dilberay.

 

Yüzüme içten bir gülümseme yer edindi.

 

"Vallahi ben de hayretler içerisindeyim. Mevlüt'te tüm aşiret bireyleri çağırılacak ve sen böyle konuşacaksın?" Dedim. Gülistan çoğu yerde kendini beli ettirmeyi, mantıklı yerde mantıksız hareket etmeyi, konuşmayı severdi. Şuan ise ondan böyle bir konuşmayı duymamız Allah'ın bir lütfu olsa gerekti.

 

"Ahh ahh... Siz beni daha tanınmamışsınız." Dedi içten bir tavırla. Elleri ile uzun, gür, kahve saçlarını sırtına salarak ayağa kalktı. "Ben ki, Karadağ aşiretin en güzel, en akıllı, en çekici, en'lerin önünde beliren Gülistan, sizlere daha çok şey öğretecek bu gidişle."

 

"Vallahi helal olsun!" Dedi Dilberay eli ile alkış tutarak. Bir yandan gülüyor bir yandan ise Gülistan'ın bir manken edası ile odada dolaşmasını gözlerini büyüterek izliyordu. Daha fazla kendimi tutamadım ve kahkahamı serbest bıraktım.

 

"Bize öğret Gülistan! Bize sen gibi olmayı öğret lütfen!" Diyerek kolunu tuttum gülüşümü gizlemeden.

 

"Ah! Tamam, tamam çek o pis ellerini üzerimden, köle!" Daha fazla o da yaptığı küçük oyuna devam etiremeden kahkahasını saldığında gülüşlerimiz birbiri ile dans etmeye başladı.

 

Çok güldüğümden olsa gerek gözümden düşen yaşlar, yanaklarımı ıslatıyordu. Derin bir nefes almaya çalıştım ancak gürültü ile açılan kapıyla ne olduğunu anlayamadan kolumdan çekilip kaldırıldım.

 

"Hele bak, bak! Utanmazlar! Cenaze vardır ama bizim kızlar kudurmuş!" Diyen annem ile suspus olduk birden.

 

Gülistan ile Dilberay yan yana durmuş başlarını öne doğru eğmişlerdi. Annem, otoriter bir kadındı. Babamın vefatı onu epey değiştirmişti. "Deyin hele bana Urfa'yı ayağa kaldıran gülüşünüzün sebebini."

 

"Valla mevsim yenge, biz hiç bilmiyoruz o ses bizden çıkmadı," dedi, telaşla Gülistan ancak işin içine ettiğinin farkında değildi.

 

Başımı olumsuzca salladım. Salak.

 

Annem kolumu bırakıp Gülistan'a yaklaştı. O sırada kapıda dizilmiş aile üyelerimizin bize olan gülüşlerini gördüm. İç yanağımı ısırarak başımı sinirle anneme çevirdim.

 

"O anıran da bendim değil mi Gülistan?"

 

"Haşa yenge! O nasıl laftır," dedi hızla.

 

Annem ellerini ona uzatacağı vakit ağabeyim Şerwan içeri girdi. "Ana, kızları rahat bırak," dedi yalnızca. Annem ona dönerek yüzünü buruşturdu. "Bana bunları savunma Şerwan! Utanmadan kahkaha atmakta nedir!"

 

Gülüşlerimin katili Urfa değildi.

 

Annemdi.

 

Bunu bir kez daha net bir şekilde anlamıştım.

 

"Gülmekte mi yasak oldu Anne?" Diye sordum. Arkadan bana 'yapma kızım' diyen ağabeyim ile gözlerimi ondan çekip bana kızgınlığın esir aldığı gözleri ile bakan anneme çevirdim.

 

"Dilin uzamıştır, lâkin ben o dili kesmeyi de bilirim! Haddini bil!"

 

Ona doğru bir adım attım. Şerwan ağabeyim bir el hareketi yaptı. Gülistan ve Dilberay odayı sessiz bir şekilde çıkarken onların içindeki yangınları hissedebiliyordum. Kapının önündeki aile fertlerim de çıkacak olan ve alıştıkları tabloyu görmemek adına odalarına çekildiklerini de biliyordum.

 

Odada ben, Şerwan ağabeyim ve anne sıfatını alan kadın tek kalmıştık. Annemin benim ile ne gibi bir derdi olduğunu asla çözememiştim. Çocukken sevgisini vermeyen bir anneye anne demezdim ki ben. Benim gözlerimin tıpatıp aynısı olan gözleri yüzümde geziniyordu. Davranışlarımı garipsemediğini biliyordum, açıkçası bu hallerime alışmasını da seviyordum. Ben ona boyun eğecek bir evlat olmamıştım olmaya da niyetim yoktu. Onun gözünün içine baktım ve tekrardan ona doğru bir adım attım. Boyu benden birkaç santim kısaydı.

 

İnsanın küçükken korktuğu ve içinde büyüttüğü bir canavarı vardı. O canavar günden güne benliğine sinip kendisine yuva yapardı. Benim canavarım annemdi, ilk canavarım oydu ve aslında o hayatımdaki en büyük canavardı.

 

Çünkü annem bana zarar verirken, onun adıyla ağlar teselli isterdim.

 

O, içinde canavar bulunduran biriydi. O, sevgisini içine gömen biriydi. O, anneliği sadece erkek evlatlarına veren biriydi.

 

Bir de canavardan kurtaran kahramanın vardır küçükken. Benimle göz göze gelip o samimiyeti hissettiren, kollarını yuva yapan kahramanım Şerwan ağabeyimdi.

 

"Dilimin, uzayıp uzamadığını test etmek ister misin anne?" Ölçülü bir şekilde tebessüm ettim.

 

"Delâlamın..." Dedi ağabeyim, 'dur' dercesine.

 

"Sen bana karşı mı çıkıyorsun?" Dedi ve elinin birini havada salladı annem. Sert sesi ve kızarmış yüzü artık beni korkutmuyordu.

 

"Evet." Dedim. Sesimde tehditkar bir tını vardı. "Sana, senin gibilere! Güzel Rıha'mı kirletenlere karşı çıkıyorum!"

 

"Şuna bak hele Şerwan, kendini bir şey sanır!" Diyerek alayla beni süzdü. Gözleri kısılmıştı. Yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. Bir eliyle dört saniye kolunu tuttu. Yüzündeki gülümseme biraz daha arttı. "Sen kimsin? De hele bana Roya? Sen adından başka nesin!"

 

Yüksek çıkan sesle, usulca kapanmak üzere olan gözlerim açılmıştı. "Ben kadınım Mevsim hanım, sen kimsin?"

 

Yüzümde patlayan tokat ile yüzüm sol tarafıma doğru hafifçe düştü.

 

"Ana!" Diye bağırdı ağabeyim. Önüme geçip anneme karşı durduğunda gözümden kaçmış bir yaş, sızlayan yanağıma doğru bir yol çizdi. "Sen, ne edersin?!"

 

"Görmez misin oğul! Annesi ile nasıl konuştuğunu bilmez! Sen yüz veriyorsun değil mi buna!" Diyerek üstüme yürümeye çalışan annemi, ağabeyim kollarından tutarak durdurdu.

 

"Bu, değil ana! Onun bir adı var! Roya... Roya diyeceksin!" Diye bağırdı.

 

İçimdeki her bir hormon gerim gerim gerilmişti. Başımı dikleştirdim. Alışkanlıklar hiçbir zaman yok olmuyordu. Yediğim ilk tokat değildi ancak son olacaktı.

 

"Bırak ağabey, anne olmayı beceremeyen biri, adımı mı düzgün söyleyecek!" Dediğim anda abimin bakışları ile kesişti gözlerim.

 

"Bırak oğul! Bırakta günü göstereyim şuna!" Diyerek üzerime gelemeye çalışan annemi görmezden gelerek odanın çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Bir saniye bile burada durmak istemiyordum. Odanın kapını açtığımda, gözleri dolu dolu bir eli şişmiş karnında bana bakan Heja yengem ile durdum.

 

"Gidecek misin?" Diye sordu. Dudakları titriyordu. Onun bu hâline içim giderek baktım. Ağlamamak için direnen gözlerimi ondan çekerek yanında duran Rizgar ağabeyime baktım. Bana düz bir yüz ifadesi bakıyordu. Omuzları yine düşmüştü.

 

Düşen omuzların keşke beni sarsa ağabey.

 

"Karımı hep ağlatıyorsun delâlamın," dedi.

 

Annem de beni ağlatıyor abi... Yutkundum.

 

"Biraz dolaşıp geleceğim..." Dedim, durdum. "Arkama adamlarını takma ağabey."

 

Kollarını bana doğru uzattı. Bedenimi saran kolları soğuktu. İşaret parmağı sırtım boyunca kaydı. Sağ kulağımın hemen altını nefesiyle öptü. Belki farkındaydı, belki de değildi ama benim onu uzun zamandır özlediğimi hissediyordu. "Onları atlatacağını biliyorum."

 

"O zaman boşuna yorma onları."

 

"Onların işi bu," dedi. Kollarından kurtularak tamamen onda dönmüş ve bir adım geriye giderek aramıza mesafe koymuştum.

 

"Size hayırlı akşamlar," dedim. Adımlarım onları geride bırakıp sol taraftaki merdivenlere doğru yol aldı. Gülistan ile Dilberay'ın nerede olduğuna dair bir fikrim yoktu. Onları görüp gitmek istesem de bir saniye bile burada durmak istemeyen yüreğim beni konağın arka tarafımındaki ahıra yönlendirdi. Ahıra girdiğim an sanki benim geleceğimi hissetmiş gibi ayakta bana bakan Ak kızım ile gülümsedim burukça.

 

 

insanı kıskandıracak güzelliği tüm Urfa'nın dilinde olan Ak kızımın bakışları parlıyordu. Uzun, düz yellerinin uçları kül rengindeydi. Beni anlayan bir dosttu. Ailemdi.

 

Ayaklarını yere doğru sürtmeye başladı. Ona doğru hızla giderek boynuna sarıldığımda kişnedi. "Şhh sessiz ol kızım. Bu gün yine acımızı sessiz yaşayacağız."

 

Beyaz ince tüylerinde parmaklarımı usul usul gezdirdim. "Kanı deli akan kızım, gidelim mi seninle bir yerlere?"

 

Onu çözmeden önce eyeri yan dolaptan alıp üstüne yerleştirdim. İpi elime alıp onu konağın arka tarafındaki kapıdan çıkarttım. soluna geçerek sol ayağımı üzengiye takıp vücudumu yukarı çekerek ilk atlayışta bindim. Bindiğim an şaha kalkıp yeri göğü inletircesine kişnemesi ile saçlarımı tutan siyah tokamı çekip çıkardım. Özgürlüğe kavuşmuş saçlarım çisleyen yağmur damlaların özgürlüğünde dans etmeye, sırtımı dövmeye başlamıştı bile. Başımı geriye doğru konağın büyük penceresine doğru kaldırdım.

 

Şerwan ağabeyim ile Rizgar ağabeyim yan yana bana doğru bakıyorlardı. Belki de onlardan farklı olmam güzel değildi, belki de herkesin istediğini ben istemiyorum diye iyi değilimdir ancak ben, bendim. Ben, başkaları olmaya çalışmak istemiyordum.

 

Ben, kendim olmak istiyorum.

Ayaklarımı hafifçe Ak kızıma vurarak yularını çektim. "Deh," deiyerek bağırdım. "Hadi kızım! Özgür olmaya koşalım!"

 

Sesimi daha da yükselttim. "Koş Ak kızım!"

 

Öyle hızlı öyle güzel gidiyorduk ki dilim damağım kurumasına rağmen dudaklarımdan çıkan kahkahaları engeleyemiyordum. Belki de gülüşlerimin en büyük tanığı Ak kızımdı. O da hâlinden memnundu. Arada kişneyip şaha kalkıyor yüreğimin göğüsümden çıkmasına ramak bırakıyordu.

 

"Koş kızım koş! Hayattın yüklerini atalım üzerimizden! Bizim yüreğimize ateş düşürenlerin yüreğini sökelim!"

 

Ak kız sesimi hissetmiş gibi iki ayağını kaldırıp şaha kalktığında çığlık attım.

 

Çığlığım içimde biriktirdiğim acılarımın sesiydi.

 

Acılarım, bütünleşmiş çığlığımda kopmuştu. Düşmeden tekrar Ak kız yoluna devam etmeye başlarken uzaktan görünen büyük çınar ağacını gördüm. Tepeye doğru sürmeye başladım. Tepeye vardığımızda Ak kızımın yellerini severek boyun kısmına dudaklarımı bastırdım. "Afferin benim güzel kızıma. Beni yine güldürdün bakıyorum." Beyaz dişlerini göstererek kişnediğinde güldüm. Yanaklarım çok gülmekten ağrımaya başlamıştı bile. Attan inerek kollarımla bacağımı esnettim. Bacağımın iç tarafı birkaç gündür üst üste sürdüğüm at yüzünden tahriş olmuştu. Şimdi de giydiğim pantolon yüzünden bacaklarım ağrıyordu.

 

Çınar ağacı benim için bir kaçış noktasıydı. Ne zaman üzülsem buraya kaçar güzel Urfa'ı izler sakinleşirdim. Babamın abim ile ektiği çınar ağacının gölgesinde büyümek tarifsiz bir duygu cümbüşüydü.

 

Bileğimdeki siyah tokayı çekiştirdim. Dudaklarım yine büzüldü. Ne zaman babamı hatırlasam içimde kor bir alev yanmaya başlıyordu.

 

Giydiğim yeleğin on cebindeki telefonumun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Telefonumu çıkardığım da ekranda gördüğüm isimle dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı ancak gelen araba sesi yüzünden kısa sürdü. Buradan Alaca köyüne giden bir yol vardı lâkin bu yol kapanalı yıllar olmuştu. Derin bir soluk aldım. Siyah araba giderek yaklaşıyordu. Huzursuzluk benliğime sinsi bir yılan gibi sızarak yer edindi. Belki de abartıyordum. Hâlâ devam eden telefonumu açarak kulağıma dayadım. Açılan telefonda duyulan ilk ses; nefeslerimiz oldu.

 

Nefesim, onun nefesini selamladı sanki.

 

Bu beni gülümsetti.

 

"Yine kaçtığımı mı duydun yoksa? Araf Ağa?" Yüzümdeki aptalca gülüş ile yanaklarımın kızardığına emindim. Boynum bile kızarmıştı.

 

Nefeslendi.

 

Sanki yanımdaymış gibi ben de omuzlarımın yükselip alçalacağı şekilde nefeslendim. "Roya'm..." Dediğinde sesindeki hüzünü cımbız misali çekip aldım.

 

O nefeslendi, ben kötü bir şey olduğunu anladım.

 

Yüzüm milim milin düştü. "Bir şey mi oldu?"diye sordum parmak uçlarımı avuç içimde toplayarak.

 

Araf Ağa, benim yüreğime düğümlenen adamdı. Benim, nefeslerini okuduğum adamdı. "Sana bir şey demem lazım Jiyanamın." (hayatım)

 

Boğazımı temizledim. Sesi, acı kokuyordu. "De hele bana evinâmın, nedir seni bu kadar üzen şey."

 

Ellerimle yüzümü kapatan saçlarımı geriye doğru taradım. huzursuzlukla pençeleşen bedenim siyah arabanın iyice yaklaşması ile daha da beter bir hâl alıyordu. Birkaç adım uzaklaşıp çınar ağacının dev gövdesine yaklaştım. Saçlarımın arkasında olan peçemi yüzüme taktım. Siyah olan peçemin gösterdiği tek yer gözlerimdi. Gelen tanıdık ise beni tanımaması daha iyi olurdu. Karadağ aşiretinin kızı bu tarz yerlerde görülür ise laf, söz olurmuş.

 

Aşiret sahibi olmak, ağa kızı olmak gerçekten zordu.

 

Dikkat etmem gereken o kadar çok husus vardı ki, insan kaçıp gitmek istiyordu.

 

"Araf'ım, güzel sevdam de hele bana nedir seni üzen."

 

Sert bir soluk alıp verdi. Gelen kırılma sesi ile yerimde sıçradım. "Araf!" Diye bağırdım korku ile."Beni üzen! Beni üzen, senin ailenin verdiği karardır Roya!" Kaşlarım çatıldı. Ailem benden habersiz ne karar vermişti ki Adar'ın sesine hüzün çökmüştü.

 

"Şimdi anladın mı?!"

 

"Bağırma bana!" Acı dolu inlemesiyle alt dudağımı, tüm hıncımı almak istercesine ısırdım.

 

"Isırma o güzel dudaklarını," dediğinde elimi uzatıp çınar ağacının gövdesinden destek aldım. Sesi buğuluydu.

 

"Sen... Sen ne dersin Araf Ağa!" Bacaklarım zangır zangır titriyor, bu da benim düşmem için olanak sağlıyordu. "Araf Ağa? Ne dersin sen diye sordum. Ailem ne demiş!"

 

"Nerdesin sen? Seni almaya geleyim." Başımı o görmese de iki yana salladım.

 

"Söyle bana," diye inat ettim.

 

Titrek bir nefes daha aldı. "Saçını rahat bırak,"dedim onun gibi. Beni nasıl ezberlemiş ise ben de onu ezberlemiştim.

 

"Sevdamıza karşı geliyorlar delâlamın. Seni benden, beni senden ayıracaklar." Kalbim duyduklarım eşliğinde sıkıştı. Bir anlık sessizlik peyda olduğunda, kalbime hüzün oturdu. "Ben...Ben seni nasıl Bozbey aşiretine gelin edeceğim..."

 

Gözlerim korku ile açıldı. Nefesim kesildi. Titreyen ellerim çınar ağacının kurumuş kabuğunu o kadar çok sıkıyordu ki parmaklarımın yara aldığından emindim. "Saçmalama! Böyle bir şey olma

 

Saçmalama! Böyle bir şey olmaz!" Diyerek çıkıştım. Benden habersiz benim hayatımla oynayamazlar. "Yanlışın var tamam mı?" Dedim hızla.

 

"Keşke yanlış olsa ama değil delâlamın. Beni de..." Diyerek sert bir soluk çekti ciğerlerine. Onu göremesemde ellerinin ensenindeki saçları hala çekiştirdiğini biliyordum. Yeşil gözleri sulanmış mıdır şimdi? "Neredesin? Çınar ağacında mısın? Geleyim ora-"

 

"Seni ne?" Diyerek devam etmesini istedim. Gözlerim dolu doluydu.

 

Sustu. Bir soluk aldı. "Yanına geleyim."

 

"Gelme," dedim. "Seni ne, diye sordum."

 

"Beni de," yutkunuş sesi boğazıma düğümler kattı. "Rojin ile..." Dayanamadım.

 

Ellerim çınar ağacını dövdü. Dizlerimin fermanı çözüldü. Çığlıklar dizildi boğazıma.

 

Duymaya dayanamadım. "Roya'm..."

 

Telefon, ellerimin arasından kayarak zemine düştü tıpkı dermanı kalmayan dizlerimin de sert zemine çakıldığı gibi. Titriyordum. "Nasıl..." Ellerimle yüzümü kapattım sanki boğuluyor gibiydim. Genzimden çıkan ses bir isyandı. "Nasıl olur, nasıl! Ben... Ben ne yapacağım. Ben... Ak kızım, ben az önce ne duydum..."

 

Islanan kirpiklerimi kırpıştırarak elimle toprağı avuçladım. Dermanı kalmayan bedenim titremeye devam ediyordu. Yüreğime düğümlenen adam... Nasıl?

 

Kafamda toparlamaya çalışıyordum, olmuyordu! Olmuyordu! Herkes bu kararı verse ağabeyim vermezdi ki! Düşen telefondan gelen ses beni daha da beter bir hâle getiriyordu.

 

Başımı iki yana doğru salladım. "Hayır, yanlış," yanlıştı.

 

"Doğru duydun." Kendi sesimden başka ses duymam ile rotasız gözlerim yanı başımda duran adam ile titredi. Uzun boylu bir genç adam tam yanı başımda, elleri kabanının cebinde bana bakıyordu. Arkasına baktığımda siyah arabanın yol kenarında durduğunu gördüm. Gözlerimin içine bakan renkli gözlerin sahibini tanımıyordum.

 

Ağlamamak için kendimi kasarak, "sen de kimsin?" Diye sordum.

 

Gözlerim kapandı ve göz yaşlarım, göz kapaklarımın altından bir anda boşalıverdi. Yutkunarak gözlerimi açtım. Bulanık görünen yüzü netleşti. Bana doğru bir adım attı. Adım atmasıyla sessizliğe yayılan kırılma sesi telefonumdan gelmişti. Hayretle ona baktım. Hiç duruşunu bozmadan keskin kaşları çatılmış, bana bakıyordu. Ben ne yaptığını sormak için dudaklarımı araladım ancak o, benden önce dudaklarını aralayarak konuştu.

"Ben, Yusuf Agir Bozbey."

 

Yusuf Agir.

 

Dillere destan olmuş adam.

 

Urfa'nın göz bebeği.

 

Titrek bir nefes aldım. Gözlerinden gözlerime akan harflerin tercümesi yoktu.

 

Ben, Araf'ın gözlerindeki alfabeyi tek bilirdim.

 

Başka alfabe bana haramdı.

 

Allah'ım sen bana yardım et.

 

İçime güçlü bir kırılma hissi yayıldı. Nefesimi daraltan kırılma hissi ile boğuldum.

 

'Seni nasıl Bozbey aşiretine gelin edeceğim...'

 

'Ben, Yusuf Agir Bozbey.'

 

•Bölüm sonun•

 

Bölümü severek okuduysanız ne mutlu bana. Sizce nasıldı?

 

Wattpad'e okunan kitabımı burada yayınlama kararı aldım. Umarım bir an önce evimize döneriz.

Loading...
0%