@tanvakti108
|
Bölüme geçmeden önce vote vermeyi unutmuyoruz değil mi?
Figen genç, Nazende sevgilim
Keyifli okumalar <33
17.Bölüm
Yaşamak vardı; bir de yaşatmak.
Cihangir Atabeyoğlu, yaşatmak isteyendi. Kucağında taşıdığı kadının her hücresi için kendinden vazgeçerdi. Eskiden, çok eskiden kendisini dizginler 'o başkasının' sözleriyle beynini s*ker bırakırdı. Ama eskide kalmıştı.
Geride.
Şimdi kucağında ki kadın onu ilgilendiriyordu. Belki Roya istemezdi Cihangir'i... Belkilere dua edip ortadan kalkmasını isteyecek kadar çok seviyordu Cihangir Ağa.
Şu yaşına kadar başına gelen en güzel şeydi bu kadın. Sevdiğinin olduğunu bile bile kaç gece kaçıp kaçıp gitmişti Urfa'ya, haddi hesabı yoktu. Urfa'ya vardığında kendine lanetler yağdırıp tekrar paşa paşa dönüyordu Hakkari'ye. Ulan diyordu kendisine, 'Ulan onun gönlü başkasında, sevme, vazgeç Cihangir' ama olmadı. Ne vazgeçti ne de hayatına çomak sokacak bir davranışta bulundu.
Seyretti.
Uzun uzun seyretti onu.
Buna da günah demeye dilleri, yürekleri el vermezdi, değil mi?
Roya'nın o güzel çehresine her baktığında gökyüzünü seyreder gibiydi. Roya, gökyüzünün yerdeki hâli gibiydi. Huzurlu uyurdu gökyüzüne doğru başını kaldırdığında. O hissi ömür billah unuttmazdı, unutması mümkün değildi.
Arabanın arka koltuğunda kucağındaki kadınla gözlerini yumup açtı. Gözlerini açmıyor oluşu onu ölüme sürüklese de, zayıf kalp ritimleri keskin bir sınır çiziyordu. Çizilen sınır, ölüm ile yaşam arasındaki derin çukurdu.
Kendi giderdi de sevdiğini göndermezdi.
"Daha hızlı sür şu siktiğim arabayı!" Diye öfkeyle bağırdı direksiyon başındaki ağabeyine. Ağzına yakışmayan küfrün öfkesinin gölgesinden düştüğünü bilmezdi. Öfkeli gölgesinin ardında dimdik ayakta duran tamamen farklı bir Cihangir, olduğunu bilmiyordu Roya'yla karşılaşıncaya kadar.
"Düzgün konuş lan!" Diyerek hiddetle yumruğunu direksiyona geçirdi Arif. Kardeşinin kendinde olmadığını biliyordu ama yine de bu ağzına küfür alacağı anlamına gelmiyordu. Hastaneye varmak üzereydiler. Cihangir'in arkada çıkardığı üstünün Roya'nın kasıklarına yakın bir yere bastırışını her gördükçe boğazına yumrular oluşuyordu.
Kardeşi bu acıyı kaldıramazdı. Dayan be kızım! Dayan da seni seven kardeşimi gör!
"Nabzı zayıflıyor ağabey! Çok kan kaybetti!" Ellerini Roya'nın solan yüzüne doğru götürdü. "Sakın bırakma beni! Sakın hebunamın (varlığım)! Sakın bırakma!" Delirmiş gibiydi. Ne yapacağını bilmeyecek kadar delirmişti. İçindeki korku bedenini aşmıştı. Sımsıkı tuttuğu kadını içine koymak istercesine göğüsüne doğru bastırdı. Sol elinin, uzun parmaklarında hissettiği ıslaklığı kabul edemiyordu. Sol eli kandan kıpkırmızı olmuştu. Sevdiğinin kanı ellerine, parmak uçlarına yuva yapmıştı.
Canı yanarsa, canım yanar dediği kadın can çekişiyordu.
Korkusuz ve kendinden emin gözlerini görmüyordu. Göz kapakları, kendisine inat misali örtmüştü ölürüm dediği gözlerini.
"Öldüreceğim ağabey! Eğer kendi eceli ile ölmezse bu sefer omuzuna değil, tam alnının ortasına şarjör boşaltacağım!" Şüphesiz yapardı. İçine bilenmiş öfke herşeyi yaptırırdı ona. Dişleri sımsıkı kenetlendi. Ellini sanki daha da mümkünmüş gibi, akan kanı durdurabilirmiş gibi bastırdı yaraya. Ruhunda büyük bir sızı vardı ve bu geçecek gibi değildi.
"Sakın Cihangir! Sakın! Senin onu vurmam işleri daha da bok bir hâle soktu! Ben sana dur demedim mi! Şimdi o kucağındaki kızı ölümden kurtarırsın da töreden nasıl kurtaracaksın!" Kendi başına giriştiği bu işte sonuçlarını düşünmeden nasıl böyle bir işe kalkıştığını, kalkışabileceğini inanmıyordu o an. Aslında yapacağını ve yaptığını biliyordu! Lanet olsun neden kardeşleri bir kez de kendisini dinlemiyordu! Ağabey olarak yapacaklarını neden görmezden gelip dik başlı davranıyorlardı!
Dinliyordu da anlamıyordu ağabeyini. Kulakları duyuyor ama beyni algılamak istemiyordu.
Töre diyordu ağabeyi.
Adı batasıca.
"Töreye kurban edilmedi mi zaten ağabey! Benim kıyamadığım sevdama kıymadılar mı! Kan mı dökülecek? Dökülsün!" Kırmızıya çalınmış kahve hareleri eline bulanmış kana döndü. "Ama bu kan bir daha Roya'nın olamayacak Arif Atabeyoğlu! Önüme gelen herkesin kanını akıtırım da Roya'nınkini akıtmam!" Başını iki yana olumsuzca salladı gözlerinin önüne gelen görüntüleri reddediyordu.
Basılan frenle kucağındaki kadınla ileriye atılan Cihangir'in dudaklarından bugün hiç eksik olmayan küfürü savruldu. "Lan, yavaş lan!"
"Sedye! Çabuk sedye getirin!" Önceden aramasına ve hazırda bekleyen sedyeyi görmesine rağmen bağıran Arif Atabeyoğlu hastanenin endişesine endişe eklemişti.
Getirilen sedyeye Cihangir'in kucağından zor bela aldıkları Roya'yı yerleştirdiklerin de Cihangir beklemeden arabadan indi. Üzeri ve elleri kana bulanmış bir hâlde sedyenin ucundan tutarak yardım etmeye çabaladı. Onu ittiren ve "Beyfendi yaranız var mı?" Diye soran hemşireye doğru başını iki yana salladı.Aslında vardı yarası. Yarası vardı.
Yarası sedyede boylu boyunca uzanıyordu.
Yarası Roya Karadağ'dı.
Bir süreden sonra müşahede odasına alınan, Roya haricinde kimse alınmadığı için otomatik kapının gerisinde, eli duvara dayalı bir şekilde öylece durdu Cihangir. Geniş omuzları çökmüştü. Bedeni çökmüştü. Dudakları aldığı soluklar eşliğinde titredi. Gözleri cayır cayır yanıyordu.
Küçük bedeni ne acılara dayanmıştı, buna da dayanırdı değil mi?
Son sözleri aklına geldikçe yutkunmaya korkuyordu. Boğazına oturmuş yumru nefesini kesiyordu. Kanlı elleriyle ince gömleğine uzandı. Çekiştirip bıraktığında hastane koridorunun ortasına doğru iki üç düğmesi fırladı. Boğuluyordu.
Küçüğü babasını özlemişti.
'Gitme, baban olurum, sararım yaralarını' diyemediği için dilini dağlamak istiyordu.
Omuzuna konulan el ile arkasını döndü usulca. Arif, kardeşinin dağılmış hâlini kabullenemiyordu. Kardeşinin gözlerine öylece baktı. Sevdiğini kaybetme korkusunun ne kadar ağır olduğunu biliyordu. Aynı yükü kardeşinin yaşamasını istemezdi lakin kader öyle bir şekilli çizilmiştiki artık ne olacağını kestiremiyordu. "İyi olacak."
Olur muydu? Sevdiği kadın, babasını bu kadar çok özlemişken tutunur muydu hayata?
Açılan kapıyla bakışları çıkan doktora kaydı. Telaşla yanına gittiler. Koskoca Atabeyoğlu erkekleri korkudan konuşamıyorlardı. "Nasıl?" Diye sordu Arif kendini toparlayarak.
Saçlarına aklar düşmüş doktorun yüzü ifadesizdi. "Hastamız batın bölgesinden yaralanmış. Maalesef kurşun bağırsak ve rahmi delmiş. Getirildiği gibi de çok kan kaybettmiş. Acilen ameliyata almamız gerek." Diyerek yanındaki hemşireye baş işareti verdiğinde "gerekli evrakları imzalamak için aileden biri lazım." Dediğinde Arif kardeşine başı ile ben hallederim diyerek hemşirenin ardından gitti.
Cihangir, gidecek olan doktorun koluna uzanıp tuttu. Gözleri çaresizlikle buğulanmıştı. "Rahim dediniz?" Diyerek derin bir soluk aldı. Rahim delinmiş demişti? Bu kötü bir durumdu.
Doktor karşısındaki genç adamın elinin üzerine elini yerleştirerek hafifçe tebessüm etmeye zorladı dudaklarını. "Dua evlat dua. Ben elimden gelenin daha fazlasını yapacağım." Diyerek içeriye girdi.
Geriye acılı bir bekleyiş vardı.
İçi daralıyordu. Sağ salim gelecekti ancak Roya, ameliyattan çıkana dek taş üstünde taş bırakmayacaktı.
Sinirle ellerini saçlarımın arasından geçirip öfkeyle soluğunu verdi. Ayağını sertçe duvara monte edilmiş sandalyeye geçirirken böyle hayatın varlığını sorgulamaya başladı. Sorunsuz çıksa ameliyattan kurban kesecekti. Allah'a şükürler edecekti.
"Oğul!" Diye feryat eden sese döndü hızla Cihangir. Kendisine doğru gelen kız kardeşi, babası ve annesiyle artık kontrolünü yitiriyordu.
Yüzü, gözü şişmiş annesinin kendisine sarılmasıyla gözlerini sımsıkı kapattı. İki yanına öylece duran, kurumuş kanlı elleri yumruk oldu. "Roya nerede oğlum? Roya kızıma ne oldu!" Annesinin boyu kısa olduğundan başını eğerek oyalı yazmasının üstüne kurumuş dudaklarını bastırdı. Annesinin o güzel kokusunu derin bir solukla içine çekti.
Gözleri sessizce ağlayan kız kardeşine kaydı, Cihangir'in. Kendisi ağlamıyordu ama kendisinin yerine göz yaşları döken vardı. Annesini kendinden çekmek için bedenini geriye doğru çekti. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olan Hazal Hanım, oğluna baktı. Gözlerine inen öfke perdesini gördü. "Hani korunuyordu?" Diye sorarken sesi titrek aynı zamanda öfkeliydi.
"Hazal..." Uyarı niteliğinde eşine seslendi Hazar Ağa.
"Onca adamı süs diyemi tutuyoruz yanımızda biz Cihangir Atabeyoğlu! Nasıl koruyamadılar! Nasıl görmez, önlerini kesmezler!" Diye bağırdı. Hastane koridorunda Hazal Atabeyoğlu kudreti, öfkesi esiyordu.
"Dâye," diyerek boynunu kütletti Cihangir. Zaten yeterince canı yanarken annesinin doğruları yüzüne vuruşu harlıyordu sızısını.
Hazal Hanım, başını iki yana sallayarak çekilip baştan aşağı süzdü dağ dediği oğlunu.
Dağ olup yıkılan oğlu.
Kızarmış burnunu havaya dikti. Dili ağzında bir tur dönerek cümlelerini toparladı. Gözleri oğlunun ellerine kaydı. Kurumuş kanı gördükçe içinden bir parça eksiliyordu sanki. Yanına sığınmış, beni koru diyen yeğenini, kızını koruyamamak çok koyuyordu Hazal Hanım'a. Elini kaldırıp ileriyi gösterdi. "Git! Git töre denen bu saçmalığa Roya'yı alet etmeden bitir! Ben birini daha töreye kurban etmem!" Sesinde çaresizlik vardı. Dudakları titremeye kalbi sıkışmaya başladı.
"Abim töreye kurban edildi Cihangir Atabeyoğlu! Ben," diye bağırdı elini göğsüne doğru üst üste vurarak. "Ben töreden nasibimi aldım! Ben ağabeyimin mezarına gidip ona nasıl kızının kaderi de seninki gibi oldu derim!" Derin bir nefes almaya çalıştı Hazal Hanım. Daha fazla kayıp vermeye razı değildi gönlü.
Kayıp vermek istemiyordu.
Cihangir, elini kaldırıp annesinin ıslanmış yüzünü avuçladı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki sanki göğüsünü delip çıkacaktı. Şuracıkta çıkacak bas bas bağıracaktı. Yeter diyecekti! Kaç yıldır çektiğim yeter. "Sana yemin olsun Roya'nın kaderi dayımın ki gibi olmayacak dâye. Söz, Atabeyoğlu sözü!"
Yüreği lime lime edilmiş bir hâlde arkasında ailesini ve ona seslenen babasını bırakıp çıktı hastaneden. Öfke içinde arabaya binerken torpido gözünden çıkardığı ıslak mendilli uzanıp aldı. Elini sileceği an gözlerini hırsla yumdu. "Bu nasıl imtihan Allah'ım! Tam onu bulmuşken, parmak uçlarını sevmeden nasıl kaybederim!" O kadına ihtiyacı vardı. O güzel kokusunu solmuşken nasıl nefessiz kalırdı? Koskoca Atabeyoğlu aşiretinin ağası şimdi bir çocuk gibi titreyen dudaklarını yanağına akacak göz yaşlarını kendisini sıkarak durduruyordu.
Elindeki ıslak mendil paketini yanındaki koltuğa öfkeyle attı. "Kanın değil Roya Karadağ, ellerin yakışır ellerime." Diye mırıldandı. Kendine gelmeliydi artık. Küçük kadını o ameliyat masasından kalacaktı ve kalktığında herşeyin düzelmiş olmasını görmeliydi.
Düzelecek bir şey kalmışsa tabii.
Yan koltuğun kapısı açılıp koltuğa kendisini bırakan babasının ardından arka koltuğun kapısı açıldı bu sefer. Arka koltuğa da ağabeyi Arif kendisini bıraktığında yüzündeki dağılmış ifadesini yok etti. Şaşkınlıkla önce babasına sonra da ağabeyine baktı.
Hazar Ağa, oğlunun bir delilik yapmadan yakaladığı için rahatlamıştı. Hastaneye geçmeden önce tüm aşiret üyelerine haber salınıp konağına davet etmişti. Aldığı haberle, Karadağ aşiretiyle, Bozbey aşireti Hakkari'ye giriş yapmış konağına doğru yol almıştı. Olacaklar için endişeliydi. Oğluna güveni tamdı lâkin ne yapacağını kestiremiyordu.
"Kendini toparla Cihangir Ağa. Tüm aşiret ağaları toplandı senin yanlış bir harekettinle, fevri davranışınla ameliyat masasında canı ile savaşan, Roya'nın kararmış hayatına kan sıçratmakla kalırsın!" Sesi beklediğinden sertti.
Babasının sert konuşmasıyla kurumuş dudaklarını neşeden yoksun bir gülüşle ıslattı. "Ne Bozbey aşiretinden ne de Karadağ aşiretinden tek bir kişi bile evime ayak basmayacak baba." Gözlerinde hissiz bir ifade, sesinde şaşılacak derece de sakin bir tını vardı. Doğrusu içten içe sakin kalmakla cebelleşiyordu. "Bunu benden isteme baba."
"Ulan sen Bozbey ağasını vurmuşsun hâlâ konuşuyor musun?! Ciddiyetin farkında değilmisim oğlum sen!"
"Dua et öldürmedim Arif Ağa, lâkin onu yapmam da kısadır!"
Arif Ağa ile Hazar Ağa sabırlık nefeslerini içlerine uzun uzun çektiler. Yanındaki oğluna baktı. Gözlerindeki ateş her yeri yakardı. "Babanın sözünü mü çiğneyeceksin, Cihangir Ağa?"
Başını hafifçe eğdi Cihangir. Babasına karşı çıkmak gibi bir durum söz konusu bile değildi ancak yediremiyordu kendisine. Lanet olsun ki! Roya'yı bu hâle sokan insanların yüzlerini görmeyi bırak adlarını bile duymak istemiyordu.
"Ne Roya'yı, ne de kana kan veririm, Hazar Ağa." Diyen sesi sesi kati, bakışları keskindi. Ne yapar eder Hazar Ağa orta yolu bulurdu. Babasını iyi tanırdı Cihangir.
"Bir şey ver diyen olmadı, Cihangir. Sür şu arabayı erken bitirelim." Hazar Ağa'nın son sözüydü bu.
Cihangir derin bir nefes alarak arabayı çalıştırdı. Bütün öfkesini, nefretini elbet çıkaracaktı!
Arabayı konağa doğru sürerken çalan telefonla gözleri dikiz aynasından ağabeyini buldu. Arif, açtığı telefonu kulağına dayadı. "Evet?" Diye sordu. Arayan adamı Ahmet'ti. Yusuf Ağa'nın hasteneye götürülmesini sağlayan adamıydı.
"Sıyırmış ağam. Bir saat süren bir ameliyat olycak dediler. Durumu iyi. Hasteneyi Bozbey adamları sardı. Tüm Urfa burada gibi." Derin bir soluk verdi Arif. Yusuf Ağa'nın iyi olması şimdilik rahatlattı kendisini. Durumu tehlikeli veyahut hayata gözlerini yumsaydı, bu işten kolay sıyrılamazlardı. Bozbey aşiretiyle, Atabeyoğlu aşireti birbirine girerdi ki hâlâ da tam belli değildi neler olacağı.
"Tamam Ahmet. Sen oradan ayrılma en ufak bir şeyde beni ara."
"Tamamdır ağam." Arif kapattığı telefonla kardeşi ile göz göze geldi. Gözlerindeki hırçın dalgaları çok net görüyordu.
"Kim?" Diye sordu Cihangir.
"İyiymiş, kurşun sıyırmış. Ölmediğini şükredeceğimi tahmin etmezdim ama şükür ki yaşıyor, Cihangir."
Cihangir tuttuğu direksiyonu sıktı. Kafasını salladı. Bunu reddetti. Dudakları aralandı ancak hiçbir şey söylendi. Ne söyleyecekti? Ne denilirdi! "Canıyla savaşan Roya değil o olmalıydı." dedi sessizce.
Hazar Ağa'nın telefon görüşmeleriyle süren yolculuk arabalarla etrafı sarılmış konağa nihayet vardılar. Her yerde toplu toplu bulunan adamlardan çoğunu tanımıyordu. Urfa'dan pek sevgili misafirleri gelmişti demek.
Arabayı durdurduğu vakit babasının koluna uzanıp tutmasıyla başını Hazar Ağaya çevirdi, Cihangir. "Sakın Cihangir! Sakın bizi dara düşecek bir hareket yapmayasın."
"Roya'nın başına gelenleri duyduğumda, gitmek isteyen benim önüme geçip durdun baba." Gözlerini dışardaki adamlara çevirdi. "Bekledim. Şimdide bir şey yapmadan dur diyorsun... Söylesene Hazar Ağa sen annem için durdun mu? Onu kurtarmak için durdun mu?" Çatık kaşlarıyla sorusunu yönelttirken duymak istediklerini ve duymak istemedikleri endişesi sardı Cihangir'i.
Hazar Ağa beklemediği soruyla bocaladı ilk iki saniye daha sonra derin bir iç çekti. Omuzları çektiği solukla bir miktar küçüldü. Evladının ne demek istediğini anlıyordu. "Benim yanlış hareketim yüzünden annen sürüldü o topraklardan Cihangir Ağa. Çok sevdiği abisinin cenazesine bile katılamadı. Daha bilmediğin acılar çekti." Omuzuna dokunan elin sarsmasıyla kapanan gözlerini açtı Cihangir. "Sen ne yapacağını bilen birisin evlat, attığın adımı bilirsin."
"Peki sen baba, sen içimdeki sızıyı da bilir misin?" Diye sormak isteyen dilinin ucunu dişlerinin arasına kıstırdı. Söyleyeceklerini yuttu. Başını 'tamam' anlamında sallayarak indi arabadan. Etrafta bekleyen adamların gözleri arabadan ağır ağır inen Cihangir Ağa'ya çevrildiğinde hepsinin yüzünde bir şaşkınlık emaresi oluştu. Üstü başı kan olan, Cihangir Ağa'nın gözlerine bakmamak için başlarını hızla eğerken kapıda duran adamlar ceketlerinin önünü iliklemiştiler. Kanlı, beyaz gömleği içinde dimdik duran Cihangir, gözlerini evine kilitledi. Birazdan kararlar bu konaktan alınacaktı. Doğduğu evinde hükümler esecekti.
Cihangir Atabeyoğlu, aleyhine verilecek bütün kararlara mümkün mertebe engel olacaktı.
Büyük adımlarla, alabildiğince sert havası etrafındaki herkesin bir adım geri çekilmesine sebep olacak kadar keskindi. Normalde de sert çehresi ve duruşu ile insanı titretecek kadar kusursuz, korkusuz olan bu adam kanlı hali ile daha da korku salmıştı onu izleyen adamlara. Sağ kolu önünü ilikleyerek yanına geldiğinde göz ucuyla ona baktı. "Hoş geldiniz ağam. Tüm aşiret bireylerini Yâde Dilşah eve almadı. Avluda oturtmak zorunda kaldık."
Yâde Dilşah yine konuşturmuştu asilliğini.
"Ax yâde! Bir kez daha hayran kaldım sana." Dedi sessizce. Başı ile adamını onayladı. Büyük kapı iki adamı tarafından açılınca, Cihangir adımlarını içeriye doğru sürmeden önce bekledi. Gözlerini hırsla kapadı. Ulan şimdi nasıl o küçük kadını bu hâle sokan insanlarla yüz yüze gelecekti? Kendisini dizginlemeliydi!
"Öfke, insanı insanlıktan çıkarır Cihangir. Öfkesini kenara çekerek gir kapıdan. Yukarı çık elini yüzünü yıka öyle gel."
Cihangir ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Ne yapsa iyi olurdu kestiremiyordu. Töreye kurban edilmem diyen kızın töreye kurban edilişini izliyordu. Ölüm emrini hangi akla vermişlerdi? Ağabeyleri, amcası nasıl izin vermişti!
Ulan! Ulan!
Kendi sorularını bir tarafa bırakıp ağabeyine döndü Cihangir. "Beni insanlıktan öfke çıkarmaz ağabey. Beni ben olmaktan çıkaracak insanlar konağımda, evimde oturuyorlar." derken, sıkıntılı nefesi ağzından yorgunlukla döküldü. "Sen ellerini git yıka diyorsun. Benim kan dökmemi istemiyorsan dokunma kanıma ağabey."
İçeriye doğru attığı adımları, soğukta içeriye alınmamış, avluda oturmuş aşiret bireylerine doğru yöneldi. Kapı arkalarından kapanırken Cihangir Ağa gelen bütün adamların üzerinden kahve gözlerini tek tek gezdirdi.
Aşiretler kendi aralarında ne yapacaklarının kararını verirken gelen ev sahipleriyle uğultu kısa bir süreliğine kesildi.
Ne olacağını bilmiyordu ancak ne söyleyeceklerini az çok tahmin ediyordu Cihangir. En önde Hazar Ağa, solunda Arif Ağa ile sağındaki Cihangir'le ilerleyenlere aşiret bireyleri şaşkınlıkla baktı. Şaşkınlıkları, ellerinde, üzerinde kanla onlara doğru gelen Cihangir içindi. Verilen hükmü kabul etmeyeceğini bas bas bağıran gözleri, duruşuyla ilerliyordu Cihangir Atabeyoğlu.
Roya'ya bunu yapan ağabeylerini görünce, gizlemediği bir nefretle baktı.
"Hoş gelmişsiniz ağalar demek isterdim lâkin çok hoş şeyler yaşanmamıştır. Selamün aleyküm." diyerek giriş yaptı Hazar Ağa.
"Biz de hoş gördük demek isterdik, Hazar Ağa." Konuşan Bozbey aşiretinin en yaşlı, sözü geçerli olan ağaydı. Mevlüt Ağa bastonu yere vurarak, "Kaçanı korumak ne zamandan beri vardır Hazar Ağa! Töreye boyun eğmeyenin sonunu bilmez misin?"
Cihangir beli belirsiz damarında gezen sinirle güldü. Avdar amcası ile göz göze geldi. Sakin ol der gibi bakan büyük amcasına başını eğerek cevap verdi.
Sakin kalmak nasıl zordu bir bilseler. Belinde taşıdığı silahını çekip konuşan herkesin alnından vurmak vardı şimdi diyen tarafını susturmak zordu.
"Sözlü olan bir kızı, başka bir aşirete gelin etmek ne zamandan beri ağalığa sığar oldu Mevlüt Ağa! Kaçan benim eşimin yeğenidir! Kızımdır!" Elindeki siyah parlak tesbihini cebine koydu hiddetle Hazar Ağa. "Sen sana gelen yeğenini korumaz mısın?"
"Beni karıştırma Hazar Ağa konu ben değilim!" Diyen yaşlı adam karşısında duran adamın kudretini de adaletini de bilirdi. Nam salmıştı Atabeyoğlu aşireti.
"Kimi karıştırayım? Söyleyin hele ağalar, bu yaptığınız doğru mudur? Roya Karadağ'ın ne yaşadığından haberiniz var mı sizin! Sizin de evladınız yok mu? Bu kararları verirken hiç mi evlatlarınız gözünüzün önüne gelmez!" Oturan ağaların üzerinde tek tek kararlı gözlerini gezdirdi Hazar Ağa. Gözleri bir zamanlar dostu olan İdo Ağada durdu. Zaman çok felâket bir şeydi. Karşısında pişman olmuş ancak pişmanlığına inat dimdik duran İdo Ağa'nın nefesi kesilir gibi oluyordu.
Verdiği kararların bu kadar ileriye gideceğini bu kadar kötü sonuçlar doğuracağını düşünmemişti. Tam herşeyin farkında vardığı zamanda iş işten geçmişti. Yeğenlerini kaybettiği gibi itibarını da kaybetmek üzereydi. Kendi canının kanını dökmek isteyenlere bir çift kelam bile edememişti.
"Herşeyi anlarım da seni bir anlamam İdo Ağa. Seni de," yanında duran iki genç adama baktı. "Yanında duran yeğenlerini de anlamam. İnsan nasıl emanetine bunu yapar?"
İçten içe kızışan Cihangir, babasının Roya'nın hayatını mahveden insanların yüzüne çarptığı sözlerle ağır ağır yutkundu. Gözlerini Rizgâr'dan alamıyordu. Bedenine değecek en ufak bir darbede yerle bir olacak gibiydi.
Yıkılmıştı.
Yıkıldığını beli ediyordu. Gözlerine yerleşmiş yorgunluğu net görüyordu. Kardeşini koruyamadığı için pişmandı.
"Biz buraya başka bir şey için geldik Hazar Ağa. Artık kan dökülmesin."
İşte buna gülünürdü.
Cihangir güldü. Hatta sesi kendisini aştı. Herkesin bakışları delirmiş gibi gülen adamı buldu.
"Kan dökülmesin diyor," derken gülüşü yavaş yavaş silindi yüzünden.
"Cihangir," diye uyaran ağabeyini dinlemedi.
Ellerini öne doğru uzattı. "Yeterince döküldü değil mi, İdo Ağa! Roya'ya yakıştırdığın Yusuf Bozbey, gözünü kırpmadan döktü Roya'nın kanını!" Sert sesi avluda yankılandı."Ellerime bulanmış bu kan senin yeğeninin İdo Ağa!" Gözleri Rizgâr'la Şerwan'ı buldu. "Roya'yı böyle mi koruyorsunuz? Siz birde adamız diye geçiniyorsuz öyle mi?" Diye bağırdı. İleriye doğru bir adım attı. Kahve gözleri büyüyen Cihangir sabrının sonundaydı. "Sıçarım lan böyle adamlığa!"
"Cihangir Ağa!"
"Cihangir!"
Kimseyi dinlemedi. "O kadının kılına zarar gelmeyecek! Ona dokunanın parmakları yerinden keser, ona değen gözleri yuvalarından sökerim! Töre töre diye tutturduğunuz kararı ona göre verin!"
Avluda bir başka ses yükseleceğini tahmin eden ve bu çıkacak sesle kan döküleceğini iyi bilen Mevlüt Ağa Cihangir'in sert bakışlarına bombayı patlattı.
"Yusuf Bozbey kan döktü, kan aldı. Kana kan alındı. Roya Karadağ Urfa'dan sürülecek! Yusuf Agir Bozbey'in durulması ve aşiret arasında ki husumet hüküm sürmemesi için İdo Ağa'nın kızı Dila Karadağ ile evlenecek!" Bariton sesi yere vurduğu bastonuyla verdiği hüküme karşı çıkanı vuracağını belirtiyordu.
Cihangir Atabeyoğlu duyduklarıyla geriledi. Bunca yaşananlardan sonra bu iyiydi değil mi? Lanet olsun Urfa'dan sürülmekte neydi?
"Kardeşim Roya benimle gelecektir!" Diye konuşan Rizgâr Ağa içinde herşeyi düzelteceğine dair umutları filizlenmişti. Her kafadan bir ses geliyor, herkes verilen hükmü sorguluyordu. Yumruğunu sıkan genç adam son raddeye gelmişti.
"Roya Karadağ Atabeyoğlu aşiretinde kalacaktır! Evde bekar erkek bulunduğundan dolayı Cihangir Atabeyoğlu ile sessiz bir nikah kıyılacaktır! Hüküm budur!"
Bütün bakışlar şaşkınlığa bürünmüştü. Bu adam ne dediğinin farkında mıydı? "Törenin hükmüne devam etmesi için baş kaldıran Roya'yı böyle mi cezalandırırsın Mevlüt Ağa! O kız bana ağabey der ağabey!" Kanlı elleri yumruk olmuş vaziyetteydi. Ne dediğini bilmiyordu bu adam! Bilseydi töreden kurtarmak istediği kadını kendisinin töreye kurban etmeyeceğini bilirdi. Ağzını aralayıp zehirli cümleleri savuracağı zaman sükunetini koruyan Hazar Ağa oğluna bir de toplanan insanlara baktı.
"Kabul! Roya Karadağ, Atabeyoğlu gelini olacaktır!"
*
Hayatın bir yokuş olduğundan emindi artık Cihangir. Hiç düzlüğe ulaşmamış hep yokuş aşağı sürükleniyordu. Tam herşey bitti dediği an da başka yokuşlara yuvarlanıyor bir türlü düzlüğü giremiyordu.
Başı elleri arasında hastane koridorunda dururken karşısında oturan annesinin bakışlarını üzerinde hissediyordu. Birkaç dakika sonra kız kardeşi Dilşah, annesini alıp dinlenmesi için ayarladığı odaya götürürken derin bir of çekti. Annesi öğrendiklerine sevinmişti. Roya'nın her zaman yanı başında olacak diye şükür duaları etmişti. Kendisi ile evlendirileceğini söyleyince Cihangir, Hazal Hanım gülümsemiş 'tek derdin bu olsun' demişti.
Ne yapacaktı? Roya'ya nasıl seni kurtardım ama benim karım, eşim olacaksın nasıl derdi?
Yaralısın Roya, ben sana yara bandı olurum nasıl derdi?
Gülesi geliyordu. Ulan ameliyattan çıkacak kadın bunu duyarsa öldürürdü herkesi, yapardı. "Bu kadar ağır imtihanı nasıl taşır o küçük bedeni?" Küfredercesine soluyan Cihangir açılan ameliyat kapısıyla başını kaldırdığı gibi bedenini de sürükledi doktora doğru.
"Bitti mi? İyi değil mi?"
"Hastanız söylediğim gibi yara sonucunda bağırsakları ve rahmi çok ağır hasar görmüştü. Bağırsaklarını onarmayı başardık fakat rahimde birkaç sıkıntı çıktı. Onu almak zorunda kalacaktık ancak onarmayı başardık son anda. Ama maalesef bunu söylemek zor fakat çocuk sahibi olması çok zor."
Kulaklarında çınlayan son cümleyle ciğerlerinin sıkıştığını hissetti Cihangir. Boğazına kadar acı doluyordu. "Ne demek çok zor!"
"Cihangir bey, silah belli ki yakın mesafeden ateş edilmiş. Elimden gelenin fazlasını yaptım ancak malefes kalıcı hasarı engellemek imkânsızdı."
Kafasını eğdiğinde yutkunmakta zorluk çekti. Cihangir Ağa ne zaman böyle çökmüştü. Her yerde güçlü, dimdik duran adam, küçük bir kadının acısında direnci kırılıyordu. Duyduklarıyla eli kolu zincilendi. Eliyle giydiği kazağın boğazını çekiştirdi. Nefes alamıyordu. "Bunu öğrenirse yıkılır," dedi kendi kendine.
"Bilmeyecek doktor. Ben hariç kimse çocuğunun olmayacağını bilmeyecek." Dedi tehditkar bir tonla. Diri diri ölürdü Cihangir Ağa.
Kimseye diyemeyeceği gerçekle diri diri ölmeyi kabul etmişti.
Kararsız kalan doktor, genç adamın bir sorun çıkarmaması için el mecbur kabul etti. "Peki Cihangir Bey. Hastamızın iyi olduğuna emin oluncaya dek yoğun bakımda tedavisine devam edeceğiz, geçmiş olsun."
Geçmemişti.
Geçmiş olsun diyorlardı ya, geçmemişti. Hissettiği acı geçecek gibi değildi.
Hangi cümle çektiği ıstırabı anlatacak güçte olabilirdi ki?
Bir yere tutunma ihtiyacı içinde kavruldu bedeni. Sendeledi, düşeceği an en yakın dostu, kardeşi tarafından tutuldu.
"Bremın..." Adamın sesi kısık ve güçsüz çıkmıştı.
"Yandım ben Azad. Yandım." Dostunun yardımıyla sandalyeye oturdu. Hiç konuşmadı. Kafasını arkasındaki duvara yaslarken, gözlerini sımsıkı yumdu. "Benim bu kadına ihtiyacım var Azad. Benim onun mutlu olmasına ihtiyacım var."
"Kardeşim, sabır kardeşim sabır." Azad Ağa dostunun acısını da öfkesini de bilirdi. Öfkesi en çevik düşmanıydı ki ona zarar veren oydu. Verilen hüküme uymayıp bir şeyler yapmasından korkuyordu herkes gibi. Van'a gittiği günde yaşananları duyar duymaz gelmişti.
"Azad," dedi, gözlerini açıp yanındaki adamın mavi gözlerine bakarak. "Kendime kabul ettirmek istemesem de, Roya olanları duyunca gitmek isteyecek."
"Bırakmazsın."
"Bırakmam." Bırakmak yoktu artık.
Gözlerini sımsıkı kapattı. "Ölsem dâhi bırakmam."
🥀
•Dört gün sonra
Sabahın ilk ışıklarıyla güne yine huzursuz bir 'merhaba' ile girmişti. Dört gündür uyuduğundan heryeri uyumuştu tıpkı ne düşüneceğini bilmeyen beyni gibi. Sanki büyük bir buz kütlesi kafasının üzerindeydi ve onun düşüncelerini donduruyordu.
Hastene kıyafetlerinden de bıkmıştı artık, tabii bir de haddi hesabı kesilmeyen emirlerden. Halası yetmezmiş gibi bir de Cihangir yapacağı çoğu şeye engel oluyordu, elinden gelse aldığı nefesi bile kontrol edecekti.
Ölmemişti.
Ölüm kolay değilmiş.
Öylece ölümü beklemek daha mantıklıydı.
Kendisi uyurken verilen hükmü öğrenmişti. Kendisinin içinde olmayan hükme sevinmesi gerekirken sevinemiyordu. Onca olandan sonra sevinmek çok boş bir eylemdi, Roya için. Başta olması gereken herşey mahvolduktan sonra oluyordu. Buna sevinecek değildi.
Sadece, sadece artık rahat bir nefes alacağı için seviniyordu tabii başında diktatörlük taslayan Cihangir'i saymazsa. Hatırladıkça sinirleri bozuluyordu. Koltukta büzüşmüş bir hâlde yatan Dilşah'a bakıp gülümsedi. Kendisi yüzünden herkes perişan oluyordu.
Kendi ailesi buraya kadar gelip kendisini görmeden giderken Atabeyoğlu ailesi onun canı için yaşıyorlardı şüphesiz.
Yüzü kısa bir an düştü. Urfa'ya bir daha ayak basmayacağı gerçeği kendisinin yüzüne çarparken ağırca yutkundu. "Babamı göremeyecek miyim?" Diye konuştu kendi kendine. Babasını hiç mi gitmeyecekti? Ax dedi. Yaşadıkları bir bir geçti önünden. Araf'ı sevmenin bu kadar yara bırakacağını bilemezdi. Bunca yaranın sonunda Araf Ağa yanında dursaydı, mutlu olmak için çabalardı ancak Araf Ağa, yanında durmak yerine çok uzağında duruyordu.
Çok uzakta.
Başkasıyla.
Gözleri dolu dolu bir şekilde gülümsedi. "Bu Dünya'ya tekrar gelseydim seni tekrar sevmezdim." Derken titriyordu dudakları. "Çünkü seni sevmeyi bu kadar ağır ödeyeceğimi tahmin etmezdim." Yanağına doğru düşen göz yaşlarının tuzlu tadı damağına ulaştı. Damağında oluşturduğu yangın, boğazından dökülen hıçkırığa yara oldu.
Hıçkırdı.
Gözleri ne kapıda onu dinleyen Cihangir Atabeyoğlu'nu gördü ne de uyanan Dilşah'ı.
"Seni ömrümden yüreğimden siliyorum Araf Ağa. Allah'a emanet ettiğim seni şimdi de Allah'a havale ediyorum."
Ağırdı bu.
Çok ağırdı. Sevdiğini Allah'a havale etmek çok ağırdı.
"Roya..." Diyerek yerinden kalkan Dilşah hızla Roya'nın yanına yaklaştı. "Ağlama," derken kendisinin de gözleri dolu doluydu.
Roya serum bağlı elini yüreğinin üzerine yerleştirdi usulca. "Dilşah, dılemin dieşe. (Yüreğim ağrıyor.)
Hastene yatağında uffalmış kadına sıkıca sarıldı Dilşah. Canını acıtmayacak şekilde sarıldı. "O yüreğine kurban olurum ben, ağlama." Saçlarını okşuyor, bırakmıyordu arkadaşını Dilşah.
Abisinin yapmak istediklerini yapıyordu.
Cihangir Atabeyoğlu cebindeki elleri yumruk şeklini almıştı gördüğü, beklemediği manzarayla. Kaşarlı çatılarak iki derin çizgiyi oluşturdu. Demek sevdiği kadının yüreği artık boştu. Alt dudağını ağzının içine alıp ısırarak serbest bıraktı.
"Ağlama Roya, lütfen ağlama."
"Bitti Dilşah. Bitmez diye direndim ama bittik biz." Geriye doğru çekilip ıslanmış yanaklarını silerken, kapıda kendisine çatık kaşlarıyla bakan Cihangir'le elleri iki yanına doğru düştü.
"Cihangir ağabey?" Diye şaşkınlıkla mırıldandı.
Cihangir duyduğu sesle zorda olsa gülümsedi. Adının yanına eklenen ekti onu gülümseten.
Ağabeyi olarak kendisini gören bu kadına eşim olacaksın nasıl diyecekti? Ulan herşeyi düşünen ağalar bunu da bir sikim düşünselerdi ne olacaktı? Arkasını döndüğü gibi hastaneden gitmek adına yürüdü ancak kendisine doğru gelen Şerwan'ı görünce adımları çakılı kaldı.
Şerwan Ağa hangi cesaretle gelirdi buraya?
•••
Uyanan ve duyduklarıyla deliye dönen Yusuf Agir Bozbey, başını iki yana hiddetle sallayarak yumruğunu masaya geçirdi. Kolundaki sargıyı unuttuğu için derin bir acı baş gösterse de umursayacak hâlde değildi.
"Sen ne dersin dâye!? Ben Roya'yı istedim, siz Dila ile evleneceksiniz dersiniz!" Aklı almıyordu. Ulan daha dün Roya diye tutturan aşiret şimdi nasıl, Dila diye başına üşüşürlerdi!
Olmayacaktı! Buna asla müsade etmeyecekti.
Bölüm sonu 🥀
Owww bitti bölüm! Nasıldı?
Duyguyu verebildim mi?
Biraz hızlı mı ilerledi bu bölüm?
Yusuf Ağa?
Cihangir Atabeyoğlu?
Neler olacak sizce? Gelecek bölüm, derin bir nefes alıp gülümseten sahneler olsa ne güzel olurdu değil mi?
Sizleri seviyorum<33 |
0% |