@tanvakti108
|
6.Bölüm Herkesin hayallerinde, çok çok derinlerde yaşamak istediği hayatlar vardır. Benim de hayalimde istediğim hayat bu değildi. Araf'la güzel bir geleceğimiz olacağına o kadar kaptırmıştım ki kendimi, önümüze çıkan engelleri el ele yıkacağımıza çok emindim. Hâlâ emindim. Emin olmaya da devam edecektim. Ne o, ne de ben birbirimizi sevmeye devam ettiğimiz sürece kimsenin bizi ayırmasına izin vermeyecektim. Urfa'ya yakın bir yerdeydik. Merkeze varmamıza yarım saatten az bir süre kalmıştı. Yağan yağmur bize ağladığından mı bu kadar içimi yakıyordu bilmiyordum. Ön koltukta başımı cama yaslayarak yağ gibi kayan yolu izliyordum. Süren yolculukta ne Yusuf Ağa ne de ben ağzımızı açmamıştık, ara ara bana dönen bakışları da karşılık bulmadığı için tekrar yola kayıyordu. Bir süre sonra dayanamayarak,"beni nereye götürüyorsun?" Diye sordum. Sesimdeki kısıklık kaşlarımı çatmama neden oldu ve boğazımı temizledim çünkü inanılmaz yanıyordu. "Urfa'ya." Hiç olmadığı kadar sakin ve temkinli konuştu. Bunu zaten biliyordum. "Onu sormadığımı iyi biliyorsun?" Bakışlarını yoldan alıp bana baktı. Ela gözleri açık yeşil rengine bulanmıştı. "Sabret az kaldı, nereye gittiğimizi görürsün." Diyerek tekrar önüne döndüğünde susmaya hiç niyeti olmayan dilim ağzımın içinde yuvarlandı. "Biz asla evlenmeyeceğiz biliyorsun değil mi?" Güldü. Bu gülüşü alaylıydı. Sessiz kalsa dahi minikleri asla sessiz değildi. Kaşları bir çatılıp bir düzeliyordu. Başımı hırsla önüme döndürdüm. "Sen sadece gül zaten, en iyi yaptığın şey bu değil mi?" "Aslında gülmeyi pek sevmem, saçma bir eylem gibi gelir bana." Diye ciddiyetle beni yanıtladığında şaşırmıştım. Ondan bir cevap almayı beklemiyordum. Ona baktığımda ağzımın içinde dolandırdığım nefesi sıkıntıyla dışarıya savurdum. Gözleri tekrar buldu beni. "Lâkin birkaç gün önce gülüşü güzel bir kızla tanıştım." Derken sesi yumuşak denilecek bir tonda çıkmış, üst dudağı yukarıya hafif bir şekilde kıvrılmıştı. Hissettiğim ürpertiyle yutkundum. "Karşıma sen çıktığından beri güldüğümü pek sanmıyorum ağam (!)." Diye konuştuğumda aramızda hiçbitmeyen soğukluğu devam ettirdim. Dudağımı dişlerimin arasında ezip bırakırken bakışlarımı yağmur damlalarına çevirmiştim. "Ben sadece Araf'ın yanında içtenlikle gülerim." Bu cümlem soğukluğun olduğu atmosferi bir anda yakmış kül etmişti. Kısık bakışlara ona altan baktığımda direksiyonu tutan ellerinin buğumları bembeyaz kesilmişti. Ellerinde ip gibi dizilmiş damlaları güzel bir şölen yaratsada bu pek umrumda olmuyordu. Olmamalıydı. "Zaman Karadağ kızı, zaman birçok şeyi değiştirir." Tek kaşını kaldırıp bana baktı. "Bir bakarsın sadece içtenlikle güldüğün kişi ben olurum." Aralanan dudaklarımın arasından alaylı bir nefes verdim ve "Zaman asla sana gülmeyecek Yusuf Ağa! Hayatını bir töre saçmalığına adayarak geçireceksen, zaman seni kurtarmaz." Diyerek öfkeli bir tını ile ona baktım. Araba merkeze giriş yapmıştı. "Göreceğiz Karadağ kızı. Zamanın hayatımıza kazandırdıklarını da kaybettirdiklerini de göreceğiz." Zamanın bize getireceklerini bilir gibi öyle emin konuşuyordu ki sinirlenmek elde değildi. Urfa'nın sokaklarını görmek beni heyecanlandırırken aynı zamanda korkutuyordu da. Urfa veya Doğu bölgesi kadınlara yapılan haksızlıklarla daha çok biliniyordu ancak bilmedikleri bir şey vardı. Eşitsizlik heryerde vardı. Kuma olayı her yerde vardı. Başka bir yerde bir erkek karısını aldatıp evleniyordu. Bu her yerde vardı. Bu midesizlikti. Sorun şehirde, ilde değil; sorun o ili, şehiri kirleten insanlardaydı ve bu insanlar yok olmuyordu. En kötüsü de yaptıklarının doğruluğuna inanıp çocuklarını da kendileri gibi büyütmeleriydi. Titrek bir nefes alırken yüreğim sızlamaya başlamıştı. Arabanın sıcaklığı beni boğuyordu. Yanımdaki adamın varlığı beni rahatsız ediyordu. Beni kaçırmak isteyen adam aklıma gelince dudaklarımı ıslattım. "Beni kaçırmak isteyen o adama ne oldu?" Diye sordum. "Orası seni ilgilendirmez." Dedi olabildiğince sert bir sesle. "Sende, seni ilgilendirmeyen çok şeye karışıyorsun ağam (!)." Dedim düz bir sesle. Araba başka bir yöne döndüğünde yavaşladığını hissettim. Güldü. "Bu hırçınlığı bile seni kurtaramayacak Karadağ kızı." Derken arabayı durdurmasıyla ileriye doğru biraz öne gittim. Hafif bir korku ile başımı durduğumuz yere çevirdiğimde tanımadığım bir yerde olduğumu gördüm. "Ben kukla değilim," dediğimde Yusuf Ağa'ya bakıyordum. "Hele ki törenin, hiç değilim. Sen de şu ağa tavırlarını bir kenara atıp özüne dön." Başımı iki yana salladım. Sesimde endişe yoktu, sesimde korku yoktu, sesimde his yoktu. Sadece bedenime ve sesime bulaşmış bir güç vardı. Kasılmış yüzünden hiçbir şey anlayamıyordum. Bana bakan yüzünden geçen ifadeleri, ne düşündüğünü kestiremiyordum. "İn aşağı Karadağ kızı." Çenesini sıktı ve yüzündeki kemikler gerildiğinde, "benim zorla indirmemi istemiyorsan in aşağı." Söylediklerim onu ciddi anlamda sinirlendirmişti. Öfkeli görünüyordu ve ben karşı çıktığım taktirde buranın alev alacağına emindim. Kapı koluna uzanıp açarak ayaklarımı yere bastırdığımda bu şehrin sırtıma bindirdiği yükü hissettim. Yâde Rozan ile İdo amcamın yüreğime oturttuğu acıyı hissettim. Yusuf Ağa arabadan çıkıp yanıma geldiğinde uzun kemikli parmakları pranga misali koluma tutundu. Önce kolumdaki parmaklarına sonra da yüzüne baktım çatılmış kaşlarımla. "N'pıyorsun sen?" Diye sordum kolumu çekmeye çalışarak. "Olması gerekeni yapıyorum." Kaşlarımı bilinmezlikle çattım. Beni, kendisiyle birlikte yürüttüğü için dengemi sağlamakta zorluk çekiyordum. Büyük ve etrafında siyah takımlı adamların olduğu tahta kapının tam önünde durmamızla gözlerim korkuya açıldı. "Hayır!" Diye bağırdım. Kolumu çekmeye çalıştım bir kez daha. "Beni Bozbey konağına sokamazsın! Bunu yapamazsın!" "Bak bakalım nasıl yapıyorum!" Diye bağırdı. Eliyle adamlara işaret verdiğinde tahta kapı yavaşça aralandı. Taha kapının en üstünde 'Bozbey' soyadı taşlara kazınmıştı. Hissettiğim öfkeden dolayı terlemiştim. Açılan kapıdan gördüğüm avlu gözlerimin dolmasına sebep oldu. "Bunu yapamazsın Yusuf Ağa! Hayır!" Beni içeriye doğru çekiştirerek götürmeye çalışmasıyla bendeki ipler kopmuştu. Ayağımı dizine geçirip onun sendelemesini sağladım. Kolumdan kayan parmaklarla geriye doğru birkaç adım attım. Önüme dönüp koşmaya başlayacağım an belimden tutuldum. Belimde hissettiğim ellerle çığlığım Urfa caddelerini çınlatı. "Çek o pis ellerini! Sana çek dedim!" Belimden tutulup bir çuval misali omuzuna attığında boğazıma yükselen safra tadıyla acıyla yutkundum. Göz yaşlarım bir bir akıyordu. Geniş omuzlarına yumruk yaptığım ellerimi hırsla geçirdim. "Dağ ayısı! Sen tam bir dağ ayısısın! Beni hemen indir!" Baş aşağı olduğumdan dolayı nefes almam zorlaşmıştı. Bacaklarımdaki nasırlı elleri sağ bacağımı hafifçe sıktı. "Rahat dur!" "Seni öldüreceğim! Kafana sıkacağım göreceksin sen! Bu şehre inat! Sana inat! Boyun eğmeyeceğim size!" Hıçkırıklarıma karışan kelimelerin nasıl çıktığından bihaberdim. "Sen naptın kurêmın!" Feryat eden bu sesle çırpınmalarım durdu. Saçlarımdan dolayı göremediğim bu kişi annesi olmalıydı. Büyük bir kuvvetle ayaklarımın üzerine doğru bırakıldım. Birkaç dakikadan fazla baş aşağı durduğumdan basımın dönmesiyle düşeceğim an belimden kavrayan el beni kendisine doğru çekti. Göğüsüm sert göğüse çarptığında nefes nefese kalmıştım. Yüzümü çepeçevre saran saçlarımı başımı iki yana sallayarak görüş alanımı netleştirdim. Yusuf Ağa ile burun buruna gelmiş aramızda milimlik mesafe bırakmıştık. Öfke ile harmanlanmış grimsi gözlerinde kendi yansımamı görecek kadar yakındık. Islak kirpiklerimi kırpıştırdım. Omuzuna sarılmış kollarımı aramıza koyup onu kendimden uzaklaştırdım. Belimden kayıp uzaklaşan ellerle göğüsüm derin bir rahatlamayla yükselip alçaldı. Titreyen alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayıp bıraktım. Bakışlarımı avluda toplanmış insanlara kaydı. Bozbey konağında tek tanıdığım kişi Aslı'ydı. O da Heja'yla arkadaş olduklarından gelen bir tanışıklıktı. Bozbey'in büyük, tek geliniydi. Onunla kesişen gözlerimi birkaç saniye olmadan çektim. "Beni derhâl evime götürüyorsun!" Diyerek bağırdım. Boğazım bağırdığımdan dolayı ağrımaya başlamıştı. Orta yaşta olan bir kadın bana üzgün gözlerle baktıktan sonra Yusuf Ağa'nın karışısına dikildi. Gözlerinden anladığım kadarıyla annesiydi. "Sen delirdin Agir! Bir Ağa'ya yakışır mı yaptığın bu hareket!" İç çektim. Sonunda beni anlayan biri vardı. Çenemi dikleştirdim. Yusuf Ağa elini burun kemerine götürdü. "Delirdim dâye! Delirttiler beni!" Ses tonu bir insanı dize getirecek kadar kuvvetliydi. "Töre ne derse o olur dâye, bunu bilmez gibi konuşma!" "Törenin canı cehenneme! Töre töre diye bir sürü insanı canından ettiniz!" Diyen annesinin karşısında duran Yusuf Ağa'nın yüzünde anlam veremediğim bir ifade yerleşti. "Berfin Ana," diye konuşan kişiye kısa bir bakış attım. Konuşan kişi orta yaşlı bir kadındı. İsmini öğrendiğim Berfin hanım konuşana bakmadan bir elini kaldırıp onu durdurtu. Yusuf Ağa'nın göğüsüne eliyle bir kez vurup geri çekildiğinde nefesimi tuttum. "Ben seni boşuna mı okuttum Agir! Ben sana boşuna mı yaşadığım acıları anlattım! De hele bana kurêmın!" Diyerek attığı çığlıkla tüylerim diken diken oldu. Yüreğime oturan ağrı, keskin bir sızı ile kanamaya başladı. "Dâye..." "Sus oğul sus! Ben seni başıma gelen bu töre ilettinden korurken..." Sırtı bana dönük olan Berfin Hanım'ın omuzları düştü. "Sen töreye bir kadın mı kurban edersin!" Kalbime tercüman olan bu kadın Yusuf Ağa'nın annesiydi. Merhametiyle bilinen Berfin Hanım. Keşke tüm kadınlar senin gibi düşünse. Berfin Hanım'ın son cümleleri konağın avlusuna büyük bir çığ etkisi yaratmıştı. Yusuf Ağa sıkılı yumruklarını derin bir nefes eşliğinde açıp bıraktı. Yaptığının yanlışlığını anlaması gerekirdi. Gözlerini annesinden bana çevirdiğinde geri adım atmak yerine gözlerinin içine baktım. Bir şey söylemedim. Berfin Hanım'ın söylediklerinden sonra söylenecek pek bir şey yoktu. En ağır cümleleri söylemişti. Yusuf Ağa annesine doğru bir adım attığında Berfin hanım geriye doğru çekildi. Annesine uzanmış eli havada asılı kalmıştı. "Dâye... Bunu yapmak zorundayım." "Neden? Neden zorundasın!" Neden Yusuf Ağa! Neden! Neden beni de kendini de yakıyorsun! Kaşlarını çattı ancak cevap vermedi. Cevap vermek yerine annesinin omuzuna usulca dokunup bana doğru adımladı. Dikkatle ona bakarken o sadece yere bakıyordu. "Eğer o kıza dokunursan..." İçim buz kesti. Anne eksikliğini bir kez daha hissettim. Anneye aç biriydim. Beni doğuran bir kadın vardı; sadece vardı. "Dâye yapma!" Diye bağıran genç adamla gözlerim dolup taştı. Yanaklarıma süzülen göz yaşlarım görüş alanımı kapatıyordu. Bir süre hareketsiz bir şekilde öylece durdu Yusuf Ağa. Daha sonra kendini toparlamış olacak ki baş parmağını, dudaklarıyla eş zamanlı olarak kaldırdı. "Herşey düzene girene kadar!" Keskin bakışları bana döndü. Gözlerimin içine içine bakarken içini besleyen zehirlerin dili yoluyla beni zehirleyeceğini hissettim. "Yarın, Araf Ağa evlenene kadar! Bozbey gelini Roya Karadağ burada kalacaktır! Eğer ona yardım eden, konuşan olursa olacaklardan sorumlu değilim!" Bir cümleden gerisi duyulmadı. Oradan bir ses yükseldi. O ses yankı hâlinde benimle buluşurken, ucu keskin bir bıçak yüreğimi kesip kalbimi ince ince çizdi. Oluk oluk akan kan tüm damarımı boşalttı. O bıçak, tüm duygularımın içinden geçti. Sarsıldım. Yarın evlenecek. Hayır... Yarın zorla evlendirilecek! O an ağladığımı bildiğim hâlde daha fazla ağlamak istediğimi hissettim. Oysa çok ağlak bir insan değildim. Bunca yılın gözyaşlarını bugünler için mi biriktirmiştim? Ben onurumdan ağlardım... Ama, ama bu kez canımın acıdığından ağlıyordum. Canım yanıyor. Yemin ederim ki canım çıkarcasına acıyor. Tam göğüsümün ortasına öyle bir acı yayıldı ki, bu acının sebebi beni kanatan bıçak değil o bıçağı bana yollayan Yusuf Agir Bozbey'di. Gözüme inen siyah perdede oynayan kalp ritimlerimi de alıp dış kapıya koşturdum. "Gitmem lazım. Evet, gitmem lazım." Üzerimde hissettiğim ellerle çırpınmaya başladım. "Bırak beni Allah'ın cezası! Senden nefret ediyorum! Hepinizden!" Kollarıyla uyguladığı güç oldukça fazlaydı. Canımı bile acıtıyordu. Kalp yaram kadar acıtmasa da... "Agir bırak kızı!" "Bırak beni!" Çığlık atsam da pek fayda etmiyordu. Merdivenlerden beni de kendisi ile birlikte çıkarıyordu. Yere birkaç kez düşsem dahi geriye dönüp bakmamıştı. Düştüğüm için dizimdeki soyulmayı net bir şekilde hissediyordum. "Ağabey yapma! Lütfen." "Kimse karışmasın!" Diye bağırdı. Konağın ikinci katındaki bir odanın kapısını açıp beni içeriye doğru ittirmesiyle dengemi kaybedip geniş yatağın dibine doğru dizlerimin üzerine düştüm. Önüme gelen saçlarımı ellerimle geriye alıp kapıda dikilmiş celladıma baktım. Öfke içinde göğüsüm kalkıp iniyordu. "Bana bu yaşattıklarını unutursam..." Cümlemi tamamlamamı engelleyerek bana sonkez bakıp kapıyı kırarcasına kapattı. Korkuyla yanımdaki yataktan destek alıp kalktım. Kapıya doğru koştum. "Aç şu kapıyı!" Diye bağırdım kapıya yumruklarken. Öfkeden dolayı tenim alev alev yanıyordu. "Aç şunu Yusuf Bozbey! Açın şunu!" Açmayacağını bile bile bağırmam boşunaydı belki de... Açmayacaktı işte! Beni burada kilitli tutacaktı. "Kimse bu kapının yanından geçmeyecek!" Sesini duymamla daha da öfkelendim. "Açın şunu!" Tekme attım. "Lütfen engel olun! Açın şu kapıyı!" Ellerim ağrımaya başlamıştı. Vurduğum kapı açılmıyordu. "Bana bu yaptını asla unutmayacağım Bozbey! Yemin olsun ki bana yaşattıkları bu acıyı herkesten çıkaracağım!" Göz yaşlarımla başımı kapıya yasladım. Başımı ritmik bir şekilde kapıya vurmaya başladım. Hıçkırıklarım boğazımı yaralıyordu artık. Küçük küçük nefeler almaya çalıştım. Bana bunu nasıl yaparlardı! Yumruk yaptığım elimi gücümün yettiği kadarıyla kapıya vurdum. "Açın şunu... Ben bunları hak etmiyorum." Titrek fısıltım sadece benim kulaklarımda can buldu. Ağırlaşan ayaklarımla yavaşça yere doğru kaymaya başladım. Dizlerim de derman kalmamıştı. Kuruyan dudaklarımı aralayıp küçük bir nefesi yanan ciğerlerime yolladım. Gözlerimi yavaşça yumup zihnindeki fısıltıları susturmaya çalıştım. Olmuyordu. Araf'ı evlendirecekleri, zihnimde bir an olsun susmuyordu. Yaşadığına, iyi olduğuna bile sevinemiyordum. Burnumu çektim. Kapının dibinde kollarımı, çektiğim bacaklarıma dolayarak ağlamaya devam ettim. Canım yanıyor Baba... Canımdan can sökülüyormuş gibi ağladım. Ben Araf olmadan yapamazdım. "Aptal!" Diye bağırdım. Başımı iki yana doğru salladım, asıl suç bendeydi. Kaçmayı beceremedim, becerseydim şuan burada olmazdım! Cılız bir sesle, "Araf," dedim. "Evlenme lütfen..." İki elimi göğüsüme yerleştirip kendimi, yaşadığım acılara teslim ettim. Evlenmesin. Lütfen Allah'ım onu benden alma. * Genç adam ne yapacağını bilmiyordu. Ağlasa fayda etmeyecek, kaçsa kurtulamayacaktı. Şayet şans ona gülüp kaçmayı becerse bile sevdiğini, güzeller güzeli Roya'yı kaybedecekti. Başını yasladığı duvara vurdu üst üste. Evlendiğinde de kaybedecekti Roya'yı. Kendisini de kaybedeceği gibi. İçindeki bu sıkıntının hiçbir çözümü yoktu. Lanet olsun ki yüreği öyle bir ateşle yanıyordu ki nefes alması bile zorlaşıyordu.
"Offf Allah'ım," diyerek derin bir soluk çekti. Soluğu onu daha da kötü bir hâle getirirken gözleri bileğine takıldı. Saatinin yanında bulunan siyah toka ile dolan gözlerini kırpıştırarak tavana doğru kaldırdı. Ne zordu bu sevda! Titreyen elleriyle yüzünü sıvazladı. Ne yapacaktı? Nasıl kurtulacaktı bu işten! Kafasının içinde pimi çekilmiş bir bomba vardı. Ne düşünse, ne yapmaya çalışsa patlıyordu. "Lanet olsun! Koruyamadım! Onu kendi ellerimle teslim ettim!" Çöktüğü duvar dibinden hırsla ayağa kalktı. Aklına onu yakalan Yusuf Ağa gelince sinir krizi geçirecek gibi oluyordu. Roya'nın o herifin yanında oluşunu bilmesi ise yüreğine oturan yük kadar çok acıydı. Bas bas bağırmak, haykırmak istiyordu. Elleriyle ensesindeki saçları çekiştirdi. Yüzü birkaç günde çökmüştü tıpkı omuzları gibi. Gözlerinin altındaki mor halkalar oluşmuş, gözlerin içi kan gölüne dönmüştü. Odanın içinde o yana, bu yana gidip gelirken tek düşündüğü Roya'nın iyi olmasıydı. Dudaklarını ısırmaktan kanatmıştı. Urfa bir Ağa'nın sevdasına şahit oluyordu... Hayır hayır! Urfa bir sevdanın yok oluşuna şahit oluyordu. Derin derin nefesler aldı yanan yüreğine. "Ahhh!" Diye inerken elleri yüzüne doğru tokat misali savruluyordu. Yaşadığı çaresizlikten ölmeyi diliyordu. Ölmek kurtuluştu belki de. "Ben ne yapacağım Allah'ım! Ben buna nasıl dayanacağım!" İsyanı ile gözlerinden akan yaşlar ayak ucuna tek tek damladı. Birkaç hafta önce herşeye rağmen sözünü aldığı sevdasının, sevinç gözyaşlarını dökerken; şimdi kaybedişine akıtıyordu. İçi kanıyordu. Kafayı yiyecekti. Kafayı yemesine az kalmıştı. Başına art arda vurmaya başlamıştı. "Neden lan! Neden! Neden!" Haykırışı o odanın dışındaki herkesi ayağa kaldırmıştı korkuyla. Bir ağanın isyanı herkesin yüreğine bir ağırlık vermişti. Araf Ağa kapının açıldığını duymamış kriz geçirir gibi başına vurmaya bağırıp çağırmaya devam ediyordu. Kapıyı açan arkadaşı Ali, can kardeşini böyle görmeyi beklemiyordu. İstanbul'dan buraya nişanı için gelmişti. Roya ile olacak nişanı için. Kardeşinin nasıl bir sevdaya tutulduğunu en yakından gören tek kişiydi Ali. Geldiği an duydukları, gördükleriyle darmadağın olmuştu o da. Bir eli kapı pervasında, bir eli kapı kolunda öylece baktı kardeşine. Bir an gördüğü kişinin can kardeşi olduğuna inanamadı. Kim olsa inanmazdı zaten. Araf Ağa Urfa'da gücüyle, sabrıyla tanınan biriydi. Şimdi kim görse inanmazdı. Urfa yine yapacağını yapmıştı. Yakmışlardı Araf'ı. Daha fazla bakmaya devam edemeyerek arkadan, koşarak kardeşine sarıldığında Araf Ağa durdurulamaz hâle gelmişti. "Dur Araf! Dur gardaşım!" Araf Ağa Ali'nin sesiyle dururken aynı zamanda yokta oluyordu. Göğüsü hızla inip kalkıyor dudakları, elleri, bedeni titriyordu. Acıyla yutkundu. "Yaktılar beni Ali. Beni lan! Beni bir çıkmaza soktular! Evlenmezsem Roya'ya kıyacaklar." Cılız sesi duyanların iç çekmesini sağladı. Yavaşça yere doğru düşerken Ali de onunla beraber yere çöküyordu. "Evlensem yine yıkılan biz olacağız! Siktiğimin denkleminde bak lan!" Odanın dışına duran Mehmet Ağa oğlunu böyle görmeye dayanmıyordu. Güçsüz kalbi ağrımaya başlamıştı. Küçülmüş gözleri gördükleriyle dolup taşmıştı. Kolunun altına giren Hasan ile oğlunu izlemeye daha fazla dayanamadı. Oğlunun çöküşünü izlemek çok ağırdı "Odama götür beni oğul." Hasan dişlerini sıkarak başını aşağıya doğru 'tamam' anlamında salladı. Ali, göğüsüne dayalı sırtın sarsılmasıyla yumruklarını sıktı. Araf Ağa hüngür hüngür ağlıyordu. Araf Ağa, kaderin oynadığı bu oyuna ağlıyordu. Bileğini burnuna dolu getirdi usulca. Bileğini sarmış tokaya önce dudaklarını bastırdı. Ateş gibi yanan dudakları göz yaşlarının kurbanı olmuştu. Burnuna doğru kaldırdı sonra bileğini, içine çektiği nefesle tokaya sinmiş koku ciğerlerine ulaştı. "Elimde bir tek bu koku kaldı Ali." Derken sesi ağladığı için boğuk çıkmıştı. "Pes mi edeceksin! Sevdan için pes mi edeceksin Araf Ağa!" Ali de gizleyemediği göz yaşlarını akıtmıştı. Araf ağa derin bir iç çekti. "Ben pes etmedim Ali. Ben yenilmeye mahkûm bırakıldım." Derken aklına koyduğunu yapmaktan başka çaresi olmadığının farkına vardı. Yanlış bir karardı belki ama ondan başka şansının olduğuna olan inancını yitirmişti. Gözlerini kapattı. 'Merak etme delâlamın, ben seni asla yüreğimden atmam.'
* Hissettiğim acıyla gözlerimi derin bir soluk alarak açtığımda, ellerim direk göğüs kafesimi buldu. Bu da neydi böyle. Kalbimde tarif edemeyeceğim bir sancı vardı. Gözlerim kendiliğinden dolmuş yanaklarımı da ıslatmaya başlamıştı bile. Kapının dibinde halâ oturduğumu görünce iç çekerek kalktım. Dolup taşan gözlerimi kırpıştırırken parmaklarımla kapı kolunu aşağıya çektim ancak açmayı beceremedim. Geriye doğru çekilip burnumu çekerek, yanaklarımı ıslatan göz yaşlarımı avuç ayamla sildim. Odanın içinde olan pencereye doğru adımladım. Avlunun arka tarafını gösteriyordu. Hava kararmak üzereydi. Kapıdan gelen tıkırtılarla başımı geriye doğru çevirdim. Açılan kapı ve görünen Yusuf Ağa ile seslice yutkundum. Dudaklarımda kırık bir gülümseme oluştu. Başımı omuzuma doğru yatırıp iki kolumu da açtım. "Nasıl olduğuma bakmaya mı geldin ağam (!)" Ela gözleri sorum üzerine koyulaşınca gülümsemem yüzümde asılı kaldı. Çok derin bakıyordu. O kadar derin bakıyordu ki boğulduğumu hissettim. Nefes almaya çalıştım ama yapamadım. Sadece durup bana yabacı olan gözlerine baktım. Gözlerimi kırpıştırarak arkamı ona dönerek yaşanan bu bakışmaya son verdim. "Hadi gel Karadağ kızı, gidiyoruz." Cümlesiyle tekrar ona baktım. Gitmek mi? "Nereye? Bu sefer beni nereye sürükleyeceksin Yusuf Ağa!" Sitemli sesimle boynunu kütletti. Boğazını temizleyip gergince başıyla dışarıyı gösterdi. "Bu sefer sürüklemek yok Karadağ kızı. Seni sahip olduğun yere götüreceğim." Doğru duyup duymadığımı anlamak adına ona doğru birkaç adım attım. İçimde bir şeyler acıdı. "Sen... Sen ne dersin Yusuf Ağa?" İçimi kaplayan acıyla birlikte şaşkınlıkla soludum. Eliyle uzun saçlarını geriye doğru tarayıp dışarıya doğru adımladı. "Ne duyduysan o. Hadi?" Diyerek dışarı çıktığında, içime dolan heyecana engel olamadım. Titreyen göz bebeklerimle dudaklarımı birbirine bastırdım. Düşüncelerimin durdurmaya, hemen sevinmemeye çalıştım ama içime dolan heyecana engel olamıyordum. Hüzünün oturmuş olduğu bedenimi hareket ettirerek dışarı çıktığımda Yusuf Ağa merdivenlerden iniyordu. Gözlerim etrafta olan hiçbir şeye bakmaksızın hızlı adımlarla onu takip etmeye başladım. Bir yandan bunun bir oyun olmaması için dua ediyordum. Dizlerim titriyordu. Yusuf Ağa arabaya binip çalıştırdığında bile ben halâ ne yaptığımı anlayamıyordum. Dışarda bekleyen bir sürü araba gözüme çarptığında adımlarım duraksadı. Bu kalabalığın neden toplandığı hakkında hiçbir şey bilmesemde heyecanın dolup taştığı bedenim kokuyla sarsıldı. "Arabaya bin," diyen Yusuf Ağa ile bakışlarımı olan bitenden çekerek sürücü koltuğun yanındaki koltuğa geçerek huzursuzlukla oturdum. Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına itelediğimde ne olduğunu anlamayan gözlerimi Yusuf Ağa'ya çevirdim. "Bu kadar araba niye? Neler oluyor?" Kafam iyice bulanırken derin bir nefes aldım. Yusuf Ağa giydiği siyah takım elbisenin ceketini düzeltip elini direksiyona yerleştirdiğinde yandan bir bakış attı bana. "Gidince görürsün." Derken bana baktı. Bakışları beni neden bu kadar geridiğini anlayamıyordum. Kuruyan dudaklarımı gergince ıslattığımda bakışları dudaklarıma kaydı. Boğazımı temizleyip öfke ile başımı öne doğru çevirdim. Ortamdaki hava ısınmış, sırtımdan aşağıya akan ter damlasını hissetmiştim. Araba hareket hâline geçtiğinde içime işlenen acı ağırlaştı. Yaklaşık on dakika süren sessiz yolculukta geldiğimiz yer hareketlerimin yok olmasına sebep oldu. Gözlerimi şaşkınlıkla Yusuf Ağa'ya çevirdim. O bana bakmıyor önünde durduğumuz Arslanbey konağına bakıyordu. Araf'ımın yaşadığı konağa beni getirmişti. Kalp ritimlerim heyecanla coştu. "İn aşağı." Gerçekten beni buraya getirmesine inanamıyordum. Bitti mi yani? Ayrılık bitti mi? Rüya falan değildi değil mi? Titreyen ellerimle kapıyı açtığım gibi derin bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerime sinerek kayboldu. Kapıyı tutan parmaklarımı kendime çekerek kapanmasını sağladım. Sakinleşmek adına ellerimi dizlerime götürüp okşadım. Titreyen dizlerim bu anı bekler gibi usul usul konağın kapısına giderken halâ inanamıyordum. Yüzüm sızlıyor, gözlerim sulanıyordu. Yusuf Ağa dikkatle beni izliyordu. Bunu fark ettiğim an ciğerlerimdeki nefes boşaldı ve dudaklarım kıvrıldı. Arabadan inmiş heybetli duruşu ile bana bakıyordu. Gözlerimi ondan alarak konağın kapısında durdum. Beni gören korumalar şaşkınlığını atlatıp kapıyı açarken ben heyecan ve özlemden kavruluyordum. İçim içime sığmıyordu. Açılan konak kapısıyla içeriye girdim. Avluda gözüme çarpan kalabalıkla attığım adımlar sekteye uğrarken beni görenler birbirlerine kulaktan kulağa konuşup geriye çekilmeye başladılar, ne olduğunu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Beni gören herkes şaşkınlıkla geriye doğru geriye doğru gitmeye başlamalarıyla açılan boşluk sayesinde gördüğüm masa benim kıyametimdi. Bir masa kurulmuştu. Nikah masası... Dudaklarım aralandı. Masada oturan biri vardı. O masada oturan kişi benim ömrüm olan kişiydi. Nikah masasında dolaşan gözlerim gördüklerimin yalan olması için kirpiklerime yalvarıyordu. Beyaz masada çökmüş bir şekilde oturan adamla göz göze gelmemiz bir deprem oluşturdu. Gözleri hislerini kaybetmişti. Yer altımdan kayar gibi olduğunda belimden kavrayan ellerle sarsıldım. "Delâlamın..." Diye mırıldandı şaşkınlıkla. Masadan kalktığında geriye doğru düşen sandalye ortamda büyük bir ses yapmıştı. Omuzumun gerisinden beni tutan kollara baktım. Bana kızarmış gözlerle bakan ağabeyimdi. "Ağabey," diye titrekçe mırıldandım. Lütfen gördüklerim doğru olmasın. "Ben- ben yanlış görüyorum değil mi ağabey?" Diye sorarken gördüğüm gerçekliğin aksini isteyen dilim tam dönmemişti. Rizgâr, alt dudağını dişleriyle ezerken başını iki yana salladı. "Dayan delâlamın." Dayan mı? Ulan ben buna nasıl dayanayım! "Roya!" Bu ses hasret kaldığım sesti. Bu ses Araf Hancıoğlu'ydu. Ona baktım. Gözleri mor halkalardan görünmüyor, omuzları birkaç gün içinde çökmüş, kaybolmuştu. Benim sevdiğim adama ne olmuştu böyle? Bana doğru atılacağı zaman koluna bir el kondu. "Karın buradadır Araf Ağa." Mayın dolu kelimelerden biriydi bu. Bu kelime içimde patlamış beni kanatmaya başlamıştı. Gözlerim anında beyazlar içindeki kadını buldu. Rojin... Bana bakan kahverengi gözleri hırs ile dolup taşmıştı. Gözlerim tuttuğu kola gitti usulca. Parmağına taktığı alyans parlıyordu. Nefes alamıyorum. Karın mı? Ağabeyim Rizgâr sımsıkı tuttu bedenimi. "Nefes al xwişkamın," Bir kez daha acımı sırtlanmaya hazır gibi sarılmıştı bana. Araf ona seslenen, yanında duran Rojin'e bir kez bile bakmadı. Ama bir ömür bakacaktı... Buruk bir şekilde tebessüm ettim. Pes mi etmişti yani? Nefes almak neden bu kadar zorlaşmıştı. Denizin en dibinde nefessizce çırpınıyor gibiydim. Korku, ilmik gibi boynuma sarılmış nefesimi kesiyordu. Nefes alamıyordum, düşünemez olmuştum. "Sen-" dediğimde sesim çıkmadı. Ben konuştum da sesim duyulmadı. "Roya..." Diyen sesi beni uçurumdan iterek umutsuzluğa göndermişti. Dudaklarımdan firar eden hıçkırığı bastırmak için elimi ağzıma yerleştirip sıkıca kapattım. "Evlenmiş!" Diye bağırdım boğukça. Abim başımı göğsüne doğru bastırdı. Ağzımdan çektiğim ellerim yumruk şeklini aldı. Yumruk yaptığım ellerimi ağabeyimin göğüsüne doğru sertçe vurdum. "Evlendirilmiş! Evlendirmişler ağabey!" "Araf!" "Oğul!" Haykırış sesleri ile başımı ağabeyimin göğüsünden hızla kaldırdım. Başımı onlara çevirdiğimde bize yaklaşmış olan Araf'ı gördüm. Üstünde kirlenmiş takım elbisesiyle tam karşımda duruyordu. Yıkılmaz, heybetli bedeni yıkılmıştı. Gözlerimin içine içine bakan siyahları kan çanağına dönmüştü. Gözlerim korku ile ona baktı. Elinde bir silah tutuyordu. Gözlerime baka baka o silahı kaldırıp tam göğüs kafesine dayadığında öne doğru atıldım. "Hayır Araf!" Diye özlemle soludum. Başını 'hayır' anlamında iki yana salladı. "Bizim yolumuz karanlıklarla bezenmiş delâlamın. Nereye gitsem kayboluyorum." Durmadan başımı sallamaya başladım. Eliyle arkasında duran masayı işaret etti. "Ben biraz önce ölüme evet dedim." "Hayır, hayır! Hayır yapma Araf!" Gözlerimden dökülen yaşlara gözleri eşlik etti. "Bir evet beni senden almaz! İsteyerek olmadı ki bu!" Evlenmiş olması beni ondan silmezdi. Herkes bağırıp çağırıyordu. Gözlerim Araf'tan başkasını ne duyuyor ne de görüyordu. Ona doğru gitmek istedim. Ona sarılmak yaralarına merhem olmak istedim bir kez daha. Silahı tutan uzun parmaklarına yüzümü bastırmak, kokusunu yavaşça içime çekmeyi istedim. Lanet olsun ki çok zor bir şey istememiştim! Belimi saran kollar engel olsa da gitmek için çabaladım. "Ben senden vazgeçmedim Roya... Ben kendimden vazgeçtim." Beyni uyuşmuş gibi konuşması beni daha da kötü hâle getirirken ne yapacağımı bilmiyordum. Belimi tutan ellere tırnaklarımı geçirsem de beni bırakmıyordu. "Hayır Araf! Töre'ye kurban gidemezsin! Beni tek başıma bırakamazsın!" Gücüm yoktu. "Bana bunu yapmaya hakkın yok!" "Özür dilerim..." Silahın emniyet kilidini açtığı an öyle bir çığlık attım ki tüm Urfa sarsıldı. "Araf! Bana babam gibi yapma! Bir kez daha yaşatma bu acıyı!" Ellerimle belimi tutan elleri çekiştirmeye başladım. "Bırak! Araf hayır! Hayır yapma! Lütfen yapma!" Başını gökyüzüne kaldırdı. Darmadağın olmuştu. Titreyen ve moraran dudaklarını araladı. "'Urfa şahit olsun ki seni bırakırsam yüreğime sıkar bu topraklara gömülürüm.' demiştim. Ben seni bırakmadım ama," göğüsü inip kalkarken devam etti "Kendimi kaybettim." Neden kimse bir şey yapmıyordu! Göz göze gelişimizle ruhumda bir yara açıldı. Kaybettim. Gözlerimin önünde silahın tetiğine bastı. Önce sesi, sonra görüntüsü beni yok etti. "Oğlummm!" Feryadı kulaklarımı çınlatı. Tam karşımda, gözlerimin önünde dizlerinin üzerine düştü önce. Sonra... Sonra bedeni yere doğru yığıldı. Araf'ımın bedeni. Göğüsünden akan oluk kanlar yeri boyamaya başladı.
Ruhumu saran sıcaklık yok oldu. Kalbim ikiye bölündü ve kalbimden taşan parçalar beni kıs kıvrak tutarak canımı yakmaya başladı.
Gücümü yitirdim. Bedenimi saran kolların arasında kayıp yere düşerken Araf'ın kapanan gözleri halâ bendeydi.
Anlamıştım.
Her masal mutlu bitmiyordu.
Bölüm sonu 🥀
Ne diyeceğimi bilemiyorum :/ Umarım büyük bir sabırla şu bölümleri geçeriz.
Bölümdeki duyguları size yansıtabilmişsem ne mutlu bana.
Bölüm nasıldı?
Böyle bir şey bekliy or muydunuz?
Araf... Sizce bu gerçekten bir bitiş miydi?
Bölümü bir emoji ile anlatabilir misiniz?
Sizleri seviyorum<3 yeni bölüm için beklemede kalın. |
0% |