@tasoguzhan70
|
Gece soğuktu, hava yüzüme çarpıyor ama içimdeki huzursuzluğu yatıştırmaya yetmiyordu. Fabrikanın arkasındaki geniş boşlukta adeta karanlığa gömülmüş haldeydik. Gökyüzünde bulutlar hızla geçiyordu, arada sırada fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veren şimşekler çakıyordu. Her biri, karanlığın derinliklerine bir anlık aydınlık sunuyor ama hemen ardından geceyi daha da korkutucu hale getiriyordu. Arda, feneri yeniden yaktı ve etrafı taramaya başladı.
“Burası ne kadar büyük bir yer,” diye fısıldadım, sadece kendi kendime konuşur gibi. O kadar çok gizli köşe ve kuytu vardı ki, her birinin ardında ne olduğunu bilmiyorduk. İçimde bir şeylerin hâlâ eksik olduğunu hissediyordum, sanki bu terk edilmiş yerden çıkmamıza rağmen bizi bırakmayan bir gölge vardı. Ece, hala sessizce yanımızda duruyordu; yüzündeki gergin ifade hâlâ kaybolmamıştı.
“Beni dinleyin,” dedi aniden, sesi ciddiydi. “Bu iş burada bitmedi. Fabrikanın dışına çıkmış olabiliriz ama o karanlık burada bitmiyor. Özlem’i bulmak için daha fazla ipucu bulmamız gerekiyor. Belki de buraya geri dönmeliyiz.” Gözleri karanlıkta başka bir noktaya takıldı, orada ne gördüğünden emin değildim.
“Daha fazla içeride kalamayız, Ece,” dedim. “Orada bir şeyler bizi izliyor gibi hissettim. Özlem’in izini süreceğiz ama bu gecenin geri kalanı tehlikeli.”
Arda sessizce yanımıza geldi, yüzünde bir kararlılık ifadesi vardı. “Selin haklı,” dedi sakin bir sesle. “Buradan ayrılmak zorundayız, ama bu işin peşini bırakmayacağız. O defteri bulmamız şart. Fabrikanın içindeki karanlık sırlar açığa çıkmadıkça Özlem’in nerede olduğunu öğrenemeyiz.”
Gözlerimi Arda’ya çevirdim. Onun da içinde aynı korkuyu hissettiğini, ama benim gibi bununla yüzleşmeye kararlı olduğunu görebiliyordum. Ece’nin sözleri kafamda dönüp duruyordu: “Tehlikeli bir yola girdik. Burada yalnız değiliz.” Gerçekten yalnız mıydık? Fabrikada birileri mi vardı, yoksa bu sadece zihnimizin oynadığı bir oyun muydu?
Yeniden kasabanın dışındaki tenha yola yöneldik. Ayaklarımızın altında çıtırdayan kuru yapraklar ve uzaklardan gelen rüzgarın uğultusu dışında sessizlik hâkimdi. Yolun kenarında bir süre yürüdükten sonra, kasabanın ışıkları uzaktan belirmeye başladı. İçimdeki gerginlik, bir nebze olsun azalıyor gibiydi ama yine de beynim hâlâ orada, o terk edilmiş fabrikanın içinde kalmıştı.
Ece, derin bir nefes aldı ve sonunda sessizliği bozdu. “Bu defter… Özlem’in sırlarını açıklayabilecek tek şey o. Ama o defteri bulmak, düşündüğümüzden daha zor olacak,” dedi, yüzünde korkunun yerini endişe almıştı. “Özlem’in o adamla ne konuştuğunu bilmiyorum ama belli ki burada saklanan şeyler çok daha büyük. O adamın kim olduğunu bulmak zorundayız. Fabrikada gördüğümüz fotoğraf belki de bir ipucu olabilir. O adamı bulursak, Özlem’in peşinde olan kişinin de izini sürebiliriz.”
Kasabaya yaklaştıkça, Arda aniden durdu. Bir süre etrafına baktı ve sonra sessizce konuşmaya başladı: “Fabrika dışında birileri var. Özlem’in kayboluşu sadece bir tesadüf olamaz. Burada bir şeyler dönüyor, bu kadar insanın aynı yerde kaybolması bir rastlantı olamaz.” Sesi sert ve kararlıydı, ama altında derin bir kaygı vardı.
Ece’nin gözleri bir an için Arda’nınkilerle buluştu. “Doğru,” dedi. “Bu kaybolmalar yıllardır devam ediyor. Fabrika, sadece Özlem değil, birçok kişiyi kendine çekti. O kaybolan insanlar… onlarla ilgili bir şeyler vardı. Farklı zamanlarda, farklı koşullarda, ama hepsi bir şekilde aynı noktada birleşti: o fabrika.”
Bu sözler, içimde garip bir boşluk hissi yaratmıştı. O kadar yıl boyunca, Özlem’in kayboluşunun sadece kötü bir rastlantı olduğunu düşünmüştüm ama şimdi karşımda duran gerçek çok daha korkunçtu. Bir şekilde o fabrika, insanların hayatlarını alıyordu. Peki, neden?
“Defteri bulursak, her şeyin cevabını öğrenebiliriz,” diye tekrarladı Arda. “Ama bunun için doğru kişiye ulaşmalıyız. Belki o fotoğraftaki adam, bir ipucudur. Kim olduğunu öğrenirsek, Özlem’in peşinde olan kişiyi bulabiliriz.”
Ece, kafasını sallayarak onayladı. “Bu gece dinlenmeliyiz. Sabah ilk iş, kasabada bu adamla ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışacağız. Belki de burada, kimsenin bilmediği bir geçmiş saklıdır.”
Gece, kasabanın küçük otelinde geçmek bilmedi. Odaya girdiğimde yatağa uzandım ama gözlerimi kapatır kapatmaz, fabrikanın içindeki karanlık gölgeler yeniden zihnimde canlanıyordu. Kafamın içinde Ece’nin söyledikleri yankılanıyordu: “Bir defter… Bir sır.” Özlem’in peşinde olan o karanlık figür kimdi? O gece neler olmuştu?
Gözlerimi tavana diktim ve düşüncelerim arasında kayboldum. Uyku, benden kaçıyordu. Arda’nın yan odadan gelen derin nefes alışverişleri bile beni rahatlatmaya yetmedi. Gece yarısına kadar dönüp durdum. Ece’nin de uyuyabildiğini sanmıyordum; her adımda üzerimize çöken bu gizem ve tehlike hissi, uykusuzluğu beraberinde getiriyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Ece’nin odasının kapısına yöneldim. Arda çoktan hazırlanmış, beni bekliyordu. “Hazır mısın?” diye sordu, sesi hala ciddiydi. “Bugün çok şey öğreneceğiz.”
Otelin lobisine indiğimizde, Ece’yi lobide beklerken bulduk. Gözlerinde yorgunluk ve gerginlik okunuyordu. “Başlayalım,” dedi. “Kasabada bu adamla ilgili bir şey bulmamız şart.”
Kasabanın merkezine doğru yürüdük. Küçük dükkânlar, yaşlı insanların sabahın erken saatlerinde açtığı pazar tezgahları ve eski kafeler, kasabanın kendine özgü havasını yansıtıyordu. Ancak bizim gözlerimiz, bambaşka bir şeye odaklanmıştı: o adamı bulmaya.
Ece, kasabanın en eski kafelerinden birine götürdü bizi. “Burası, eski nesillerin buluşma yeri. Eğer o adamla ilgili bir şey öğrenmek istiyorsak, buradaki yaşlılar bir şeyler biliyor olabilir,” dedi.
İçeri girdiğimizde, eski ahşap mobilyalar, köşelerdeki tozlu raflar ve duvarlardaki solmuş fotoğraflar dikkatimi çekti. Kafenin arka köşesinde, eski bir adam gazetesini okurken oturuyordu. Ece ona yaklaşıp sessizce bir şeyler söyledi. Adam, gazetesini indirip bize baktı ve gözleri bir an için benimkilerle buluştu.
“Aradığınız kişi, yıllar önce buradaydı,” dedi boğuk bir sesle. “Ona herkes ‘Gölgelerin Adamı’ derdi. Çünkü her zaman arka planda, sessiz ve gölgelerin içinde kalırdı. Kim olduğunu bilen pek yoktu ama herkes ondan çekinirdi. Eğer Özlem’le son konuşan kişi oysa, sizi zor bir yolculuk bekliyor.” Adamın yüzündeki ifade, hikayenin derinliğini ve tehlikesini açıkça gösteriyordu.
“Gölgelerin Adamı mı?” dedim, hayretle. “Peki, şimdi nerede bulabiliriz onu?”
Adam bir süre sessiz kaldı, ardından bir nefes çekip gözlerini uzaklara dikti. “Bunu öğrenmeniz zor olabilir. Ama geçmişte bir iz bıraktığına eminim. O adam kaybolmaz, sadece gölgelerin arasında saklanır.”
Bu sözler, içimde hem korku hem de merak uyandırdı. Adamın sözleri kafamızda yankılanırken, kısa bir süre sessizce birbirimize baktık. “Gölgelerin Adamı…” Bu isim bile ürkütücüydü, sanki bahsettiği kişi, gerçekten karanlıkta yaşayan bir gölge gibiydi. Ece, derin bir nefes aldı ve adamın söylediklerini sindirmeye çalışıyordu.
“Bu adam hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacımız var,” dedi Arda, kafasını düşünceli bir şekilde kaşıyarak. “Bu kadar belirsiz birini nasıl bulacağız?”
“Belki de gölgelerde aramalıyız,” dedim istemsizce, gözlerim kafenin loş köşelerine kayarken. “Eğer herkesin bildiği gibi sessizce hareket ediyorsa, izlerini ancak dikkatle takip edebiliriz.”
Ece, kafasını sallayarak onayladı. “Onun hakkında daha fazla bilgi bulabileceğimiz bir yer olmalı. Belki de kasabanın kayıtlarında ya da bu civarda yaşayan yaşlılar arasında.”
Kafeden ayrılıp, kasabanın sokaklarında dolaşmaya başladık. Etraftaki eski yapılar, kasabanın derin geçmişine dair ipuçları barındırıyor gibiydi. Fakat bu ipuçlarına ulaşmak, düşündüğümüzden çok daha zor olacaktı. Sokaklarda yürürken bir şey fark ettim: Sanki bazı insanlar, bizi izliyormuş gibi bakıyorlardı. Herkesin bildiği bir şey vardı ama kimse bunu açıkça söylemeye cesaret edemiyordu.
Öğleden sonra, kasabanın eski kayıtlarının tutulduğu kütüphaneye gitmeye karar verdik. Kütüphaneye girdiğimizde, eski kitapların ve dosyaların kokusu havayı dolduruyordu. Masaların başında oturan birkaç kişi dışında, kütüphane boştu. Yaşlı bir kütüphaneci, masasında sessizce oturmuş bir şeyler yazıyordu.
Ece, kütüphaneciye yaklaştı ve sessizce Gölgelerin Adamı hakkında bir şeyler sordu. Kadın başını kaldırmadan sadece hafifçe içini çekti ve kütüphanenin arka raflarını işaret etti. “Eski dosyalar orada. Ne bulacağınıza dikkat edin,” dedi, sonra tekrar yazmaya devam etti.
Arda ile birlikte raflara yöneldik. Tozlu dosyalar arasında, yıllardır el sürülmemiş belgeler vardı. Her biri kasabanın geçmişine dair hikayeler, kayıplar ve kasvetli olaylarla doluydu. Uzun bir arayışın ardından, eski bir gazete kupürüne rastladım. Başlığı dikkatimi çekmişti: “Kasaba Efsanesi: Gölgelerin Adamı Yine Görüldü”.
Kupürü dikkatlice okumaya başladım. 20 yıl öncesine ait bir makaleydi. Birkaç kişinin, kasabanın eteklerinde Gölgelerin Adamı’na rastladığını iddia ediyordu. İddialara göre, bu adam gece vakti terk edilmiş binaların çevresinde dolaşır ve kaybolan insanlarla bağlantılı olabilirmiş. Ne zaman kasabada bir kaybolma vakası olsa, bu adamın adı bir şekilde ortaya çıkıyordu. Makalenin sonunda, en son görüldüğü yer olarak eski bir konaktan bahsediliyordu.
“Ece, Arda, bakın!” dedim heyecanla. “Eski bir konaktan bahsediyor. Gölgelerin Adamı orada görülmüş.”
Ece, kupürü elimden aldı ve dikkatle inceledi. “Belki de burası, o adamın saklandığı yerdir. Ya da en azından izini sürebileceğimiz bir başlangıç noktası.”
Arda, heyecanla başını salladı. “Bu bir şans olabilir. Gidelim ve oraya bakalım.”
Akşam çökmek üzereyken, bahsedilen konağın bulunduğu yere doğru yola çıktık. Kasabanın dışında, neredeyse terk edilmiş gibi görünen bu eski yapı, yılların verdiği yıpranmışlıkla etrafa korkutucu bir hava yayıyordu. Konağa yaklaştıkça, içimdeki ürperti artıyordu. Arda kapıya doğru ilerledi ve ağır, gıcırdayan kapıyı yavaşça araladı.
İçeriye adım attığımızda, geçmişin izleri her yerdeydi. Tozlu mobilyalar, çürümüş ahşap zeminler ve duvarlardaki solmuş tablolar, buranın uzun zamandır terk edildiğini gösteriyordu. Ancak bir şey dikkatimi çekti: Bazı yerlerde taze ayak izleri vardı. Biri yakın zamanda buradaydı.
Sessizce ilerlerken, birden Ece durdu. “Orada!” diye fısıldadı ve elindeki fenerle bir köşeyi işaret etti. Karanlık bir koridorun sonunda, gölgelerin arasında bir siluet belirdi. Sanki birisi orada duruyor ve bizi izliyordu.
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Arda, elindeki feneri kaldırdı ve yavaşça adım atmaya başladı. “Kim var orada?” diye seslendi, ama cevap gelmedi. Siluet bir an hareket etti ve sonra gölgelerin arasında kayboldu.
Hepimiz aynı anda koridora doğru koştuk, ama orada kimse yoktu. Sadece karanlık bir oda ve içindeki eski eşyalar vardı. Ama bir şey fark ettim: Odada, masanın üzerinde eski bir defter duruyordu. Titreyen ellerimle defteri aldım ve sayfalarını açtım.
Bu defter, Özlem’in kayboluşuyla bağlantılı olmalıydı. İçinde çizimler, eski kasaba haritaları ve şifreli notlar vardı. Ancak en dikkat çekici şey, sayfaların birinde yazan bir nottu: “Gölgelerin Adamı, her zaman izler. O seni bulmadan, sen onu bulamazsın.”
Ece, defterin sayfalarına bakarken yüzü daha da soldu. “Bu… bir tuzak olabilir. O adam bizi buraya çekti,” dedi kısık bir sesle.
Arda, etrafına dikkatle bakarak sessizce konuştu: “O zaman çok dikkatli olmalıyız. Bu iş, sadece bir kaybolma vakasından çok daha büyük. Bu defterde ne yazıyorsa, hepsini çözmemiz gerekiyor.”
Ve işte o an anladık ki, Gölgelerin Adamı’nı bulmak, sadece Özlem’i kurtarmak değil, aynı zamanda kendi karanlıklarımızla yüzleşmek anlamına geliyordu. Bu yolculuk, tahmin ettiğimizden çok daha tehlikeli ve karmaşık olacaktı. O karanlık odada, her birimiz üzerimize çöken ağırlığı hissettik. Defterde yazanların doğruluğu, yaşadıklarımızla örtüşüyordu. Gölgelerin Adamı, bizi bilinçli olarak buraya çekmişti. Nedenini bilmiyorduk ama çok geçmeden öğreneceğimiz kesindi.
“Bu yerden hemen çıkmalıyız,” diye fısıldadı Ece. “Burada kalmak… tehlikeli.”
Arda ona baktı ama bir şey söylemedi. O da aynı huzursuzluğu hissetmiş olmalıydı. Sessizce başını sallayarak onayladı ve hepimiz odadan çıkmaya başladık. Ancak birden bire, arkamızda bir kapı sesi yankılandı. Hepimiz donup kaldık. O kapının daha önce kapalı olup olmadığından emin değildik. Kalbim hızla atarken, Ece fenerini o tarafa çevirdi. Bir gölge hızla kapının arkasından geçti.
“Orada biri var!” diye fısıldadı Ece, gözleri korkuyla büyümüştü.
Arda hızlıca harekete geçti, kapıya doğru adımları hızlandırdı. Biz de peşinden gittik. Kapı eskiydi ve menteşelerinden gelen gıcırtı sessizliği deliyordu. Arda kapıyı açtı ve karanlık bir merdivenle karşılaştık. Merdivenler, konağın alt katına iniyordu; bodrum olmalıydı.
“İçeri girmek zorunda mıyız?” diye sordum, sesimdeki tereddütü gizleyemeyerek. İçimde derin bir huzursuzluk vardı. Bu yer, her adımda daha da kasvetli hale geliyordu.
“Eğer bu adamı bulmak istiyorsak, başka seçeneğimiz yok,” dedi Arda kararlı bir şekilde. “Bizi burada kilitlemeye çalışıyor olabilir. Ama onun oyununa gelmeyeceğiz.”
Ece de başını salladı ve merdivenlerden aşağı inmeye başladık. Her adımda zemin daha soğuk ve nemli oluyordu. Hava ağırlaşmıştı ve duvarlardan sızan suyun sesi yankılanıyordu. Merdivenler bizi geniş bir bodruma getirdi. Burada, koca bir taş duvarın önünde durmuş, devasa bir kapıyla karşı karşıyaydık. Kapının üzerindeki semboller tuhaf ve eskiydi. Defterde gördüğümüz şifreli notlara benzeyen şekiller vardı.
“Bu semboller… defterdeki gibi,” dedi Ece, elindeki defteri çıkararak sembolleri karşılaştırmaya başladı. “Bir tür şifre olabilir.”
Arda, dikkatle kapıyı inceledi. “Bir şekilde bu kapıyı açmamız lazım,” dedi. Ama tam bu sırada, arkamızdaki karanlıktan bir ses duyuldu. Bir ayak sesi. Hepimiz aynı anda donup kaldık. Arkamıza döndüğümüzde, gölgelerden bir siluet belirdi.
Gölgelerin Adamı…
Yüzü hala seçilemiyordu. Karşısında durduğumuz bu karanlık figür, sanki karanlığın ta kendisiydi. Ancak yaklaştıkça, gözlerinde bir ışık parıltısı fark ettim. Soğuk ve içten gelen bir tehdit, tüm vücudumu kilitlemiş gibiydi. Arda feneri ona doğru tuttu, ama ışık onu tamamen aydınlatamıyordu. Sanki ışık, ona ulaşmadan kayboluyordu.
“Ece, o kapıyı açmanın bir yolunu bulmalısın!” diye fısıldadım. Gölgelerin Adamı adım adım bize yaklaşıyordu. Nefes alış verişimiz hızlanmıştı. Adamın varlığı bile bir tehlike işaretiydi. Ama hareket etmiyordu, sadece bizi izliyordu.
Ece hızlıca defterdeki şifreyi çözmeye çalışırken, Arda adımını ileri attı. “Ne istiyorsun?” diye seslendi karanlığa. Ancak Gölgelerin Adamı cevap vermedi, sadece birkaç adım daha yaklaştı.
Tam o sırada, Ece heyecanla fısıldadı: “Şifreyi buldum! Semboller… bir anahtar gibi işlev görüyor.”
Hemen kapının üzerindeki sembolleri sırasıyla bastı. Her bir basışta, kapı hafifçe titredi ve sonunda büyük bir gürültüyle açıldı. Ancak o anda Gölgelerin Adamı hızla üzerimize doğru hamle yaptı.
“Koşun!” diye bağırdı Arda ve hepimiz açılan kapıdan içeri daldık. Kapının diğer tarafında uzun bir tünel vardı. Tünelin sonunda hafif bir ışık süzülüyordu. Nefes nefese koşarken, Gölgelerin Adamı’nın peşimizden geldiğini duyabiliyorduk.
Tünelin sonuna ulaştığımızda, kendimizi bir başka geniş odaya attık. Ancak bu oda, bir labirent gibiydi; duvarlar birbirine geçmiş, her köşede başka bir yol açılmıştı. Duraksadık, çünkü nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Ama bir şey açıktı: Gölgelerin Adamı, bu labirentte de bizi bulacaktı.
“Eğer bu labirentten çıkmanın bir yolu varsa, bulmamız gerek,” dedi Arda, gözleri karanlık koridorlara bakarak. “Bizi tuzağa düşürmeye çalışıyor olabilir.”
Ece, labirentin ortasındaki bir işareti fark etti. “Bu, defterdeki son sembol!” diye bağırdı. “Belki de çıkış burası.”
Ancak daha fazla düşünmek için zaman yoktu. Gölgelerin Adamı’nın adımları artık daha yakın geliyordu. Onu yenmek, ya da ondan kaçmak için son şansımız bu labirentti. Korku ve adrenalinle dolu bir an içinde, tünelin derinliklerine doğru koşmaya başladık.
Ve o anda, gerçek macera başlamıştı. |
0% |