Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Labirentten kaçış

@tasoguzhan70

 

Tünelin içine adım attığımız an, karanlık üzerimize bir perde gibi çökmüştü. Nefes alışlarımızın yankısı, dar ve uzun koridorlarda kayboluyordu. Fenerin ışığı önümüzde bir yol açıyor, ama her köşe bir başka bilinmeyene açılıyordu. Gölgelerin Adamı’nın varlığı hala arkamızdaydı. Karanlıkta belirsiz adımların yankısı, peşimizdeki tehdidi hatırlatıyordu.

 

 

“Bu labirent nerede bitiyor?” diye fısıldadı Ece, korkusunu gizlemeye çalışarak. Defteri hala elinde sıkıca tutuyordu. Sayfalar, bu karmaşık yolları çözmek için tek rehberimizdi.

 

 

Arda, gözlerini sürekli etrafa tararken bir süre duraksadı. “Buradan çıkmanın bir yolu olmalı. O adam bizi tuzağa çekmeye çalışıyor olabilir ama bu labirentten bir çıkış bulacağız,” dedi. Sesindeki kararlılık, hepimize güç veriyordu, ama bir yandan da Gölgelerin Adamı’nın her an karşımıza çıkabileceği korkusu üzerimizdeydi.

 

 

Her adımda, sanki daha da derine iniyor gibiydik. Taş duvarlar soğuktu, ve arada sırada duvarların içinden gelen hafif hışırtılar ürpertici bir yankı yaratıyordu. Labirentin içinde bir şeyler yaşıyordu, ama ne olduğunu bilmiyorduk. Gözlerim Ece’ye takıldı; o da aynı huzursuzluğu hissediyordu. Gölgelerin içinde bir şeyler hareket ediyormuş gibi bir his vardı.

 

 

Bir süre ilerledikten sonra, karşımıza iki farklı yol ayrımı çıktı. Bir yola doğru giden izler vardı, taze ayak izleri… Diğer yol ise tamamen karanlıktı, sanki hiç kimse oradan geçmemiş gibiydi.

 

 

“İzlerin olduğu yola mı gitmeliyiz?” diye sordu Ece, kararsızca ayak izlerine bakarak. “Belki de Gölgelerin Adamı o yolda.”

 

 

Arda başını sallayarak cevap verdi. “Eğer o yolu seçersek, tam da onun istediği gibi hareket ederiz. Bizi izlemesi için iz bırakılmış olabilir. Diğer yol belki de çıkışa gidiyordur.”

 

 

Bu karar anı, içimde bir ürperti yarattı. İzlerin olduğu yola gitmek, bizi belki de doğrudan Gölgelerin Adamı’na götürebilirdi. Ama Arda’nın sözleri mantıklıydı; o izler, bizi tuzağa çekmek için bilerek bırakılmış olabilirdi. “Diğer yoldan gitmeliyiz,” dedim kararlı bir şekilde. “Bizi şaşırtmaya çalışıyor olabilir.”

 

 

Ece, biraz tereddüt ettikten sonra başını salladı. “Tamam. Ama dikkatli olmalıyız.”

 

 

Karanlık yola doğru adım attık. Her adımımızda ayaklarımızın altında taşlar çıtırdıyor, sessizlik bizi daha da geriyordu. Duvarlar daraldıkça, adeta üzerimize kapanıyormuş gibi hissetmeye başladım. Korku iliklerime kadar işlemişti; Gölgelerin Adamı’nın varlığı her yerdeydi.

 

 

Bir süre ilerledikten sonra, birden Ece durdu ve defterdeki bir sayfayı açtı. “Burada,” dedi heyecanla. “Defterde bu labirentten bahsedilmiş. Semboller bizi bir çıkışa götürebilir. Eğer doğru yolu takip edersek, Gölgelerin Adamı’nın bile bilmediği bir kapı bulabiliriz.”

 

 

Ece’nin gösterdiği sayfadaki semboller duvarlarda karşımıza çıkmaya başlamıştı. Fenerin ışığıyla bu eski semboller, bize rehberlik ediyordu. Ancak tam o anda, tünelin derinliklerinden gelen boğuk bir ses duyuldu. O ses, Gölgelerin Adamı’nın adımlarına benzemiyordu. Sanki çok daha derinlerden, toprak altından yükselen bir uğultu gibiydi.

 

 

“Bu da ne?” diye fısıldadım, gözlerimi kısarak karanlığa bakarken. Ses, labirentin derinliklerinden geliyordu ve hızla yaklaşıyor gibiydi.

 

 

“Koşmalıyız,” dedi Arda bir an bile tereddüt etmeden. Hepimiz hızla adımlarımızı sıklaştırdık, ama ses arkamızda yankılanmaya devam ediyordu. Her adımda biraz daha yaklaşıyordu, sanki labirentin kendisi bile canlanmış gibiydi. Kaçmaya başladıkça, etrafımızdaki duvarlar daha da karanlık ve kasvetli hale geliyordu.

 

 

Sonunda, önümüzde büyük bir taş kapı belirdi. Kapının üzerinde defterdeki sembollere benzer işaretler vardı. Ancak bu kapı, diğerlerinden farklıydı; üzerinde karmaşık kilitler ve gizemli yazılar bulunuyordu.

 

 

“Bu kapı… çıkış olabilir,” diye fısıldadı Ece, heyecanla kapıyı inceleyerek. “Ama açmak için doğru sembolleri sırasıyla çözmemiz gerekiyor.”

 

 

Arda, fenerini kapıya doğrultarak, “Ece, acele et,” dedi. “Sesler yaklaşmaya devam ediyor.”

 

 

Ece elleri titreyerek sembolleri çözmeye çalışıyordu. Her bir sembolü dikkatle inceliyor, defterdeki ipuçlarını takip ediyordu. Zaman daralıyordu, ama bir hata yapmak istemiyordu. Arda ile ben arkamıza dönüp karanlık koridoru izlerken, Gölgelerin Adamı’ndan hala bir iz yoktu. Ama o derin, uğursuz sesler gitgide yaklaşıyordu.

 

 

Sonunda, Ece büyük bir nefes alarak kapının kilitlerini çözdü. Kapı ağır bir gıcırtıyla aralanmaya başladı ve arkasından loş bir ışık süzüldü. “Hadi!” diye bağırdı ve hepimiz hızla kapıdan içeriye atladık.

 

 

Kendimizi, geniş bir odada bulduk. Odanın ortasında büyük bir taş masa ve duvarlarda eski semboller vardı. Ancak en dikkat çekici şey, masanın üzerinde duran eski bir sandıktı. Sandık, sanki yüzyıllardır burada bekliyormuş gibi, tozla kaplıydı. Üzerinde de Gölgelerin Adamı’nın izini taşıyan semboller vardı.

 

 

“Bu ne olabilir?” diye sordu Arda, sandığa dikkatle yaklaşarak. Ece, sandığın üzerindeki sembolleri inceledi ve defterdeki notlarla karşılaştırdı.

 

 

“Bu, Gölgelerin Adamı’nın sırrını saklıyor olabilir,” dedi Ece, yüzünde bir karışıklık ifadesiyle. “Defterde bundan bahsedilmemiş. Ama bu semboller, onun geçmişine dair bir şeyler anlatıyor gibi.”

 

 

Arda, yavaşça sandığı açmaya çalıştı ama kilitliydi. Tam o sırada, tünelden gelen ses yeniden yankılandı. Bu kez çok daha yakındı. Gölgelerin Adamı, bizi bulmuş olmalıydı.

 

 

“Buradan hemen çıkmalıyız,” dedi Arda. “Bu odada kalmak güvenli değil.”

 

 

Ama Ece, bir an duraksadı ve sandığa bakarak düşünceli bir ifadeyle fısıldadı: “Burada cevaplar var. Eğer bu sandığı açabilirsek, Gölgelerin Adamı’nın kim olduğunu öğrenebiliriz.”

 

 

Tam o anda, karanlıktan bir gölge odaya süzüldü. Gölgelerin Adamı, tıpkı hayal ettiğimiz gibi, odanın bir köşesinde belirmişti. Ancak bu sefer, sessizce beklemiyordu. Adımları daha tehditkardı, karanlık varlığı tüm odayı dolduruyordu.

 

 

“Geri çekilin!” diye bağırdı Arda, sandığı bırakıp bize doğru çekilirken. Ama Gölgelerin Adamı, gözlerini sandıktan ayırmamıştı. Sanki sandığın içindeki şey, onu kontrol eden güçtü.

 

 

Ece, elindeki defteri sıkıca tutarak bir adım öne çıktı. “Bunu çözmemiz gerek,” dedi cesaretle. “Bu sandık, her şeyin kilidi.”

 

 

Gölgelerin Adamı’nın adımları ağır ağır bize yaklaşırken, odadaki hava soğudu. Odanın ortasında durmuş, yüzümüze odaklanmıştı. Ama o sırada Ece birden sembollerle ilgili bir şey fark etti ve hızla sandığın üzerindeki şifreyi çözmeye başladı.

 

 

Zaman daralıyordu. Gölgelerin Adamı çok yaklaşmıştı, ve Ece’nin hareketleri hızlanmıştı. Son bir hareketle sandığı açtı. İçinden bir parşömen çıktı. Ancak o an, Gölgelerin Adamı bir hamleyle masaya doğru atıldı.

 

 

Arda, hızla parşömeni kaparak geri çekildi. Gölgelerin Adamı’nın Gölgelerin Adamı’nın o korkutucu varlığı, tüm odayı kaplamıştı. Arda parşömeni elinde sımsıkı tutarken, Gölgelerin Adamı’nın gözleri parşömene odaklanmıştı. Bize doğru her adım attığında, odayı bir ürperti sarıyordu. Bu belirsizlik, içimize işleyen bir korkuyla birleşiyordu.

 

 

“Arda, ne yazıyor?” diye sordu Ece, titreyen sesiyle. Zaman daralıyordu, Gölgelerin Adamı hızla yaklaşmaya devam ediyordu.

 

 

Arda, parşömeni açtı ama yazılar çok eski ve karmaşıktı. “Bu dil… anlayamıyorum,” dedi çaresizlikle. Parşömen, garip sembollerle doluydu ve anlamı bizden saklıydı. Ancak bir şey kesindi: Bu parşömen, Gölgelerin Adamı için çok önemliydi. Onu buraya kadar getiren şey, bu sır olmalıydı.

 

 

Gölgelerin Adamı masaya doğru yaklaştığında, odadaki hava iyice ağırlaştı. Oda adeta onun kontrolündeydi, gölgeler etrafımızda daha yoğun ve tehditkâr hale geliyordu. Arda, Ece ve ben geri adım atarken, Gölgelerin Adamı sessiz bir tehdit gibi masanın önünde durdu, bakışları hâlâ parşömende kilitliydi.

 

 

Bir an durdu ve gözlerini bize çevirdi. Sanki bir şey söyleyecekmiş gibi derin bir sessizlik içinde bekledi. Ancak tam o anda, Ece bir şeyi fark etti. “O semboller!” diye bağırdı, parşömeni işaret ederek. “Bu semboller, defterdeki bazı eski yazılarla örtüşüyor. Eğer doğru şekilde okursak, bu laneti çözebiliriz!”

 

 

Ama zamanımız yoktu. Gölgelerin Adamı aniden harekete geçti, elleri karanlık bir sis gibi parşömene uzandı. Arda hızla geri çekildi ama Gölgelerin Adamı’nın gücü tüm odayı sardı. Birden etrafımızda gölgeler yoğunlaştı ve neredeyse boğucu bir his bıraktı.

 

 

“O parşömeni bırakın!” Gölgelerin Adamı, tıslayan bir sesle konuştu. Sesi o kadar derinden geliyordu ki, sanki yüzyıllar boyunca gölgelerde yankılanmış gibiydi. “Bu sırrı anlamak size yıkım getirir.”

 

 

Ama tam o anda, Ece parşömeni eline alıp hızlıca semboller üzerinde çalışmaya başladı. “Bu son ipucu olabilir!” diye bağırdı. “Gölgelerin Adamı’nın lanetini çözecek semboller… Burada yazılı!”

 

 

Ece’nin elleri titriyor ama kararlılığı gözlerinden okunuyordu. Arda ve ben, Gölgelerin Adamı’nın üzerimize çöken varlığına rağmen geri çekilmedik. Ece, sembolleri birer birer çözdükçe Gölgelerin Adamı’nın hareketleri daha da öfkeli hale geldi.

 

 

Son bir sembolü çözerken, odanın ortasında parlak bir ışık patladı. Gölgelerin Adamı bir an sendeledi ve geri çekildi. Işık, odadaki gölgeleri parçalayarak, sanki tüm karanlığı dağıtıyordu. Gölgelerin Adamı, inleyen bir sesle geriye doğru adım atarken, gözlerinden bir korku okunuyordu. O an anladım ki, Ece doğru yolu bulmuştu.

 

 

“O sır… parşömen…” Gölgelerin Adamı, boğuk bir sesle konuştu. “Beni burada sonsuza dek bağladı.”

 

 

Sonunda, karanlık figür, gözlerimizin önünde gölgelerin arasında kaybolmaya başladı. Odadaki gölgeler yavaş yavaş geri çekilirken, karanlık varlık silikleşip yok oldu. Gölgelerin Adamı, sanki bir daha geri dönmemek üzere kaybolmuştu.

 

 

Oda sessizliğe büründü. Parlak ışık söndü ve geride sadece biz, Ece’nin elindeki parşömen ve masanın üzerinde kalan eski sandık kaldı.

 

 

“Başardık mı?” diye fısıldadı Arda, hala olanları anlamaya çalışarak.

 

 

Ece, parşömene bakarak başını salladı. “Sanırım evet,” dedi. “Gölgelerin Adamı artık bir tehdit değil. Bu parşömen onun sırrını saklıyordu ve şimdi bu sır çözüldü.”

 

 

Ama içimde garip bir his vardı. Her şeyin bitmiş olması imkansız gibi geliyordu. Gölgelerin Adamı’nın karanlığı, o kadar derinlere işlemişti ki, basit bir sembolle çözülmesi fazla kolaydı.

 

 

Tam o anda, odanın derinliklerinden gelen hafif bir rüzgar esintisi duyuldu. Karanlık tam anlamıyla yok olmamıştı. Bir şeylerin hala gölgelerin arasında bizi izlediğini hissettim.

 

 

“Buradan çıkalım,” dedim hızlıca. Arda ve Ece, gözlerinde aynı şüpheyle başlarını salladılar. Gölgelerin sırrı çözülmüş olabilir ama karanlık her zaman geri dönebilirdi. Gölgelerin Adamı’nın yok oluşunun ardından odayı sessizlik kapladı. Ancak bu huzur yanıltıcıydı; odadaki gerilim sanki hala havada asılı duruyordu. Arda, Selin ve Ece, sanki başka bir şeyin olmasını bekliyormuş gibi birbirlerine baktılar.

 

 

“Buradan hemen gitmeliyiz,” dedim tekrarlayarak. İçimdeki garip bir huzursuzluk, bir an bile durmamamızı söylüyordu.

 

 

Arda başını salladı. “Ama parşömen? Onu yanımıza almalıyız. Gölgelerin Adamı’nın geri dönmesini istemeyiz.”

 

 

Ece parşömene uzun bir süre baktı, elleri hâlâ titriyordu. “Bu çok tehlikeli bir bilgi… Eğer yanlış ellere geçerse, tekrar aynı karanlığı getirebilir.” Bir an düşündü ve sonunda parşömeni katlayıp ceketinin iç cebine yerleştirdi. “Bu sırrı kimse öğrenmemeli.”

 

 

Tam o sırada, odanın duvarlarından tekrar bir uğultu yükselmeye başladı. Gölgeler, yeniden odanın köşelerinde kıpırdanıyordu. Arda, el fenerini etrafa doğrulttu. Gölgeler bir an için geri çekildi ama karanlığın tamamen dağılmadığını hissedebiliyorduk.

 

 

“Çıkış yolunu bulmamız lazım,” dedi Selin, biraz panikleyerek. “Gölgeler hala burada ve daha güçlü hale gelebilirler.”

 

 

Ece, parşömenin gücünü anladığından daha dikkatli görünüyordu. “Bir kapı vardı, yukarıda. Oradan çıkmalıyız. Bu yerden uzaklaşmamız şart.”

 

 

Hızla merdivenlere yöneldik, terkedilmiş fabrikanın içi, bizim dışımızda yalnızca gölgelerin fısıltılarıyla doluydu. Her adımımızda, sanki bir şey bizi izliyor ya da takip ediyormuş gibi hissediyorduk. Fabrikanın loş ışıkları altında gölgeler daha da derinleşiyordu.

 

 

Merdivenleri çıkarken Ece birden durdu. “Bir dakika,” dedi, nefesini toparlayarak. “Özlem… Onu bulmadan buradan çıkamayız.”

 

 

Bu sözler hepimizin aklını yerine getirdi. Özlem. Onu bulmak için buradaydık, ama Gölgelerin Adamı’nın varlığı ve parşömenin sırrı bizi o kadar etkilemişti ki asıl amacı unutmuştuk.

 

 

“Evet, haklısın,” dedim, içimde yeni bir kararlılık hissederek. “Özlem’i bulmadan buradan çıkamayız.”

 

 

Fakat o an karanlıktan bir ses yükseldi. Derin, uğursuz bir fısıltı. “Özlem… Onu bulmak istiyorsanız… karanlığa inin.”

 

 

Hepimiz bir anda durduk. Sesin kaynağını aradık ama gölgeler dışında hiçbir şey yoktu. Fısıltı tekrar yankılandı: “Karanlık sizi bekliyor.”

 

 

Arda’nın yüzündeki ifade karışıktı; korku ve merak bir aradaydı. “Bu bir tuzak olabilir,” dedi.

 

 

“Ya da tek şansımız,” diye karşılık verdi Ece.

 

 

Gözlerim karanlık merdiven boşluğuna doğru kaydı. Gölgelerin arasından belki de Özlem’i kurtarabilecek tek yol buydu. Ama aynı zamanda, bu yol bizi daha büyük bir tehlikenin içine çekebilir miydi?

 

 

“Başka seçeneğimiz yok,” dedim sonunda. “Gölgelerin içine ineceğiz.”

 

 

Ve böylece karar verildi. Hepimiz, birbirimize bakıp derin bir nefes aldıktan sonra, karanlığın içine doğru ilerlemeye başladık. Gölgeler, her adımımızda üzerimize çökerken, fısıltılar daha da yükseliyor, sanki bizi içine çekiyordu. Bu yolda yalnızca bir şey kesindi: Gölgelerin içindeki sırlar, düşündüğümüzden çok daha derindi. Merdivenlerden aşağı indikçe, çevremizdeki gölgeler yoğunlaşıyor, adeta canlıymış gibi etrafımızı sarmaya başlıyordu. Ece’nin elindeki parşömen göğsünde sıkıca tutulmuş, Arda el fenerini sürekli etrafa çeviriyor ama ışık gitgide zayıflıyor gibi görünüyordu. Her adımımızda karanlık daha derinleşiyordu; fabrikanın alt katları sanki dünyadan kopmuş, bambaşka bir âleme açılan bir geçit gibiydi.

 

 

Karanlığın içinden yankılanan fısıltılar artık daha netti, sanki adımızı çağırıyordu. “Arda… Ece… Selin…”

 

 

Birdenbire Selin durdu. “Bu… bu sesler gerçek mi? Kafamda mı duyuyorum yoksa dışarıda mı?”

 

 

Arda, Selin’in kolunu sıkıca tuttu. “Sakın dikkatin dağılmasın. Bu sesler bizi kandırmaya çalışıyor.”

 

 

Ece, titreyen bir sesle konuştu. “Bu parşömen… ona bakmalıyım. Belki de burada neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yardım edebilir.”

 

 

Hepimiz durduk, Ece parşömeni cebinden çıkardı ve titreyen ellerle açtı. Parşömendeki semboller, bir tür eski yazıydı; anlamak imkânsız gibi görünüyordu, ama Ece’nin gözleri bir yere takıldı. “Bakın,” dedi sessizce, parşömende yer alan bir işareti göstererek. “Bu, Gölgelerin Adamı’nın simgesi. Bu, onun merkezi. Burası…”

 

 

O sırada fabrikanın altından derin bir sarsıntı yükseldi. Yerin altından gelen korkutucu bir uğultu, sanki zemin bizi içine çekmeye çalışıyormuş gibiydi.

 

 

“Ne oluyor?” diye bağırdı Arda. Duvarlar titriyor, beton zemin çatlamaya başlıyordu. Ece hızla parşömeni katlayıp ceketine geri soktu.

 

 

“Hızlı olmalıyız!” dedim, karanlığın daha da ağırlaştığını hissederek. Fabrikanın alt katlarında, derinlerden gelen bir varlık uyanmış gibiydi. Gölgelerin fısıltıları yerini derin, boğuk bir uğultuya bırakmıştı.

 

 

Merdivenlerin sonuna geldiğimizde geniş, boş bir alana çıktık. Burası fabrikanın en alt katıydı, devasa sütunlar arasında karanlık bir boşluk vardı. Karanlığın içinde bir şekil belirdi; ince uzun bir gölge. O an hepimiz donakaldık. Gölgenin merkezinde duran figürü tanıyorduk.

 

 

“Özlem!” diye bağırdı Selin, ama sesi yankılanarak karanlığa karıştı. Özlem, gölgelerin arasında, hareketsiz bir şekilde duruyordu. Ama bir şeyler yanlıştı. Gözleri boştu, yüzü duygusuz, adeta bir kukla gibi.

 

 

Ece bir adım atmaya çalıştı ama karanlık bizi geri çekiyordu. “Bu… bu Özlem değil,” dedi fısıldayarak. “O, gölgelerin kontrolünde.”

 

 

Gölgenin içindeki figür aniden başını kaldırdı ve gözleri parlak bir şekilde yanmaya başladı. Ardından derin, metalik bir ses duyuldu. “Beni arıyordunuz. Şimdi buldunuz. Ama buradan çıkış yok.”

 

 

Gözlerim kısılmıştı. “Gölgelerin Adamı sensin… Özlem’i bize geri ver!”

 

 

Figür bir kahkaha attı. “Özlem artık benim bir parçam. Ve siz de olacak mısınız?”

 

 

O anda, gölgeler hızla üzerimize doğru hareket etmeye başladı. Gölgenin içinden hızla üzerimize doğru gelen karanlık dalga, adeta bilinçli bir varlık gibi yaklaşıyordu. Kaçmamız gerekiyordu, ama ayaklarımız sanki yere çivilenmiş gibiydi. Gölgeler etrafımızı sararken nefes almak bile zorlaşmıştı.

 

 

“Arda! Ne yapacağız?” diye bağırdı Selin, sesi korkudan titriyordu. Arda el fenerini gölgelerin üzerine tutmaya çalıştı, ama ışık gitgide zayıflıyor, sanki gölgeler ışığı emiyordu.

 

 

“Bir çıkış yolu bulmalıyız,” dedi Arda, ama sesi de çaresizdi. “Bu karanlık bizi yutacak!”

 

 

Ece, elini hızla cebine attı ve parşömeni çıkardı. “Bu işaret… bu semboller…” diye mırıldandı. “Bir anahtar olabilir. Gölgelerin Adamı’nın gücünü kırmanın bir yolu olmalı!”

 

 

Ece, parşömendeki sembolleri hızla gözden geçirirken, yer altından gelen o uğultu daha da kuvvetlenmişti. Zemin altımızda çatlamaya başlamıştı, her an düşüp yok olacakmışız gibi hissediyordum. Ece, umutsuzca bir sembolü işaret etti. “Bu! Bu sembol! Onu durdurabilir!”

 

 

“Ne yapacağız, Ece?” dedim, gölgeler iyice yaklaştığında. Karanlık neredeyse üzerimize çökmek üzereydi.

 

 

“Bu sembol, Gölgelerin Adamı’nın enerjisini etkisiz hale getirebilir, ama bunu doğru şekilde kullanmamız lazım!” Ece elleriyle sembolü havada çiziyordu. Birdenbire sembol parlamaya başladı, soluk ama güçlü bir ışık yayarak gölgeleri geri itti.

 

 

Gölgeler aniden duraksadı, geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Figürün yüzü ise o ana kadar sarsılmaz bir soğukkanlılıkla karşımızda dururken, şimdi ilk kez bir rahatsızlık belirtisi gösterdi. “Siz… ne yapıyorsunuz?” diye fısıldadı, sesi daha tehditkârdı. Gözlerindeki o soğuk parıltı, bir an için sönükleşti.

 

 

“Ece, devam et!” diye bağırdım, çünkü gölgeler yeniden toparlanmaya başlamıştı. Figür, gölgelerin arasından ağır adımlarla bize doğru ilerlemeye başladı. “Siz… asla buradan çıkamayacaksınız.”

 

 

Ece, titreyen elleriyle sembolü daha belirgin hale getirdi, dudaklarından mırıldandığı eski kelimeler dökülüyordu. Gölgeler bu kez daha sert bir şekilde geri çekilmeye başladı, ama Gölgelerin Adamı’nın etkisi hâlâ güçlüydü.

 

 

Arda, hızla Ece’nin yanında durdu. “Hadi Ece! Hemen yapmalıyız!” dedi. Gölgelerin Adamı’nın figürü adım adım yaklaşırken, Arda fenerini doğrudan üzerine tuttu. Bu sefer ışık hiç olmadığı kadar güçlüydü, çünkü sembolün etkisiyle karanlık zayıflamıştı.

 

 

“Artık çok geç!” dedi Gölgelerin Adamı, sesi yankılandığında zemin bir kez daha sarsıldı. Tam o anda Ece, sembolü son bir defa daha tekrarladı. Odanın her köşesine yayılan güçlü bir ışık patladı ve Gölgelerin Adamı’nın figürü, gölgelerle birlikte hızla soluklaşmaya başladı.

 

 

Gözlerimizi kısarak bakmaya çalıştık ama ışık o kadar güçlüydü ki, figür bir anda yok oldu. Gölgeler kayboldu, karanlık geriye çekildi. Özlem, hâlâ gölgelerin tutulduğu noktada hareketsiz duruyordu, ama şimdi o tuhaf boş bakışı silinmişti. Yavaşça gözlerini açtı ve yere çöktü.

 

 

“Özlem!” diye bağırdı Selin, ona doğru koşarak. Özlem’in gözleri yeniden hayat doluydu, ama yüzü bitkin görünüyordu.

 

 

“O… beni kontrol ediyordu,” diye fısıldadı Özlem. “Sizi uyarmaya çalıştım, ama beni ele geçirmişti…”

 

Ece, ağır bir nefes aldı, parşömeni sıkıca tutarak. “Gölgelerin Adamı’nı geri püskürttük. Ama bu iş burada bitmedi. O hâlâ bir yerlerde… ve bu sadece başlangıç.” Bu labirent nerede bitiyor?” diye fısıldadı Ece, korkusunu gizlemeye çalışarak. Defteri hala elinde sıkıca tutuyordu. Sayfalar, bu karmaşık yolları çözmek için tek rehberimizdi.

Loading...
0%