@tavsan.deligi
|
“Müsait bir yerde durur musunuz?”
Genç kadının cılız sesi araba gürültüsünün üzerine çıkamamıştı. Ağzından çıkan her kelime ona eziyet gibi gelirken sesini yükseltmeye çalışarak cümlesini yineledi. Şoförün yarım ağızla söylenmesi kulağına kesik kelimeler halinde ulaşsa da bu homurdanmayı duymazdan geldi. Avucunda terlemiş olan elli lirayı titrek bir şekilde şoföre uzattı ve güçten düşmüş yaşlı bir kadın yavaşlığında arabadan indi. 20 metrelik yürüme mesafesi gözünde büyüyor, yüzünü yakan sıcak hava ise nefes almasını engelliyordu. Ağır adımlarla rengi solmuş pembe binanın önüne geldi ve demir kapıyı zorlanarak açtı.
Aylardır bozuk olan asansör henüz yapılmamıştı ve çıkması gereken 19 basamak vardı. Yılların yorgunluğu her basamakta daha da artarken zihni hatırlamak istemediği anılar ve pişmanlıklarla doldu. Burada olmak bir hata diye düşündü. Yaşadıklarını tam olarak anlatamazken psikoterapi almanın bir anlamı yoktu. O an ölmek istedi. Sık sık ölmek isterdi lakin ya korkaklık ya da umut ölmesine asla izin vermezdi. Hangi duygunun daha ağır bastığını defalarca düşünmüş ama bir sonuca ulaşamamıştı. Düşünceler eşliğinde çelik kapının önüne geldi. Siyah zemin üzerine altın harflerle yazılmış olan Psikolog Berfin Topal tabelası birazdan karşılaşacağı manzaranın habercisiydi. Kolunu zorlukla kaldırarak kirden sararmış düğmeye bastı. Zilin melodik sesi apartman boşluğunda yankılanırken kapı güler yüzlü sekreter tarafından açıldı.
“Hoş geldiniz.”
İyi bir gününde olsa en azından ‘hoş buldum’ der, bu neşeli karşılamayı kendince cevaplardı ama iyi bir gününde değildi.
“Merve Hanım sizi bekleme odasına alabilir miyim?’
Sekreterin yönlendirmesiyle bekleme odasına yöneldi. Küçük kırmızı odaya yerleştirilmiş altın varaklı mobilyalar insanın içinde kusma isteği uyandırıyordu. Bekleme odasında beklememek için randevularına tam zamanında gelmeye özen gösterirdi lakin bu özen psikoloğu tarafından gösterilmediği için kendisini bir kez daha bu altın cehenneminin içinde buldu. Gözü duvara yerleştirilmiş olan tabloya kaydı. Hiçliğin ortasında kurumuş bir ağacın resmedildiği bu tablo şatafatlı odada tıpkı onun gibi kaybolmuştu. Birkaç seans önce tablonun değerini öğrenmiş olmasaydı Berfin Hanım’ın göründüğü kadar da zevksiz olmadığını düşünürdü lakin o tablonun orada olmasının sebebi fiyatının oldukça bol sıfırlara sahip olmasıydı.
Sekreterin içecek bir şey isteyip istemediğini soran sesi düşüncelerini bölerken sessiz kalmayı tercih etti. Konuşmaya hali de isteği de yoktu. Eğer sorunu kendisini tekrarlamış olmasaydı bugün buraya gelmezdi. Zihni terapinin bir işe yaramadığını burada zamanını boşa harcadığını söylese de sızlayan bedeni terapiye devam etmesi gerektiğini hatırlatıyordu. İçine düştüğü ikilem açılan kapı sesi ile son buldu. Odadan çıkan iki kadın kahkahalar eşliğinde bekleme odasına geldiler ve bekleyen kadına aldırış etmeden konuşmaya devam ettiler.
“Daha sık görüşmemiz lazım. Araya zaman girince konuşacak çok fazla şey biriktiriyoruz.”
Bu sözler Berfin Hanıma aitti. Misafiri olan hanıma karşı kurduğu bu cümleler samimi gibi görünse de ses tonu isteksizliğini belli ediyordu. Karşısındaki kişi ise bu isteksizliği anlamazdan gelmeyi tercih etti.
“Sen delilerden fırsat bulabilirsen görüşürüz tabi.”
Mardin büyükşehir statüsüne sahip küçük bir şehirdi. Yöre halkı ile çeşitli sebeplerle oraya gelmiş olan insanları birbirinden ayırmak oldukça kolaydı. Genç kadının Mardin’li olmadığı, buraya başka bir şehirden geldiği apaçık ortada olduğu için Kürtçe kurulan bu cümle zararsız bir cümleydi. Nitekim Berfin Hanım’da bu kanıya vardı ve misafirinin kurduğu cümleye yanıt verdi.
“İnan çok yoruluyorum. Sakın dönüp bakma ama bu bekleyen ayrı bir deli. Ailesinin dikkatini çekmek için kendisini dövüyor sonra da uykumda zarar görüyorum diye yalan söylüyor. Bazen işi gücü bırakıp zamanımı aileme ayırmak istiyorum ama bu yaştan sonra başkaları gibi koca eline bakamam.”
İki yakın arkadaşın dedikodusunu andıran bu sohbette üstü kapalı çok fazla ima vardı. Berfin Hanım karşısındaki kişi ile ahbaplık ediyordu lakin kendisinin statü olarak daha farklı bir konumda olduğunu belli etmekten de geri kalmıyordu.
“Belki yalan değildir. Bu kız musallata uğramış olmasın?”
İçinde korku barındıran cümle Berfin Hanım’ın daha da neşelenmesini sağladı.
“Şekerim ben bilim insanıyım. Bu tür safsatalara inanmam.”
Küçümseme tınısı kendisini iyiden iyiye belli etse de cümlenin muhatabı çocukluğundan kalma korkular tarafından ele geçirilmiş haldeydi. Sesini zorlukla çıkartarak konuştu.
“Bu kadar büyük konuşma Berfin. Allah korusun başına öyle bir musibet gelir ki inanmam dediğin şeye inanmak zorunda kalırsın. Benim tanıdığım bir hoca var kızcağızı ona mı yönlendirsek?”
Berfin Hanım’ın şen kahkahası bekleme odasını dolduran ses ile yarıda kesildi.
“Allah kimi neyden korur bilemiyorum ama bu edepsizliğe devam ettiğiniz sürece sizi danışanlarınızdan korumayacağı kesin.”
Genç kadın bir an için bulunduğu ofisi terk etmeyi düşünse de bu düşünceden çabucak vazgeçti. Hızlı bir şekilde üzerindeki gömleği çıkararak saçlarını topladı. Boynundan başlayarak sırtına kadar inen morarmaları gözler önüne sererken kendisine yabancı olan kadınların karşısında sutyenle durduğunun farkında değil gibiydi.
“Düşündüğünüz kadar iyi bir terapist olsaydınız şımaracak bir ailem olmadığını hatırlardınız. Baba parasıyla aldığınız diploma duvarınızı süslemekten başka bir işe yaramıyor. Sahte başarılarınızla ne kendinizi ne de başkalarını kandırmayın.”
Genç kadın sözlerine cevap verilmesini istemiyordu. Berfin Hanım’ın konuşmasına fırsat vermeden çıkış kapısına doğru ilerledi. Zorlanarak çıktığı merdivenleri kolayca iniyor olmak kendisini şaşırtsa da içinde oluşan enerjinin sebebini anlayamadı. Niyeti eve gidip uyumaya çalışmak olsa da uyuyamayacağını biliyordu. Biraz rahatlaması gerektiğini düşünerek usul adımlarla yürümeye başladı.
Mardin’e geleli iki yıl olmuştu ama bu şehirde tek bir arkadaşı dahi yoktu. Taşındığı ilk hafta onu ziyaret etmek isteyen komşularını reddetmiş, insanlar ile olan iletişiminin bir baş selamından öteye gitmesine izin vermemişti. Dükkân camından yansıyan görüntüsü düşüncelerini dağıttı. Son üç ayda on sekiz kilo vermişti. Bir zamanlar üzerine tam olan gömleğin içinde kaybolan vücuduna acıyarak baktı. Hastalıklı bir görünüşü vardı. Siyah saçları parlaklığını, bakışları ise ruhunu kaybetmişti. Kendi yansımasına bakmak canını acıtıyordu. Buna daha fazla dayanamayarak bakışlarını camdan uzaklaştırdı ve yoluna devam etti.
Vali Ozan Bulvarı’na ulaştığı zaman niyeti dolmuşa binmekti lakin sızlayan vücudu nedeniyle bunu göze alamadı ve taksi durağına doğru ilerledi. Mardin ile ilgili sevdiği şeylerden biri de durakta her zaman taksi olmasıydı. “Mehmet Abi, müşteri!” diye seslenen kalın erkek sesi taksicinin birazdan geleceğinin habercisiydi. Altmışlı yaşlarının sonunda olan şoför geldiği zaman genç kadın usulca arabaya bindi. Adamın kına ile renklendirilmiş kızıl saçları içinde gülme isteği oluştursa da bu isteği zorlukla bastırarak adama gideceği yeri söyledi.
Araba Eski Mardin'e giden yokuşu çıkarken genç kadın oldukça iyi tanıdığı ama hiç yürümediği yola duygusuz gözlerle baktı. Temmuz ayı bitmek üzereydi ve Mardin sıcak havanın esiri olmuş durumdaydı. Taksici sıcak hava ile ilgili bir şeyler söylese de müşterisinden bir cevap alamadı. Oysaki adam konuşmaya oldukça hevesliydi. Daha dün ilk erkek torunu doğmuştu ve bunu herkesle paylaşmak istiyordu. Burnu havada tipler hep bana denk gelir diye düşündü. Arkada oturan kadını birazcık tanısaydı eğer kadın kendisiyle konuşmadığı için tanrıya binlerce şükür sunardı.
Taksi tek şeritli dar yola girince trafik nedeniyle hızını düşürmek zorunda kaldı. Yolun iki yanına serilmiş binalar otantik görüntüsüyle ziyaretçilerine görsel bir şölen sunuyordu. Genç kadın yürümek istediğine karar vererek taksiden indi. İnsan kalabalığının içinde ağır adımlarla ilerlerken şehrin kahve ve sabunla harmanlanmış kokusunu içine çekti. Niyeti ara sokaklardan birine sapmak olsa da bu fikrinden vazgeçerek cadde boyunca ilerlemeye devam etti. Caddenin sonuna doğru azalan dükkanlarla beraber turist kalabalığı arkada kalmış, yerini nereye gideceğini bilen halka bırakmıştı. Genç kadının niyeti sevdiği bir şarap evine gitmekti lakin gürültüden uzak kalarak düşünme isteği caddenin sonundaki çay bahçesine gitmesine neden oldu.
Bakımsız görünüşü nedeniyle turistlerin dikkatini çekmeyen çay bahçesi şehrin en güzel manzarasına sahip olsa da bu avantajını kullanamıyordu. Nerdeyse bomboş olan mekânın müşterileri yöre halkının Mezopotamya manzarasına doymuş olan gençleriydi. Uçsuz bucaksız tarlaların oluşturduğu ova sarı bir deniz gibi şehrin ayağına serilirken genç kadın manzaranın tadını çıkarabileceği bir masaya oturarak düşüncelere daldı.
Aklını kurcalayan konu uyku esnasında yaşadığı problemlerden başka bir şey değildi. En son ne zaman rahat bir uyku uyuduğunu hatırlayamıyordu. Aylardır aldığı terapi hiçbir işe yaramamıştı. Terapide dürüstlük altın kuraldı ancak genç kadın kendisine bile dürüst olamazken bir başkasına nasıl dürüst olabilirdi? Düşünceleri garsonun ne istediğini soran sesi ile bölünürken yılların alışkanlığı olan cümle bir refleks misali dudaklarından döküldü.
"Sade Türk kahvesi. Lütfen."
Kahveyi beklerken sırt çantasından sigarasını çıkardı ve kendisinden beklenmeyecek bir zarafetle dudaklarının arasına yerleştirdi. Kırmızı çakmağı yanmamakta inat etse de kazanan genç kadından başkası değildi. Zorlanarak yaktığı sigarasından henüz birkaç nefes almıştı ki sipariş ettiği kahve geldi. Kahveyi yudumlamadan önce fincanı titreyen ellerle burnuna götürerek kahvenin mest edici kokusunu ciğerlerine doldurdu. Annesinin güzel yüzü gözlerinin önünde belirirken ondan kendisine yadigâr kalan tek şeyin kahveyi içmeden önce koklamak olduğunu acı bir şekilde fark etti.
İnsanın hatırladığı ilk anısı ne kadar eskiye dayanabilir?
Genç kadının zihni bu soru ile sık sık meşgul olurdu. Bilimsel araştırmalar insanın iki buçuk yaşından önceki anıları hatırlayamayacağını söylese de genç kadın doğduğu anı hatırlıyordu. Kahvenin yanık kokusu kadını hayatının ilk anısına götürürken annesinin yorgun bakışları ve babasının heyecandan yerinde duramayan hali gözünde canlandı.
1993 yılının ılık bir bahar akşamında doğmuştu. Yabancı bir kadın tarafından annesinin kucağına bırakılmış ve annesinin sevgi dolu gözleriyle ilk o an tanışmıştı. O gözler daha sonra babasına yönelmiş ve genç kadının en çok özleyeceği ses kulaklarında çınlamıştı.
"Çok güzel değil mi?"
"Evet, en az senin kadar güzel."
Duyduğu erkek sesi babasına ait olmalıydı.
"Hala bir ismi yok. Ona bir isim vermeliyiz."
"Onu dokuz ay karnında taşıyıp, doğuran sensin. İsmini koymak senin hakkın."
"Ay gibi parlıyor. Bu parıltısı hiç sönmesin, gittiği her yere ışık götürsün. Adı Dolunay olsun. Dolunay gibi aydınlatsın hayatımızı."
Görüntüler zihninden silinirken adının pek çok kültürde ölümle bağdaştırıldığını hatırladı. Annesi, kızının herkese ölüm getireceğini bilseydi ona bu adı verir miydi?
Ne fark eder ki diye düşündü Dolunay. Verdiği isme bile sahip çıkamamışken ne fark eder?
Düşünmek zamanın geçtiğini anlamasını engellemişti. Şehir karanlığa gömülmüş, çay bahçesinin cılız ışıkları yanmıştı. Cüzdanından çıkardığı parayı boş fincanın altına koyarak yerinden kalktı. Dolunay’ın alkolle olan arkadaşlığı üniversitenin ilk yıllarına dayanıyordu. Ancak o zamanlar eski, tasasız ve korkusuz hayatına ait zamanlardı. Sürekli tetikte olması gereken yeni hayatında nadiren alkol kullanır, sarhoş olmamaya dikkat ederdi. Aylardır ilk defa şarap içeceğini düşünmek bile sarhoş gibi hissetmesine sebep oluyordu.
Sokak lambalarıyla aydınlatılmış cadde hala çok kalabalıktı. Temkinli adımlarla yürüyerek ara sokağa girdi. Yürüdüğü sokağı tanıyor olmasına rağmen karanlık korkmasına neden oluyordu. Adımlarını hızlandırarak eski taş binaların arasında ilerlemeye devam etti. Ermeni bir ailenin işlettiği şarap evi karşısında görününce alkole olan açlığı gün yüzüne çıkarak korkularını zihninden uzaklaştırdı.
Şarap evinin içi de tıpkı dışı gibi otantik bir tasarıma sahipti. Taş duvarlara monte edilmiş ahşap şarap dolapları susuzluğunu arttırırken hızlı bir şekilde oturan insanları inceledi. Masa yerine variller kullanılmış ve her varilin çevresine dört tane tabure konulmuştu. Kapıya yakın olan yerde dünya ile tüm bağlarını kesmiş bir çift oturmuştu. Ortada oturan üç kişilik kız grubu çoktan çakırkeyif olmuş gibiydi. Kahkahalar evi inletirken Dolunay içinde büyüyen kıskançlığa mani olamadı. O kızlardan birinin yerine geçip kahkahalarıyla burayı şenlendirmek istedi. Kıskançlığını bastırmaya çalışarak gözlerini insanlar üzerinde dolaştırmaya devam etti. On kişilik bir grup ikiye bölünmüş bir şekilde duvar kenarına yerleşmişlerdi. Her ne kadar ikiye bölünmüş olsalar da iki grup arasında olan iletişim beraber olduklarını gösteriyordu. Dolunay insanları yeterince incelediğini düşünerek oturmak istediği köşeye doğru ilerledi.
İlk kadehini bitirmemiş olmasına rağmen ağırlaşan başı Dolunay’a eve gitmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Umduğu gibi bir gece geçirmemiş olmanın yaşattığı hayal kırıklığı duyduğu ses ile daha da büyüdü.
"Merve Hanım. Güzel yüzünüzü bir kez daha gördüğüme göre artık ölsem de gam yemem."
Dolunay adama, sözlerine cevaben asık bir yüz ifadesiyle baktı. Dudakları iğrenir bir ifadeyle bükülürken adamın bu ifadeyi anlayarak gitmesini umut etti. Adam Dolunay'ın ifadesini fark etse de görmezden gelerek arsız bir gülümsemeyle masaya oturdu. Dedesinin tek oğlunun tek oğluydu. İstediği her şeye sahip olmaya alıştırılmıştı ve bu kadını da istiyordu. Elbette bir gün ona da sahip olacaktı.
"Canım çok sıkkın ve oldukça huysuzum. Yani seni çekebilecek havada değilim Yunus."
Dolunay'ın düz bir ses tonuyla kurduğu cümle Yunus'un yüzündeki gülümsemeyi daha da arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Yüzünü kaplayan gülümseme ani bir şekilde yok olurken kalın kaşlarını çatarak karşısındaki kadını inceledi. Güneş gözlüğü kadının yüzünün büyük bir kısmını kapatsa da kalan kısım pek iç açıcı görünmüyordu. Bu konu hakkında yorum yapmak istese de vazgeçti.
"Sen buraya mutlu olduğun bir zamanda gelmezsin Merve. Canın hep sıkkın, suratın hep asık olur. Güzelliğin dışında hatırlanacak tek bir özelliğin yok ama güzelsin, çok güzelsin."
"O halde keşke güzel olmasaydım da hatıralarından silinip gitseydim.”
"Keşke dış görünüşünü ezberlediğim gibi ruhunu ezberlememe izin verseydin de hatıralarımın başköşesine yerleşseydin."
"Bu bir aşk ilanı mı?"
"Bu seni tanımak istiyorum, her şeyini bilmek, ruhunu ezberlemek istiyorum cümlesinin dudaklarımdan dökülüş şekli."
Dolunay kısık gözlerle adamın yüzünü inceledi. Adam duygu dolu gözlerle ona bakıyordu. Dolunay öl dese orada ölürmüş gibi bir bakışı vardı. Ancak ne bu bakış ne de güzel sözler Dolunay'ı etkilemiyordu. Umursamaz bir şekilde omzunu silkti ve tek kelimelik bir cevapla yetindi.
"İlgilenmiyorum."
"Belki bir gün ilgilenirsin."
Dolunay'ın tartışmaya girecek mecali yoktu. Yunus'un sözlerine cevap vermek yerine başını önüne eğerek kadehiyle ilgilenmeye başladı. Bu ilgisizlik karşısında Yunus'un masadan kalkmasını bekliyordu ama beklediği olmadı. Yunus sessiz bir şekilde oturmaya devam etti. Sessiz bekleyiş Dolunay’ın kulaklarını dolduran türkü ile sona erdi. Sarı Gelin türküsünün Ermeni dilinde seslendirilmiş hali Dolunay’ın ruhuna dokunurken dudakları istemsiz bir şekilde türküye eşlik etmeye başladı.
Türkü bittiği zaman başını yavaşça kaldıran Dolunay, Yunus'un beğeni dolu bakışlarıyla karşılaştı.
"Seni tanımasam Ermeni olduğunu düşünürdüm."
Dolunay kendisini zaten tanımadığını söylemek istese de söylemedi.
"Neden?"
"Sanki konuşabildiğin bir dilmiş gibi çok akıcı bir şekilde eşlik ettin."
"Çünkü konuşabildiğim bir dil."
Yunus şaşırmış bir ses tonuyla konuştu.
"Sen ciddi misin?"
"Neden bu kadar şaşırdığını anlamadım."
"İngilizce ya da Almanca olsa anlarım ama Ermeni olmayan birisi neden Ermenice öğrenir ki?"
"Sanırım dil öğrenmeye karşı yatkınlığım var."
"Hangi dilleri konuşabiliyorsun? Nasıl öğrendin?"
Nasıl öğrendiğini Dolunay'da bilmiyordu. Sanki doğuştan getirdiği bir yetenekmiş gibi kendisini bir anda başka bir dili konuşurken buluyordu. Şu ana kadar 14 dili konuşabildiğini fark etmişti. Yunus'u tersleyip masadan kovmayı düşünse de yapmadı. Soruyu duymazdan gelerek kadehini doldurdu ve konuyu ustalıkla değiştirdi.
Yunus ile sohbet etmek Dolunay'a iyi gelmişti. Hoş o an Yunus'un yerinde kim olursa olsun Dolunay'a iyi gelirdi. Dolunay bir an için Yunus'a haksızlık yaptığını düşünecek oldu ama bu düşüncesi masaları temizleyen çalışanı fark etmesiyle bölündü. İletişime olan açlığı zamanı ve bulunduğu ortamı unutmasına sebep olmuştu. Dolunay, Yunus'a artık kalkalım demeye niyetlense de Yunus'un sorusu onu engelledi.
“Sahi, bugün canını sıkan konu neydi?”
Soru Dolunay'ın tekrar öfkelenmesine sebep olsa da kendisinden beklemediği kadar sakin bir sesle cevap verdi.
“Terapistime sinirlendim.”
Bu konu ile alakalı ikinci bir soru gelmesini engelleme amacıyla elini umursamazca savursa da bu tepki işe yaramadı.
“Seni dinlemek için var olan bir insan seni nasıl sinirlendirebilir? Yoksa duymak istemeyeceğin çıkarımlarda mı bulunuyor?”
“Yaşadığım sorunları ailemin dikkatini çekmek için uydurduğumu düşünüyor.”
Dolunay Yunus'un kendisini desteklemesini beklese de hiç beklemediği bir tepki ile karşılaştı. Kahkahalarla gülmeye başlayan Yunus konuşmak istese de konuşamıyor, konuşmaya çalıştığı zaman daha çok gülmeye başlıyordu. En sonunda Dolunay'ın gözlerindeki soğukluğu fark ederek gülmeyi bıraktı.
Yunus, Dolunay'ı ilk defa on dört ay önce yine bu şarap evinde görmüştü. Buz mavisi gözlerine yaraşır bir soğukluk ve üzerinde eğreti duran bir tedirginlikle etrafını inceleyen kadının gözlerine ilk baktığı an bu kadına tutulmuş ve başarısızlıkla sonuçlanacak olan tanışma isteklerinin ilkini uygulamaya dökmüştü. Tüm çabaları, teklifleri ve iltifatları her seferinde ciddi ve kısa bir şekilde reddedilse de bu kadına sahip olma konusunda kararlıydı. Bugüne kadar iki kelimeden fazla konuşamadığı, adını bile bin bir zorlukla öğrendiği bu kadının kendisinden tekrar uzaklaşmasını göze alamadı ve zor da olsa kendisini dizginleyerek ciddi bir ses tonuyla konuştu.
“Merve, beni yanlış anlamanı istemem ama terapistin haksız değil. Bence de tüm bu soğuk ve sert tavırlarının ardında ailesinin dikkatini çekmeye çalışan küçük bir kız çocuğunun yersiz çabaları yatıyor.”
Yunus kelimelerini özenle seçmeye çalışsa da kurduğu cümle Dolunay'ın öfkesini daha da arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Dolunay öfkesini içinde tutmayı zorlukla başardı ve çantasından çıkardığı parayı masaya bıraktı. Aldığı derin nefesten sonra gözlerini Yunus’un kahverengi gözlerine dikti ve her bir kelimesini vurgulayarak konuştu.
“Benim dikkatlerini çekmek için çabalayabileceğim bir ailem yok. Düşünmeden yaptığın bu hadsiz yorumu görmezden gelmeyeceğim. Bana bir daha selam vermeni dahi istemiyorum. İyi geceler.”
Dolunay sözlerine bir cevap beklemiyordu. Aynı gün içerisinde ikinci kez olmayan ailesinin dikkatini çekmeye çalışmakla itham edilmişti. Dönen başına aldırmadan masadan kalktı ve sarsak adımlarla şarap evinden çıktı.
Evlerin camından sızan ışık mahalle arasında kalan taş yolu aydınlatmaya yetmiyordu. Karanlık ve ıssız yol Dolunay’ın korkularını gün yüzüne çıkarırken elini çantasının içine sokarak hissettiği soğuk metalden güç almaya çalıştı. Bakımını yaparken ‘bebeğim’ diye sevdiği silahı son iki yıldır en yakın arkadaşıydı. Gece uyurken yastığının altında durur, bir yere giderken Dolunay’a çantasında eşlik ederdi. Yine de karanlık ve ıssız bir yolda düşmanları ile karşılaşmak istemiyordu. Düşmanlarının ondan çok uzakta olduğu düşüncesi ile kendisini rahatlatmaya çalışsa da bir erkeğe ait olan öksürme sesi bocalamasına neden oldu. Kafasının içindeki ses bir plan yapması gerektiğine dair çığlık atıyor ve bu çığlık plan yapmasını imkânsız hale getiriyordu. Omzunda hissettiği el plan yapmak için geç kaldığını haber verirken kendisini içgüdülerine teslim ederek yumruğunu elin sahibinin suratına geçirdi.
“Merve…”
İnleyen sesin sahibi Yunus’dan başkası değildi.
“Neden beni takip ediyorsun Yunus?”
Dolunay’ın sesindeki öfke acı çeken adamın üzerinde istediği etkiyi bırakmamıştı.
“Burnumu kırdın Merve.”
Yunus'un cümlesi Dolunay'ın sorusunun cevabı olmasa da Dolunay soruyu yinelemedi.
“Bence bunu kendine bir ders olarak al ve insanları bir daha sapık gibi takip etme.”
Dolunay'ın şefkatten uzak sözleri Yunus'un öfkelenmesine neden oldu. Başka bir kadın olsa çoktan özür dileyip onun iyi olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı ancak karşısındaki kadın umursamaz bir şekilde bekliyor, üstüne üstlük bir de onu azarlıyordu. Bir an karşısındaki kadına kim olduğunu göstermek, kendisiyle bu şekilde konuşamayacağını anlatmak istese de kendisini durdurdu. Zamanı gelince onun kim olduğunu öğrenecek ve ona onun arzu ettiği gibi davranacaktı. Sadece henüz zamanı gelmemişti.
“Ben buraya seni mutlu etmek için geliyorum ama sen bana saldırıyorsun.”
Dolunay’ın dudakları alaycı bir gülümseme ile kıvrılırken ses tonu aynı alaycılıkla dudaklarına eşlik etti.
“Demek beni mutlu etmek için geldin. Bunu nasıl başaracağını merak ettim”
Yunus kadının dikkatini çektiğinin farkındaydı.
“Mutsuz olmana sebep olan herkesi cezalandırabilirim.” Sızlayan burnu konuşmasına engel olsa da sözlerine devam etti. “Bu mutlu olmanı sağlar, dünyaya duyduğun nefreti az da olsa azaltır diye düşünüyorum.”
Dolunay’ın zihninden dünyaya duyduğu nefretle ilgili pek çok düşünce geçti ama hiçbirini dile getirmedi. Başkalarını cezalandırma fikrini sevmişti. Bu konunun üzerine gitmeye karar verdi.
“Peki, mutsuz olmama neden olan insanları nasıl cezalandıracaksın?”
Yunus bir süre sessiz kaldı. Çatılan kaşları nasıl olacağı konusunda düşünmediğini gösteriyordu.
Dolunay karşısındaki adamın kimseyi cezalandırma niyetinde olmadığının farkındaydı. Lakin birilerini cezalandırma fikri Dolunay’ın heyecanlanmasına yetmişti. Zihninde oluşan hiçliğin ortasında kurumuş ağaç görseli kalbinin daha hızlı atmasını sağlarken işveli olmasını umut ettiği bir sesle konuştu.
“Aslında işe terapistimden başlayabiliriz.”
“Peki, onu nasıl cezalandırabiliriz?”
Yunus zafer sevincinin ses tonuna yansımasını zorlukla engellemişti. Bu muhabbetin sarhoş muhabbeti olarak kalmasını engelleyebilirse kadınla daha da yakınlaşabilir ve birkaç kez daha görüştükten sonra kadının kalbini kazanabilirdi. Yunus kendisinden emin bir şekilde plan yaparken kadını dinlemeyi unutmuş, söylediklerinin sonunu zorlukla anlamıştı.
“... dediğim gibi o tabloyu almamız oldukça uygun bir ceza olacak. Üstelik tablonun benim evime daha çok yakışacağına eminim.”
Kadının ne tablosundan bahsettiğini anlamayan Yunus bunu sormak istese de sormadı.
“Peki ne zaman alacağız?”
“Bu gece ikimizde iyi değiliz. Bence yarın akşam yemek yerken güzel bir plan yapalım ve tabloyu öyle alalım.”
Kadının heyecanlı hali Yunus’un hoşuna gitse de bu işin tek gecede hallolmasını istemiyordu. Birkaç buluşma ayarlayabilirse hem kadının kalbini kazanır hem de bu fikirden vazgeçirirdi.
Dolunay başını hafif yana eğerek alt dudağını sarkıttı.
“Ben bu gece için heveslendim. Bu gece alacağız.”
Dolunay, Yunus’un cevap vermesini beklemeden caddeye doğru ilerlemeye başladı. Arada bir arkasına bakarak Yunus'un gelip gelmediğini kontrol ediyor sonra düşme riskini umursamadan sekerek yürümeye devam ediyordu. Uzun zamandır hiç hissetmediği kadar mutluydu. Aklına gelen acaba o karanlık zamanları mı özlüyorum düşüncesi mutluluğuna gölge düşürse de bu konuyu çabucak aklından uzaklaştırdı. Kimse tarafından tanınmadığı bir şehirde bambaşka bir kimlikle yaşıyordu. Dolunay resmi kayıtlarda bile bir ölüyken, Merve bambaşka bir kadındı. Ne o geçmişini özlüyordu ne de geçmişi onu takip ediyordu.
Yunus olabildiğince yavaş yürüyerek kadını bu fikirden vazgeçirmesi için Allah'a dua ediyordu. Öylesine söylenmiş sözler yüzünden hırsızlık yapma yolunda ilerliyor, kadının kendisinden uzaklaşmasını istemediği için geri adım atamıyordu. Taksi durağına gelmiş olan Dolunay adamdaki durgunluğu çoktan fark etse de bu durumu görmezden geldi. Samimi olduğunu düşündüğü bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirerek arabaya bindi ve Yunus’un gelmesini bekledi.
Yunus düşünme yetisini kaybetmiş bir şekilde taksiye bindiğinde kadın gitmek istediği adresi çoktan söylemiş ve Yunus’a hitaben konuşmaya başlamıştı. Yunus içinde yükselen uyarı seslerine kulak tıkamak istese de tıkayamıyor, kadını kaybetmek istemediği için seslere teslim de olamıyordu.
Dolunay taksi ücretini ödeyerek Yunus’un elini tuttu ve onu taksiden inmesi için yönlendirdi. Adam peşinden gelse bile her an vazgeçecek gibi görünüyordu. Yunus bir şey söylemek için ağzını açsa da konuşmadı.
“Hadi beni omuzlarına al.”
Bu sözler Yunus’un aklını başına getirirken kadını hırsızlık fikrinden vazgeçirmesi gerektiğini fark etti.
“Merve, hırsızlık yapmaktan bahsediyoruz. Bunu yapmamalıyız.”
Yunus’un sesindeki korkuyu sezen Dolunay adamın cesaretlendirilmeye ihtiyacı olduğunu fark etti. Dudaklarını adamın dudaklarıyla birleştirirken içinde oluşan kusma isteğini zorlukla bastırdı.
Bu öpücük Dolunay’ın istediği etkiyi yaratmış olmalıydı zira Yunus şimdiden dudaklarından ayrılan dudakların hasretine düşmüştü. Aylardır iki kelimeden fazla konuşamadığı kadın bu gece onu kendi isteğiyle öpmüştü. Yarın terapist ile ortak bir noktada buluşur ve bu hırsızlık olayını tatlıya bağlayarak kapatırdı. Bu noktadan sonra geceyi mahvetmeyi göze alamadı ve diz çökerek genç kadını omuzlarına aldı.
Yunus’un omzunda yükselen Dolunay balkon demirlerini yakaladı ve zor da olsa kendisini yukarı çekti. Balkonu bekleme odasına bağlayan kapıyı açmaya çalıştı lakin kapı kilitliydi. Alkolün etkisiyle bu ihtimali düşünememiş olmak canını sıksa da pes etmeye niyeti yoktu. Kapı camını kırmasını sağlayacak bir cisim bulma umuduyla çevresine bakınırken gözü balkonun köşesine atılmış limon ağacına ilişti.
“Neden solmana izin vermişler ki?”
Ağaçtan cevap beklemenin saçmalığını fark eden Dolunay saksıyı Yunus’a vermeye karar verdi. Aşağıda beklemesi gereken Yunus ise görünürlerde yoktu. Dolunay aklına gelen fikirle saksıyı yere bıraktı ve sertleşmiş toprağı eşelemeye başladı. Toprakla dolan tırnakları da, kirlenen kıyafetleri de umurunda değildi. O an hayatının yegane amacı bu limon ağacını evine götürüp hayata bağlamaktı. Bu amaçla toprağı eşeledi durdu ta ki ağacın tüm kökleri saksıdan ayrılana kadar.
Saksıdan kurtulan ağacı bir özür fısıldayarak balkondan aşağıya bıraktı. Ağacın zeminle buluşurken çıkardığı sesin dikkat çekmeyeceğinden emin olsa da çevreyi kolaçan ettikten sonra balkon demirlerinden sarkarak aşağıya atladı. Gitti sandığı Yunus kucağında Dolunay'ın çantasıyla uyuyakalmıştı. Dolunay bir an için onu uyandırmayı düşünse de vazgeçti ve sessizce çantasını aldı. Bir elinde çantası, diğer elinde limon ağacıyla beraber gecenin serin karanlığına karıştı. |
0% |