10. Bölüm
The_Older / Ellerim Ellerinde / Babamın Katili

Babamın Katili

The_Older
the_older

Selam yeni bölümle sizlerleyim.

Oy sınırı 30. Yorum sınırı yok. Ama lütfen özellikle yorum yapalım

 

Fiziksel acı insanın canını yakardı. Ama ruhun mafoluşu insanın hem fiziksel, hem de ruhen canını yakamaz mıydı? İnsan yaşarken de ölemez miydi? İnsan ölürken de yaşamaz mıydı? Bazı intiharlar için illa ilaç içilmez, bilek kesilmez ya da insan kendini asmazdı… Bazı intiharlarda insanın yaşama sevincini öldürür, umudunu keser, hayellerini asar ve kimsenin bundan haberi olmazdı… Ben bir uçurumun ucunda tek başıma ölümle yaşam arasında savaşırken, birinin beni kurtarmasını beklerken ölmemiştim. Ben önümdeki Türk bayrağına sarılı olan tabuta bakarken ruhum elimden çalınmış, beni bile bile ölüme terk etmişlerdi. Önümde Türk bayrağı üzerine örtülmüş tabuta baktım. Baktım. Ve yine baktım. Gözümden ne bir damla yaş akıyordu nede ağzımdan tek bir feryat dökülüyordu. Teyzemler, halamlar, amcamlar ve dayımlar… Hiçbir zaman bizi arayıp sormayan tüm akrabalarım gözümün önünde yaşlar döküyordu. Sahte göz yaşları. Babamın annemden sonra her göreve gitmesi gerektiği sırada beni evde tek başıma bırakmamak için birkaç günlüğüne bırakmak istediği akrabalarım… Ama hiç birinin bu isteği kabul etmeyişi. Hâlen hatırlıyordum.

Hiç bir zaman yanımızda olmamışlardı. Her biri annem öldükten sonra babama sırt çevirmişti. Ama şimdi hepsi buradaydı iki, üç adım arkamda bağıra çağıra feryatlar döküyorlardı. Ama ne feryatları.

Dualar okundu, askerler babamın naşını uğurladı. Ben ise gözümün önünde babamı son kez gördüm. Önümdeydi. Bana gülümsüyordu. Sonra ise gülümsemesi soluyordu. Başımı iki yana salladığımda yutkundum.

Sıra defnedilişine gelmişti. Babamın her ünüformalı asker arkadaşı tabutunun üzerine küreklerle toprak attığında o ünüformanın içinde ne kadar cebelleştiklerini -her an ağlaya bileceklerini- gördüm. Ama hiçbiri belli etmemeye çalıştı. Asker adam ağlamazdı. Her bir tabutunun üzerine toprak atışı ile aynı doğrultuda imamin sesi yankılanıyordu. Her şey böyle kolay mıydı yani? Gözlerim doldu. Hayır ağlayamazdım. Babam bana her zaman ağla derdi. Ağlamak güçsüzlük değil derdi. Asker adam ağlamaz ama sen ağla derdi. Ağlamıyacaktım. Bundan sonra ağlamıyacaktım. Ağlamamı gerektirecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Ağlamam için bir sebebim yoktu. Sebebim olsada bu gözlerden bir daha yaş akmıyacaktı.

Babamın mezarının üzerine tamamen toprak ile kapandığında dört askerin hepsi aynı anda iki adım geriledi. Tüm askerler aynı anda hazır ola geçtiklerinde başlarını dikleştirdiler. Albay olduğunu düşündüğüm bir asker mezarın tam ucuna ilerleyip Türk mezarın tam ucuna dikti. Diktiğinde bir adım gelmeyip hayır ola geçti diğer askerler gibi. "Bir kez daha, vatan sağ olsun!" diye bağırdığında diğer askerlerde aynı anda ellerini başlarına götürüp “Vatan sağ olsun!” Diye var güçleri ile bağırdıklarında rahat pozisyonuna geçmişlerdi.

Komutanın gözleri direkt beni buldu. Yutkundum. Bakışlarımı kaçırdım. Bir asker daha görmeye tahamülüm bile yoktu. Postalın yerdeki seslerini buraya bulunduğum yere doğru geldiğini işittiğimde buz kesildim. Daha babamı bile doğru düzgün uğurlamaya gücüm yokken konuşmak istemiyordum.

“Kızım.” İstemeye istemeye başımı dikleştirip önüme döndüm. Albay tam karşımda üzgün ve bitmiş gözüktüğünü gördüm. Bir kez daha bittim. Ardından ise babamın en yakın arkadaşları -timdeki bir çok gez gördüğüm- vardı. Albayın kalın sesi ile dediği ile gözlerim yaşardı. “Geçmiş olsun kızım.”

Yutkundum başımı aymemek için direndim ağzımdan ise o her zaman söylenen şey çıktı. “Vatan sağ olsun.”

Her zaman böyle olmaz mıydı? Askerler görevini yaptığında veya suikast düzenlendiğinde şehit veya gazi olurlardı. Sonunda ise sadece ‘Vatan sağ olsun’ denir ve unutulurdu. Ama ben unutmayacaktım. Unuttuğum gün babamın intikamını alacağım gün olacaktı.

...

Evdeydim. Odamda. Yatağımda uzanmış tavan ile bakışıyordum. Babam ölmüştü. Babam ölmüştü. Babam ölmüştü. Sanki bunu her zaman tekrarlayarak canımı yakmak istiyordum kendimce. Bir gün değil, babamın öleli bir aydan fazla geçmişti ve ben ne bu yataktan kalkmıştım nede tek bir kelime etmiştim. Annemden sonra babam. Peki babamdan sonraki hedef kim olacaktı? Kim kalmıştı? Biftek ben kalmıştım Güneş ailesinden. Sıra bende miydi? Hayır bende olamazdı. Sıra bende olsa bile benim işimi bitirmeden ben işlerini bitirecektim. Yatağımda sola döndüm. Ellerimi başımın altında birleştirdim. Babamın benden her zaman gizlediği bir şeyler olurdu. Gerek askerlikbolsun, gerek güvenlik pahasına. Hep bizden birşey saklar korumaya çalışırdı. Ama babam da bilmiyordu belki de bu sakladıklarının asıl saklamaması gerektiği gerçeğini. Bir ay koca bir ayda sürekli babamı gördüm her an, her dakika, her saniyede. Sürekli. İlk askeri naşın olduğu gün görmüştüm yüzünü. Ondan sonra ise neredeyse bir ay her gün. Şu bıraktığımız bir ayın ardındaki bir haftadan sonra ise hiç görmemiştim. Belki de deliriyordum. Babamın hayalimi görmem delirmek anlamına gelmiyor muydu?

Yatağımda tekrar sırt üstü döndüm. Annem ile babam şuanda mutlular mıdır acaba? Nede olsa yan yanalardır değil mi? Yan yanayken ise mutlulardılar ama ben mutlu değilim. “Beni de yanınıza alın.” Diye fısıldadım. “Benide alın.” Belki de Güneş ailesi tamamlanmalıdır değil mi? Ben tek kalmıştım burada. Belki de bende onların yanında olmalıydı ve yine hep birlikte olmalıydık?

Yatağımda yarı oturur bir pozisyonda uzandım bu seferde. Hayır, hayır. Onların yanına gidemezdim. Babama böyle bir şeyi kim yapabileceğini öğrenmeliydim. Derin bir nefes alıp verdim. Öğrenip ne yapacaktım kim? Ne yapa bilirdim yani?

Zihnimdeki sesleri susturmaya çalışıp ayağa kalktım. Ayağa kalkmak ile başım dönmüştü. Kendimi son anda toparlayıp odanın içindeki banyoya ilerledim. Banyoya girdiğimde suyu açıp yüzüme su attım. Halamlar da gitmemişti zaten. Hemen tam tarafındaki apartmana taşınmışlardı. Evet burada kalmıyolarlardı. Kendileri babamı her hatırladığı an ağladığı için “sözde” burada kalamazlarmış. Gerçi kalmak isteseler bile izin vermezdim kalmalarına. Burada kalmalarını babama hakaret sayardım. Babam yokken olmayanı bugün hiç olmasın daha iyiydi. Burada kalmanıza gerek yok dediğimde ise ‘seni burda tek bırakamayız.’ Diyip söylenmişlerdi. Sanki önceden vardılar.

Yüzüme son kez bir su daha çarptım. Başımı kaldırıp aynada bir aydan sonraki halime baktım. Bakmamla annemin görüntüsü birden arkamda belirdiğin de dehşet içinde aynaya yumruğumu geçirdim ve çığlık attım. Ayna anında gürültü ile parçalanıp yere düşerken elimde eklem yerlerimde ve parmak buğumlarından akan kanlar bir su misali yere damladığını gördüğümde başım dönmeye başladı Annem... Ben... Yere diz çökerek kendimi bıraktım. Kendimi hemen arkamdaki duvara yasladığımda elimde hâlen kanlar akıyordu. Lanet olsun. Başım dönüyordu. Elimi düzüne kırdığım dizine koyduğunda düz bir şekilde duruyordu. Odamda gürültüyle bir şey kırıldığını duyuyordum başımdaki uğultular arasında sanki. Evet kesinlikle bir şey kırılmıştı. Banyonun kapısı gürültüyle açıldı. Bulanık bakışlarını arasında bile seçebileceğim bir yüz.

Karşımda dehşet içinde lavaboya, yerdeki camlara ve sonra ise o bakışları beni bulduğunda dehşet içindeki yüzüne korku karıştı.
“Siktir!” dediğini duydum kendi kendine.

Kapı kolunu tutan eli yanına düşerken koşarak yanıma geldi. Cam kırıkları vardı önümde. Önüme gelip diz çöktü. Çöktüğü gibi ise geri kalkıp bir şey aramaya başladı. Aceleciydi sanki. Neden ki? Ne olmuştu?

Annem karşıma çıkmıştı. Annem... Annem onca yıl sonra babam öldüğünde de mi karşıma çıkmaya başlamıştı. Oh! Ne güzel. Bir bu eksikti zaten. Bir dakika bir dakika az önce ne olmuştu?

Elimde hissettiğim keskin bir sızıyla yüzümü buruşturdum. Siktir! Dizimin üzerinde sallanan elimin çevresinde kanlar yeri kırmızıya boyuyordu. Alaz elinde bir şeyler ile gelip koluma girdi. Ama kalkamıyordum. Ayaklarım tutmuyordu. Alaz elimdekilerini yere bıraktı. Sonra tekrar bana döndü. Gözlerinde öfke vardı. Bana mı kızgındı?
Bir şey demek istemiyorum.

“Sen... Bunu neden yaptın?” Dediğinde kendi kendine konulur gibiydi. Başını iki yana sallayıp bir elimi bacağının altına dieçğer eliyle ise sırtımı sardığında yer ile olan temasını kesti. Banyodan çıkıp yatak odasına ilerledi. Babam sıkılıyor mudur? Lanet olsun. Psikolojim sıkılmış durumdaydı. Ağzımda mı bozulmuştu benim ne sanki? Alaz yatağın üzerine beni bıraktığında geri banyoya ilerledi. Elimdeki kesikleri olabildiğince görmezden gelmeye çalışıyordum.

Alaz kısa bir süre sonra tekrar elindekilerle geldiğinde önümde tek dizinin üzerine çöktü. Yutkundum. Gözlerim az önce banyodayken gelen kırılma sesinin neysem kaynaklı olduğunu görmek için etrafı taradı. Ama kapının kilidinin kırıldığını gördüğümde ağzım bir karış açık kaldı. Bamam öldüğünden beri odamdan çıkmmadışım gibi kimseyi de odama almamıştı. Bu yüzden de kapıyı hep kilitli tutuyordum. Ama gördüğüm kadarıyla artık kilitleyemiyecektim. Gözlerimi kısarak önümdeki adama baktım. Lanet olsun. Bir ay yedi gündür görmemiştim onu. Bir ayda pek değiştiği söylenem- Hayır bir ayda kesinlikle değişmişti. Sakalları uzamış güzel yüzüne bir ayrı hava katmıştı. Saçları aynı boydaydı ve dağınıktır. Bir santim uzamıştır yada uzamıştır. Gazlı su ile elimi temizlemeye başladığında yüzümü buruşturdum. Suyla temizlesek olmuyor muydu be? Başını kaldırıp bana baktığında kaşlarını çattı. Bir şey demek istediyse ise demeden geri temizlemeye koyuldu.

Yutkundum. “Beni bir bütün olarak gösteriyordu,” dedim. Gözlerimi o bakmasa bile kaçırarak. Elime sürdüğü pamukun durduğunu hissettim. “hiç birşey olmamış gibi. Oysaki çok şey olmuştu, paramparçaydım. Alaz,” dedim. Başını çevirip ona baktım. Yaklaşık beş saniye bekledim. “annemi gördüm ben o aynada.” Diye cümlemi tamamladığında gözleri anında beni buldu. “Annemi gördüm. İlk defa, annemi hemen arkamda aynanın yansımasından gördüm.” Diye tamamladım cümlemi.

İki dakika kadar önce intikam almadan ağlamayacağım, kendimi bırakmayacağım demiştim ama şimdiden bile kendimi bırakmış hissediyordum. Başımı yanıma çevirip eğdim. Gözlerimi sımsıkı kapadım.

“Annen babanın yanında mutlu. Babanda annenin yanında,” çeneni kavrayıp kendine çevirdi yüzümü. Gözlerimi atlayıp ona baktım. Bir tek bu adama ediyordum. Bir tek buna. Şimdi olduğu gibi. Başını yana yatırıp gülümsedi. “mutlu.” Diye tamamladı cümlesini.

Burnunun direği sızlıyordu. Çene deki elini sardığı elimle değil de diğer elimle tutup dizlerimin üzerine bıraktım. Başımı her iki yana sallayarak “ Ama ben mutlu değilim. Kendimi bu dünyadan soyutlanmış hissediyorum. Tekim.” Elimi kalbime götürdüğümde yutkundum. Her yaptığımı izliyordu. “ Ailemi istiyorum.”

Elindeki tentürdiyotu yere bıraktı. Kalbime dayadığım elimi çekip kendi kalbine yasladığında kalp atışlarını hissedebiliyordum. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “ Tek değilsin ve hiçbir zaman olmadın da. Biz varız. Ben varım. İstersen ailen olurum sana.” Dediğinde yanağından bir damla gözyaşı süzüldü. Ailen olurum sana. Gözleri gözlerimden süzülen göz yaşına takıldı. Burnumu çekip gözümden süzülen göz yaşını sağlam elim ile sildim. Diğer elimi kıpırdatamıyordum bile.

Burnumu bir kez daha çekip sağlam olan elim ile boynundan tutup kendime çekip sıkıca sarıldım. Kollarını hiç düşünmeden oda bana satarken saçlarıma bir öpücük kondurduğunu hissettim. Ailem olur bana. Yüzümde buruk bir tebessüm belirdi. “Ailem” diye mırıldandım. Ailem olurdu bana. Ama Güneş ailesi hiçbir zaman olmayacaktı bundan sonra...

Kolumu boynundan ayırdım. “Yaranı temizledim ama hastaneye gidip doktorlar daha iyi,” başımı iki yana salladım.

“Sen temizlediysen temizdir. Gitmek istemiyorum.” Dedim. O yapmışsa temizdir. Ne zaman temiz olmadı ki?

“Defne.” Dedi bunu yapmamam için bir uyarıydı sanki.

“Alaz?” dedim. Başını iki yana saklayıp getirdiklerini yerden kaldırdığında diz çöktüğü yerden doğruldu.
İşaret parmağı ile banyoya dönmeden önce sargılı elimi işaret etti. “Elini kullanma.” Dediği şeyi bir kıpırdanma ile onayladım. Kullanmak gibi bir niyetim de yoktu zaten. En azından şimdilik.

“Alaz.” Diye seslendim. Banyodan kafasını çıkartıp kaşlarını çarparak diyeceğim şeyi bekledi. “Aşağıda senden başka biri var mı?”
Kaşları daha fazla çalışırken bunu neden sorduğumu düşünüyor olmalıydı. Bende bilmiyordum. Ama sanırım aşağıya inecektim ve kimsenin olmasını istemiyordum. Bir ay boyunca ev yol geçen hanı gibiydi. “Hayır yok.” Dedi sonunda. Ona gülümseyip ayağa kalktım.

Odanın çıkışına ilerleyip merdivenlerden inmeye başladım. Merdivenler bittiğinde holde ilerlemeye koyuldum. Salona girdiğimde kendimi köşe koltuğuna atıp elime bir kırlent alıp karnıma koydum. Dizlerimi karnıma kadar çektim. Bir elimi kullanamıyordum kollarımı ayaklarıma dolamayı es geçtim. Nereden bulacaktım ben bunları yapanları? Babam asla işini eve taşımaya çalışırdı. Bizi korumak içinde kendince tedbirler almaya çalışırdı. İle yardım da. Ama kendini koruyamamıştı. Albay cenaze töreninden sonra bizim eve gelmiş babamın timi ile birlikte eşyalarının bulunduğu bir kutuyu bana teslim etmiştiler. Yaklaşık 15 dakika oturmuşlardı. Giderken de babamın kanını yerde bırakmayacaklarına söz vermiştiler. Bir asker ölür bin doğardı biliyorum. Biliyorum sözlerini tutacaklarını ama o zamana kadar oturmayacaktım. Onlar gittiğinde babamın eşyalarının bulunduğu kutuyu odamda dolabımın içinde raflarda birinde koymuştum ve açmayı da düşünmüyordum. Belki... Belki her şeyi kafamda ve gerçekte çözdüğünü zaman açardım.

Birden kapının zili çaldığında daldığım düşüncelerden sıyrılıp ayağa kalktım. Ayağa kalkmam gibi elimde bir sızı oluşmuştu. Sızıntı beynimin bir köşesine yollayıp acıyı hafiflettiğimde evin kapısına ilerleyip gözden dışarı baktım. Kimse yoktu. Kaşların çatılırken kapıyı aralayıp etrafa baktım. Hayır kimse yoktu. Kapıyı tam kapatırken yerde bir zarf dikkatimi çekti. Beyaz bir mektup zarfıydı. Şaşkın gözler ile eğilip mektubu elime aldım. Kapıyı arkamdan kapatıp tekrar salona ilerledim. Mektubun arka yüzünü çevirdiği de ismimin yazdığını gördüm. Defne Güneş’e. Askeriyeden gelmiş olabilir miydi? Veya... Zarfı çatık kaşlarını umursamadan nefesimi tutarak açtığım. İçindeki kâğıttı çıkardım ve okumaya başladım.

 

 

 

 

 

 

 

 

Küçük Hanımefendi,
Babanın başına gelenler için üzgün olduğumu söylememi bekler misin? Hiç sanmıyorum. Ama yine de bir nezaket göstergesi olarak, geçmiş olsun diyeyim. Gerçi bu sözün bir anlamı olur mu, bilemiyorum. Sonuçta geri dönüşü olmayan bir yolun sonuna geldi. Tıpkı onun gibiler için kaçınılmaz olan sona ulaştı.
Merak ediyorum, şu an ne hissediyorsun? Öfke mi? Üzüntü mü? Yoksa intikam arzusu mu? Eğer sonuncusuysa, sana küçük bir hatırlatma yapayım: Baban da zamanında birileri için av peşindeydi. O da emirler alıyor, kendince “doğru” olanı yapıyordu. Ama işte hayatın acımasız bir kuralı var: Avcı, bir gün av olur.
Baban güçlü biri gibi görünüyordu. Ama gücün gerçekten ne anlama geldiğini bilmiyordu. Onun gibi insanlar, sistemin çarkları arasında ezilirken kendilerini kahraman sanırlar. Ama aslında sadece birer piyon olduklarını anlamadan giderler. Tıpkı onun gibi…

 

 

 

 

 

 

Şimdi senin için bir yol ayrımı var, küçük hanımefendi. Onun yolundan mı gideceksin, yoksa akıllı bir seçim mi yapacaksın? Hayatta kalmanın iki yolu vardır: Ya sistemi sorgulamadan hizmet edersin ve günü geldiğinde harcanırsın… ya da olup biteni gerçek gözlerle görüp doğru yerde durmayı seçersin. Senin için hangisi daha mantıklı?

 

 

 

 

 

 

Şimdilik sana zarar vermeyi düşünmüyorum. Ama bil ki dünyada hiçbir şey kesin değildir. Senin de karşına bir gün bir seçim çıkacak. O günü bekliyorum.
Unutma, zaman bazen dosttur, bazen düşman. Ve ben ikisini de iyi bilirim.

 

 

 

 

 

 

Sevgilerle çok sevdiğin dostun...

 

Küçük hanım.... Sevgilerle çok sevdiğin dostun? Ayaklarım birden tutmaz bir hal alırken önümdeki koltuğa tutundum. Hayır. O olamazdı değil mi? O olamazdı. Bir daha mı? Hayır, hayır, hayır. Bunu yazan babamın katiliydi. Bu yazdığı not ise apaçık bir tehditti. Apaçık her şeye burnunu sokarsan sonumun babam gibi olacağını söylüyordu. “Defne.” Alaz birden yanımda belirtip koluma girerken belini sıkı sıktı tuttu.

“İyi misin?” dedi. Kısa bir duraksama yaşadım. Alaz’a belli etmemeliydim. Başım ile onayladığımda aynı anda beni koltuğa oturttu.
Elimdeki notu katlayıp giydiğim eşofmanı cebine koydum. “Kimdendi?”
Omuz silktim. “Fatura.”

Kaşları alayla yukarı kalktı. “ Fatura demek.” Gelip yanıma oturduğunda koltuğa yayıldı. Alay akan gözleri beni baştan aşağı süzdü. “ Ee? Fatura mı çok gelmiş? Çünkü bu hale gelmenin başka bir açıklaması olamaz gibi?”

Aklıma ilk geleni söyleyen beynimi... Neyse. “Hıhı. Öyle fatura çok gelmiş.” Ben ayağa kalkarken yere düşen kırlenti tekrar alıp karnıma koyduğumda Alaz dan uzaklaşıp koltuğun köşesine sırtımı dayadım.

Fatura ha? Bir sen eksiktin.

Bir saat kadar hiçbir şey yapmaya tenezzül bile etmedim. Koltukta oturdum. Kıpırdamamak benim için bu günlerde yaşam için temel ihtiyaç gibi bir şeydi. Alaz da üzerime gitmemişti zaten. Şuan ise odamda üzerimi değiştiriyordum. Askeriye gidecektim evet. Babamın aldığı gizli dosya veya üzerinde durduğu her şeyi odasından alacaktım. En azından almayı demeyecektim. Gizli dosyaları alamayacaktım tabi kî de. Babamın odasında bıraktığı illaki bir şey olmalıydı. Öyle umuyordum.
Üzerime son olarak bir deri ceket alıp başıma takmam için ise bir şapka almış binadan çıktığımda takacaktım. Bu bende bir huy olmuştu. Dışarı çıkarken kendimi gizleme isteği bende bir huy olmuştu. Korktuğundan değildi. Bunu neden yaptığımı, neden kendimi gizlediği mi ben bile bilmiyorum. Babam öldüğünden beri birçok huyum değişmişti. Annemde bile huylarım bu kadar değişmemişti... İnsanlar değişir dediklerini kendim üzerimden görünce inanıyordum. Huylarımız, duygularımız ,zevklerimiz, yaşama bakış açımız... Hepsi değişebilir birer şeylerden ibaretti.

Telefonumu komedinin üzerinden alıp giydiğim geniş kot pantolonun arka cebine koydum. Odamdan çıktım. Merdivenlerden aşağıya indiğimde Alaz’ın bir iş uğruna evimden gitmiş olmasını diledim. Bir ay sonra bu evden çıkmam onda şüphe uyandıracaktı. Sanki evi yan tarafımızda değilmiş gibi. Alaz’ın evi bizim evin yan tarafında hemen olması sinir bozucuydu. Merdivenleri bitirdiğimde salona göz attım. Yoktu. İlerleyip mutfağa da baktım. Mutfakta da yoktu. Buda demek oluyordu ki gitmişti. Derin bir nefes alıp ayakkabılarımı ayakkabılıktan alıp giydiğimde dışarı çıktım. Binadan çıkmadan önce başıma elimde tuttuğum şapkayı geçirdim. Binadan çıkıp caddede ilerlemeye koyduğumda önümden gelen taksiyi durdurup bindim.

Yaklaşık yarım saat, kırk dakika kadar sonra askeriyeye yaklaştığımızda taksi biraz gerisinde durdu. Parayı ödeyip askeriyenin yolunu tuttum.
Girişteki her iki nöbetçi askerler beni gördüğünde birbirlerine baktılar. Böylece beni tanıdıklarını anlamış olmuştum. Yüzbaşı Kerem Güneş'in kızıydım. Yüzümde istemsizce bir buruk tebessüm oluştu. Bana geri geleceğine dair söz verişinin üzerinden 1buçuk 2 ay, şehit düşmesinin üzerinden ise bir ay geçmişti. Babam bana karşı sözünü tutamamıştı. Ben tutacaktım. O her sözünü tutmuştu ama yaşayacağına, bana geri döneceğine dair verdiği sözü tutamamıştı. Askerlerden biri telsizden biri ile konuşuyordu. Konuşması bittiğinde beni hiç düşünmeden başıyla selam vererek içeri aldılar. Başımdaki şapkayı düzeltip yüzümü iyiden iyiye kapadım. Başım ile -saygıda kusur etmeyip- selam verdiğimde karşımdaki askeri binaya doğru ilerledim. Askeriyeye adım attığımda beni iki Astsubay çavuş olduklarını yakalarındaki rütbe rozetleri ile anladığım askerler karşıladı. Büyük ihtimalle albaya haber verilmişti buraya geldiğim an. Askeriye koridorlarında ilerlemeye başladığımızda omuzlarımı dik tutmaya çalıştım. Bunu kendime hatırlatmaktan bıkmıştım ama diğer türlüde omuzlarım bu son birkaç aydır düşmekten çekinmiyordular. Oysaki asker kızıydım... Her askerin çocuklarına denen bir şey vardır: Asker çocuğusun sen. Dik durmalısın. Asker çocuğusun sen ağlayamazsın. Asker çocuğusun sen her an gelecek bir ölüm haberine hazır olacaksın. Oysaki babam, annem bunların hiçbirini bana söylememişti. Hissettirmemişlerdi. Ne ağlamamı nede herhangi bir şehadet haberine hazırlıklı olmamı söylemiştiler. Babam her zaman ağlamamı söylemişti. Ağlamamı, gülmemi, üzülmemi, kızmamı, duygularımı hiçbir zaman saklamamamı öğretmişti -söylemişti- ama şunu anlıyordum. Duygular birer pimi çekilmiş el bombasından ibaretti.

Asker kızı olman her zaman dik olman demek değil. Ki askerler bile gerektiğinde dik durmayı bırakırlar.

Haklı değilsin. Değildiniz. Duygular bir zaaftı. Zaaflar ise ölüm. Duygular... Duygular her zaman gizli kalmalı. Kişi için duygular birer el bombası. Ve her şey o bombanın tetiklenmesine bakardı.

Aklımdaki düşünceleri beynimin bir köşesindeki kutulardan birine tıkadım. Askerlerden biri bir kapının önüne durup kapıyı çaldığında içeride anında bir 'gir' diye ses yükselmişti. Bu sesi bir buçuk aydır sık sık duyduğum için derin bir nefes alıp verdim. Gerilmemeye çalışıyordum ama Albayın varlığı bile gerilme nedeniydi. Odanın kapısını açan asker kapıyı açık bırakıp kenara geçtiğinde içeri girmem gerektiğini anlayıp başımdaki şapkayı ister istemez çıkardım. Şapkayı elimde sıkı sıkı tutup her iki yana kollarımı serbest bıraktığımda odaya doğru bir adım attım. Sonra bir adım daha ve sonra bir daha. Ve bir adım daha attığımda çalışma odanın içindeydim. Albay karşımdaki duran çalışma masasın da uğraştığı dosyadan başını kaldırıp kaldırdığında yüzüne bir tebessüm yayıldı. Elindeki dosyayı masaya bırakıp ayağa kalktığında ben ise yutkunmamak için kendim içimde savaş veriyordum. Masanın arkasından çıkıp önüme adımlayan Albaya bakıyordum. Bakarken ise elimde tuttuğum şapkayı sıktığımın bile farkında değildim. Gülümseyişi tam karşımda durduğunda daha derinleşti. Başıyla bir selam verdiğinde kısa bir şekilde ne yağacağımı bilemez bir şekilde elimi uzatacaktım ki beni her iki omzumdan tutup kollarını sıkıca belime saran albay ile gözlerim şaşkınlıkla kocaman aralandı. O kısacık arada ne yapacağımı daha da bilemez bir şekilde ellerim her iki yanımda dururken nefes almayı unuttuğuma yemin edebilirdim. Derin bir nefes alıp kollarımı albaya sardığımda başımı albayın omzuna yaslamamak için kendimi tutum.

Albay omuzlarından tutup benden ayrıldığında yüzündeki tebessüm bir an olsun azalmayışı gözümden kaçmamıştı. “Ee küçük Güneş?” albayın gülümseyişi sırıtışa dönüştü. “hangi dağda it öldü?” yanağımın içini gülmemek için ısırdım. Albay arkasını dönüp masasına ilerlediğinde ilk başta geldiğimde ki gibi koltuğunda oturdu. Elini önümdeki koltuklarda birini gösterdi. Hiç düşünmeden birine oturdum. Sargıda olan elimi gizlemeye çalıştım. Sargılı elimi cebime koydum.

“Babamın odasına girmek istiyorum.” Dedim pat diye. Albay konuya hızla girmeme mi şaşkınlıkla bakıyordu? Yoksa babamın odasına girmeyi istediğim için mi bilmiyorum ama şaşkınlığı bariz ortadaydı.

Ellerini birbirine geçirip bütünleştirdiğinde masanın üzerine bıraktı. Gözlerimi kırpıştırarak albay baktım. İzin vermeme ihtimali yüzde kaç olabilirdi ki? Albay kısa bir süre düşündüğünde “Ulu!” diye bağırmıştı. Ulu mu? Kapı bir kez çalındığında komut beklemeden içeri doğru açıldı.

İçeri boyu 1.85 bilemedim 1.90 belki daha uzun olan biri girdiğinde şaşkınlıkla baktım. Kumral saçları üçe vurulmuş kumral, kahverengi gözlü, iri yapılı bir adam. Üzerinde askeri üniforması vardı ve anlaşılan benim kadar o da şaşkındı. Gözleri 1 saliseliğine benim tarafa kaymış sonra ise hemen karşısındaki albay odaklanmıştı. “Emredersiniz komutanım.” Deyip klasik asker selamını vermiş hazır ola geçmişti.

“Rahat asker.” Adının -veya soyadının- Ulu olduğunu öğrendiğim kişi bir an bile düşünmeden rahat bir pozisyona geçip dinlemeye koyuldu. Gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırarak askerden çektiğimde albaya döndüm. “Kızımız ile küçük bir konuşma yaptıktan sonra, yüzbaşı babasının odasına kadar eşlik et olur mu asker.” Soru sorar gibi kurduğu cümle aslında bir emirden ibaret olduğunu anlamak sanırım zor değildi. Konuşmaya okeydi ama ben babamın odasını biliyordum ki.

“Emredersiniz komutanım.” Dedi. Sonra tam arkasını dönüyordu ki durup tekrar albaya döndü. Bakışlarımı askere doğru çevirdim. Bana baktığında yutkunduğuna yemin edebilirdim. Gözlerinde anlamadığım bir şaşkınlıkla albaya bu sefer baktı. “Albayım?” Dedi. Gözlerimi kırpıştırarak albaya döndüm. Albay askere başını ağır ağır salladı. “Evet asker.” Diye onayladığında albay askeri aralarında ne geçtiğini anlamadığım için başımı önüme çevirip pencereden dışarı baktım. Direktmen babamın odasına gitmeliydim.

Bir kaç saniye sonra kapı açılma ve ardından kapanma sesi geldi. Avuç içlerine terliyordu. Ellerimi üzerime sürdüğümde albaya baktım. Albay sandalyesine yaslanıp gerildiğinde albaya çevirdim bakışlarımı. “Ee kızım nasılsın? Bu bir buçuk ay nasıl geçti? Seni rahatsız eden bir şeyler var mı?” albay benden yanıt beklercesine baktığında merak ettiği şey nasıl olduğum muydu? Yoksa beni rahatsız eden bir şey var mı sorusunun cevabını babamın katillerinin -veya babama kafayı takmış herhangi bir insanın- beni bulup rahatsız ettiği miydi? Anlam vermeye çalıştım. Bu ihtimallerden birincisini daha cazip gelirken ikinci seçenekte kuşku uyandırıcı doğrusu.

Başımı yana yatırdım. Gülümsedim. “Bir insan ailesinden birini kaybettiğinde nasıl ise öyleyim. İyi olmaya çalışıyorum,” yutkundum. Sargılı olmayan elimi açıp kapattım, tırnakların ile uğraşmaya başladım. Babamı öldüren kişiden -veya kısmen öldüren değil de beni kaçırıp babamı tanıyan ve beni rahatsız eden- bahsetmesi miydin kesinlikle bilmiyordum. Bahsetmem muhtemelen adamı bulmaya çalışırlardı. Ama bu bulmaya çalıştıkları sıra başıma neler gelir pek kestiremiyordum. En iyisi şimdilik ses çıkarmamaktı. “Arkadaşlarım ileyim. Sağ olsunlar hissettirmemeye çalışıyorlar bu boşluğu.” Evet boşluk derin ve sonu olmayan. Ne yazık ki hissediyordum ama.

Albay masada öne doğru eğildi. “Ailen var.” Etrafını gösterdi. “Buradaki herkes senin birer ailen. Seni koruyup kollayacak abilerin ve ablanlar.” Dedi. “Sen Güneş’in kızıysan bizde senin aileniz. Bunu unutma. Her zaman yanındayız. Kendini asla yalnız hissetmeme müsaade etmeyiz.” Diye cümlesini bitirdi.

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken bir aptal gibi göründüğünü emindim. Gülümsedim. “Şimdi çıkabilirsin. Üsteğmen Ulu sana eşlik edecektir.” Başımla albayı onayladığı da ayağa kalktım.

“İzninizle o zaman.” Diye müsaade istediğimde arkamı dönüp hızla kapıdan çıktım.

Kapıyı arkamdan kapadım. Ellerimi dizlerime koyup nefes almak için eğildim. Eğilmiş bir şekilde bir elim dizimdeyken diğer elimi kalbime götürdüm. Siktir. Çok hızlı atıyordu. Nefes alışlarımı düzene sokarken bir çift yeşil bot görüş açıma girdiğinde şaşkın bir şekilde botlara baktım.

“Gidelim mi?” gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırmaya devam ettiğimde doğruldum. Elimi her iki yanda serbest bıraktığımda gözü sargıdaki elime takılmış kaşları çatık bir şekilde baktığını far etmiştim. Hızla sargılı elimi cebime oydum.

“Ben kendim giderim.”

Adamın yanından geçip merdivenlere ilerlediğinde çıkmaya başladım. Ben çıkarken inen herhangi bir askere veya görevliye çarpmamak için dikkat ediyordum. Merdivenleri bitirip ikinci kata çıktığımda benim ardımdan neredeyse dibimden gelen benle aynı doğrultuda hareket ettiğini hissettiğim postal sesleri ile durup arkama döndüm. Ani dönüşüm ile neredeyse çarpacak olduğum askere çarpmamak için hızla geriledim. Ama bu sefer gerileme ile ayağım takılmış ve neredeyse yeri kapaklarken asker bileğimden tutup beni çekmişti. Çekmesiyle olmayan denge sarılırken kendimi toparladım ve göğsüne çarpmamak için kendimi sıktım.
Halen tutmuş olduğu elimi çektiğinde bileğim serbest kalmıştı. Bileğimi oluştururken “Kendim gidebilirim demiştim.”

“Senin emirlerin bana işlemiyor küçük Güneş. Albay eşlik et dediğini sende duydun. Şimdi seni kurtarmışken bence fazla konuşmadan ilerlemeye başla. Pek konuşmayı sevdiğim söylenemez o yüzden.” kaşlarıyla ileriyi işaret etti. “Ben yokmuşum gibi yürümeye devam et.”

Gözlerimi kısarak ona baktım. Emirlerim ona işlemiyor muymuş. Emir falan vermemiştim ki ben! Sadece kendim gidebilirim demiştim. Hem. Beni kurtar diyen ben miydim? O kendi kurtarmıştı beni son anda düşmekten. Bıraksaydı yere kapaklansaymışım. Ben bunun dırdırını mı çekeceğim yahu? Hem ben ona çarpmamak için düşüyordum! Gözlerim heybetine takıldı. Ama! Ben nasıl görmezden gelebilirdin Allah aşkına ya böyle bir şeyi?

Siktir Defne! Kızım kendine gel. Başımı iki yana sakladığı da gözlerimi kıstım. “Görmezden gelmeyi denesem bile,” kendisini gösterdim. “Pek yardımcı olduğunu da sanmıyorum. Hem ben sana çarpmamak için kendimi geri attım tutmasaymışsın!” diye sonda yükseldim. Kollarımı birbirine başladığımda tek kalınır kaldırdım.

Derin bir nefes alıp elini anlına götürdü. Başını ovaladı. “Keşke bıraksaymışım da düşseymişsin yere.”

“Efendim?”

Omuzlarından tutup beni önüme döndürdüğünde ileriye itti. “Hadi küçük Güneş. Hadi.”

Beni ileriye itelediğinde gözlerim kocaman açılmıştı. Başımı yana çevirip ona yan yan baktığımda önüne bakıp ilerlemek ile meşguldü. Ne güzel görmezden geliyordu ama. Ayaklarımı sinirle yere vuran vura ilerledim. Elimdeki şapkayı da başıma geçirdim. Pislik. Ukala adam.

Babamın odasının önüne geldiğimizde durdum. Elim kapı koluma gittiğinde açmadan kapıyı geri çektim elimi. Babamın kokusu sinmiş bir odaya nasıl gidecektim ki? “Girmek istediğinden emin misin?”

Derin bir nefes alıp kapı kolunu tuttum. “Görmezden gelmeye devam et Ulu.” Dediğimde tuttuğum nefesi bırakıp kapıyı açtım.

Kapıyı açmakla odanın içine sinmiş olan babamın kokusu burnuma geldiğinde gözlerim doldu. Her yer babamdı. Odaya doğru bir adım attık. Sonra bir adım daha. Sonra ise bir adım daha. Odanın içerisine girdiğimde odadaki gereğinden fazla olan düzen gözümden kaçmamıştı. Her şey fazla düzenliydi. Odanın ortasına doğru ilerlediğinde kapı kapanma sesi geldi ardımdan. Umursamadan ilerlemeye devam ettim odanın içinde. Babamın adasına doğru ilerledim. Masanın önünde durduğunda masanın arkasındaki raflarda duran dosyaların alfabetik sıraya göre dizilmişlerdi. Kısacası burada her şeyin bir düzeni vardı.

Masanın arkasına ilerlediğinde koltuğu tutup çektim. Sandalyenin üzerine oturduğunda masanın üzerinde duran çerçeve içerisindeki fotoğraf gözüme çarptı. Ben, annem ve babam. Üçümüzün bulunduğu bir fotoğraf. Bir kış günü dağ evinde geçirdiğimiz bir günün resmiydi. Elimi uzatıp çerçeveyi aldığımda elim fotoğrafın üzerinde gezindi. O günleri çok özlemiştim.

Ulu ilerleyip yanıma gelmekte kararsız bir şekilde odanın ortasında durduğunu göz ucuyla gördüm. Sonra birkaç adım atıp masanın ucunda durup elimdeki çerçeve içerisinde ki fotoğrafı gördü. Tereddüt ederek “Sen misin o fotoğrafta ki?” Dediğinde başımı kaldırıp ona baktım.
Gözlerine bu soruyu sormadın verdiği pişmanlık mı yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama gördüğüm şeyim pek iç açıcı bir şey olmadığına emindim. Başımla dediği şeyi onayladım. “Yüzbaşı,” boğazını temizler gibi yaptığında gözlerini kaçırdı. “Yani baban iyi biriydi. Böyle bir baban olduğu için şanslısın.”

“Şanslıydım.” Diye düzelttim lafını. “Artık yok hatırlatırım.” Dediğimde gözlerimi kaçıran taraf bu sefer ben bana kilitlenen taraf ise o olmuştu. Öyleydi. Öyle değilmiş gibi göstermek tuhaf olurdum nede olsa babam ölmüştü. Derin bir nefes alıp verdim. “Biraz,” başımı kaldırıp Ulu’ya baktım. “biraz yalnız kalabilir miyim?” Dedim.
Başıyla ufak bir onay işareti yaptığında kapıya yöneldi. Kapıyı açıp dışarı çıktığında tamamen tek başımaydım. Arkama yaslanıp iki dakika kadar elimdeki fotoğrafa baktım. “Özür dilerim baba.” Diye mırıldandım. Şuandan itibaren gireceğim işe babamın pek hoşuna gideceğini sanmıyorum çünkü.

Elimdeki çerçeveyi masaya aynı hizada yerleştirdiği de sandalyeden ayağa kalktım. Sandalyeyi de aynı şekilde yerleştirdiğimde etrafa baktım. Babam nereye koymuş olabilirdi dosyalarını? Masadaki çekmeceleri açtım ilk. İçlerini kurcaladığımda hiçbir şey bulamamıştım. Çekmeceli kapatıp bu sefer masanın üzerine baktım. İki dosya vardı ikisinde baktığımda işime yarar bir şeyin olmadığını kendimce belirttiği de geri yerlerine bıraktım. Çalışma masasının aramayı bırakıp arkama döndüm. Dört duvar olan bu çalışma masası bir duvarı baştan aşağı dosya ve kitaplarla kaplıydı. Yüzümü buruşturdum. Bu kesinlikle zor olacaktı.

Kısa bir süre sonra iki tane dosya bulmuştum. Biri üzerine Gizli yazan bir dosyayı. Diğeri ise kilitli siyah bir dosya. Kilidini arayıp bulamamıştım ama babamın evdeki çalışma odasında olduğunu umuyordum. Masaya oturup kilitli dosyayı masaya bıraktım. Gizli yazan dosyayı elime aldığımda ilk sayfasını çevirdim. Çevirmen ile gözüme iki isim takıldı.

Hamdi Kını ve Ertay Kını

İsimler bir yerden tanıdık geliyordu. Ama nereden?

Dosyanın her sayfasının fotoğrafını çektiğinde dosyayı kapatıp yerine koydum. Kilitli dosyaya nasıl bakacaktım ki? Kilitli dosyayı elime aldım. Anahtarı nerede olabilirdi? Nerede? Kapı çaldığında hızla elimdeki dosyayı masanın içerisindeki çekmeceye fırlattı ve kapadım. Kapı açıldığında ellerimi masaya yerleştirdim ve tüm ağırlığımı masaya verdim. Ulu ve bir tanımadığım asker gördüğümde nutkum tutuldu. Sıçanzi?

Ulu içeri girdiğinde gözlerindeki kendinden emin cesareti korkutuyordu. “Özür dilerim. Ama almamız gereken dosyalar var.” Başımla onayladığımda Ulu kapıya yaslandı.
Bakışlarını ondan kaçırıp odaya giren askere verdiğimde asker gelip sanki eliyle koymuş gibi benim az önce fotoğrafını çektiğim Gizli yazan dosyayı aldı. Derin bir nefes verdim. Son anda. Biraz daha oyalansam kim bilir ne olurdu. Ulu kadar boyu olmasa da orta boylu, sarışın, heybetli asker raflarda başka bir şeyi daha aradı ama raflarda bulamayınca kaşları çatıldı. Kilitli dosya deme. Tam dosya nerede diye soracaktı ki raflarda bir yerde gözlerinde bir şey takıldığında eline aldı. Oh. O değildi. Hem babam bu dosyaları neden buraya koydu ki? Gizli değil mi bunlar?

Herkes en gizli olan bilgileri en zorlu yerlere saklandığını düşündüğü için kolay yerleri aramaya bile tenezzül etmezler. O yüzden olabilir.

Tama bir bakıma haklı olabilirsin. Ama bir bakıma da çok saçma. Sarı asker yanımdan geçmeden baş selamı verdiğinde gülümsedim. Kapıya doğru ilerlediğinde çıkmadan önce Ulu ile birbirlerinin omuzlarına vurmuşlardı. Sarı asker tamamen uzaklaştı. “İşin varsa,” dediğinde başımı iki yana salladım.

“Hayır. Eve gidebilirim.”

Askeriyeden çıkmıştım. Eve doğru ilerlerken ise o iki ismi nereden tanıdığımı hatırlamış ve hatırlamam kanımın çekişmesine neden olmuştu. Hamdi Kını ve Ertay Kını. Dosyada yazan bu iki isim. Beni okul günü kaçırdıkları zaman ki adam ise Ali Kınık...

 

Yeni bölümü nasıl buldunuz?

Sevdiniz mi?

Defnenin elini maffetmesi hakkında ne düşünüyorsunu? Sizce çok mu mantıksız davrandı?
Peki Alaz? Alazın dedkleriiiiii

Askeriyede albay Defne'nin üzerine çok düşüyor gibi. Sizce arkasında başka bir şey mi var? Yoksa cidden kızımızı seviyor mu?

PEKİ ULU VE DEFNEEE onların arasındaki geçenlere ne dersiniz? sdfghn

Diğer bölümde görüşmek üzere

 

Bölüm : 16.03.2025 14:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...