Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bölüm 1 | Karbeyaz

@thecorpsebutterfly

Yorum yapmayı ve bölümü beğenmeyi unutmayın lütfen Karbeyazlarım! Destekleriniz benim için çok önemli :)

Bölüm Şarkıları:

White Wedding - Juliet Lyons

Karbeyaz - Kerim Tekin

Teoman - Mavi

SYML - Where's My Love

Bölüm 1: Karbeyaz

Karbeyaz Korel

Beyaz. İyiliğin, saflığın, temizliğin, akla gelebilecek tüm güzelliklerin somutlaşmış bir simgesi, rengi. Beyaz, beyazdı işte. Ne görüyorsak o. Belki de göremediklerimizi de içinde barındıran sade bir kapı, içinde diğer tüm renkleri de barındıran. Zaten diğer renkler de beyazdan doğmuyor muydu? Işığın kırılması, yansıması vesaire vesaire...

Ben de buydum işte; beyaz, hem de Karbeyaz. Dışarıdan sade, temiz bir renk. İçimde ise birçok renk; kırmızı, mavi, sarı... Tek bir renge sığdırılamayacak kadar çok renge sahibim ama bunu gösteremiyorum bile.

Kapının ardından ince bir ses duyulurken yüzümdeki şuh gülüş birçok manaya ev sahipliği yaptı.

''Karbeyaz! Hadi oyalanma artık içeride! Geç kalıyoruz.''

''Geliyorum!'' Duyması için olabildiğince ses çıkardım. Şimal, fazla pimpirikli olabiliyordu, zaman konusundaki takıntısı da şu anda beni sadece daha fazla strese sokuyordu ama şu anda en son ihtiyacım olan şey buydu. Derin bir nefes alıp verdim. Sıcakladığımdan makyajımın bozulmaması için ellerimle yüzümü havalandırdım ve son kez aynada kendimi inceledim.

Gördüğüm manzara hoşuma giderken aynadaki aksime göz kırptım ve bir öpücük gönderdim. Adım gibi karbeyaz bir gelinliğin içinde şekilli vücudum daha bir güzel görünüyordu şimdi. Prenses kol gelinliğin kol kısımları dantelle kollarımı sarıyordu. Elbisenin kalp şeklindeki dantel yakası dolgun ve dik göğüslerimi olabilirmiş gibi daha da iddialı ve güzel göstermişti. İnce belim gelinliğin korsesi sayesinde daha bir kıvrımlı görünüyordu. Gelinliğin saten dokusu kalçamdan yere kadar pürüzsüz bir şekilde uzanıyor uzun, şekilli bacağım gelinliğin yırtmacı arasından hoş bir dekolte veriyordu. Yırtmacın başlangıcında da elbisenin belli bir yere kadar uzanan dantel detayları gözüküyordu.

Elimdeki Lilyumlardan oluşan gelin çiçeğini iki elimle kavrayıp aynadaki aksimle birkaç poz verdim. Telefonumu yandaki makyaj masasından alıp birkaç da fotoğraf çekindim.

Ne de olsa bir kadın hayatında kaç kere gelinlik giyerdi ki?

Ben Karbeyaz ve bugünün gelini benim.

Ayağımdaki sade inci beyazı topuklu ayakkabıyı muzip bir ifade ile çıkardım ve makyaj masasının önündeki sandalyeye oturdum. Elime geçen siyah cd kalemi ile ayakkabının altına 'ŞİMAL' yazarken yüzümdeki sırıtmaya engel olamıyordum. Yalnızdım, yine de evlilik öncesi bazı ritüelleri yapmasam olmazdı. Eğleniyordum kendi çapımda ne olsundu! Başka bir isim gelmezken aklıma dudaklarımı dişledim ve büyük harflerle ayakkabının altına aklımdaki asıl ismi yazdım. 'KARBEYAZ' yazan yazıya gülümseyip isimlerin kuruması için üstlerine doğru nefesimi üfledikten sonra kuruduğunu düşünüp ayakkabıyı tekrar ayağıma geçirdim. Üzerimin kırışıp kırışmadığını kontrol edip elimle düzledikten sonra aynanın karşısına tekrar geçtim.

Sarı dolgun, uzun saçlarım omuzlarımdan hacimli bir şekilde dökülüyordu. Neyse ki sıcaktan dolayı kabarmamıştı. Mavi, badem gözlerim koyu, dumanlı göz makyajından dolayı daha bir ilgi çekici görünüyordu. Burnumun üzerindeki minik çiller kendilerini belli ediyorlardı ama rahatsız edici bir görüntüleri yoktu. Dolgun olduğunu düşündüğüm dudaklarımın ortasına kırmızıya çalan likit ruju dokundurmuş ve ortadaki ruju tüm dudağıma parmağım ile dağıtmıştım. Böylece çok kırmızı kırmızı durmayan, doğal bir görüntü oluşmuştu dudaklarımda. Bu düğünde kıpkırmızı bir ruja ihtiyacım olmayacaktı, zaten ben ortalığı yakıp, kasıp kavuracaktım. Dudaklarımda sinsi bir gülümseme yer edinirken boğazımı temizledim.

Başımdaki prenses tacını andıran küçük ama ilgi çekici gümüş taca iç çekerek baktım ve kenardaki duvağı alıp başıma dikkatli bir şekilde saçımı bozmadan yerleştirdim.

En son hazır olduğumda çantamdan çıkardığım Lilyum ve Vanilya esanslı parfümümü yeteri kadar üzerime sıkmıştım. Kendi yaptığım parfümün kokusu burnuma dolarken mutlulukla gülümsedim. Kokularla ciddi anlamda bir sorunum vardı. Tabii bu bir sorundan çok parfüm üzerine uzmanlaşmış bir kimyager olmamdan da kaynaklanıyor olabilirdi.

Düğün için kendi kendimi hazırlıyordum. Yanımda kimse yoktu, bu biraz eksik hissettirmişti. Yine de az sonra olacakları düşünmek beni keyiflendirmeye yetiyordu. Gözlerimi son kez nikah salonuna ait hazırlanma odasında gezdirdikten sonra iç çekerek kenara bıraktığım Lilyumlarımı elime aldım. Daha sonra buraya uğramaya vaktim olmayacağından telefonumun ve cüzdanımın içinde olduğu küçük, ayakkabılarımın rengindeki inci beyazı kapaklı çantayı da koluma taktım.

Dışarıdan tanıdık ses bir kez daha yükseldi, gözlerimi devirdim.

''Karbeyaz ben salona geçiyorum! Bir çıkamadın kızım, tören başlayacak!'' Eh, gelinsiz tören başlayacak değildi.

''Tamam!'' diye seslendiğimde Şimal'in söylenerek kapının önünden ayrıldığını işittim.

''Sanki sen evleniyorsun!'' diye söylendiğini duyarken kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyordum. Sen öyle san canım kuzenim, sen öyle san...

Büyük dolaptan tıkırtılar duyulurken gözlerim bir kez daha devrildi. Gelinliğimin eteklerinden tutup kendimden emin adımlarımla tıkırtıların duyulduğu dolaba ilerlerken yüzümdeki umarsız ifade ile dolabın kapağını araladım. Karşımdaki kadının benimkine benzer ama boyalı olan sarı saçları dağılmış, kafasındaki tokalar birbirine girmişti. Benim saçlarımdan farklı olarak karşımdaki kadının kahkülleri alnına doğru dökülüyordu. Üzerindeki gelinlik girdiği alanın darlığından çoktan kırışmıştı. Ağlamaktan akan göz makyajına karşın alt dudağımı sarkıttım.

''Kimse seni düğünden önce ağlamaman için uyarmadı mı tatlı şey? Makyajın bozuluyor...'' Alayla ağzımdan dökülen kelimelere karşın etrafı kızarmış kahverengi gözleri öfkeyle dolup taşarken ağzındaki banttan dolayı konuşamamak zoruna gidiyormuşçasına iyice çığlık atmaya başladı.

''Seni çekemeyeceğim şimdi. Biliyorsun, katılmam gereken bir düğün var. Damadı fazla bekletmeyelim değil mi? Sence?'' Bana cevap veremiyor olmak onu delirtiyordu. O beni öfkeyle incelerken ben de kendime ufak bir bakış atıp yüzümdeki kocaman gülümseme ile tekrar ona döndüm. Etrafımda bir prenses gibi dönüp kendimi ona gösterdim.

''Nasıl, güzel olmuş muyum? Ben bayıldım!'' Gözlerimle onu ufak bir göz süzgecinden geçirdim. Onu küçümseyerek incelediğimi fark etmişçesine gözlerini kaçırdı.

''Sen de... Fena olmamışsın.'' diye fısıldadım alayla.

''Neyse, benim işim bitene kadar sessizce uslu uslu burada dur. Ben de ortalığı karıştırıp geleceğim.'' Yüzümdeki şeytani gülüş aksi gibi çocuksu yüzümde yer edinirken boğuk çığlıkları eşliğinde dolabın kapağını kapattım. Kapattığım anda yüzümdeki gülümseme de yerini kaybederken duvağı yüzümü kapatacak şekilde örttüm ve elimdeki çiçeğimle beraber odadan ayrıldım. Bana salona kadar eşlik edecek görevli kız yanımda belirirken benim kim olduğumdan habersizdi.

''Çok güzel görünüyorsunuz Lale Hanım.'' Paranın kokusunu alan, iltifata da boğuyordu neticede. Gerçi gerçekten de çok güzel göründüğümü de biliyordum. Bunu duymak için para saçmaya ihtiyacım yoktu. Sen beni bir de şu kafamdaki tül perde olmadan gör! Gerçek gelininkinden birkaç ton daha açık sarı ve uzun olan saçlarım kapansın diye resmen kafama bir perde geçirmiştim! Neyse ki gelin de benimki gibi beyaz bir tene sahipti yoksa üstüne her yerimi kapatıp bu vücudu sergileyemeyeceğim bir gelinlik seçmek zorunda kalacaktım. Korkunç! Cevap vermeden salona doğru ilerlerken salonun girişinin kenarında sabırsızca beni bekleyen müstakbel kocamı (!) gördüm. Ayağını hafifçe yere vuruyor muhtemelen gelinin neden geç kaldığını sorguluyordu. Merak etme sevgilim! Geldim işte buradayım...

Damadın yüzü benden tarafa doğru dönerken yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi ve derin bir nefesi dışarıya doğru bıraktı. Kahverengi gözleri beğeniyle vücudumda gezinirken müstakbel karısının vücudunu tanıyamaması içimden alayla gülmeme neden oldu.

''Lale! Geç kaldığın için sana kızmıştım aslında ama şimdi seni görünce... Büyüleyici görünüyorsun sevgilim.'' Yüzündeki hınzır gülümseme ve parlayan kahve gözleri midemi bulandırdı. Ne garip, oysa ki birkaç gün önceye kadar bu yüze, bu kahvelere ve bu gülümsemeye içim giderdi. İçim titrerdi ona bakarken, şimdi tiksindiğim için bulanan midem uçuşan kelebeklerden ötürü bulanırdı. Ne garip, şimdi yalnızca iğreniyorum senden.

Bir gün senin için giyeceğimi düşündüğüm bir gelinlik emanetti şimdi üzerimde, emanet bir düğünde, emanet bir damadın kollarındayım.

''Hadi girelim!'' Cevap vermememi heyecanıma bağlamış olacak ki çalışanlara kapıyı açmaları için bir işaret verdi. Çalan tanıdık şarkının sözsüz versiyonu eşliğinde nikah salonuna doğru girerken bacaklarım titremeye başlamıştı ama artık geri dönmek için çok geçti. Bir alkış salonda koparken dik duruşumu bozmadım ve nikah masasına kadar emin adımlarla yürümeyi sürdürdüm. Gözlerim ön taraflarda oturan babamla anneme takılırken yutkundum ve gözlerimi onlarda fazla tutmamaya çalıştım. Beni Lale sanıyorlardı, Lale ve Koray'ın düğününe gelmişlerdi. Her şeyden habersiz yüzlerindeki kibar gülümseme eşliğinde diğer konuklar gibi gelin ve damadı alkışlıyordu. Anne, baba özür dilerim. Sizleri az sonra belki de çok utandıracağım ama bilirsiniz, küçük kızınız hiçbir zaman laf dinleyen bir kız olmadı zaten. Gözlerim anne ve babamın çaprazında oturan Şimal'e takılırken bir terslik olduğunu anlamış gibi bana baktığını gördüm. Kuzey yıldızım, beni bir çuvalın içinde bile olsam tanıyabilirdi, öyle gözlere sahipti bu yüzden bu durumu yadırgamamıştım. Ona yan gözlerle bakarken açılan ağzından ve büyüyen parlak, karadenizli genlerimizin sonucu olan yeşil ve mavinin dans ettiği gözlerinden beni fark ettiğini anlamıştım. Dalga dalga omuzlarından aşağıya dökülen kahve saçları eğdiği başından yüzündeki şaşkınlığı gizlemek istercesine yüzünün yarısını kapatmıştı.

Bizi bekleyen nikah memurunun yanındaki sandalyelere yerleşirken Şimal'e bakmamak için kendimi zorluyordum. Bana 'sen ne halt ediyorsun orada!' dercesine baktığından adım kadar emindim. Gözlerim bu sefer de Koray'ın meymenetsiz babasının ve annesinin üzerinde gezinirken beni görmeyeceklerini bildiğimden yüzümü buruşturmuştum. Bu aileden nefret ediyordum. Kasıntı maymunlar!

Sahnenin kenarındaki orkestra hafif bir müzik çalmaya başlarken nikah memuru kendince birkaç espri ile konuşmasına başlamıştı. Çok sıkıldığımdan ve sıcaktan bunaldığımdan dudaklarımın arasından ara ara hava üflüyordum ve arada da nikah memurunun sorduğu soruları cevaplıyordum. Bu duvak beni iyice boğmuştu ama zamanı gelene kadar çıkaramazdım.

''Sayın İzzet Eralp oğlu Koray Eralp, iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, ölüm sizi ayırana dek Sinan Selçukoğlu kızı Lale Selçukoğlu'nu eşin olarak kabul ediyor musun?'' Salonda Koray'ın 'evet' sesi yankılanırken yüzümü buruşturdum. Akabinde salondaki sessizliğin yerini büyük bir alkış sesi almıştı.

''Sayın Sinan Selçukoğlu kızı Lale Selçukoğlu, iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, ölüm sizi ayırana dek İzzet Eralp oğlu Korap Eralp'i kocanız olarak kabul ediyor musunuz?'' Salonda ufak bir gerginlik yaratmak adına birkaç saniye sessiz kalırken Koray'ın elini masanın altındaki elimde hissetmiştim. Kabul et artık dercesine elimi sıktığında içimden gülüyordum. En sonunda bu kadar bekletmenin yeterli olacağı düşünürken mikrofona yaklaştım ve 'hayır' diye salonu inlettim. Konuklardan hep bir ağızdan 'aaa' diye bir ses duyulurken salonda fısıldaşmalar almış başını gidiyordu. Koray'ın şaşkın şebek suratı hızla bana döndü ''Lale!''. Sesinden şaşkınlık, hayal kırıklığı, öfke birçok duyguyu seçebilmiştim.

''Durun! Durdurun nikahı! O sahte gelin!'' Kapıdan gelen sesle gözlerimi devirip yerimden kalktım, yine de dik duruşumdan taviz vermeden olacakları izliyordum. Salondaki konuklardan bir 'aaa' sesi daha yükselirken gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Gerçek Lale ayakkabısının kırılan topuğundan dolayı yalpalayarak yürürken sinirlenip ayakkabıyı ayağından çıkardı ve yere fırlattı. Kırışmış gelinliğinin eteklerinden tutmuş hırsla kürsüye doğru yürürken etraftakilerin sesleri yükselmeye başlamıştı. Bu sırada orkestra da anın verdiği heyecana kapılıp iyice onlara daha önce talimatını verdiğim parçayı çalmaya başlarken durum tam anlamıyla şaka gibi bir hal almaya başlamıştı.

''Karbeyazdır Ölüm! Ellerinden Gülüm!'' Çalan parçanın sözleri içinde bulunduğumuz ortamı iyice manidar hale getirirken buna daha sonra deli gibi gülmeyi aklıma not ettim.

''Ay neler oluyor burada! İzzet! Bir şey yap!'' Koray'ın annesi Nalan Hanım dramatik bir şekilde ayılıp bayılırken dudaklarımdan minik bir gülüş kaçtı. Koray şaşkınca bir bana yani sahte Lale'ye bir de saçı kuş yuvasına dönmüş, makyajı akmış gerçek Lale'ye bakarken bakışları bende durdu.

''Lale oradaysa sen kimsin be kadın!?'' Bu anı beklercesine perdemsi duvağı hızla geriye doğru atarken şirince gülümsedim. Orkestradan gerici bir fon müziği duyuldu ve şarkı devam etti.

''Yine yoksun diye! Düşmanım her güne!''

''Sürpriiiz!'' Koray'ın ağzı bir karış açılırken bunu beklemediği çok açıktı. Eh, benim sürprizleri ne kadar çok sevdiğimi çoktan öğrenmiş olması gerekiyordu bu üç yıl içerisinde! Koray gerilim müziği çalan orkestraya ters bir bakış atıp onları sustururken nikah memuru da ''Ben artık kalksam iyi olacak!'' diyerek fıymıştı bile.

''Karbeyaz? Sen...'' Koray cümlesini tamamlayamadan yandan cırtlak bir ses duyuldu.

''Sen adi bir sürtüksün! Bugün benim günüm olacaktı!'' Gerçek Lale üzerime sincap gibi zıplarken atik bir şekilde yana doğru kaydım ve yere düşmesine sebep oldum.

''Ups! Benim hatam, sorry!'' diye mırıldanırken en ufak bir pişmanlığım ve utancım yoktu.

''Karbeyaz!'' Babamın keskin sesi salonda duyulurken gözlerimi sıkıca kapattım. Tamam, belki biraz vardı; yani pişmanlığım ve utancım.

''Tuna bu da ne demek oluyor! Rezillik!'' İzzet Bey babama doğru ilerlerken babam sabır dilercesine elini yüzüne doğru götürüp ovuşturdu. Sinirlendiğinde hep bunu yapardı. Annem öfkeyle bana bakarken bir yandan da babamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Yerde arkadaşlarının yardımıyla ayağı kalkmaya çalışan Lale'ye umursamazca bakıp bir prenses edasıyla kürsüden inerken Şimal de yanıma yetişmişti.

''İnanamıyorum sana Beyaz! Delisin sen, sen bir delisin!'' Bana Beyaz dediğine göre sinirlenmiş olmalıydı. Kolumdan tutmuş beni insanların bakışlarından uzak bir yere doğru çekiştiriyordu. Babamla göz göze gelirken dudaklarımı büktüm.

''Görüşeceğiz Karbeyaz! Eve git çabuk!''

''Ya ama baba!''

''Eve dedim! Ben burayı halledeceğim. Nazlı, Allah aşkına şu kızın peşinden git elimden bir kaza çıkacak!'' Babamın komutuyla annem de ne yapacağını şaşırmış bir şekilde peşimizden koşturmaya başladı. Bir diğer koluma da annem girerken ona her sıkıştığımda attığım yavru köpek bakışlarımdan atmaya başladım.

''Hiç bakma bana öyle Karbeyaz! Bu sefer baban ne dese hak ediyorsun, hiç karışmayacağım!'' Nazlı Hanım önüne dönerken bu sefer gerçekten sıçtığımı anladım. Tamam, belki biraz fazla ileriye gitmiştim. Gözlerim bu sefer de Şimal'e dönerken bana yan yan bakan gözlerine karşın sırıttım.

''Nasıl ama çok güzel olmamış mıyım?'' Şimal bir süre ciddi suratını bozmasa da kendisine engel olamamıştı ve ağzından kısık bir gülüş kaçmıştı.

''Aptal! Çok güzelsin, her zamanki gibi.'' Kulağıma doğru yaklaşırken devam etti. ''Ayakkabının altına adımı yazmadıysan çok pis ödeşeceğiz.'' Kahkaha atarken başımı olumlu anlamda salladım.

''Yazdım yazdım!''

Salondan çıkarken girişte ayakta elleri ceplerinde ağaç gibi dikilen adama gözlerim takılırken uzun boyu nedeniyle gözlerim aşağıdan yukarıya doğru yavaşça çıktı. Kumral dolgun saçları iki yana ayrılmıştı ve birkaç tutam alnına doğru dökülmüştü. Kirli sakalları tıpkı yıldızlar gibi şekilli çenesine ve dudak çevresine yayılmıştı. Dolgun, pembe dudaklarını birbirine bastırmıştı, sanırım ortamın gerginliği onu da etkilemişti. Belki de gülmemek için kendini tutuyordu. Mavi gözleri bu fiyasko düğün hakkında ne düşündüğünü belli etmezken göz göze gelmemizle kendi mavilerimi ondan ayırmadan salondan çıktım.

Arkada hala söylenen şarkının sözleri dönüyordu.

''Karbeyazdır ölüm!''

Adamın yanından geçerken burnuma dolan kokuyla gözlerim kısıldı. Duyularım son derece etkili bir şekilde kendisini gösterirken istemsizce bu kokuyu kendi içimde tanımlamaya çalıştım. Lavanta, Kakule, Bergamot, Anason, Karabiber, Vanilya... başka ne vardı? Bir koku daha vardı kokusunda çıkaramadığım.

Kolumu tutan Şimal ve annemden fırsat bulabildiğimce arkama döndüğümde hala bana bakıyor olduğunu fark etmemle inci gibi olan dişlerimi ortaya çıkararak sırıttım ve küçük bir öpücük atıp saçlarımı savurarak tekrar önüme döndüm. Eh, yakışıklı çocuklarla her an, her durumda flört edebilirdim. En çok da güzel kokusu olanlarla... Bu da suç değildi ya!

''Kız sen elin oğlanlarına öpücük mü atıyorsun bir de! Allah'ım beni bu kızla mı sınıyorsun!'' Nazlı'mın içinden yine o mütevazı mahalle kadını çıkarken kıkırdadım.

''Anne sence de çok yakışıklı değil miydi? Hazır üzerimde gelinlik de varken...''

''Karbeyaz sen insana kalp krizi geçirtirsin kızım, sen sapasağlam insanı yatak döşek edersin!'' Nikah dairesinden çıkarken babamın arabayı park ettiği alana gelmiştik. Üzerimdeki gelinliği toparlayıp şoförün şaşkın bakışları eşliğinde onun yardımıyla arabanın arka koltuğuna yerleştim. Şimal de benden kalan yere yerleşmişti. Annem de söylene söylene ön koltuğa yerleşirken bir yandan da Ahmet abiye komut veriyordu.

''Ahmet sen bizi eve bırak, sonra gelip Tuna Bey'i alırsın.''

''Tamamdır Nazlı Hanım.'' Ahmet abinin şaşkın gözleri dikiz aynasından bana gidip gelirken yüzümdeki sırıtkan ifade kendisinden bir şey kaybetmemişti. Araba hareketlenirken ağzıma dolanan şarkıyı mırıldanarak keyifle yolun sonlanmasını bekledim.

Mavi mavi bu güzel eylül akşamüstü her yer masmavi

Yatma vakti geldi artık

Rakı balık harikaydı kaptan eline sağlık

Son bir kadeh dostlar için artık aramızda olmayan

İnşallah onlar da mutludurlar

Mavi mavi bu güzel eylül akşamüstü her yer

🫀

Sonunda eve vardığımızda arabanın arka koltuğunda oturmanın getirdiği mide bulantısını az da olsa üzerimden atabilmiştim. Bir arabaya biniyorsam onun sön koltuğunda oturmalıydım, arka tarafına değil. İç geçirip annemin öfkeli bakışlarının hapsinde kendimi geniş salonumuzun ihtişamlı ama bir o kadar da rahatsız olan koltuğuna attım. Kollarımı birbirine dolarken Şimal'in önümden geçip yan tarafıma oturmasını sessizce izledim. Annem ise bir ileri bir geri salonun içinde turluyordu. Ne vardıysa bu kadar sinirlenecek? Sonra erken kırışacaksınız dediğimde ona da kızıyorlardı!

''Nazlı'm sence de çok abartmıyor musunuz?'' Sorduğum soruya karşılık annemin bana attığı bakışla yerime iyice sindim. Ups! Sanırım yanlış zamanda yanlış bir cümle kurmuştum.

Kural bilmem kaç: Asla zaten sinirli olan birine abarttığını söyleme!

''Hala konuşuyorsun! Baban bu sefer sakin kalacak mı sanıyorsun Karbeyaz? Herkes oradaydı! Tanıdığımız tanımadığımız bütün çevremiz oradaydı. Nasıl böyle sorumsuz davranırsın? Baban utancından seni savunamadı bile!'' Son cümlesiyle dudaklarımı birbirine bastırırken başımı eğdim ve inci beyazı, badem şeklini verdirdiğim tırnaklarımın çevresini kazımaya başladım.

''Teyze, eminim o da pişman olmuştur. Çok üzüldüğünden böyle bir şeye kalkıştı belli ki.'' Şimal kendince beni savunurken planımdan onun da haberi olmadığından beni nasıl savunacağını o da pek bilemiyor gibiydi. Bana kaygı içinde bakan kuzenime minik bir öpücük gönderip göz kırptım. Başını iki yana sallayıp baş parmaklarını şakaklarına masaj yapmak için kullandı.

''Hiç de pişman olmuş gibi durmuyor. Savunma bana hiç haylaz kuzenini! Çıkarken bile millete sarkıyordu! Ah ah! Baban bu sefer seni o yere tekrar tıkmasa bari.'' Annem son cümlesinden pişman olmuş olacak ki sesi giderek kısılmıştı fakat çok geçti, duymuştum. Şimal şaşkınlıkla yerinde doğrulurken o da bu cümleyi beklemiyor olmalıydı. Gözlerim hayal kırıklığı ile kısılırken yerimden kalktım.

''Ben odama geçiyorum. Babam nasılsa beni azarlamak için çağırır, o zaman inerim.''

''Karbeyaz! Gel konuşacağız.'' Annemin arkamdan seslendiğini duysam da umursamadım ve merdivenleri hızla tırmanıp koridorun sonundaki odama kendimi attım.

Geniş yatağımın üzerini dolduran süslü yastıkların hepsini yere fırlatırken içimdeki ani değişen duygularla baş etmeye çalışıyordum. Duygularımın arasında kaybolan kalbim kendini belli etmek istercesine müthiş bir hızda atıyordu. Öyle ki kalbimin şiddetinden göğsüm ağrıyordu. Yataktaki fazlalıklardan kurtulduktan sonra kendimi yatağa bıraktım. Gözlerim tavandaki fosforlu yıldızlarda oyalanırken derin derin nefesler alıp vermeye çalıştım. Belki de sıcak bir duş alsam iyi olacaktı. Babamla yüzleşmeden önce buna ihtiyacım vardı. Kendimi daha yeni uzandığım yataktan kalkmaya zorladım ve odamın içindeki bana ait olan banyoya doğru adımladım ruhsuzca. Birkaç saat önceki enerjimden geriye hiçbir şey kalmamış gibiydi. Yalnızca uyumak, belki de bir şeyler yazıp karalamak istiyordum o kadar. Ani ruh hali değişimlerime alışkın olsam da bu beni yorduğu gerçeğini değiştirmiyordu ne yazık ki.

Üzerimdeki gelinliği çıkarmak için debelenirken bir türlü açamadığım sıkışmış olan fermuarla göğsümdeki ağrının da vermiş olduğu sinirle ağlamaya başladım. Belki içimdeki birikmişliklerden belki ani ruh değişimlerimden dolayıydı bilmiyordum.

Dolaptan aldığım makasla özenerek aldığım gelinliği özensizce keserken tek düşündüğüm gelinliğin içinden çıkmaktı. Gelinliği içinden çıkabileceğim bir noktaya kadar kestikten sonra makası bir kenara bıraktım ve gelinliğin üzerimden kayıp yere düşmesine izin verdim. Ayağımda varlığını unuttuğum topukluluları da yüzümü ekşiterek çıkartırken ayakkabıları kenara atacaktım ki aklıma ayakkabıların tabanına yazdığım isimler geldi. Ayakkabının sol tekini elime alıp tersine çevirirken gördüğüm boşlukla yüzümde tatlı ama alaycı bir gülümseme oluştu. Ağlamaktan akan burnumu çektim. Artık topuklunun arkasında ne benim adım ne de Şimal'in ismi yazıyordu. Ayakkabıyı kenara attım.

Üstüm tamamen çıplak kalırken altımdaki beyaz dantelli tangayı da çıkarıp kirli sepetine fırlattım ve kendimi küvetin içine bıraktım. Belki biraz suyun içinde Ziyagilvari bir şekilde yasımı tutabilirdim. Neredeyse kaynar olan suyu açtım ve küvetin içinde uzanarak suyun küveti doldurmasını bekledim. Yanan tenime karşın dudaklarım yana doğru kıvrıldı. Bedenimin yanmasını seviyordum, duştan çıktıktan sonra kızarmış olan yanık tenimi seviyordum, kendime acı çektirmeyi seviyordum.

Ben Karbeyaz, ne yazık ki adım kadar temiz bir zihne ve de kalbe sahip değilim. Ben Karbeyaz, bugün beni deli olduğum için aldatan ve terk eden eski sevgilimin düğününe gerçek gelini saklayıp gelin olarak gittim. Gerçekten bir deli miyim? Olabilir. Ben Karbeyaz Korel, Tuna Korel'in saçındaki beyazların sebebi, Nazlı Korel'in mavi kelebeği, sahibi olduğum bloğun okuyucuları için ise yalnızca Atlantis'im. Kalbi kayıp yaramaz bir kız için kayıp, hayali bir şehrin ismini aldım. Ben Karbeyaz, kendine zarar vermesinden korkulduğu için ailesinin evine hapsolan, parfüm kokularında kayıp kalbini arayan bir kimyagerim.

Ben Atlantis, kayıp kalbini arayan kayıp bir şehrin ta kendisiyim.

Sarı saçlarım omzuma kadar dolan küvette suya dağılırken sıcaklığın verdiği rahatlıkla suya doğru iyice gömüldüm. Suyun içine doğru bir ceset kadar beyaz olan bedenim biraz daha kaydığında artık tamamen suyun altındaydım. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve mavi gözlerimi suyun içinde araladım. Suyun altındaki puslu görüntüyü bir sinema filmi dönüyorcasına izlerken su baloncuklarına işaret parmağımı dokunduruyordum. Bu benim için küçük bir oyundu. Nefesim bitene kadar ne kadar baloncuğa dokunacağım oyunu.

Gözlerimin kızardığını hissederken henüz sayacağım baloncukları düşünüyordum. Suyun altında olduğumdan dolayı kulaklarımda olan uğultu sinir bozucu çocuk seslerine dönüşmeye başlamıştı artık.

''Deli! Deli! Deli! Deli!''

Görüş açımdaki baloncuklar bir bir insanlara dönüşürken bulunduğum küvet artık bir rehabilitasyon merkeziydi. Henüz 16 yaşında olduğunu bildiğim bedenim kulaklarını kapatmış olduğu yere çökmüş öylece kafasındaki seslerin susmasını diliyordu. O sırada etrafında kutu kutu pense oynar gibi dönen yaşıtları kulaklarını parçalamak istemesine neden oluyordu bağırışlarıyla. Attıkları alaycı ve neşeli naralar 16 yaşındaki Karbeyaz'ın üzerine birer çığ gibi düşüyordu.

''Deli! Deli! Deli!'' Evet, işte ben buyum; DELİ.

16 yaşında etrafına ürkekçe bakan Karbeyaz birden bir kadına dönüştü. 25 yaşındaki Karbeyaz'a, yani bana. Çöktüğüm yerden kalktım. Kulaklarımı sıkı sıkı örten avuçlarımı indirdim. Etrafımda oyun oynar gibi dönen suretlere yüzümde onlara acıdığımı belli eden bir tebessümle karşılık verdim. Bana deli diyerek dans etmelerine inat göğe doğru bakıp gülümsedim ve kollarımı iki yana bir korkuluk gibi açıp kendi etrafımda dönmeye başladım. Sarı, uzun saçlarım havayla olan sevişmesine kapılmış öylece salınıyordu. Saçlarımdan gelen zambak kokusuyla iyice mest oldum, iyice gülümsedim, iyice kendimden geçtim, iyice delirdim. Ne olurdu ki delirsem? Dans etsem? Dönsem manyak gibi? Kim takardı ki? Nasılsa buradaki herkes birer deliydi. Akıl hastanesindeki diğer hastalar bana deli dese ne yazardı sanki? Burada hepimiz aynı safta savaşıyorduk. Etrafımda dönen suretlere doğru haykırdım.

''Bir şey diyeyim mi? Deli olmayı seviyorum!'' Bağırışım bir yankı olarak kulaklarıma oradan da zihnime sızarken gözlerim yumuluydu, hiçbir şey görmüyordum. Etrafımdan yükselen alkış sesleriyle yumduğum gözlerimi gülümseyerek açtım. Gördüklerimle yüzümdeki gülümseme yavaşça solarken alkış seslerinin sebebi olan insanlarda tek tek mavilerimi gezdirdim. Sağımda babam Tuna Korel, solumda annem Nazlı Korel, etraftaki tiyatro salonunu dolduran koltuklarda ise bir sürü gülümseyen surat görüyordum. Artık akıl hastanesinde değildim. Üzerimdeki beyaz dantel detaylı elbiseye kahrolası bir dehşetle baktım. Bu elbise, o geceki elbiseydi.

Alkışların ardından kırmızı perde iki yana ayrıldı. Oyunun ikinci perdesi açılmıştı. Oyuncular sahnede yerini almış, Romeo ve Juliet'in modern versiyonunu kelimelere heyecanla dökmeye başlamışlardı. Sonra o girdi sahneye. Herkesin içinde gözümde bir melek gibi parıldıyordu her zamanki gibi. Herkesten daha ihtişamlı, herkesten daha parlaktı. Benliğim olan o kayıp şehre aydınlık veren o adam kendisine ait olan tiratları büyük bir ihtişamla oynamaya başlamıştı. Abim, o gece çok güzel gözüküyordu. Ne yazıktı ki en büyük oyununu bana o gece oynadı benim abim, en iyi oyunculuğunu o gün sergiledi, son sahnesine o gün çıktı.

Parlak yıldızım yere yığılırken kırmızı perde, onun göğsünden akan kırmızılardan habersiz öylece alkışlar eşliğinde görüş açımızı kapatarak sahneyi bir tuval gibi boyadı. Abimin yerde yatan görüntüsü o kırmızı tuvale, etkisiz bir boya lekesi olup öylece karıştı.

''Abi!'' Çığlığımı kimse duymuyordu. Alkış sesleri o kadar yüksekti ki çığlıklarım onlara karışıyordu, kayboluyordu. Yerimden kalkmak, annemle babamın gülümseyerek alkış yapan bedenlerine doğru haykırmak istiyordum ama olmuyordu.

Abim benim kalbimde bir yıldız olarak kaldı. Ne yazık, şimdi kimse onu bilmiyor, kimse onu tanımıyor...

Panikle kendimi suyun yüzeyine atarken derin derin nefesler alıp veriyordum. Avuç içlerim geniş küvetin kenarlarına saplanmıştı. Titriyor ve yırtılmışçasına ağrıyan boğazıma oksijenin girip merhem olmasını sağlıyordum.

Benim nefesim bitti ama kaç baloncuğa dokunduğumu sayamadım. Özür dilerim kayan yıldızım, seni yalnızca ölüme yakınken görebiliyorum, o yüzden bana kızma olur mu?

Kızaran gözlerim küvetten taşan neredeyse kaynar olan suya sabitlenirken daha fazla oyalanmadan saçlarımı ve vücudumu iyice köpürterek yıkadım. Musluğu iyice kapattıktan sonra düşmemeye dikkat ederek sarsak adımlarla küvetten çıktım. Buhardan dolayı nemlenen aynada avuçlarımı bir silecek gibi hareket ettirdim. Görüş açıma önce ıslak saçlarım, sonra da mavi gözlerim girmişti. Tahmin ettiğim gibi mavilerimin kenarları kıpkırmızı olmuştu. Beyaz tenim de kaynar su nedeniyle kıpkırmızı kesilmişti.

Aşağı kattan babamın sinirli olduğunu belli eden gür ve katı sesi duyuluyordu. Anlaşılan bizi güzel bir hesaplaşma bekliyordu. Derin bir nefes verirken yüzüme her zamanki şımarık gülümsememi oturttum. Birkaç dakika bu gülümsemenin gözlerime kadar yerleşmesini bekledim. Kapının arkasında asılı olan beyaz bornozumu aldım ve üzerime geçirdim. Kuşağını da iyice bağladıktan sonra kendimi banyodan odama doğru attım. Banyonun içi hamama döndüğünden aniden odama girmek üşümeme neden olmuştu. Islak adımlarım parkede ayak izlerimi bırakırken adımlarımı giysi odama taşıdım. Hareketlerim ne telaşlıydı, ne de sakin. Olabildiğince hızlı bir şekilde babamla yüzleşip doya doya Karbeyaz Korel olabildiğim, parıltılı hayatıma dönmek istiyordum. Şirketteki işleri de bu aralar epey boşlamıştım, malum düğünüm olması sebebiyle. Bu nedenle şirkete de uğrayıp son gelişmelerden haberdar olsam iyi olacaktı.

Üzerime beyaz dantelli bir iç çamaşırı takımı geçirdikten sonra altıma beyaz kumaş bir etek, üstüme beyaz düz bir büstiyer ve onun üzerine de bebek mavisi önden bağlamalı bir hırka geçirmiştim. Ayaklarıma çorap geçirip bilekten bantlı, hafif topuklu, siyah rugan ayakkabılarımı giyindim. Takı standımdan gözüme ilk çarpan inciden, ucunda Chanel simgesi olan kolyemi de boynuma yavaşça taktım. Bu sırada kurumaya yüz tutmuş hafif nemli saçlarım da doğal dalgalar halinde omzumdan dökülüyordu. Onlara müdahale etmeye üşenmiştim, zaten kuruyunca hacimli ve düzgün dalgalar halini alacağına emindim. Bu yüzden saçlarıma dokunmayıp odamın içine girdim. Komodinimin üzerinde duran parfüm şişelerinden beyaz, çiçek vazosu şeklinde olana uzanırken elim hiç tereddüt etmemişti. Mis gibi lilyum ve vanilya kokusu odamın içinde kendisine yer edinirken gözlerimi kapatıp bu güzel kokuyu iyice içime çektim.

Komodinimin üzerinde duran bir diğer parfüm şişesine buruk bir tebessümle bakarken küvette yaşadıklarımın aklıma gelmemesi için başımı iki yana salladım ve gözümü gerçek bir kalbe benzeyen mavi şişeden aceleci bir tavırla ayırdım.

Camdan yapılmış mavi kalbe baktıkça benim kalbimin olması gereken yer sızım sızım sızlıyordu zira.

Ufak tefek birkaç günlük kullandığım eşyayı siyah, sapı incilerden yapılmış el çantama attım ve çantam kolumda odamdan çıktım. Babamın sesi artık duyulmuyordu. Muhtemelen yardımcımız Yeşim Hanım'ın hazırladığı bol köpüklü sade türk kahvesini yudumluyor ve sakinlemeye çalışıyordu. Ya da az sonra bana sayacağı kelimeleri kafasında kuruyordu. Belki de ikisi birden...

Merdivenlerden inerken görüş açıma ilk pencere kenarındaki tekli koltukta gergince oturan ve kollarını birbirine bağlamış mavi gözlerini dikerek babamı izleyen annem girmişti. Hep o koltuğu seçerdi zaten. Annem romantik bir kadındı. Yağmur yağarken cama yapışan ve yağmurun yağışını, sesini dinleyen, eline kahvesini alıp cam kenarında kitabını okumayı seven, pencere kenarındaki tekli koltuğuna oturup hobi olarak biriktirdiği yüzlerce plaktan bir tanesini kısık seste dinlemeyi seven naif bir kadındı. Arada bir karadenizli ruhu onu ele geçirir, çayını yudumlarken bir karadeniz türküsü açar gülümseye gülümseye o şarkıyı dinler ve eşlik ederdi. Kısa, sarı saçlarına yıllar önce abimden sonra düşen aklar onu yaşlandırmaya yetmemişti ama benimkinin aynı olan mavi gözleri öyle bir bakardı ki karşınızda 80 yaşında bir kadın var sanırdınız. Çok yorgundu benim annem, onun yaşları çalınmıştı ondan, evladını acı bir şekilde kaybeden her anne gibi.

Merdivenlerin sonuna geldiğimde babam da görüş açımdaydı artık. Tahmin ettiğim gibi büyük deri, kahverengi koltuğun en köşesinde bir bacağını diğerinin üzerine atmış, kahvesi elinde bir heykel gibi oturuyordu. Ela gözleri dalgınca vitrindeki aile fotoğraflarımıza doğru bakıyordu. Her zaman gözlerinde olan gözlüklerini boynuna doğru indirmişti. Belli ki başı ağrıyordu. Tuna Korel, yani babam bir bilim adamıydı. Hayatını laboratuvarlara, akademisyenliğe ve birçok araştırmaya adamış yorgun bir adamdı. Bu nedenle bol bol baş ağrısı da hep onunla beraber olurdu. Düğüne katılacağından dolayı yeni traş olmuş olmalıydı, burnuma güzel bir losyon kokusu geliyordu. Baba kokuyordu salon buram buram.

Salonun içine doğru girerken adımlarım iyice yavaşlamıştı. Şimal etrafta gözükmüyordu, belli ki babamların benimle özel konuşacakları olduğunu düşünüp kafasında yüz tane soru ile evimizden ayrılmıştı. Annem beni görünce ayağa kalkarken babam yalnızca bakışlarını bana çevirmişti.

''Karbeyaz otur şuraya, konuşacağız.'' Annemin sesi ile iç geçirerek başımı salladım ve yüzüme yerleştirdiğim gülümseme eşliğinde annemin az önce oturduğu koltuğa bu sefer ben yerleştim. Annem de babamın oturduğu koltuğun diğer köşesine yerleşmişti. Tuna Korel, kahvesinden aldığı son yudumu da yutup fincanı ağır hareketlerde önündeki sehpaya bıraktı ve ayağa kalktı. Sessizliği belki de birçok şey anlatıyordu ama anlattıklarını anlamaya gücüm yoktu. Babam salonun içinde adımlarken sakin kalmaya çalıştığını biliyordum. Baş ağrısı da ona hiç yardımcı olmuyordu muhtemelen.

''Yeşim! Bana bir ağrı kesici getirir misin?''

''Tabii Tuna Bey.'' Yeşim Hanım koştura koştura elinde ortasında hapın olduğu bir peçete ve bir bardak su ile gelirken hepimiz sessizce babamın konuşmasını bekliyorduk. Ayakkabımın uçlarını yere hafifçe vururken sabırsızdım. Babam ilacın üzerine su içerken annemle göz göze geldik. Ona şirin olduğumu bildiğim bir gülümseme fırlatırken bana doğru başını iki yana salladı. Bunun anlamı 'bu kadar kolay sıyrılamayacaksın' oluyordu sanırım.

''İnan şu an konuya nasıl gireceğimi bile bilmiyorum Karbeyaz. İlk olarak şunu soracağım. Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Bugün tüm bunları yaparken tam olarak ne düşünüyordun?''

Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Babam bir cevap bekleyerek gözlerimin içine bakıyordu.

''Aldattı beni.'' Diyerek başladım savunmama. Bir yandan da alt dudağımı titretiyor gözlerimi kaçırıyordum. Bu her zaman işe yarardı. Yine işe yarar diye ummaktan başka şansım yoktu. Beni dinleyip dinlemediğinden emin olmak adına alttan alttan babama bakmayı sürdürdüm.

''Deli dedi bana, delisin bu yüzden seni istemiyorum dedi ve beni bıraktı. Hemen sonrasında da gitti o kızla düğün planlamaya başladı. Ne yapsaydım baba? Küçük düşürdü beni, incindim, gücendim, felfena oldum...''

''Karbeyaz bana şu şekilde konuşma artık! Bu... Bu çok fazlaydı. Sen bu yaptığınla sanıyor musun ki intikamını aldın? Sana deli diyen birine o kişinin ne kadar haklı olduğunu göstermiş oldun sadece, hem de herkesin önünde! Sen kendine, bize bunu nasıl yakıştırabilirsin? Utancımdan kime ne açıklayacağımı şaşırdım! En kötüsü de açıklayacak hiçbir şeyim yoktu! Sen nasıl benim yüzümü bu derece kızartırsın? Gelmiş şimdi birkaç şirinlikle, cilveyle kendini affettirmeye çalışıyorsun!'' Babam sinirle salonun içinde turlarken gözlerimi kaçırdım. Kırıcıydı, çok kırıcıydı hem de!

''Sana bir iki deli dediler, sen de 'aa nasılsa ben deliyim, deli ne yapsa yeri!' dedin, gittin böyle saçma bir plan yaptın öyle mi?'' Öfkeli gözleri üzerimde gezinirken yerimde kıpırdandım. Birkaç cümle söylemek adına ağzım aralansa da babam izin vermiyor konuşmaya devam ediyordu. Annem dayanamayıp araya girdi.

''Tuna, çok üzerine gitme ne olur! Bir şey yapacak kendisine diye ödüm kopuyor!'' Gözlerim hızla anneme dönerken babamın ağzından tıslamaya benzer bir gülüş kaçtı.

''Tabii ben ne konuşuyorum ki burada Nazlı?'' Babamın öfke saçan gözleri tekrar beni buldu.

''Aman susayım, Karbeyaz Hanım hap yutar! Susayım, Karbeyaz kendisini küvette boğar! Susayım, kendisini çatıdan atar! Aman ha Karbeyaz'a asla sesimi yükseltmeyeyim, her yaptığına göz yumayım yoksa kendisini keser, biçer! Ne yapayım Nazlı? Ben şimdi bu kıza ne yapayım? Ne diyeyim? Ne söyleyeyim de hem gidip kendisini öldürmesin hem de sözümü kulak ardı etmesin?'' Babamın sesi artık tüm evi inletiyordu. Annemin gözünden akan yaşlar birer nehir olmuş içime içime akıyordu. Babamın söylediği her bir kelime bir mermiden farksız içime içime işleniyordu. Bu mermiler, benden yana içine attıkları ile dolup taşıyordu. Göğsüme çarpan her bir mermiye rağmen sessizdim yine de. Dudaklarımı birbirine bastırmış babamın öfkesinin dinmesini bekliyordum.

''Tuna! Tamam bir sakinleş, kendine zarar veriyorsun. Otur bir şuraya.'' Annem her zamanki gibi aramızda bir köprü görmeye devam etti ve babamı sakinleştirme görevini üstlendi. İkisi de karşımdaki koltukta otururken üçümüz arasındaki sessizlik birkaç dakika sürdü. Birkaç dakikanın sonunda ilk ses annemden duyuldu.

''Doktorun verdiği ilaçları, antidepresanları kullanmıyor musun Karbeyaz? Özellikle aksatmaman için ikaz etmişti doktor.'' Annemin sesi sakindi ama kelimeleri bir bıçak kadar keskin seçiyordu.

''Kullanmıyorum.'' Sessizce sorduğu soruları cevapladım.

''Neden kullanmıyorsun?'' Annemin kaşları çatılmıştı, o da öfkeleniyordu artık.

''Kilo yapıyor.'' Annem dişlerini sıkıyor olmalıydı ki yanakları içine göçmüştü. Babam artık bizden tarafa bakmıyor sabırsızca ayak tabanlarını yere vuruyordu.

''Ya terapi?''

''Çok konuşuyor.'' Kısa ve ciddiyetsiz cevaplarım ikisini de sakinleştirmekten ziyade iyice delirtiyor gibiydi.

''İşi bu zaten Karbeyaz!''

''Hayır anne! Onun işi beni dinlemek, o susmuyor! Yalnızca beni motive ettiğini sandığı bir şeyler zırvalayıp kişisel gelişim kitaplarından çaldığı süslü cümlelerle beynimi yıkamaya çalışıyor. Benim ne bunlara, ne de ilaçlarla beynimin uyuşturulmasına ihtiyacım var. Anlıyor musunuz?'' Gözlerimi ikisinin üzerinde gezdirdim. Artık babam da bana bakıyor ve ela gözlerini beni anlamak istercesine yüzümde karış karış gezdiriyordu.

''O an, bana iyi gelecek olan şeyin o düğüne gelin olarak katılmak olduğu hissettim ve öyle yaptım. Sizi utandıracağım aklıma gelmedi, babamın bana o gözlerle bakacağını düşünemedim, bana deli muamelesi yapacağınızı tahmin edemedim. Özür dilerim, ben bir hata yaptım, zamanında da sizi üzdüm ama ben zaten her şeyin bedelini ödüyorum. Hepsinin karşılığını verdiğim gibi size göre rezillik olan bu durumun da karşılığını vereceğim elbet. Ben zihni hasta bir kız olarak yapmadım bugünkü planı, gururu incinmiş, biraz şımarık, biraz da kırgın bir kız olarak yaptım, sadece bunu bilin tamam mı?'' Aileme neyi kanıtlamaya çalışıyordum, bilmiyordum. Belki de içten içe tekrar o yere kapatılmaktan ve uyuşturulmaktan yana duyduğum korkuydu bunları bana söyleten. Gözümden akan birkaç damla yaşı kolumun içiyle def ettim. Yerimden kalkarken son kez ailemin endişe ile harmanlanmış gözlerine baktım. Yüzüme oturttuğum her zamanki gülümsememi takındım ve kırışan eteğimde avuç içlerimi gezdirdim.

''Ben şirkete uğrayacağım, çok geç kalmam. Merak etme baba, kendimi öldürmeden evde olurum.''

Birkaç saniye içinde kendimi evin dışında bulurken büyük, demir bahçe kapısını hızla araladım ve kendimi caddeye bıraktım. Kapının önünde endişeli gözleri üzerimde gezinen Ahmet Abi'ye minik bir tebessüm gönderip selam verdim. Derin nefesler alıp verirken arkamdan demir kapıyı sertçe kapattım ve sarsak adımlarımı sitenin çıkışına doğru taşıdım. Birkaç dakika sonunda sitenin güvenliğinin olduğu yere varmıştım. Güvenliğin kulübesine doğru bakınırken beni fark eden güvenlik bana doğru baktı ve sorgulayan gözleriyle isteyeceğim şeyi bekledi.

''Buyurun Karbeyaz Hanım?''

''Bana bir taksi çağırır mısınız?'' Güvenlik başını sallayıp taksiyi çağırırken kenardaki banka yavaşça oturdum ve etraftaki bitkilerde gözlerimi gezdirdim. Babamın da dillendirdiği gibi kendimi öldürmemden korktuklarından araba kullanmama bile iznim yoktu. Ehliyetim de dolayısıyla yoktu. 16 yaşımda yaptığım bir hata tüm hayatıma mal olmuştu. Önce ailemle yaşadığım bu şatafatlı eve hapsolmuş, daha sonrasında da yaşıtlarımın yaptığı birçok şeyden mahrum bırakılarak büyümüştüm. Sebep? Karbeyaz'ın intihara meyilli davranışları. Sebep? Karbeyaz'ın zihinsel sorunları. Tüm bunlara neden olan, psikiyatristin üzerime yapıştırdığı 'kişilik bozukluğu' denen lanet bir etiketti aslında. Bilirsiniz, bir etiket üzerinize yapıştı mı hayat boyu peşinizi bırakmazdı. Siz ondan gitseniz de o sizden gitmez, bir gölge gibi size yapışır kalırdı. Benim etiketim de buydu. Abimden geriye bana kalan tek şey buydu.

Sonunda taksinin geldiğini belli eden bir korna sesi site girişinde duyulurken dalgınca oturduğum banktan kalktım. Kurumuş olan saçlarımı geriye doğru savurdum ve bileğime doğru kaydırdığım çantamın sapını düzelttim. Taksinin arka koltuğuna yerleşirken dikiz aynasından göz göze geldiğim taksiciye gideceğim yerin adresini söylüyordum. Arka koltuğa oturmanın verdiği rahatsızlıkla yerimde kıpırdanıyordum bir yandan.

''Atlantis's'e gideceğiz.'' Kendime ait markanın ismini zikrederken taksicinin onaylayan mırıltısı eşliğinde gözlerimi camdan dışarıya doğru kaydırdım. Çantama rastgele atmış olduğum telefonumu çıkarırken gelen yüzlerce aramaya ve mesaja gözlerimi devirdim. İçlerinden Şimal hariç hiçbiri samimi olduğum insanlara ait aramalar ya da mesajlar değildi. Zaten Şimal dışında öyle bir insan da yoktu hayatımda. Hoş, kuzenim olmasaydı onunla bile çakışamazdı hayatlarımız. Birini tanıyabilmek ve arkadaş olabilmek için sosyalleşmek gerekiyordu nihayetinde ve ben sosyal bir insan değildim. İç geçirip gelen maillere göz atarken bugün çıkarttığım 'rezillik' hakkındaki birkaç magazin haberini okudum. Çekilen fotoğrafları parmağımla ekranı büyülterek incelerken dudaklarımda eğrelti bir gülümseme oluştu. Fotoğrafta tam duvağımı geriye doğru atmış Koray'a kocaman sırıtıyordum ve ellerimi iki yana açmıştım.

''Eh, güzel çıkmamam imkansızdı zaten...''

Bir diğer fotoğrafta Koray'ın şaşkın yüzünü ve Lale'nin yerde kırık topuklusuyla cebelleştiğini görürken sesli bir kahkaha dudaklarımdan yükseldi. Taksicinin garip bakışları eşliğinde yazılanları okumaya devam ettim.

'İş dünyasının başarılı isimlerinden olan, tanınmış bir parfüm şirketinin sahibi Kimyager Karbeyaz Korel bu sefer de intikam peşinde! Birçok buluşa ve araştırmaya imza atan bilim adamı Tuna Korel'in biricik kızı, Koray Eralp ve Lale Selçukoğlu'nun en mutlu gününe bir bomba gibi düştü!'

'Aldatılan genç milyoner, gelini kaçırıp yerine geçti!'

'Karbeyaz Korel akıl hastanesinde mi yattı?'

Birbirine benzer birçok habere göz attıktan sonra sıkıldığımı fark edip maillerden çıktım. Şimal'e şirkete uğrayacağım hakkında kısa bir mesajla cevap verdim. Blogumdan gelen birkaç bildirime ve yazılarıma yazılan birkaç yoruma baktım. Bazılarının yorumlarına cevap verdim. Sosyal medya hesaplarımda gezinirken zamanın epey geçmiş olacağını düşünerek saati kontrol ederken akşamın sekizi olduğunu görmek şaşırmama neden olmuştu. Eh, şirkette çok oyalanamayacaktım demek ki. Babama geç kalmayacağımı söylemiştim bile. Yine de bana kalan süre gelmediğim zamanda neler olduğuna göz atmama yetecek gibi duruyordu. Telefonu tekrar çantama attım. Taksici şirketin önünde durup ücreti söylerken, taksimetrede yazandan fazlasını uzatıp taksiden indim. Bahar çiçeklerinin kokusu dört bir yanıma dolmuş genzime dokunuyordu.

Şirketin kapısından içeriye girerken güvenliğin verdiği selama minik bir el sallamayla cevap verip gülümsedim ve ceylan gibi seker adımlarla geç saatten dolayı karşılaştığım tek tük çalışana selam verip asansöre bindim. Şımarık bir kız olarak adlandırılsam da nezaketsiz sayılmazdım. On dördüncü katta inerken koridorun sessizliği tuhaf bir huzuru da içime katmıştı. Sessizlik iyi gelmişti, zaten zihnim susmak bilmiyordu bugün.

Bana ait ofisin kapısını aralarken birkaç gündür kimsenin gelmemiş olmasının verdiği havasızlık odayı buram buram sarmıştı. İlk iş olarak geniş pencereyi kelebek şeklinde araladım. Çantamı koltuklardan birinin üzerine atmadan önce telefonumu elime almıştım. Masamın üzerine önceden talimatını verdiğim birkaç dosya bırakılmıştı. Birkaç da koku örneğinin bulunduğu şişe masamın üzerinde kendisini belli ediyordu. İç geçirerek önce ofisimin kahve köşesinde bulunan su ısıtıcını çalıştırdım. O sırada bana ait kupanın içerisine bergamotlu yeşil çayın poşetini bırakmıştım. Bir dakika kadar pencereden dışarısına, ışıklı binaların olduğu manzaraya bakarak suyun kaynamasını bekledim. Suyun kaynadığını belirten 'tık' sesi odada yankılanırken kaynar suyu kupaya ekledim ve kupayla beraber büyük masamın başına yerleştim.

Bergamot kokusu odanın her bir köşesine uzanan ahtapot kolları gibiydi. Her yer o kokuyordu şimdi. Hiç yokken de hep vardı o. Belki bir tiyatro sahnesinin göz alıcı ışığında, bir bardak bergamotlu yeşil çayın kokusunda, belki kırmızıya karışan bir tuvalde, evimizin çatı katısındaki kimsenin dokunamadığı o küçük ama canlı odanın duvarlarında, odamın tavanına beraber yapıştırdığımız her bir fosforlu yıldızda, gece onlara bakarak dilediğim her bir dilekte... Her yerdesin benim güzel gün ışığım, kalbimin olması gereken yerde sen varsın kayan yıldızım.

Bergamot aromasının tadı damağıma yayılırken kupayı dosyalarıma dökmemek adına masanın köşesine doğru bıraktım. Asistanım Burla, istediğim şekilde dosyaları düzenleyip masama bırakmıştı neyse ki. İşini iyi yapan bir asistanım vardı. Titizlikle hepsini incelediğinden emindim. Yeni çıkaracağımız parfümün içeriği, alerji saptama sonuçları gibi dokümanların olduğu dosyayı incelerken gülümsüyordum. Yeni parfümümün çıkış tarihi 16 Mayıs'tı. O güne kadar her şeyinin mükemmel bir şekilde işlemesi için bütün şirket uğraşıyordu. Bu parfüm diğer ürünlerimden farklı olacaktı. Bu parfüm benim geçmişimdi zira. Tam 9 yıldır üzerinde çalıştığım bir parfümdü bu. Temellerini 16 yaşında attığım, benim için dünyanın en güzel kokusu olacak olan parfümdü bu. Bana ve değer verdiğim birine, yıldızıma özel bir koku olarak kalmasını istemiştim aslında ama bu kokuyu yaşatmak için bu ürünü tüm dünyaya tanıtmak istediğimi fark ettiğimde hiç durmadan üretimi için çalışmaya ve herkesi çalıştırmaya başlamıştım.

Bu koku yine bize özel kalacaktı ama adını, şişesini ve kokusunu duyduğum, gördüğüm her yerde o da benimle beraber yaşayacaktı işte. Gurur duyacaktı benimle, onu yaşatmaya, adını anmaya devam ettirecektim. Onu kimsenin unutmasına izin vermemek içindi bu çabam. O unutulamayacak kadar özel ve de güzeldi.

Parfümün isminin yazdığı sayfada parmak uçlarımı tüy hafifliğinde gezdirdim. İsminin altında parfümün ambalajının ve şişesinin bir örnek fotoğrafı koyulmuştu. Odamda bulunan cam şişenin fotoğrafıydı bu. Camdan gerçek bir mavi kalp, etrafında ise altın renginde camdan sarmaşıklar...

Karmen isminin üzerinde parmağım duraksarken gülümsedim. Parfümün ismi bu olacaktı, Karmen. Ekip, isminden kaynaklı parfüm şişesinin kırmızı olması gerektiğini ısrarla öne sürerken tüm kararlılığımla o şişenin mavi olması gerektiğini söyleyip hepsini susturmuştum. O en çok maviyi severdi, kırmızı değil. Benim gözlerimi severdi o en çok, Karbeyaz'ının gözlerini.

Parfüm numunelerini incelerken üzerinde Karmen isminin bantlı olduğu şişeyi elime aldım. Yavaşça kapağını açıp kokusunun burnuma dolmasına izin verirken gözlerim istemsizce kapanmış ve karanlığa gebe kalmıştı. O kokuyordu, buram buram o vardı. Sanki ruhu ayaklanmış arkasında kokusunu bırakarak bu odanın içinde turluyordu canım yıldızım.

Ağırlıklı bergamot, biraz misket limonu, biraz ıslak toprağımsı, odunsu bir koku... O kadar ferah, o kadar huzurlu bir kokuydu ki. Bir cesedin kokusu ömür boyu bende saklıydı şimdi. Abimin ruhu bu parfümü sıkan herkeste yeşerecekti şimdi. Kimse onun gibi kokamazdı ama ondan bir parça koku hatıralarında yer alacaktı. Karmen isimli koku bir nabız gibi gerdanlarında atacaktı.

Kalp şeklindeki cam şişeye dokundu parmaklarım. Onun kalbi bir bıçağın darbesine kurban gitmişti, işte şimdi elimdeydi. Camdan mavi, sarmaşıklı bir kalp... Kanla yıkasam bu şişeyi benzer miydi onunkine?

Buraya çalışmak için geldiğimi kendime hatırlatarak bir süre çayımı yudumlayarak aralıksız çalıştım. Parfümün prömiyeri ve reklamları için gereken birkaç gerekli imzalama işlemini hallettim. Saat akşam on bir buçuğu gösteriyordu. Kenarda duran Macbook'a gözüm değerken kapağını aralayıp açılmasını bekledim. Şifresini girdim ve saatlerdir aklımdan çıkmayan o günün emarelerine ait dosyaya tıkladım.

16 Mayıs 2014 tarihine ait fotoğraf ve videolar gözümün önünde sıralanırken tırnaklarımı avuç içime geçirdiğimi sızlayan avuç içim ile fark ettim. Biraz kanatmıştım. İç geçirip tırnak izlerimin yer aldığı avuç içlerimi çeneme yaslayıp fotoğrafları inceledim. O gün elimde zambak demeti ile annemlerle çekindiğim fotoğraflar vardı ilk. Sonra o gün oynanacak olan oyunun afişleri, tiyatro binası... Kendime ait birkaç selfie... Sıra abimin arkadaşlarıyla kuliste sahne arkası olarak hatıra kalması için çekildiği fotoğraflar ve videolara gelince yüzümde acı çektiğimi belli eden bir ifade belirdi. Titreyen alt dudağım eşliğinde ilk videoyu açtım.

Videonun başında kadrajda abimin yakın arkadaşı olduğunu bildiğim bir çocuk vardı. O günden sonra hiç görmediğim biri daha... Şimdilerde ünlü bir tiyatrocu olmuş olmalıydı, öyle hatırlıyordum.

''Evet bugünün yıldızı Karmen Korel! Birazdan çıkacağın oyun hakkında ne düşünüyorsun sayın Rumet?'' Çocuk elini yumruk haline getirmiş bir mikrofon gibi ağzına doğru tutarken kamera yıldızıma doğru döndü. Mikrofon gibi tuttuğu elini abimin dudaklarına doğru tutarken abimin karizmatik gülümsemesi ekrandan gözlerime tutundu. Gözlerinin önüne düşen kumral saçlarını geriye doğru çekerken önce utanıp ''abi napıyosun ya?'' diye mırıldansa da arkadaşını kırmayıp bu amatör röportajı devam ettirmişti.

''Rumet'i oynayacağım için mutluyum, çok da gururluyum. Bunun için çok çalıştım çünkü.''

''Buradan teşekkür etmek istediğin destekçilerin var mı Karmen'ciğim?''

''Bu oyunu sunmamız için bizi eğiten ve her türlü desteğimizi sağlayan tiyatro eğitmenimiz Harun Hocam'a çok teşekkür ederim. Beni destekleyen tüm arkadaşlarıma, beni bu önemli günde yalnız bırakmayan, her türlü imkanı önüme seren aileme teşekkür ederim. En çok da sıkılmadan, parlayan mavi gözleriyle tirat çalışmalarımı dinleyen biricik kız kardeşim Karbeyaz'ıma çok teşekkür ederim.''

Yıldızımın ela gözleri sevinçle parıldarken gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle sildim. Neyse ki makyaj yapmamıştım. Gülümserken ekrandaki yüzünü seviyordum. Ne kadar da mutluydu ve heyecanlıydı benim yıldızım.

''Kardeşin mi vardı lan! Güzelse ayarlasana bana! Mavi göz falan dedin şimdi bak...'' Abim arkadaşının ensesine vurup ''Hadi lan ordan!'' deyip arkadaşını terslerken dudaklarımdan bir kahkaha kaçtı.

''Tamam be! Aa yedik sanki Karbeyaz'ını!'' Kamera biraz aşağıya inerken artık çekim bir röportajdan çıkmıştı. Sadece çeneleri gözüküyordu. Herhalde çekim yaptığını unutmuştu abimin arkadaşı.

''Benim güzelim koskoca kimyager olcak, sana mı bakar sanki?'' Oldum abim.

''Deme öyle kardeşim ben de oyuncu olacağım sonuçta! Ünlü oluruz belki kim bilir?'' Abim olamadı ünlü bir oyuncu.

''Biliyor musun, benim için bana özel bir parfüm yapıyormuş. Annem çıtlattı az, benim için atölyelere falan katılıyormuş.'' Abimin gururla ağzından dökülen cümlelerle boğazımdan bir hıçkırık kaçarken gözümden sessizce akan yaşlar artık görüş açımı dolduracak kadar çoktu.

''Çok hoşuna gitmiş bakıyorum? Eh tabi sana özel bir koku üretiyor kız! İyisin yine, hadi!''

''Gitti be, çok hoşuma gitti. Çok seviyormuş kokumu, huzurla uyumasını sağlıyormuş. Başka uyuyamayan küçük kızlar da bu kokuyla uyuyabilsin diye bana özel ben kokan bir parfüm yapacakmış küçük cadı. Şımarık falan ama çok seviyorum be!'' Nefesim tıkandı, artık o kadar sesli ağlıyordum ki sesimin koridorda yankılandığına emindim.

''Yıldız abim!'' Video benim 16 yaşıma ait sesimle abimin başının sola doğru çevrilmesi ile sonlanmıştı. Bu videoyu izlememek için kendini uzun zamandır tutan benliğim bir kenara çekilmişti artık. Hıçkıra hıçkıra ağlarken abimin aklımda kalan son görüntüsünü düşündüm, ağlayışım içli bir hal aldı.

''Çok yalnızım yıldız abim ama sen yoksun. Uyuyamıyorum artık çünkü kokun da yok.''

🫀

Yorgunluğun kelepçelediği vücudumu hantal bir şekilde bahçe kapısından içeriye atarken annemin endişeli bir şekilde kamelyanın önünde dolaştığını görmemle adımlarımı o tarafa doğru taşıdım. Annemin beni görmesi ile mavi gözlerinden küçük bir ışıltı geçerken o da bana doğru hızla adımladı.

''Karbeyaz'ım, iyi misin anneciğim? Geç kaldın.'' Başımı olumlu manada salladım halsizce. Gözlerim evin yanmayan ışıklarına döndü.

''Babam yattı mı?''

''Yarın sabahtan bir belgesel çekimi vardı, erken yattı.'' Anladığımı belirtircesine başımı sallarken annemin elini tuttum, beraber eve doğru ilerledik.

''Karbeyaz, seni başka bir psikiyatristle görüştürmeye karar verdik. İşinde gerçekten çok başarılı, hakkında çok güzel şeyler duydum. Bizim için anneciğim, bir dene lütfen. Belki de sana iyi gelir.'' Annemin çaresiz, sıcak sesi içime akarken gözlerimi yumdum. Derin bir nefes alıp verirken tekrardan başımı salladım.

''Tamam Nazlı'm annem, buna da tamam. Adresini bana verirsiniz, yarın giderim. Yeter ki babam kendimi öldürmeyeceğime inansın ve beni bir salsın.''

''Yavrum baban ne yapıyorsa seni düşündüğünden yapıyor, biliyorsun. Bir evladını daha kaybetmek onu ne kadar korkutuyor biliyor musun sen? Hak ver ona da.'' Annemin cansız sesi zihnimi doldururken izlediğim video, abimin gülümseyen yüzü bir kez daha gözlerimin önünden geçti.

''Tamam annem. Ben çok yoruldum, uyumaya gidiyorum. Sen de çok ayakta kalma.'' Annem başını sallayıp alnıma bir öpücük kondurduktan sonra kitabını okumak üzere koltuğuna doğru ilerledi. 9 yıldır geceleri kaşıntıdan sabaha kadar uyuyamıyor, bir şekilde de uykusuzluktan uyuyakalıyordu. Doktor bunun stresten ve üzüntüden kaynaklı olduğunu söylemişti, yani çözümü yoktu. Abim giderken bana bir etiket bıraktığı gibi anneme de abimden kalan, uykusuz geceler ve kaşıntıdan dökülen bir vücut olmuştu.

Yorgun adımlarımı bugün varlığına en ihtiyaç duyduğum kişinin odasına taşıdım ve üzerimdekileri çıkarmadan öylece benim odamdakilerin bir benzeri olan, tavanında parlayan yıldızları izledim, her zamanki gibi onları izlerken uyuyakaldım.

Loading...
0%