@theepiloss
|
İyi Okumalar :) Küçüğüm, uyanmışım etrafıma boş gözlerle bakıyorum. Sonra aklıma annemin bana verdiği söz geliyor. Yataktan doğruluyorum. Birkaç tını duyuyorum. Babamın sesini. Anneme bağırıyordu. Henüz beş yaşımdaydım. Safım, yaşayacağım hayatı mükemmel sanıyorum. Fakat öyle olmuyor. Odadan çıkıyorum ve babamların yanına gidiyorum. Annemin çehresinde yer yer morluklar görüyorum. Annemin yüzü renklenmiş diyorum kendi kendime. O yaşımda nereden bilebilirdim ki acının renkleri olduğunu ama o yaşımda da öğrenmiştim. Annemin yanına gittiğim anda babam tokadı yapıştırmıştı bana. İlk yediğim dayak. O kadar sertti ki.. bedenim küçücük, gücüm yok. Elimi yanağıma götürüyorum. Ovuşturuyorum. Babam bir de elime vuruyor acısını azaltmaya çalıştığım için yanağımın. Gözümden yaş geliyor. Bir kez daha yapıştırıyor. Sonra odadan çıkıyor. Ağlamaya başlıyorum. Annem beni avutmaya çalışıyor. Yanağımı öpüyor, geçti diyor. Saçımı öpüyor, çehremin her bir köşesini, kenarını öpüyor, ellerimi öpüyor.. Sonra annemden oyuncak istiyorum. Herkesin var, benim yok diyorum. Annem alacağım diyor. Sırf bunun için evden kaçıyor. Bana oyuncak alıp geldiğinde babam çok sinirlenmiş bulunuyor. Annemi öldüresiye dövüyor. Oyuncağı koparıyor, hayvanice. Sonra beni dövüyor, sövüyor bir yandan. Bağırıyorum acıyla. Annem yapma diyor, küçük diyor, dinlemiyor dövüyor. Sikimde mi?! diye bağırıyor anneme, babam. Sonra onu da dövüyor, engel oluyor diye. O, odadan çıktıktan sonra annem hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ben bir kenara siniyorum. Annem benim yüzünden dövüldü diye. Yarım saatte o morlukların acısını anlıyorum, dövülmeyi anlıyorum. Annem yanıma geliyor seni koruyamadım diyor, ağlıyor. Anneme sıkıca sarılıyorum. Bende benim yüzümden sana vurdu diyorum, ağlıyorum. En sonunda uyuya kalıyorum. Uyandığımda yanımda bir oyuncak görüyorum. Annemin aldığını anlıyorum. Mutlu oluyorum. Annemin yanına gidiyorum. Yüzündeki morlukların arttığını görüyorum. O gün, tüm oyuncaklardan nefret ediyorum. * __________________ "Herkesin istediği bu, doğru olsa da olmasa da: UMUT..!" __________________ Umut etmiştim, bu kanlı yerden kurtulmak için. Belki de hayatımda ilk defa umuduma olan güvenimi bırakacaktım. Bazen herhangi bir duyguya bağlı olmamak gerekiyordu; yaşamak için. En azından yaşama umudunu kaybetmemeliydik. Yaşama umudunu kaybetmek, ölmekten farksızdı. Benim için. Yaşama umudunu eğer olur da kaybedersek, hayattan zevk alamazdık. İnsan yaşadığı en kötü olaydan bile bir şekilde zevk çıkarmalıydı. İşte genelin saçmalık dediği muhteşem yer! Evet, farkındayım her şeyden zevk çıkaramazdık. Saçma kısım buradaydı zaten. Önemli olan hayatın bize sınır koyamamasıydı, bizim ona sınır koymamızdı. Eğer hayata hep istediğini verirsek güçsüzleşirdik. Savaşmayı öğrenmeliydik. Yaşama umudunu kaybetmek; yaşarken ölmekten farksız bir terimdi. ** Gözlerimi açtığımda her yeri simsiyah bir odada, yatakta yatıyordum. Burası da neresiydi? Peki ya buraya nasıl gelmiştim? Kardeşim.. o neredeydi? Tek bildiğim şey buradan hızlıca çıkmak istediğimdi. Yataktan kalkmak için doğrulduğumda gözüm kararmıştı. Usulca ayağa kalktım. "komodin" diyordu fısıltı, Rusça aksanıyla. Komodinin çekmecesini açtığımda ilacımı gördüm masanın üstündeki suyla yuttuktan sonra ilacı cebime koydum. Az ilerimde ki kapıya ilerleyip açmam gerekiyordu. Fakat ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Endişeliydim. Çünkü bu kapıyı açtığımda buradan çıkamamaktan korkuyordum. Endişemi ise sanki başımdan aşağı dökülen kaynar suyu hisseder gibi hissediyordum. Kaynar su.. Kapıya ilerledim. Tam kapıyı aralayacağım sırada bir fısıltı daha duydum. "Ya buradan çık ya da öl" diyordu fısıltı, Rusça aksanıyla. Evet, kaynar su. Kaynar suyun, kapıyı açtığımda başımdan aşağı döküldüğünü gerçekten hissetmiştim. Şimdi ise karşımda ki upuzun koridorla bakışıyorduk. Evet, belki kulağa saçma gelecek, diyeceğim ama gerçekten de; olumsuz düşünürsek, olumsuz, olumlu düşünürsek olumlu oluyordu. İşte hayat.. Ne beklersin ki. Şu Dünyada, olmayan arkadaşlarım bile beni bu kadar sırtımdan bıçaklamamıştı.. "Artık yürümeyi düşün. Bu yavaşlıkla bırak buradan çıkmayı, hayatını bile ilerletemezsin!" dedi fısıltı. Çok mu bilmişlik taslıyordu bu? yoksa cidden biliyor muydu? daha önemlisi benim Rusça bildiğimi nereden biliyordu? Binlerce cevapsız soru.. ** Koridorda yürümeye başladım. İlerledikçe, ilerliyordum. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama bana kalırsa dokuncasız görünüyordu etraf. Şimdilik. Burnumdan akan sıvıyı kolumla sildim. En sonunda bir kapı karşıma çıkmıştı. Kapının kolunu yavaşça aşağı çektiğimde açılmadı. Koridorda ilerlerken gördüğüm çekmeceler aklıma gelmişti. Hızlı adımlarımla ilerledim. Neredeyse tüm çekmecelerin içerisine bakmıştım. Ve tekrar fısıltı. "Daha dikkatli, daha detaylı ara" demişti. Üstünde bulunduğum halıyı yavaşça kaldırdım. Siktir. Fakat altında hiçbir şey yoktu. Karşımda ki kapıya kadar ilerledim ve kapıyı araladım. İçeride; Yatak, dolap ve çekmece vardı. Elimi hızlı tutarak yatağın altına, dolaba ve çekmeceye baktım. Fakat bulamamıştım. Aklıma koridordaki bakmadığım çekmeceler gelince odadan çıktım ve koridordaki çekmeceleri açmaya başladım. İçerisinden bir yudumluk su çıkınca cebime koyduğum ilacımı çıkardım ve ağzıma koydum ardından suyun kapağını yavaşça açtım ve usulca yudumladım. Zaten bir yudumluk suydu! ne kadar yudumlayabilirdim ki? Sanki buraya su ihtiyacımı gidermem için değil de ilacımı içmem için konulmuştu. Tabii ya, Evet! buraya beni getiren kişi, beni o kadar iyi tanıyordu ki ilacımı aksatmamam gerektiğini iyi biliyordu. Kimdi bu? Tekrardan kilitli kapının olduğu yere gittim. "Süren doluyor, acele et. Sıcak!" süre mi? Ne süresi. Madem sürem vardı neden bundan yeni haberim olmuştu, amına koyayım! Fısıltı cümlesinin sonunda 'Sıcak' dediğinde, fısıltının verdiği mesajı almıştım. Elimle kapıyı yokladığımda elime anahtar gelmişti. Çok zekiceydi. Kapıdaki desenlerden ötürü görmemiştim. Kamufle etmişlerdi, anahtarı. Aldığım anahtarla kapıyı açtım. Ancak kapı kolunu indirmediğim için kapı hâlâ kapalıydı. İçerden ne çıkacaktı, gerçekten merak ediyordum, bir o kadarda korkuyordum. "Aferin sana, küçük şeytan" Cevap vermedim. Cevap verebileceğim bir şeyde değildi zaten. Fakat soracak o kadar sorum vardı ki beynimde Everest dağı olmuştu. Tek düşündüğüm şey buradan hızlıca çıkmaktı. Ama bilmediği bir şey vardı ki onu hiç kimse bilmeyecekti. Onun dışında. İçeri girdiğimde korkmuştum. Tüylerim diken diken olmuştu. Yerlerde türlü türlü şeyler vardı; bıçaklar, cesetler ve kanlar vardı. "Oradan bir bıçağı seç, beğen ve al sonra öl ya da öldür." Korkmuştum. Bu da ne demekti böyle? Nereye düşmüştüm böyle? Şuan tek istediğim bu bataklıktan kurtulmaktı. Eğer pes edecek olursa.. İşte o zaman bu bataklıktan onu hiç kimse çıkaramazdı. Onun bu dediğine karşılık "anlamıyorum" diyebilmiştim. Barındırmak; barındırmak bir şeyin içerisinde, bir şeyler olduğu zaman kullanılırdı.. Onun için 'anlamıyorum' kelimesi çok şey 'barındırıyor' olabilirdi. Fakat bu kelime kızın aradığı kelime değildi. Bu kelime kızın birçok ifadesini taşıyor olabilirdi. Onun için. Fakat bu kelime kızın duygularını taşıyabileceği bir kelime olamazdı, olmadı da. Onun şuan ki duygusunu hiçbir kelime, cümle, harf ifade edemezdi. "Sana anlayıp, anlamadığını soran olmadı! Dediğimi yap ve önündeki kapıyı aç!" Dediğini yaptım. Durdum. "Öl ya da öldür. Elini hızlı tut." dediğinde bıçağı tutan elim sıkılaştı. Korktum, çok korktum karşıma çıkacak olan şeyden. ** Kahretsin! Kapıyı açtığımda dört kişi birden üzerime saldırmaya çalışmıştı. İlk önce bıçaklamak istemedim. Çünkü belki de beyinlerini yıkamışlardı. belki de çip takmışlardı. Onları bıçaklamamak için elimden geleni yapmıştım. İlk önce odada ki kapıyı açtım. koridorda koşarak onları yormaya çalıştım. Fakat yorulmadılar. Etraflarında koşmaya başladım bu sefer aralarından bir tanesi kıyafetimden yakaladı. Küfür savurarak hızlıca kıyafetimi onun elinden kurtardım. Onlar yorulmamıştı. Ama ben bitmiştim. En sonunda pes ettim. Belki suçlulardı, belki suçsuzlardı. Elimdeki bıçağı birinin kafasına, birinin kalbine, birinin böbreğine, birinin karın boşluğuna saplamıştım. Onları bıçaklarken yüzüme kanları fışkırmıştı. Onları öldürdüğümde; ellerim kan, tenim kan, üstüm kan, ruhum kana bulanmıştı. Kaybedecek vaktim yoktu. Hızlı adımlarla odadan çıkacağım sırada "şurada ki dolaptan kıyafet al. Üstünü de kabinde değiş." dedi fısıltı. Yine ve yine. Siktir. Başkalarının beni yönetmesinden nefret ediyordum. Özgün olmalıydım, kişiliğim gereği. Herkesin kendine özgü kişiliği vardı değil mi? Evet dediğinizi duyar gibiyim. Benim kişiliğimi anlamışsınızdır. Ben yönetmeyi severim, doğduğum andan ölünceye dek, hayatımdaki a harfinde z harfine dek, içtiğim suyu bir daha içmeyeceğim güne dek, incir ağacı çiçek açana dek.. Zihnimin, dilimin ucuna getirerek bana düşündürdüklerinden arındığımda kıyafet dolabına ilerlemiş Kapağını usulca açmış. İçerisinden; siyah eşofman ile siyah bluz çıkarmıştım. Kabine ilerleyip, içeriye girdim. Üstümü değiştirdim. Kabinden çıktığımda masanın üzerinde duran ıslak mendili fark ettim. Üç tane aldım. Ellerimi, yüzümü ve kan bulaşan silebileceğim her yerimi sildim. Fakat ruhumu silemedim. Artık ruhum masum değildi. ** Artık dinlenmeye gerçekten ihtiyacım vardı. Ama galiba bu pek mümkün değildi. En azından bu şartlar altında. Bir kardeşim vardı. Ve eminim şuan beni çok merak ediyordu. Belki de ağlıyordu. En kötüsü de elimden hiçbir şeyin gelmemesiydi. Odanın kapısına ilerledim. Usulca kapı kolunu indirip, kapıyı araladım. Ne ile karşılaşacağım hakkında bir bilinmezlik içindeydim. Kapının aralığından, kapının ardına göz gezdirirken koridordan başka bir şeyin olmadığından emin olmuştum. Yavaş adımlarla koridorda ilerlemeye başladım. Etrafta saçma posterler vardı. Duvarda Rusça şeyler yazıyordu. Fakat okumaya yeltenmemiştim. Burası hakkında henüz bilgi sahibi olmak istemiyordum. Aslında birisi, bir yerden çıkmak istediğinde orası hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isterdi. Ama ben istemiyordum bu iğrenç, başıboş yer hakkında bilgi edinmek. Belki de her şey yazıları okuduğumda başlayacaktı. Belki de bir tuzaktı. Bilemezdim. Eğer tuzaksa da bilmek istemezdim. O kadar kararsızdım ki, artık akıl becerim kalmamıştı. Beni evde bekleyen bir kardeşim, buraya gelmeden önce kardeşimin yanında bıraktığım hayallerim vardı. Ben o hayalleri o kadar çok gerçekleştirmek istiyordum ki.. Hayallerimi, hayal ediyordum. Hayali, hayal etmek.. ne kadarda saçmaydı değil mi? Ama bazen elimde kalan yegane şey biçaremdi. Hayalimi hayal edecek kadar çaresiz, boşluktaydım. Okyanusun derinlerinde de değildim, suyun üstünde de, ne boğuluyordum, ne batıyordum, ne çıkıyordum, nede yüzüyordum. Olduğum yerde okyanusun-hayatın-beni sürüklemesini bekliyordum. Çünkü elimden hiçbir şey gelmiyordu bende isterdim, elimden bir şey gelsin, hem kendimi, hem de bana öznen kardeşimi bu okyanustan karaya sürükleyeyim. Ama ne yazık ki, karanında okyanustan bir farkı yoktu. Karadayken de yolunu kaybediyordun.. belki de hiç bulmamak üzere. İlerledikçe ilerliyordum. Ben ilerledikçe etraftaki kan temalı posterler artıyor ve etraf gittikçe kararıyordu. "Bu kadar yavaş ilerlemeye devam edersen, yol bitmek bilmez, küçük şeytan" "Ne ile karşılaşacağımı bilemediğimden dolayı olabilir mi?" dediğimde sesim korku dolu ve telaşlı çıkmıştı ki "Korkmana ve telaş yapmana gerek yok, küçük şeytan, zamanla alışacaksın" demişti. Ben halen aynı yavaşlıkta ve temkinli davranışımla adımlıyordum. "Pekala, anlaşıldı. Sen bu şekilde devam edeceksin." dediğinde arkamdan uğultu sesleri yükselmişti. Sadece bununla bırakır mıydı? tabii ki hayır! Arkamda birisini hissediyordum. Bunun üzerine yüzümde yanma hissettim. Korkudan hem tansiyonum düşmüş, hem titriyor ve artık ayaklarımda eğinimi taşımıyordu. Daha hızlı ilerlemeye başladım. Ama hâlâ temkinli davranıyordum. Etraftaki kötü koku yükseliyor, tavandan akan su damlaları ve tavandan asılan zincirler artıyordu. Etraftaki seslerde tabii ihmal olmuyordu. Ben yürüdükçe etraftaki iğrenç şeyler artıyor ve bu sefer de duvarda kandan olan el izleri daha da belirginleşiyordu. Kandan ötürü etrafta iğrenç kan kokuları yükseliyordu. İleride ayna gördüğümde biraz daha hızlandım. ** Aynaya vardığımda sadece arkam gözüküyordu. Aynanın önünde olmama rağmen kendimi göremiyordum. Aklım benimle oyun mu oynuyordu? Nasıl olurdu da aynanın uzağında kendimi bulanık, pürüzlü görüyorken şimdiyse göremiyordum. Ya aklım, ya da bu saçma yer bana oyun oynuyordu. Acilen kendime; fiziksel halime, görünüşüme bakmam gerekiyordu. Bu düşüncenin ne alaka olduğunu sizin gibi bende anlamış değilim. Fakat kendimi görmek istiyordum. Biraz daha aynaya yaklaştım. Değişen hiçbir şey yoktu! "Hadi, çok yavaşsın. Her gördüğün şeyde böyle buga mı gireceksin?" Fazlasıyla sesli çıkmıştı, sesi lakin takmadım, takacak durumda değildim. "Robotlar bile bozulduklarında bu kadar aptallaşmıyorlar! Vakit kaybısın. Senin yerine diğerlerini tercih ederim! Onların senden daha aptal olduğunu düşünüyordum da, ön yargı işte. Sen daha aptalmışsın. Oysa ki, seni daha zeki sanmıştım. Aynalar kadar yanıltıcısın. " Eleştirilmek hoşuma gitmiyordu lakin bir şey söylemedim. Aslında benden sessiz olduğum zaman korkmalıydı. Kendimi kafamdaki düşüncelere bıraktım. Düşüncelerime karıştım, boğuldum. 'Onlar' burada benden başkası, başkaları da mı vardı? Peki ya, onlar neredeydi? Enkaz yığını kadar kalabalıktı artık kafamdakiler. Yürümeye başladım. Artık önüme sürekli 'ayna' çıkıyordu. Ve ben hiçbirinde kendimi göremiyordum. Can sıkmaya başlamıştı, daha kötüsü canımı bir şey sıkınca bende başkasının canını sıkardım. Acilen bir kavgaya ihtiyacım vardı; hiç olmadığı kadar.. Evet, kavga. Ben kavga kadınıyım. kavga etmeden duramazdım. Fakat birilerini de bıçaklamazdım. Burada ki ortamla, kavga ortamım arasında ki en büyük fark.. Birilerini bıçaklamaz ya da öldürmezdim, kavgalarımda. Zaten eğer karşıma kavga çıksaydı, seve seve.. Ama ne yazık ki.. ölüm. 'öl ya da öldür' şimdi anlamıştım. Tam anlamıyla cümleyi. Biraz daha ve biraz daha.. ilerledikçe koridor bitmek bilmez bir yer oluyordu. Tükenmiştim. Yorgunluk, yorgunluğun porsiyonu; baş ağrısı. ** Baş ağrım yeterince artmaya başlamıştı ve artık gözlerimde kayıyordu; uykusuzluktan. Acilen şekerlemeye ihtiyacım vardı. Evet, şekerleme. "Şekerleme yapabileceğim bir yer yok mu burada?" dediğimde normal birisi bunu, burada, bu ortamda dalgaya vurarak derdi. Keşke! deniz olsaydı da dalgaya vursaydım. Aklımca eğleniyordum işte. Ama ben Anormal olduğum için dalgaya vurmadım. Gayet ciddiydim. "Tabii var onu da düşündük. Bordoyla mavi ışığı seversin." dediğinde ne kadar ciddiydi anlayamadım. İşin saçma yeri Ciddiydi! Fazlasıyla. "Yaa öyle mi ne hoş. Umarım bordo ışıkla mavi ışık yakındır." dediğimde dalga geçmiyordum. Deniz yoktu ya zaten.. "Merak etme delirdiğini hissettiğin an yakın olacak." dediğinde fısıltı, fısıltıyla demişti. Fakat muhteşem kulaklarım bunu bana iletebilmişti. Ama ben yanlış duyduğumu düşündüğümden; "Ne diyorsun yav. Az anlaşılır konuş da." dediğimde a harfini biraz (!) uzatmıştım. Da kelimesini fazla uzatmadın mı? Ben burada açlıktan bayılayım, sen de çene çal! Sana da merhaba iç ses.. Bak, hala boş yapma derdindesin. Açım ben! Geber Allah Allah sanki ben mükemmelim. Sana ne hem? Aboo yandık kız, sen böyle her lafıma, laf mı yetiştirecen? hee. Ay aman, kendi içinden söyle. Benim iç sesime aktarım yapma. Maşallah, çok mu zekisin sen? İç sesin, iç sesi mi olurmuşmuş. Sus, dışarıya odaklanmak istiyorum. Bahane, gerçekten bahane. Beni kime şikayet ediyorsunuz 'iç ses hanımcağız' ? Umarım bilimciler saçma şeylerle uğraşmayı bırakır ve iç sesi başkasına aktarmak için bir buluş yaparlar. Lütfen bunu bilimci bulup aktar lütfenn. Tabii canım şimdi buradan çıkar, hemen derim. Ben ilk bir kendi derdimi halledeyim. Senin ki bana tırt gelir. Kusura bakmayasun ama senin derdini de ben çekeyrum. Güleyim de olmayan şiven boşa gitmesin! Sus kız, yoksa yolarım seni. Eli kolu olmayan sen; iç ses mi bunu söyledi? Fazla gülünç. Sus, işine dön. Peki, ama dikkat et de beni ağlayarak mumla arama. Mumla arama.. Seni mumla mı arayacağım? Peh. Seni anca terk edilmiş bir yerde ya da yerin altında ararım. Ayağım varsa! Anlayacağın kolum olmadığı için mumla, duygularım olmadığı için ağlayarak arayamam. Üzgünüm bu alternatiflerinize ulaşılamıyor, daha sonra tekrar denemeyiniz. Sonra bana kırılıyorum deme, bak. Tamam, sen olmayan eğlencelerinle ve bu saçma fısıltı denenle kal! Meraklı değilim sana zaten! Sus kendi kendine konuşma, kafamı doldurma. ** Yürümeye devam ettiğimde karşımda oda gördüm. Mutluluk. Fazlasıyla mutlu olmuştum. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Odada ki yemekleri hayal bile edemiyordum. Şöyle güzel bir sarma.. off düşünmesi bile mükemmel. bir de, bir bardak su.. Ağzımın sulandığını hissediyordum. Hiç olmadığım kadar acıkmıştım. Odanın önüne geldiğimde yavaşça kapıyı açtım. Boş oda! Müthiş.. Bir yatak bile yoktu! İçeriye girdim. Usulca ilerleyip, yere çöktüm. Biraz dinlensem hiçbir şey olmazdı. Yani galiba.. Biraz oturduğumda hırlama sesi geliyordu. Fakat ben fısıltının saçmalıklarıdır diye umursamayıp oturmaya devam ediyordum. Ta ki gözlerimi açtığımda karşımda ki siyah, sarı gözlü, bana doğru bakarken bir yandan da esneyen kediyi görene kadar.. Dinlensem bir şey olmazdı.. Tabii canım bak bir şey olmadı zaten. İç sesi umursamadan; çığlığı basarak ayağa kalktım. Koşarak kapıyı sertçe açtım ve kendimi dışarı attım. Dışarı, bunu anlamam zor olmuştu. Ama galiba artık benim için dışarısı, koridor olmuştu.. Ne kadar da güzel bir hayatım var değil mi? Bunaldım.. Hiç özleyeceğimi düşünmediğim okulum.. , kitaplarım, olmayan arkadaşlarım. Sahi, okulda sıfır konuşmam olan, sınıf arkadaşlarım beni merak etmiş midir? Boşalttım zihnimi, zihnimi bunlarla kalabalıklaştıracak değildim. Kafayı sıyırdım herhalde burada kalarak. Cidden kendimle konuşuyordum. Hem de hiç olur olmadık bir durumda.. evet, doğru bildiniz. Kediden kaçarken bunları düşünüyordum hala da devam ediyorum. Köpekten kaçarsın, böcek görünce korkudan oradan uzaklaşırsın ama kediden kaçmak... çığlığı basarak kaçmak, bir yana. Acaba fısıltı, beni kameradan nasıl görüyordu? Acaba ortalıklarda olmadığım için dışarda neler olmuştu.. GÜNAYDIN TÜRKİYE, BU SABAH AKERGEN ARVEN BİR İHBARDA BULUNDU. ÇOK SEVDİĞİ ABLASI BİR ANDA GİTMİŞ, AKERGEN ARVEN, ABLASININ -HERA ARVENİN- BU ŞEKİLDE BİR ANDA ÇEKİP GİTMEYECEĞİNİ KENDİSİNİ BIRAKMAYACAĞINI SAVUNUYOR. EKİPLER ARAMALARA ÇOKTANDIR BAŞLADI LAKİN HENÜZ BİR İZE ULAŞAMADILAR. ÇALIŞMALARIMIZ DEVAM EDECEK. Daha neler.. birde bu saçma dediğim şey gerçek oluyormuş. Artık, belimi hissetmiyordum. Dinlenme ihtiyacı. Eğer, şuan burada değil de evde olup, yine bu kadar hareketli olsaydım, eminim bir çarpı sıfır eşittir sıfır dinlenme ihtiyacı. Sinir olduğum kısım burasıydı. Buradan bir çıkayım, fizik doktorunun yanında yatıp, kalkacağım. Normal olmayan, normal hayatımı özlemiştim. Ya da Anormal. Sizin tercihinize.. Düşüncelerimden kurtulduğumda, kedinin beni kovalamayı bıraktığını, olmayan şeyden kaçtığımı fark etmiştim. Saçmalık! Hayır yani, bu fısıltı beni görmüyor mu? Bir haber verirdi insan.. gerçi insan olup, olmadığı tartışılır. "Hey, orada mısın?" dediğimde ses gelmemişti. Ölmüş müydü bu? "Fısıltı"... biraz beklediğimde yine ses gelmemişti. "Şşt, fısıltı! Dünyadan, fısıltı abimize". "Ne var?" ne mi var? biran her şey var diyesim gelmişti, ama maalesef. "Şu dinlenme yerine ne kadar kaldı?" dediğimde, yine sessizlik. Ona istediğini verdim, soru yöneltmedim. Mal mıdır nedir? Sanki, buraya kendi isteğimle gelmiştim. Biran içimden geldiği için Türkçe, "Gıcık" diye cırlamıştım. Biraz dozu mu kaçmıştı? Aman, bana ne derken içimden omuz silkmiştim. Eğer bunu fısıltı gördüyse cidden delirdiğime emin olmuştur, istediği de zaten buydu, ya. ** Ne bitmez bir yer burası. Bacaklarımı hissetmiyordum.. Gerçi nere mi hissediyordum ki? Vay anasını, burayı nasıl yapmışlar? Daha da önemlisi ben neredeydim? Yerin altımı, yerin üstümü? Dünyada gördüğüm en saçma plato! Harbi lan, burası plato mu? "Fısıltı." derken ı harfini uzatarak söylemiştim. Cevap vermeyince, sertçe nefesimi soludum. "Fısıltı!" dedim, sertçe nefesimi solurken aynı zaman da bağırmıştım. "Seni sinirli görmek güzel, sana o kadar sinir oldum ki.." Neyime sinir olmuştu? sinir olmama mı? yoksa beni bu derece bir yerde umursamaz ve gülmeye çalışmama mı sinir olmuştu? Siktir et. "Burası bir plato mu?" derken sonlara doğru sesim incelmişti. "Aferin sana, küçük şeytan." derken sanki tebrik- "Gün geçtikçe gereksiz şeylere olan merakın artıyor!" Sitem etmişti ve bu beni oldukça sinirlendirmişti, bana bağıramazdı ya da kızamaz, sitem edemezdi. "Gerekli şeyler merak etsin o, boktan zihnin!" Deyince daha da öfkem artmıştı, umarım sinir krizi geçireceğim bir laf etmezdi, umarım.. "Keseceksin o, gevşek gürültünü! ve sana bir ikaz! benimle konuşurken ses tonuna dikkat etmesini bil!" dedim, çemkirerek. Kendini bu pezevenk ne sanıyordu? Şeref yoksunu, adi şey. Olduğum yere, çöktüm ve derin derin nefesler alıp, verdim. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı. "Hadi ama, bu kadar sinirlenmiş olamazsın" derken sesi, benim aksime fazla ince çıkmıştı. "Ya amına koyayım, hem sinir ediyorsun beni, hem de sinirime alay ediyorsun!" dedim, onun sesinin aksine sert, öfkeli gürültümle. "Peki, susuyorum ama uyuşukluk yapma" dedi sinir bozucu sesiyle.. "Pardon?" dediğimde sessiz kalma hakkını kullandı, sinir şey. ** Ayağa kalktım. Biraz yürüdükten sonra karşıma iki farklı koridor çıktı. Fısıltı denecek şeye sinir olduğum için hangi yoldan gideceğimi sormadım ve altıncı hissimi kullanarak sol yoldan devam ettim. Vay anasını, ilk defa bir koridoru bomboş gördüm. Biraz daha ilerlediğimde kahkaha sesi duydum. Fısıltı ve kahkahası. Bu kadar komik olan şey neydi? "Söyle de ben de güleyim." dedim, alaycı sesimle. "Imm yok, sen eğlenmezsin buna ama bana fazlasıyla eğlenceli gelecek" dedi, mal. Gelecek zaman eki. Buda neydi? Henüz olmamış şeye mi anırarak gülüyordu bu? Biraz daha ilerledikten sonra; Karşımda bir çift sarı gözü beni izlerken gördüm. Görmemle beraber fısıltı ve kahkahası. Ve kahkahanın arasında benim çığlıklarım. En son o siyah kedi benim peşimi bırakmıştı. Şimdi nasıl oluyordu da biranda karşıma çıkabiliyordu? O, benim arkamdan hırlayarak koşarken ben ise çığlıklarımla, geldiğim yöne koşuyordum. Sol yolun sonu; İkiye ayrılan yolun başına geldiğimde bu sefer sağ yöne koşmaya başladım. Bir süre sonra nefes nefese kalmıştım. Koridordaki çekmeceleri açtığımda, bir şişe su buldum. Hiç düşünmeden kafama diktim. Çenemden akan suyu elimin tersiyle sildim ve elimdeki şişeyi kenara fırlattım. Lanetli kedi artık peşimden gelmiyordu. Pek emin olmasam da gelmediğinden. Sağ yoldan yürümeye devam ettiğimde ileride mavi ışıklar gördüm. Mavi bölge.. Belki kazanılan umutların ya da kaybedilen umutların, başlangıcı. Belki de sonu. Benim belki de buradan çıkma sebebim; Hiçbir şeyim yoktu, beni seven yoktu, bana önem veren yoktu. Ama biri vardı. O her şeye değerdi. Küçük bebeğim, kardeşim. Onun sığınağı bendim, benim sığınağım oydu. Solunum problemi vardı, onun. Kim bilir ne haldeydi. Onunda benden başka kimsesi yoktu ki bir şey olsa.. Düşünmek bile istemedim. Ya zihnim? Kalbim düşünmek istemiyordu ama zihnim, ısrarla merak ediyordu. Evet, merak etmek duygusu yüreğe mahsustu. Ama bazen hiç ummadığımız organlarımız, hiç ummadığımız işlevlerde bulunuyordu. O, Akergen Arvendi. Bana, annemin ona öğrettiği şefkatle emanetti, babamın vahşetinden korumakla üstlendiğim kardeşimdi. Ona söz vermiştim. Anneme.. 2 YIL ÖNCE BABAMIN VAHŞETİ "B-baba yalvarırım yapma" dediğimde babam, anneme gözlerimin önünde kemeriyle işkence ediyordu. En acısı da hareket ettiğim zaman daha fazla hırsla vuruyordu. Gözlerimden akan yaşın hiç durmayacağını bildiğim halde, buna inat, elimin tersiyle; sırf göz yaşlarımı siliyorum diye babamın ateşe tuttuğu sonrasında ateşe tuttuğu elime kemerle vurduğu.. elimle sildim, göz yaşlarımı. Onlar sadece göz yaşım değildi. Duygularımdı. Acımı, dış dünyaya karşı hapsettiğim göz yaşlarım, enkazım. Evet, duygularım benim enkazımdı. Çünkü her göz yaşımda, annem, daha 7 yaşında olan kardeşim, göz yaşımı örten, silen elim işkenceye maruz kalıyordu. "Yapma!" diye haykırdıktan sonra güçsüzlükle "yapma." diyebilmiştim. babam, annemin göğüs kafesine vurmuştu. Ama daha fazla acı çektirmek için, ölmemesi için, hafif vurmuştu. Yine de annemin acısını sol göğsümde hissediyordum. Benimde özelliğim buydu. Sevdiğime zarar verildiğinde sol göğsüme resmen bıçak saplanıyordu. Göz yaşlarım hızlanmıştı. Çünkü artık kardeşimde bu vahşete tanıklık ediyordu. Kardeşimin de gözlerinden; çaresizliğin göz yaşı akıyordu. Yanına ilerledim güçlükle. Gözlerim kıpkırmızı olmuştu. "Abla," dedi inlercesine bu vahşete karşı. Kafasını göğsüme yasladım. Annem bayılmıştı, babam ise odasına çekilmiş bir kızla konuşuyordu. Annemi aldatıyordu ama biliyordu ki onun sevgisine ihtiyacımız yoktu. Acıyordum. Onunla konuşan kadına acıyordum. Belki de oda bu duruma maruz kalacaktı. Kardeşimle yatağa ilerlemiştik. Annemin yanına. Onun saçlarını okşarken kardeşimde sol göğsümde uykuya dalmak üzereydi. Ona en sevdiği ilahiyi söylemeye başladım. Gergin uykulardan, kör gecelerden. Bir sabah gelecek, kardan aydınlık: Sonra düğüm düğüm bilmecelerden. Bir sabah gelecek, kardan aydınlık. derince iç çekerken hüzünlü bakışlarım, annem ve kardeşim üzerinde mekik dokuyordu. ** ** Gökten yağmur yağmur yağacak renkler. Daha hoş kokacak otlar, çiçekler. Ardından bitmeyen mutlu gerçekler. Bir sabah gelecek, kardan aydınlık Derince iç çektiğimde göz yaşlarım isyan ederek kardeşimin çehresine damlamıştı. Kapanmış olan göz kapaklarına baktım, gülümsedim. ** Vurulup ömrünün ilkbaharında. Kanından çiçekler açar yanında. Cümle şehitlerin omuzlarında. Bir sabah gelecek, kardan aydınlık. sona doğru sesimi azaltarak kendimi annem ve kardeşimin arasında uyku bana kollarını dolarken bende daha fazla güç harcamayarak kendimi uykunun sıcak kollarına bıraktım. ** Uyandığımda kardeşim yanımda yatıyordu. Annem ise.. acıyla inliyordu. Annemin sesini duyduğumda hızla yataktan kalktım. Koşarak annemin sesinin geldiği odaya gittim. Odanın kapısını açmak istediğimdeyse açılmadı! Kapı kolunu zorladım. Fakat açılmadı. Dişlerimin arasından bir hıçkırık yükseldi. Ve bir daha. Çünkü annemin sesi gelmiyordu! Kapı açıldığında babam odadan çıktı. Odanın içerisindeki kanları gördüğümde "Anne!" diye haykırdım. Ses yoktu. Kardeşimde gelmişti. İçeriye adımladık. Gördüğüm manzara; manzara denemeyecek kadar kötüydü, vahşetle durdum. Annem yerde kanlar içerisinde yatıyordu. "A-anne!" kardeşimle beraber haykırmıştık. Tek fark o tam anlamıyla hiçbir şeyi anlamıyordu. Dizlerimde, bedenimi taşıyacak gücü bulamadım yere çöktüm. O, gitmişti. Geriye bu vahşet ve kanlar içerisindeki annemin bedeni kalmıştı. Artık nefes almıyordu, Dünyaya; bedenini, gözlerini, kalbini, daha kötüsü acı çekerek ölen bedenini bırakmıştı. O, bu hayatı istememişti. Her şey zorla evlendirilmeleriyle başlamıştı. Bana kardeşimi emanet ederek bırakmıştı bu hayatı. Bende kabul etmiştim bu emaneti. Babam, yine odasında o kadınla konuşuyordu. Biz gökyüzünde mahsur kalmış üç yıldızdık. Ben, annem, kardeşim. Ya kayıp başkalarının dilek hakkı olacaktık. Ya da kaymayıp sonsuza kadar binlerce yıldızın arasında parlayacaktık. Sizde parlamak istemez misiniz? Onca sorunumuza inat hadi hep beraber parlayalım! Sönmeyelim. Başkasının dilek hakkı olmayalım, kendi kendimizin dilek hakkı olalım. Belki saçmaydı, bir yıldızın kaymasından, doğum günü mumundan, dilek fenerinden dilek, dilemek. Bizler, en küçük şeyden bile dilek dilemeye mahsur kalmıştık. Ve ben, hayatımda ilk defa bu denli bir duygu içindeydim. İlk defa bu denli bir beddua etmiştim. Hayat böyleydi. Herkesin hayatı birbirinden farklı, acı dolu, hüzün dolu, mutluluk doluydu. Hayat, biz doğduğumuz andan itibaren bize yara verirdi, ilk önce fiziksel daha sonra ruhsal. Hayatı bizlere 'rengarenk' öğretmişlerdi, fakat hayat bun kelimeden ibaret değildi. Bu kelimeden sonra birde 'acılar' kelimesi geliyordu. 'Rengarenk acılar' idi bu denli acımasız, hüzün dolu, bazen bizlere belki de acıyarak verdiği mutluluk dolu hayatın adı. Ama biz göğsümüzü germeliydik, boyun eğmemeliydik. Hayatın kazanmasına izin vermemeliydik.. YAZARDAN Akergen ARVEN sabahın erken saatlerinde gözlerini usulca aralamıştı. Yatmaya devam edecekti fakat ablasını yanında göremeyince korkuyla ayağa kalktı. Ne kadar ondan uzakta olsalar da travma olmuştu artık. Odaları aramaya başladı. Bulamadı. Masanın üzerindeki notu gördü. "Sevgili küçük kuşum, ben bir süreliğine buralardan ayrılıyorum. Kendine iyi bak, beni düşünme ben iyiyim, iyi olacağım. Kalbim, ruhum seninle her zaman burada olacak." Yazıyordu notta fakat bilinmeyen bir X vardı. Bu X kimdi? Ne bu kağıt ablasının parmaklarından nede o X bu notu yazdığında kullandığı kalem ablasının parmaklarından geçmişti. Bu andan itibaren küçük kuşun hayatına bilinmeyen bir X girmişti. Bu hikayede bilinmeyen bir X olacaktı. Belki hiç bulunamayacaktı bu X ya da öylesine bulunacaktı ki bir daha hiç X bilinmeyenine kamufle olamayacaktı. Daha önemlisi bu X 'i küçük kuş fark edecek miydi? Bunu öğrenmenin tek yolu ablasının yazısını bulmak olacaktı fakat ablasını hiç yazı yazdığını görmemişti. Ablası okuma-yazma biliyordu fakat yazı yazdığını hiç görmemişti. Belki de yazmıştı, hiç bilinmedik bir şey için. Akergen bu amansız mektubu okuduğunda evi başına yıkılmıştı. Göz yaşları firar ediyordu. Öylesine akıyorlardı ki hiç durmayacakmış gibi, sanki şimdi Akergen göz yaşını silecek ve bir daha da ağlamayacakmış da hızlıca göz yaşları oluğu yerden çıkmak istiyormuş gibi. Akergen yavaşça yere çöktü ve dizlerini kendisine çekti. Eskiden ağladığında sırtını ablasına dayayan akergen şimdiyse sırtını duvara yaslıyordu. * Küçük kuş evinden kaçmıştı, istemeyerek. Cam açık kalmıştı ve o özgürlüğüne kavuşacağını sandı ve uçup gitti. Yuva yaptı bir ağaca. Sonra insanlar o ağacı yıktı. Yıkılmasıyla sığınacak bir kovuğu da kalmamıştı. Şimdi ne yapacağını bilmeyen kuş, bir ağacın üstüne geçmiş ona yardım etmelerini bekliyordu. Sesi yoktu ama gözleri vardı, çaresizce ağacın üstünde bekleyen bedeni vardı. Belki sonsuza kadar böyle bekleyecekti ya da kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenecekti. Tek bildiği bundan sonraki yaşam yolunda yeganeydi. Belki bir yol ayrımı çıkacaktı ve farklı yolu seçtiğinde yanı başında birileri daha olacaktı. Ama şuan tek bildiği birinci maddeydi. Küçük kuşun önünden binlerce canlı geçmişti fakat hiçbiri derdini ona sormamıştı. Bu şekilde beklemenin ona yaramayacağını anlayan küçük kuş kanatlarını açıp uçmaya başladı. Biliyordu ki kanatlarını diğer kuşlar gibi özgürlüğe açmamıştı. O çaresizliğe açmıştı kanatlarını. Çaresizce göklerde süzülüyordu. Hayranlıkla özgürlüğe uçan kuşlara bakıyordu. Özeniyordu. Küçük kuş, yaralı kanadıyla göz yaşlarını sildi. Fiziksel yara, ruhsal yara.. Fiziksel yara görünürde olurdu. O yarayı fark edip yara bandıyla saran çok olurdu. Ama şu gerçek vardı ki bir yara bandı sürekli değiştirilmeye mahkumdu. Peki ya ruhsal yara.. Ruhsal yara kalbin derinliklerinde olurdu. Ruhsal yara gözükmezdi. Belki fiziksel yaranız yok diye canlılar sizi sağlam sanıyordu fakat bilmiyorlardı içinizin, kalbinizin, zihninizin, derin acılara sahip olduğunu. Hiç kimse göremezdi ruhsal yarayı. Küçük kuşun sahip olduğu yara; Ruhsal yaraydı.. _____________ Sizce mavi bölgede ne olacak? Mavi bölgede dinlenebilecek mi? ya da bambaşka şeyler.. Sizce X kimm? Açıkçası bende bilmiyorum :) Bende sizinle beraber öğreneceğim. İleriki bölümlerden birinde kızımız hakkında bilgi sahibi olacağız. Kızımızın adı; Tuman (Rusça:Sis demek) Hera ARVEN, küçük yaşta babasından şiddet görüyor şuan bu bilgiyle kalalım. Yorum ve oy yaparsanız, koca bir mutluluk ve yazma hevesi katarsınız bana. 12 Kasım da yayınlamam gerekiyordu fakat bir aksaklık oldu ve 20 Kasım da yayınlıyorum. Yayınlanma tarihi: 20.11.2024 Saat: 12:51 _______________ |
0% |