Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm ~ Baş Kaldırma.

@theragn_

Keyifli okumalar!✨

Şaman kadının Yesoo hakkında söylediklerini düşündükçe hem inanasım gelmiyor hem de tüylerim diken diken oluyordu. Yaşadığı suçluluk duygusuyla, vicdan azabı ve utancıyla bundan kurtulmayı amaçlayarak şaman güçlerini devreye sokmuş, farklı bir hayat istemişti. Bunun sonucunda da bedenlerimizi değiştirmişti.

Ama bu hikayede hala kopukluklar vardı. Mesela neden ben? Beni nasıl buldu da bu duruma ikimizi de sürükledi? Yesoo'yla karşılaşmadan bu soruların cevabını alamayacağımı biliyordum. Peki onunla nasıl karşılaşacaktım? Keşke benim de özel bir gücüm olsaydı mesela telepati gibi. Bir an için aklıma Sihirli Annem dizisi geldi. Bu düşünceme gülerek bir iç çektim.

Peki ya şu, Yesoo'nun Prens Minseo'yu aldatma durumuna ne demeli? Gerçekten bunu yapmış olabilir miydi? Yesoo'yu zerre kadar tanımıyor olsam da -toplumun söylentileri o kişinin asıl kimliğini yansıtmaz.- buna inanmak istemiyordum. Söz konusu 6. Prens Kang Minseo'ydu. Öyle bir adamı aldatmak için deli olmak gerekirdi.

Belki de şaman kadın yanılıyordur. Şamanlar da yanılabilir değil mi? Değil mi... Yanılmıyorsa bile çevresindeki o kadar insan, mesela ablası, hele hele Sebeo bunu nasıl anlamamışlardı? Sebeo'yla günün her saati beraberlerken anlamaması imkansızdı. Onun şaman olduğunu, Prensi aldattığını bilmiyor olamaz.

İçimden bir ses Sebeo'nun bir şeyler sakladığını söylüyordu. Herkes onu bu kadar seviyor ve övgüyle, güzelliklerle bahsediyorken Yesoo'nun böyle karanlık bir tarafının olduğunu bilseler ne hissederlerdi kim bilir... Herkesin içinde bir karanlık taraf vardır, önemli olan hangi tarafı seçtiğimizdir. Kimimiz karanlığı bastırıp ışık saçar etrafına;

kimimiz ışığı bastırıp karanlığa gömülür. Kimimiz ise alacakaranlıktır. Hangi tarafı seçeceğini bilmez ve içten içe kendini çürütür. Yesoo alacakaranlıktı. Dışı aydınlık ama içi karanlık... "Güzelsin." Şamanın evinden ayrıldıktan sonra tekrar yola koyulmuştuk. Güneş çoktan doğmuş kuşların cıvıltısı içimdeki sıkıntıları hafifletiyordu. Saraya varmamıza çok bir yol kalmamıştı.

Kang So atı hızlı sürdüğünden yolları çabuk geçiyorduk. Bir yerden sonra kendimi uçuyormuş gibi hissediyordum. Yüzüme esen soğuk rüzgar üşümeme sebep olurken istemsizce ona sokuluyordum.

Yine ben önde Kang So arkada atın üzerindeydik. Kafamdaki düşüncelere daldığımdan Prens’in söylediğini anlamadım bu yüzden omzumun üzerinden hafifçe ona dönerek, "Ne?" Dedim. "Güzelsin diyorum." Dedi derin sesiyle. "Farklısın. Anlattıklarından sonra sana inanamamıştım ama şimdi inanıyorum. Gördüğüm kız, yani sen gerçekten..."

İç çekti. "Güzelsin." Böyle bir sözü ondan hiç beklemediğim için afalladım. Yanaklarımın yandığını hissediyordum, sanki bedenimdeki tüm kan yanaklarıma toplanmış gibiydi. "Sağolun Prens’im, sizden iltifat almak ne büyük bir lütuf." Dedim alaya alarak. Burnundan güldü ve önündeki yola bakmaya devam etti.

"Şamanın bahsettiği şu, Kabil de kimdi? Biz ona Yesoo'nun kardeşimi kiminle aldattığını sorduk o ise bize Kabil dedi." İçindeki öfke ve kafa karışıklığı sesine yansıyordu. "Bilmiyorum." Dedim usulca. Düşünceli haliyle devam etti. "Kızın şaman olması da ayrı bir sorun. Bunca yıl nasıl kimse fark etmemiş, nasıl saklamış aklım almıyor." Haklıydı. Gerçekten çok garip bir durumdu.

"Minseo ve Yesoo nişanlandığında her şey normaldi. Yapılacak yağmur ayinine kadar." Dedi. "Zaten ben çok sarayda kalmazdım, hep halkın arasına karışırdım. Onlarla vakit geçirirdim. Hoşuma giderdi." Dedi buruk bir şekilde.

Ayin gününden sonra ailesinden, halkından uzaklaştırıldı... Acaba gerçekten Veliaht Prensi öldüren o muydu? Sormayı çok istiyordum ama kim olarak soracaktım ki? Benim haddime değildi.

"Şu beden değiştirme işi, hiç mi tuhaf bir şey hissetmedin bu esnada?" Dedi yan yan bakarak.
"Emin değilim. Çalışıyordum ve fazla yorgundum. Bir anda hastalandım ve arkadaşım doktor... yani hekim çağırmak için gitmişti. Bende o gelene kadar uyumaya çalışmıştım. Sonra gözümü bir açtım, buradayım." Dedim sıkıntıyla. “Zaten o anları sende gördün.” Gerçekten kendime anlam veremiyorum.

Böyle bir durumu nasıl anlamazdım ki? Sahi, insanın ruhunun bedeninden ayrılması nasıl bir histi? Hiç yaşamadığım ve bilmediğim bir duyguyu nasıl anlayabilirdim ki zaten. Sanki her gün başka bedenlerde dolaşıyorum. "Her neyse. Üşüdün mü?" Dedi başını hafifçe yana eğerek. "Biraz ama sorun yok."
"Biraz daha dayan birazdan sarayda oluruz." Gerçekten de dediği gibi oldu.

Beş dakika belki sürdü belki sürmedi. Sarayın arka kapısında durup attan indik. Ben önden o arkadan içeriye girdiğimizde neyse ki bizi gören kimse yoktu. Prense dönüp baktığımda beni izlediğini fark ettim. Hala yaşanılanları idrak etmeye çalışıyordu. Ona doğru dönerek gözlerinin içine baktım ve ellerimi birbirine kenetledim.

"Bak biliyorum, yaşanılanlar inanılacak türden şeyler değil." Sabırlı olmaya çalışıyordum. "Ama inan bana Şamanın da benim de söylediğimiz ve senin kolyeyi taktıktan sonra gördüklerinin hepsi gerçek. Göz kapaklarının ardındaki o kız benim ve kendi bedenime kavuşmak için elimden geleni yapacağım. Çünkü ben buraya ait değilim ve dönmek zorundayım.

Lütfen her şey aramızda kalsın. Gerçi zaten birine söylesen de inanmayacak, o yüzden pek de sorun teşkil etmiyor." İç çekişlerinin ardından söze girdi. "Merak etme birine anlatıp da deli muamelesi görmeye niyetim yok. Ben bir prensim." Dedi ellerini arkada bağlayıp omuzlarını dikleştirirken.

"Küçük Hanım!" Panik dolu bir ses aramıza girdiğinde sesin geldiği yöne döndüm. Sebeo'yu koştura koştura yanımıza gelirken gördüm. Prensle kısa bir an bakıştık. Prensi gören Sebeo donup kaldı ve yüzü daha da beyaz bir hal aldı. O an fark ettim ki Prens’in de yüz hatları sertleşmişti. Sebeo kendini toparlayıp hafifçe eğildi ve telaşlı gözlerini bana çevirdi. "Kral sizi huzuruna bekliyor." Dedi.

Anlamayarak kaşlarımı çattım ve Prense baktım. O da anlamamıştı. Sebeo'nun arkasından ilerleyip koridor boyunca sorular sordum ve her seferinde, "Bilmiyorum." yanıtını aldım. Tek bildiğim Kral’ın çok sinirli olduğuydu. Kang So önde ben arkada Kral’ın odasına girdik.

Prenslerin hepsi buradaydı. Ablam ve Kraliçe de dahil. Prenslerin o sevgi dolu bakışlarının yerini hüsran ve hayal kırıklığı almıştı. Kraliçe bile üzgün görünüyordu. Ablam ise endişeli. Prens Yeong Jin Kral’ın hemen baş ucunda dikiliyordu. Yeni veliaht prens... Kang So'yla birlikte girmem hepsinin garibine gitmiş olacak ki bir ona bir bana baktılar.

Bu durum en çokta Prens Minseo'nun hoşuna gitmemişti. Onunla göz göze geldim. İçimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Belki telepati gücüm yoktu ama empati yeteneğim gayet yerindeydi. Prens’in gözleri öfkeyle parlıyordu. Huzursuzlanarak gözlerimi kaçırdım.

Bakışlarım ablama iliştiğinde yüzünü buruşturdu ve elini eteğine götürüp sıktı. Bu daha çok kafamı karıştırdı ve daha fazla huzursuz olmama sebep oldu. Odağımı onlardan çekip Kral’a yönelttim ve karşısına geçerek saygıyla eğildim. Şu eğilme kısmı her zaman çok sinirimi bozuyor... "Pyeha..." Dedim saygılı bir ifadeyle.

(Majesteleri.)

Kralın yüzü adeta sirke satıyordu, gözleri alev alevdi. Her yanımın yandığını hissettim. Ben mi kızdırmıştım onu bu kadar? "Prens Minseo..." Diyerek söze başladı zalim ve derin sesiyle. O an zihnimde çarklar dönmeye başladı. "Nişanınızın bozulduğunu söyledi. Bu doğru mu?" Panik dalgası her yanımı sardı. Şu an bir Kral’ın karşısındaydım ve hesap veriyordum.

Bu anı her zaman kitaplarda okumuş, dizilerde seyretmiştim ama gerçekten yaşamak çok ayrı bir boyuttu. Bacaklarımın bağı çözülüyordu resmen. Bu anı gerçekten yaşıyor muyum? Normal şartlarda kendimi savunabilen ve kesinlikle ezdirmeyen, boyun eğmeyen tarafım şu an panikle yerinde tepiniyordu.

Günümüzdeki sistemin ve şu an içinde bulunduğum sistemin ne kadar farklı olduğunu bilerek ve ufak bir hatamda bile ölebileceğimi bilerek aptallık yapmıyor, boyun eğmek zorunda kalıyordum. Biraz da korktuğum söylenebilir...

Benim canım kıymetliydi. Tırnağım kırılsa cingar çıkarırdım ben. "Doğru, Pyeha." Dedim yutkunarak. Büyük bir felaketin beni beklediğini hissediyordum. Ama çok saçmaydı: Neden sadece ben sorguya çekiliyordum? Neden suçlu muamelesi görüyordum?

Ayrılıklar olabilirdi, bu gayet normal bir şeydi. Orta çağ da normal sayılmaz... "Sebebini duymak istiyorum." Dedi Kral. Ne diyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı birbirine bastırdım. Kralı ikna edebilecek bir neden bulmam gerekiyordu ama ne... "Sa-sadece..." Dedim gerginlikle. "Be-ben..." Ah, çözül şu lanet dil! Bul mantıklı bir cevap lanet aklım! Ama yok, bulamıyordum. Prense sadece istemediğimi söylemiştim.

Sevmediğimi. Ama bunu Kral’a söyleyemezdim. Kral için geçerli bir sebep değildi. Benden cevap alamayınca gözlerindeki ateş daha da harlandı. "Anlaşılan bir sebep yok. Bir zevk uğruna oğlumla oynadın. Ya da en basitinden para ya da saygınlık için onu kullandın. Sonuçta o gözde bir prens ve sen bunu fırsat bilerek ona yaklaştın."

Kral’ın sözlerinden sonra kalbim güm güm atmaya başladı. Başımı ani bir şekilde kaldırıp Kral'la göz göze geldim. İçim titredi. "Hayır! Para için değildi asla... Hafizamı kaybettiğimi biliyorsunuz, bu yüzden..."
"KES!" Diye adeta kükredi. Odadaki herkes yerinden sıçradı, bende dahil. "Hafıza kaybı duyguları etkilemez! Ne cüretle oğlumun itibarını iki paralık edersin! Mantıklı bir sebep ortaya atacağını düşünüyordum.

Nişan bozulsa dahi ablan için sarayda kalmana izin verecektim. en çokta baban için. Ama görüyorum ki ayrılmak için geçerli bir sebebin yok." Sesi eski sakin ayarına gelmişti. "Ama vazgeçtim. Akıbetin belli. Shinju'ya sürgün ediliyorsun." Shinju mu? Sürgün mü? Kang So'nun sürgün edildiği yer... Hayatta kalmak için insanları, hayvanları öldürdüğü yer.

Ben yapamam... Ne insan öldürebilirim ne de hayvan. Ben o kabus gibi yerde bir hafta ya dayanırım ya dayanamam. Ölürüm. Yesoo'nun yaptığı aptallık yüzünden bu işkenceye katlanamam! Herkes dehşete düşmüş bir halde Kral’a bakarken ben, ablam hatta Kraliçe bile itiraz da bulunmak üzereydik. O an nasıl bir cesaretle yaptım bilmiyorum ama dilim çözülüverdi.

"Bunu kabul etmiyorum!" Dedim hiddetle. Kral’ın gözleri öfkeyle parladı. "Sırf oğlunuzla evlenmekten vazgeçtim diye hayatımla ilgili kumar oynamanıza izin veremem. Bir insanın hayatı nasıl olur da gururdan önce gelir? Nasıl olur da gururunuz ve itibarınız insanlığınızdan daha üstün gelir? Bu mu sizin krallığınız? Taht uğruna vicdanınızı da mı kaybettiniz?"

Sözlerim Kral için büyük bir darbe olmuş olacak ki şok içinde kalakaldı. Ortamda ölüm sessizliği vardı. Herkes dehşetle beni izliyordu. Prens Cheol'un adımı sayıkladığını duydum. Ablam ise resmen tokat yemiş gibiydi. Yüzü kireç gibi oldu. Kesinlikle böyle bir hamle beklemiyorlardı. Kral öyle bir ayağa kalktı ki yer, gök adeta sallandı. Öfkeyle kükreyişi tüylerimi diken diken etti. "BU NE CÜRET! SEN KENDİNİ NE SANIYORSUN! NE HAKLA BENİMLE BÖYLE KONUŞURSUN!" Vücudum titrerken ne tür bir aptallık yaptığımı o an fark ettim.

Öyle bir gaflette bulunmuştum ki artık beni ölümden kimse kurtaramazdı bundan eminim. Tansiyon gittikçe yükselirken bir hareketlilik oldu. Şok dalgası tüm bedenimi sararken Kral’ın önünde diz çökmüş Kang So'ya bakıyordum. Kalp atışlarım rahatsızlık verecek derecedeydi. Kang So'nun gözleri yere odaklı olsa da paniğini fark edenin sadece ben olmadığıma emindim.

Ne yaptığını almaya çalışırken gözlerim yaşlarla doluydu. "Majesteleri." Dedi düz sesiyle. "Siz onun cüretini bağışlayın, korkusundan aklı durmuş olmalı. Affınıza sığınarak söylemeliyim ki, Yesoo'nun akıbeti için başka bir önerim var." Kral bir süre Kang So'ya baktı ve tek kaşı havaya kalktı. "Seni dinleyecek değilim. Defol git karşımdan!" Dedi. Ses tonu düşmüştü. Kang So'ya bakmıyordu bile ama Kang So diretti. "Bu önerim emin olun sürgünden daha çok hoşunuza gidecektir." Dedi emin tavırla. Kaşlarım çatıldı. Neyin peşinde? Duraksama oldu. Daha sonra, "Devam et." dedi Kral otoriter şekilde.

"Yesoo'nun babası soylu ve kıdemli bir asker. Siyasi meselelerde mutlaka onun fikrini aldığınız herkesin malumu. Böylesine önemli bir adamın kızı benim yanımda hizmetçi olarak çalışırsa eğer onun için en iyi cezanın bu olacağı kanaatindeyim. Babası böylesine önemli bir adamken kendisinin hizmetçi parçası olması Yesoo'yu huzursuz edecektir.

Hele ki ihanetle suçlanmış, bir çok kötü nama sahip bir prensin hizmetçisi olmak." Dedi yüzündeki sinsi gülüşüyle. "Bilirsiniz, bir asker için sadakat herşeydir. Gerçi bu durum komutanı da etkileyecek ama karar sizin." Nefesimi tutmuş Kral’ın cevabını bekliyordum. Ablam bayıldı bayılacaktı. Odadaki herkes şaşkınlıkla hipnotize olmuş gibi bizi izliyordu. Kıpırdamıyorlardı bile. Hatta nefes aldıklarından bile şüphe duydum.

Prens Minseo neden hiç itiraz etmiyor, karşı çıkmıyor ya da o lanet olası yerinden kıpırdamıyordu? Nereye gitmişti vicdanı? İnsanlığı? Kraliçe bile itiraz etmek üzereyken o neden hiç kılını kıpırdatmıyordu? Bu kadar mı öfkeliydi bana?

Öfke, insanlığın ve vicdanın önüne geçiyordu demek ki... Bu huyunu babasına benzetmeden edemedim. "Bir an cariye olarak isteyeceksin sandım,” Belli belirsiz güldüğünü gördüm. Cariye mi? Öyle bir şey olsaydı önce Kang So’yu sonra da Kralı döverdim. Gerçi Kral’a yaklaşamadan ölürdüm ama hayal işte... ”Pekala. Bu fikrin makul geldi gözüme." Dedi Kral. Tabii gelirdi. Sonuçta Kang So onun gözünde pislikten başka bir şey değildi. "Bundan sonra," diyerek devam etti bakışlarıyla beni süzerek. "Yesoo, Prens So'nun Özel Hizmetçisi olarak sarayda kalacak, Prens ne isterse onu yapmakta, onu memnun etmekle hükümlüdür. Ne Prens Minseo'ya ne de diğer Prenslere yaklaşması yasaklanmıştır."

Kral’ın beyanı herkesçe duyulduktan sonra çekilmemizi emretti. Bu yasak prenslerin hoşuna gitmemiş olacak ki itiraz edecek gibi oldular ama korkularından susmak zorunda kaldılar. Sıra sıra odadan çıkarken bacaklarımın bağı çözülmek üzereydi. Shinju denen yerde yaşamaktansa sarayda kalıp Kang So'ya hizmet etmeyi yeğlerdim. Özel Hizmetçi bahanesiyle beni o korkunç yerden kurtarmaya çalıştığını farkındaydım.

Ayrıca Kral, Prens Minseo'yla görüşmemi yasaklamasaydı bile onu görmek isteyeceğimi hiç sanmıyordum. Hadi Minseo'yu anladım da diğer prenslerle görüşmem niye yasaktı ki?

Gerçi hiç biriyle de görüştüğüm yoktu, onlar yanıma gelmediği sürece. Ama yine de onları sevmeye başlamıştım. Eğlendiriyorlardı beni. Özellikle Prens Cheol’ün o muzip tavırlarını seviyordum. Kral’ın odasının kapısında dikildiğimizde Prenslerle göz göze geldim. Hepsinin bakışları benim üzerimdeydi ve kafaları karışık, ne olup bittiğini anlamaya çalışır gibilerdi.

"Bu ayrılık da nereden çıktı?" Prens İn Baek'in sorunsundan sonra gözlerimi kaçırdım. Cevabım yoktu. Minseo'nun yüzü ifadesizdi, çenesi hala kasılıyordu. İçimden bir ses onun bu öfkesinin başka bir sebebi daha olduğunu söylüyordu. "İn Baek haklı. Nereden çıktı bu ayrılık?" Dedi 5. Prens, bana yaklaşarak.

"Gayet iyiydiniz."
"Birbirinizi çok seviyordunuz."
"Bunca yıldan sonra..."
"Hem de düğün neredeyse yapılmak üzereyken."
"Hiç mantıklı değil."
"Sebebi neydi ki?"

Prensler kafalarında dönen soru işaretlerine cevap ararken onları susturan Minseo'nun sesi oldu. "Yeter bu kadar! Olan oldu işte, uzatmaya luzum yok. Fazla merak külüne zarar." Dedi buz gibi bir ifadeyle. Kaşları çatılmıştı. "Ama ağabey..."
"Yeter dedim, Kang Cheol." 8. Prens azar yiyince susmak zorunda kaldı. Diğer kardeşlerde tek kelime etmeden dağıldılar. Dağılırken gözleri benim üzerimdeydi. Yapay bir selamla bakışlarını karşıladım. Özellikle Prens Cheol çok üzgün görünüyordu. Onunla gözgöze geldiğimde gülümsedim ama bende üzülmüştüm.

Hava almam gerekiyordu. Aldığım nefes ciğerlerime fazla geliyordu sanki. Kendimi nasıl bahçeye attığımı bilmiyorum. Ablam da sessizce arkamdan geliyordu. Nasıl oldu da hala konuşmadığını merak ettim. Anlaşılan şoktaydı. Havayı derin derin içime çektim, burnuma ağaçların kokusu ilişti. Nihayet nefes alabiliyordum. Sonra aniden biri kollarımdan tutup beni kendine çevirdi.

Ablam gözleri dehşetle parlayarak bana bakıyordu. İrkildim. "Söyle bana Yesoo, nereden çıktı birdenbire nişanı bozmak? Hani Prense çok aşıktın ha? Yoksa onunla yine..." Neyi ima ettiğini anlamayarak kaşlarımı çattım ve gözlerimi üzerine diktim. "Ben yine, ne?" Dedim. Duraksama yaşadı ve gözlerini kaçırdı. "Söyle, ne?"
"Onunla mı yakınlaştın?" Dedi tedirgince.

Sesi öylesine kısık çıkmıştı ki zor duyabildim. Demek ablası aldatma durumundan haberdardı. "O kim?" Dedim direterek. "Prens..."
"Küçük Hanım!" Sebeo'nun sesi aramıza girdiğinde sıkıntıyla iç geçirip ona döndüm. Yüzü kıpkırmızı, gözleri de şişmişti. Onun bu haliyle adeta şok yaşadım ve ablamla olan konuşmamızı unutup yanına koştum.

"Sebeo, ne bu halin?" Dedim afallayarak. "Küçük Hanım..." Gözyaşları sel olup akmaya başladığında ablam da yanımızda beliriverdi. "Anlat, ne oldu?"
"Majesteleri..." Dedi hıçkırıklarının arasından. "Beni sizin hizmetinizden aldı. Sizin artık 4. Prens'in yanında hi-hi-hizmetçi olarak çalışacağınızı söyledi. Bu yüzden bana ihtiyacınız yokmuş..." Dedi. O an kan beynime sıçradı. Bu kadarı da fazlaydı ama! Şimdi o Kralın ben var ya...

Resmen burnumdan soluyarak elimi saçlarımdan geçirdim. Prensleri benden uzak tutuyordu. Sebeo'yu benden uzak tutuyordu. Ne kadar yakın olduğumuzu biliyordu. Saraydaki herkes biliyordu çünkü onu hiç yanımdan ayırmazdım. Amacı beni yapayalnız bırakmaktı. Kang So'nun benim için en iyi ceza olduğunu düşünüyordu. Zaten bu yüzden kabul etmişti.

Ulan seni lanet olası kral bozuntusu! Öleceğimi bilmesem şimdi senin boğazına yapışırdım! "Doğru mu?" Dedi ceylan bakışlarının arasından. Başımı onaylarcasına salladım. "Ama Küçük Hanım, siz nasıl hizmetçi olabilirsiniz ki? Hem de 4. Prens'in yanında... Bu, bu çok zalimce."
"Aslına bakarsan bunu 4. Prens önerdi. O olmasaydı ben şimdi Shinju'ya doğru yola çıkmıştım."

Söylediğimden sonra Sebeo'nun yüzü resmen çarpıldı. Söyleyecek bir şey bulamıyor olacak ki ağzı bir açılıp bir kapandı. "Yani, Prens benim hayatımı kurtardı desem yalan olmaz." Dedim sahte bir gülüşle. Yüzü yumuşar gibi olsa da gözleri korku doluydu. "Kurtardı mı?" Dedi çocuk gibi. Başımı salladım.

"Eğer Prens olmasaydı belki de onun yaşadığı hayattan daha beter bir hayat yaşayacaktım. Düşünsene koskoca prense bu kadar zorluğu yaşatanlar bana ne yapmaz?" Çiğ çiğ yer. "Haklısınız." Dedi. "Şimdi ne olacak?" Sıkıntıyla iç çekerek dudak büktüm. "Özel Hizmetçi nasıl oluyor? Sanırım bana öğretmen gerekecek." Dedim alaya alarak. Prens beni gerçekten çalıştırmazdı herhalde değil mi? Sonuçta ona en büyük sırrımı verdim ben.

Sadece göstermelik olarak öğrenecektim o kadar. "Öğretirim, Küçük Hanım. Biraz garip olacak ama Kral’ın emri ne yapalım..." Gülümseyerek saçını okşadım ve üzüntüsünü bir nebze olsun hafifletmeye çalıştım. Saçını okşamam onu utandırdı. O sırada ablam hala yanımızdaydı ve sus pus kesilmişti. Yaptığı imayı başka bir zaman mutlaka öğrenecektim. Sadece ortalığın biraz olsun sakinleşmesini bekliyordum o kadar.

"İlk iş olarak mutfağa geçmeliyiz sanırım. Yemek yapmayı bildiğiniz pek söylenemez." Dedi kıkırdayarak. Yemek yapmayı biliyordum, sadece Kore yemeği yapmayı bilmiyordum. Ve bunu da Sebeo sayesinde öğrenmek hoşuma giderdi. Hem bakarsınız kendini bedenime döndüğümde aileme bir Kore ziyafeti çekerdim ha? Ah, ne güzel olurdu... Ailem...

Özlem dolu bir iç çekişin ardından ablama doğru döndüm ve ona odasına geçmesini daha sonra bu konuyu tekrar konuşacağımızı söyleyerek Sebeo'nun arkasından ilerledim ve mutfağa doğru yol aldım. Mutfağa girdiğimde aşçı ve yardımcılarının garipseyen bakışları üzerimdeydi. Saygı niyetiyle beni selamlayıp işlerine dönselerde ara sırada gözleri bana kayıyordu.

Kafalarının karıştığı her hallerinden belliydi. En sonunda kilolu bir kadın yanıma yaklaşıp kısık sesiyle aramıza daldığında dikkat kesildim. "Küçük Hanım, istediğiniz bir şey varsa biz hazırlayalım, buraya kadar gelmenize lüzum yoktu." Dedi. Hafif bir tebessüm ederek söze girdim. "Bir isteğim yok, buraya yemek yapmayı öğrenmek için geldim. Sebeo bana öğretecek."

Kadının ağzı bir karış açık kaldı. Konuşmalarımızı dinleyen yardımcılarında ondan bir farkı yoktu. "A-ah anlıyorum..." Dedi bocalayarak. "Yemek yapmaya merak saldınız demek."
"Öyle değil, Seol-ah. Küçük Hanım artık Prens Kang So'nun hizmetinde olacak o yüzden öğreniyor bunları." Dedi Sebeo. Mutfakta hayret edici nidalar dökülmeye başladı.

"Kral’ın emri." Diyerek devam etti Sebeo. Herkesin Kang So'nun ismini duyar duymaz bana karşı tavırları değişiverdi. Sanki vebaya yakalanmışım gibi benden uzaklaşmaya başladılar. Onları umursamayarak, "Başlayalım." dedim Sebeo'ya, o da beni dinledi. İlk iş olarak Bibimbap yapmakla başladık. Pirinç, ıspanak, havuç ve kıyma gibi malzemelerle yapılan bir yemekti. Lezzet katması için yumurta da ekleniyordu.

Sebeo anlatıyor ben de uygulamaya geçiriyordum. Yemek yapmak aslında eğlenceliydi ama hazıra konmayı seven biri olaraktan yapmayı hiç sevmezdim. Ya da üşeniyorum mu demeliyim? Önce tüm malzemeleri çokta ince olmayacak şekilde uzun uzun kestim ve kavurdum. Kavurma işlemi bittikten sonra büyük bir tahta tabağın içine yuvarlak oluşturacak şekilde dizdim ve haşladığım yumurtayı da kesip ortası bıraktım.

Lezzetli görünüyordu. Normal de otuz, otuz beş dakikada hazır olan yemek, benim yavaşlığım yüzünden biraz daha uzun sürdü. Sebeo bana öğretirken çok sabırlı davranıyordu, bu da beni daha çok teşvik ediyordu. İlk yemeğimizle işim bittiğinde sıra Mandu'ya geldi. Daha açıklayıcı olacak olursam: Kore Mantısı. İç harcında Pırasa, kıyma ve siyah mantar bulunuyordu.

Bizde mantı haşlanırken onlarda kızartılıyordu. Ve gerçekten fazlasıyla büyüktü... Üç tane yesem kesin doyarım herhalde. Önce siyah mantarı kesip pişirmekle başladım. O pişerken bende hamurunu açıyordum. Hamur açma işlemi belim dahil kollarımı çok ağrıtıyordu. Annemle mantı yaptığımız zamanlar hamur açmak her zaman işkence gibi gelirdi bana.

Ben bibimbap ile uğraşırken Sebeo hamuru yoğurduğu için yarım saatten fazladır dinleniyordu. Bu yüzden kolayca açılıyordu neyse ki. Hamuru büyük parçalara ayırıp içine pişmiş ve küçük küçük dilimlere ayrılmış malzemeleri tek tek yerleştirek büzmeye başladım. Bunu yaparken Sebeo'yu takip ediyordum. Yemek yapma maceramız akşama kadar sürdü. Öylesine yorulmuştum ki hemen uyumak istiyordum.

Mutfaktan Sebeo'yla birlikte çıktım ve odama doğru yola koyuldum. Ayakta durmaktan topuklarım ağrıyordu artık. "Unutmayın, Küçük Hanım. Prens ne derse sorgusuzca yapmak zorundasınız. İsteklerini ne kadar fazla olursa olsun ya da hangi saatte isterse istesin yapmak zorundasınız. Ona saygıda kusur etmemelisiniz. O 4. Prens bile olsa kurallar böyle." Dedi.

Başımla onayladım. Hizmetçilik oynamayı asla kabul etmiyordum ama can boğaza dayandı işte... Tam odamın kapısını açıp içeri girecektim ki birinin sesini duydum. Saray hizmetçilerinden biri yanımıza geliyordu. "İyi geceler, Küçük Hanım." Dedi gözlerini yere indirerek. "Bir şey mi oldu?" Dedim tedirgin olarak. Artık bir olayı daha kaldırak takatim kalmamıştı.

"Sebeo artık sizin yanınızda kalamaz." Dedi. Kaşlarım çatıldı ve bir adım öne çıktım. "Ne demek bu?"
"Diğer hizmetçilerle birlikte kalması emredildi. Artık sizin için çalışmadığına göre orada kalması daha uygun." Dedi manaton bir sesle. Kan beynime sıçradı. Ah hadi ama! İyiden iyiye cazalandırıyorlardı beni. Hadi sadece beni olsa gene iyi, Sebeo da bu cezadan payını alıyordu.

Şimdiden ağlamaya başlamıştı bile. "Sizin için 4. Prens'in hemen yanındaki oda tahsis edildi." Diyip arkasına bakmadan gitti. Sinirle ellerim yumruk halini aldı ve çatık kaşlarımla Sebeo'ya döndüm. "Üzülme Sebeo. Gündüz yine beraber olacağız nasılsa. Hadi git ve dinlen tamam mı? Her şey güzel olacak." Dedim sesimi yumuşatmaya çalışarak. Çok sinirlenmiştim.

Hangi odada kaldığım umrumda değildi. Benim aldığım cezadan Sebeo'nun da nasiplenmesi sinirime dokunuyordu. Sebeo tek kelime etmeden başıyla onayladı ve gözündeki yaşları sile sile yeni odasına doğru yola çıktı. Bende bir süre sakinleşmeyi deneyerek yeni odama yani Kang So'nun hemen yanındaki odaya doğru yola koyuldum.

Koridora girdiğimde harem ağalarından biri odamı gösterdi. O gittiğinde bende odama girdim. Gördüğüm ilk manzara Kang So'nun yatağımda oturmuş beni bekliyor oluşuydu. İyi alıştı bu da. Beni görünce yüzüne bir sırıtış yayıldı ve ayağa kalktı. "Nihayet teşrif edebildin." Dedi kinaye yaparak. "Mutfaktaydım." Sinirli olduğum ona da yansımış olacak ki kaşları çatıldı. "Bir sorun mu var?"
"Var." Dedim bıkkınlıkla. "Nedir?

"Odam değişti. En önemlisi, Sebeo'yu hizmetimden aldıkları yetmiyormuş gibi bir de diğer yardımcılarla birlikte kalacağını emretmişler." Dedim. Anlattıkça daha da sinirleniyordum.
"Sen artık benim Özel Hizmetçimsin. Bir hizmetçinin, hizmetçisi olamaz. Sen artık Sebeo'yla eşitsin." Dedi kararlı bir tonda.

Gözlerimi devirdim. "Ah, gerçi sen bu durumlara pek aşina değilsin değil mi? Unutmuşum. Zor geliyor olmalı."
"Ha şunu bileydin." Dedim tersleyerek. "Hey, ben senin hayatını kurtardım. Ben olmasam şu an Shinju köpeklerine yem olmuştun. Bana biraz daha nazik olmalısın. Hatta minnettar." Dedi. Resmen gücenmişti. "Ayrıca ben bir prensim. Beni gördüğün zaman önümde eğilmeli, hürmette kusur etmemelisin."

Göğsünü kabartarak bana tepeden bakmaya başladı. "Ama aksine fazla rahatsın. Tct tct... Hiç hoş değil." Bu halleri beni istemsizce güldürdü. Hatta öyle ki katıla katıla gülmeye başladım. Sinirlerim felaket bozulmuştu. "Birileri bugün fazla yorulmuş sanki?" Dedi tek kaşını kaldırarak. "Peki peki. Sen bu gece uyu ve güzelce dinlen, yarın çok işimiz var."

"Ne işimiz var?" Dedim ciddileşerek.
"Ne demek, ne işimiz var? Artık bana çalışıyorsun, ne istersem yapacaksın. Yemeğimi yedireceksin... Üzerimi giydireceksin..." Kaşlarımı çattım. "Oldu olacak duşta aldırayım?" Dudakları muziplikle kıvrıldı. "Sende benimle birlikle alacaksan neden olmasın?" Bu küstahlığına karşın gözlerimi kısarak baktım.

Ellerini havaya kaldırarak güldü. "Tamam, şaka yapıyorum. Ama yemek ve giysi konusunda ciddiyim. Hizmetçiler bunları yapar. En sevdiğim yemekleri yarın masamda istiyorum ona göre." Dedi ve ellerini arkasında bağlayıp öylece gitti. Gerçekten ciddi. Gazam mübarek olsun...

Ertesi gün söylediklerinde ciddi olduğunu bir kez daha anladım. Sabah uyanır uyanmaz benden kahvaltı istedi. Günde dört öğün yemek yiyordu; sabah, öğle, akşam ve yatmadan önce. Üstüne üstlük yaptığım yemekleri de beğenmiyordu. "Çok tuzlu!"
"Çok acı!"
"Şeker mi kattın sen buna? Tuzlu olur bu tuzlu!"
"Bu ekmek çok kuru..."

Ha bire şikayet ediyordu. Çok biliyorsa kendi yapsın! 21. Yüzyıldan gelip hizmetçilik ediyorum burada! Budala herif! Bununla da yetinir mi? Tabii ki hayır! Yıkanmak için su istiyordu mesela. Ama onlara da ya çok sıcak ya çok soğuk ya da ılık diyordu. "Eh, ne güzel ılık işte." dediğimdeyse, "Ilık suyu sevmem. Sıcak olsun." Diyordu. "Sıcak getirmiştim az önce zaten!"
"O kaynardı. Sıcakla kaynar arasındaki farkı bilmiyor musun?"

Bahane bulmak için bahane buluyor sanki. Gün boyunca resmen pestilim çıktı. Eğer bir prensi dövmekten ceza almayacağımı bilsem tüm kemiklerini tek tek kırardım. Oyuncağı etti beni mankafa! Ama dikkatimi çeken bir şey daha vardı:

Arka bahçedeki kuyudan ne zaman su çeksem, -ki ipe bağlı kolu çevirip su dolu kovayı çekerken kollarım kopmuştu. En az yirmi kere kova kova su taşımıştım.- getirdiğim suları kapının önüne koymamı ve gitmemi istiyordu. Beni asla içeriye almıyordu. Acaba çıplak görünmekten hazzetmiyor muydu? Daha düne kadar, "kıyafetleri hizmetçiler giydirir" demesine rağmen giysilerini de kendisi giyiniyordu. Onu çıplak görmeme asla izin vermiyordu. Gölge Prens utanıyor muydu ne?

"Bu su kokuyor sanki?" Dedi bu seferde yüzünü buruşturarak, aynı şımarık bir çocuk gibiydi. Canıma tak etmişti artık. "Eh, yeter be! Başlayacağım şimdi senin suyuna da yemeğine de! Bunu bulamayanlar da var, sen bulmuşsun da bunuyorsun." Söylediklerime karşı Prens’in gözleri büyüdü, yüzü adeta morardı. "Senin karşında bir prens var, ne bu hadsizlik?" Dedi keskin bir tavırla.

Bıkkınlıkla bir nefes alıp dik dik bakmaya başladım. O kadar yorulmuş ve sıkılmıştım ki, bugün ne sözlerime ne de bakışlarıma dikkat edecek halim kalmamıştı. "Bakın Prensim, farkında mısınız bilmiyorum ama ben Yesoo değilim ve sizinle aynı çağ da yaşamıyorum.

Ben Aylin'im ve benim geldiğim yerde kölelik de hizmetçilik de, Kral, Kraliçe de... kısacası İmparatorluk devri kapandı. Herkes laik bir hayat sürüyor ve herkes eşit. Kimse kimsenin önünde eğilmiyor, dizlerinin üzerine çökmüyor." Kang So'nun gözleri şaşkınlık ve kafa karışıklığıyla açılırken ne söyleyeceğini bilmiyor gibiydi. Bir süre gözlerini kırpıştırarak bana baktı ve içtiği çay fincanını sehpaya bıraktı.

Onun odasında, karşısında dikiliyordum. O ise mindere oturmuş keyif yapıyordu. Önündeki dikdörtgen sehpaya koyduğum çayı içip ballı bisküvilerden yiyordu. Odası çok büyüktü. En az bir salon kadar. Duvarları siyaha kaçan lacivert ve beyaz renklerde boyanmıştı. Kocaman çift kişilik yatağı, lacivertin koyu tonlarında yatak örtüsü ve duvarı boylu boyunca kaplayan camın kenarlarında lacivert, beyaz perdeler asılıydı. Kumaşların hepsi dantel işlemeliydi. Duvarda siyah bir atın resmi vardı. Bir ormanın içindeydi ve dörtnala koşuyordu. İri bir attı ve göz alıcı derece de parlaktı. Tablonun hemen altında boylu boyunca eski tip koyu kahve konsol vardı.

Benim odam ise Yesoo'nun odası gibiydi. Ama daha küçük ve havadar. Tek kişilik yatak vardı. Duvarları mat bir kırmızıydı ve küçük, oval bir penceresi vardı. Yatak örtüleri ise duvarla aynı renkti. Yatağım ise yer yatağıydı. Duvar dibinde tek kapaklı eski tip bir dolap vardı.

Kang So söylediklerimin etkisiyle hala bana bakıyordu. Acaba geçmiş de olacaklar hakkında bilgi vermese miydim? Gerçi o günleri görecek kadar yaşayacağı da yoktu ya... "Senin Yesoo olmadığını farkındayım." Dedi sakin bir halde. "Lakin, senin Yesoo olmaman benim de prens olduğum gerçeğini değiştirmiyor.

Sen nasıl bir yerden veya zamandan geldin bilmiyorum ama bu zaman böyle ve burada kaldığın süre zarfında ayak uydurmak zorundasın. Tabi yaşamak istiyorsan..." Kaşlarım çatıldı. "Bu bir tehdit mi?"
"Hayır. Olacağı söylüyorum. Ben senin kim olduğunu biliyorum ama bir başkası bilmiyor. Aynı şeyi diğer soylulara da yapacak olursan emin ol daha büyük tepkilerle karşılaşırsın. Düne kadar az daha ölmek üzereydin."

Ayağa kalkıp karşımda dikildi. "İtiraf ediyorum, üstüne biraz fazla geldim. Sadece seninle uğraşmak istemiştim. Gerçi eğleniyordum da..." Dedi yan bir gülüşle. "Her neyse. Gel hadi biraz hava alalım." Onu dinledim ve arkasında yürüyerek onu takip ettim. Benim ne kadar yürüyecek halim yoksa o bir o kadar elleri arkasında gerine gerine yürüyordu. Benim elime de bir tane piknik sepete tutuşturmuştu. İçine çay ve bir kutu ballı büskivi koydurmuştu.

Saraydan çıktık. Beni dağlık bir tepeye çıkardı. Üzerimdeki Hanbok’la biraz zor oldu ama hallettim. Karla karışık yeşil çimler ve ağaçlarla doluydu. Artık kışa yavaş yavaş elveda dediğimiz için kar yağmıyordu ama yine de yerlerde kar vardı. İlkbahara girecek olmak ne yalan söyleyeyim beni sevindiriyordu. Ağaçlar yavaş yavaş yeşermeye başlamıştı. Prens bir taşın üzerine otururken bende yanında yerimi aldım. Bu alandan sarayı kuş bakışıyla görebiliyorduk. Sarayın içindeki ağaçları, saraya varılan o uzun taşlık yolu... Prense döndüğümde tek dizini kırmış kolunu da üzerine atmış manzarayı seyrediyordu.

"Mutlu musun?" Diye sordum. O kadar uzun süre sessiz kaldı ki beni duymadı zannettim. "Bilmiyorum. Shinju'da olduğumdan daha mutlu olduğum kesin ama..."
"Ama?" İç çekip sözlerine devam etti. "Sadece bir buçuk sene saraydan uzak kalmış olsam bile yabancı hissediyorum. Ben Prens Kang So'yum, ama Kang ailesinden değilim. Bu takındığım bir maske sadece. Kral beni dinlemiyor. Dinlemeyecekte." Babasına Kral diye hitap ediyor. Soğuk ve düz. Bakışlarını bana çevirdi, siyah hareleri duygu doluydu. "Ama sayende yalnız değilim. İşittiğim onca ağır söz ve ithamdan sonra herkes benden korkarken sen benden korkmadın ve arkadaşım oldun.

Her ne kadar senden bin yıl kadar büyük olsam da," eğlenerek güldü. "arkadaş arkadaştır." Eline bana doğru uzatıp uzun saç tutamlarımdan birini parmağına doladı. Kalbimde bir kasılma hissederken nefesim boğazımı tıkadı. Kesinlikle ondan beklenmedik bir hamleydi, başka bir şey yok. "Sevdim seni, Türk kızı." Bu hitap karşında gülmeden edemedim.

"Kesinlikle aldığım en güzel iltifat." Bakışlarımı masmavi gökyüzüne çevirip sürü halinde uçuşan kuşları seyrettim. "Bir aydan fazladır buradayım ama hala bu duruma alışamadım. Bulunduğum durum çok ama çok tuhaf ve gerçeklik dışı hatta çoğu zaman çıldırmama yol açıyor ama bazen hoşuma da gidiyor."
"Nasıl?" Kaşları kalktı.

"Farklı kültürleri öğrenmeyi ve keşfetmeyi her zaman çok sevdim." Yüzümde bir gülümseme oluştu. "Tarihi, kültürleri, geçmişte neler yaşanmış, nasıl geçiniyorlarmış, neler yapıyorlarmış diye hep merak etmişimdir. Özellikle bu Asya ülkeleriyse. Şimdiyse o merak ettiğim dönemde bulunmak beni mutlu ediyor. Birinci elden keşfetmek. Ama mutlu ettiği kadar korkutuyor da.

Nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum çünkü benim geldiğim dönemde bunlardan eser kalmadı. Her şey değişti, her şey gelişti, insanlar değişti... Dün az kalsın sürgün ediliyordum. Sırf istemediğim bir adamla evlenmek istemediğim için. Oysa ki gelecek de kadınlar özgür, seçme ve seçilme hakkı tanınıyor. İstemediği biriyle zorla evlendirilmiyor ya da öldürülmüyor. Yani öyle sayılır..."

Bir an için aklıma öldürülen onca kadın geldi. Zorla sahip olunan kadınlar. Ayrıldı diye katledilen kadınlar. Şiddete maruz kalan kadınlar. Sırf mini etek, şort giydi diye sürtük denilen, tacize uğrayan kadınlar. "Giyinmeseydi" diyen yobazlar... Tazecik ve masum çocuklarımız. Şimdi düşünüyordum da, hangimizin dönemi daha kötü?

"Anlattığın bu dönemi görecek kadar yaşamayacağım belki ama benden sonraki nesil için seviniyorum." Dedi tebessümle. Sonra tekrar bana döndü. "Ah, bir de şu, avukat denen şeyde ne? Şaman bana seni gösterdiğinde o şeyden de bahsedildiğini gördüm."

"Vekil demek işte. Suçlu diye anılan kişiyi yargıca karşı savunurlar. Onu savunur, suçsuz olduğunu ispatlamak için elinden gelini yapar, canını dişine takar. O kişiyi hapsolmaktan kurtarır ve özgürlüğüne kavuşturur. Daha iyi bir geleceğe..." Bazı istisnalar olsa bile. Aldığı cevaptan sonra yüzünde gururlu bir gülümseme oluştu. Benimle gurur mu duymuştu? "Özgürlük Perisi Aylin..." Dedi.

Söylediği sözle içinde bulunduğum durum ne kadar da zıttı... Kaç insanı hapsolmaktan kurtarmıştım ama kendimi kurtaramıyordum. "İsmimi çok güzel telaffuz ettin." Dedim tebessümle. Gözlerini benden çekip manzaraya döndü. "Her boş anımda adını sayıklıyorumdur belki." Dedi umursamaz bir tavırla.

Benim ise gözlerim büyürken kalbim tekrar sıkıştı, tüm yüzümü ateş bastı. "Sana bakarken veya seninle konuşurken Yesoo'yu değil Aylin'i görüyorum. Büyük mavi gözlerini ve çekici ses tonunu... Uzun dalgalı saçlarını görüyorum. Bir an olsun aklımdan silemediğim bir resim gibisin." Yoğun bakışları içime içime işlerken kelimeleri yutmuş, konuştuğum dili unutmuştum sanki. "Söylesene, arkadaşlar böyle hisseder mi?"

...

Son yaşanılan olaylardan sonra pazar günü bölümü yayınlamamıştım ama şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bol yorum yapmayı ve yıldıza tıklmayı unutmayın. ✨

Loading...
0%