Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm. ~ Parçalanmış Ruh.

@theragn_

Keyifli okumalar!✨

Kang So’nun hizmetine alındığımdan beri aylar geçmişti ve artık yaz ayına girmiştik. İlkbahar hangi ara geçti de yaz ayına geldik bilmiyorum. Ablamın artık karnı burnundaydı ve çok sancısı oluyordu. Erken doğum tehlikesinden korktuğum için bazı zamanlar Kang So’dan izin isteyip onun yanında kalıyordum. Bunu bilense ben, Prens Seok ve Kang So’ydu. Kapıdaki hizmetçileri de bizzat Prens Seok tembihlemişti. Kral onu uzun zamandır önemli işlerle görevlendirdiği için sarayda eskisi kadar sık kalmıyordu ve benim içim de ablamı hizmetçilere teslim etmeye el vermiyordu. Gerçekten de onu ablam olarak görüyordum artık. Onunla ilgilenmekten kendimi bile neredeyse unutmuştum. Bazı zamanlar işler yetişmeyince diğer hizmetçilere yardım etmek zorunda kalıyordum çünkü hizmetçilerin başı olan kahya öyle emrediyordu. Kendisi Kraliçenin de hizmetçisi olduğundan emrine karşı gelemiyorduk.

Yine ablamın yanında olduğum bir vakitte eline bir mektup ulaştı. Söylediğine göre babamızdanmış. Yani Yesoo ve Yoo Li'nin babasından. Benim Kang So'nun hizmetine alınma durumumdan haberi olmuş ve Kral'dan beni affetmesi için rica da bulunmuş. Ama bu ricası yanıtsız kalkmış. Mektupta, elinden bir şey gelmediğini, elimden geldiğince beladan uzak kalmamı ve Prens Kang So'ya hürmette kusur etmememi tembihlediği yazıyordu. Bu durumdan hiç hoşnut değildi ama Kral'ın emrine de karşı gelemiyordu. Şu an yanımda olup bana destek olmayı ve Kral'la bir kez daha yüz yüze görüşmek istediğini ama çok uzaklarda olduğundan gelemediğini söylüyordu. Ona kızmak veya gücenmek haddime değildi çünkü o bilmese de biz iki yabancıydık. Böyle bir lüksüm yoktu, o yüzden ablama anlayışla karşıladığımı söyledim. Ablam ise bir cevap mektubu yazacağını ve onu çok özlediğimizi de ekleyeceğini söyledi.

Hizmetçilik yapmaya bile alışmıştım. Yani aslında alışmaya çalışıyorum diyelim. Çok da gocunduğum söylenemezdi çünkü zaten kendi zamanımda da zengin ve lüks içinde yaşayan bir kadın değildim. Emrimde yardımcılarda çalışmıyordu. Her işimi kendim hallediyordum. Ama tabi bu, hizmetçi olmakla aynı şey değildi. Bazı hizmetçiler Kral ve Kraliçe hamama girdiklerinde onları yıkadıklarını bile söylemişti. Ben bunu asla yapamazdım. Neyse ki Kang So benden böyle bir şeyi hiç istememişti. Zaten hala ne o yıkanırken hamama girmeme izin veriyordu ne de üstünü giyerken yardım etmeme.

Akşam üzeri hem kendi hem de Prens’in kıyafetlerini yıkamak üzere çamaşırhaneye gittim. Çamaşırhane’deki kıyafetleri sepetlere koyup yanında da kalıp sabunlarla birlikte saraydan çıkıp dere kıyısına gidiyorduk. Ormanlık alanın biraz ilerisinde kalan dere öyle temizdi ki içme suyu olarak bile kullanılabilirdi. Yüzme konusunda kararsızdım çünkü su çok soğuktu. Elimi suya ne zaman daldırsam buz tuttuğunu hissediyordum sanki.

Neyse ki benim getirdiğim sepette sadece Kang So'nun ve kendi eşyalarım olduğu için pek fazla çamaşır yoktu. Ama diğer hizmetçiler için aynı şeyi söyleyemezdim. Çuval dolusu kirli çamaşır vardı. Onlar sarayın her işine baktıkları için herkesin çamaşırlarını yıkmak da onlara düşüyordu. Ah, söylemiş miydim? Bana da artık hizmetçi kıyafetleri vermişlerdi. Üstümde buz mavisi ve lacivert arası bir Hanbok vardı ve tüm bedenimi sarıyordu. Kolları bol kesimdi ve işlerimi halletmeye çalışırken bana zorluk çıkartıyordu. Mesela çamaşır yıkarken kollarımı epey kıvırmam gerekiyordu.

Saçımı tek bir at kuyruğu yapıp mavi renk bir kurdeleyle bağlamıştım. Neyse ki belime kadar uzanan saçlarım bu sayede kafama ağırlık yapmıyordu. Aslında çamaşır işini daha erken yapmam gerekirdi ama sevgili prensimin istekleri bir türlü bitmiyordu ki. Bana kalsa şu an yatağıma girip huzurlu bir uyku çekmek isterdim ama Kang So hayatımı kurtardığı için kendimi ona borçlu hissediyordum.

Eğer o olmasaydı Shinju'ya sürgün edilecektim ve oradaki halimi hayal dahi etmek istemiyordum. Dere kıyısına geldiğimde benim dışımda bir grup hizmetçi kadın da peşimden gelmişti. Zaten aylardır yolları bana eşlik eden hizmetçiler sayesinde buluyordum. Kendi aralarında koyu bir sohbete girmişlerdi. Öyle hararetli konuşuyorlardı ki ne hakkında konuştuklarını merak etmeden edemedim.

Acaba bende aralarına girsem mi diye düşünürken aralarından orta boylarda genç bir kız yanıma geldi. Sebeo'nun yaşlarında olabilirdi. Yanımda diz çökerek bir süre sessizce beni izledi. O sırada Kang So'nun siyah Hanbok’larından birini kayanın üzerine sermiş, tokaç'la üzerine vura vura yıkamakla meşguldüm. Siyah ve kahve tonları dışında giyinmiyordu zaten. Tokaçı kullanırken kollarım alarm veriyordu. Daha şimdiden alnımdan boncuk boncuk ter akmaya başlamıştı. Ya da kullanmaya alışık olmadığım için bana öyle geliyordu bilmiyorum. Ben çamaşır makinesine alışığım. Ben çamaşırları atarım o yıkar, bu kadar.

Sessizlik bir süre daha devam edince dayanamayıp sorumu yönelttim. "Ne söyleyeceksen söyle artık, başımda bir bekçi varmış gibi hissediyorum ve inan bana bu çok rahatsız edici." Kız mahcup bir şekilde dudaklarını birbirine bastırdı ve boğazını temizledi. Yan yan bana bakıyordu ama ben sanki onu hiç umursamıyormuşcasına çamaşır yıkamaya devam ediyordum.

Öyle ki maraton bir hal almıştı artık. "4. Prens hakkında..." Dedi çekingen bir tavırla. Bir an için Prens Minseo hakkında konuşacağız sanmıştım ama nişanı bozmam Kang So'nun hiçmetçisi olmamdan daha önemli değildi anlaşılan. "Size çok eziyet ettiğini duydum." Eh, haklılık payı vardı tabi... "Pek sayılmaz. Siz ne yapıyorsanız bende aynısını yapıyorum."

Bu net tavrım karşısında kız afallasada devam etti. "Aslında başka söylentiler de var ama ben pek inanmıyorum."
"İnanmasaydın soracak gibi durmazdın." Bu akşam tersliğim üzerimde miydi ne... "Çıkar ağzındaki baklayı." Kız biraz tereddüt etse de sormadan geri durmadı. "Prens Minseo'yu 4. Prens için bıraktığınız söyleniyor."

Bu beklenmedik dedikodu karşısında neye uğradığımı şaşırdım. Adeta donup kalmıştım. Şaşkınlıktan kocaman olmuş gözlerimle kıza baktığımda gözlerini kaçırdı."Ne?" Bir hışımla ayağa kalkıp yanımdaki çamaşır sepetini kolumun altına aldım ve çatık kaşlarımla kıza baktım. "Bu söylediğinin bırak gerçek olmasını, olasılığı bile yok. Saat başı benim dedikodumu yapacağınıza işinize bakın, aldığınız parayı hakkıyla kazanın."

Sert çıkışımdan sonra kızın yüzü mosmor oldu. Şimdi herkesin gözü benim üzerimdeydi. Sinirlendiğim zaman dilimin ayarını kaçırıyordum. Yanlarından uzaklaştığımda hala sinirliydim. Gerçi neden bu kadar kızıyordum orasını da bilmiyordum ya. Kimsenin gerçek durumdan haberi yoktu, böyle atıp tutmaları gayet doğaldı. Ama yine de kızıyordum işte.

Dedikodudan hiç hoşlanmıyordum. Sakinleşmek için kendime biraz zaman tanımak isteyerek ormanda dolandım. Neyse ki ağaçların kokusu ve derenin akıntısı sakinleşmemi sağlamıştı. Kendimi bu güzelliğe öylesine kaptırmıştım ki arkamdan birinin geldiğini fark etmedim bile. Tek hatırladığım başıma aldığım bir darbeyle sersemlediğim ve birinin beni kucaklayarak sıkıca sardığıydı. Sonra ise bilincim kapandı.

... 

"Kızı getirdik efendim."
"Umarım zarar vermemişsinizdir?"
"Ah, hayır efendim, emriniz üzere dikkatli ve zarar vermeden getirdik."
"Zaten hiç zorluk çıkarmadı."
"Güzel."
Sadece sesler duyuyor nerede olduğumu anlayamıyordum. Göz kapaklarım öylesine ağırlaşmıştı ki gözlerimi açamıyordum. Sanki birisi göz kapaklarımı tutkalla yapıştırmış gibiydi.

Üç tane adamın sesini duyuyordum. Biri çok tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum. Zihnim bulanıktı. En son ne olmuştu? Ah, evet! Biri arkamdan kafama vurup beni bayıltmıştı. Biri beni kaçırmıştı! Peki ama kim? Ve neden? O an için başıma feci bir ağrı saplandı. Muhtemelen kafama aldığım darbe yüzündendi. Bir an sonra hareketlilik yaşandı ve gözüme sardıkları siyah kumaş gözlerimden nazik adımlarla düştü.

Gözüme vuran ışık canımı yakacak derecedeydi, kim bilir kaç zamandır baygındım. Gözlerimin ışığa alışmasını beklerken önümde diz çöken adamı seçmeye çalışıyordum. Ama gözlerim bulanıyordu ve seçmesi çok zordu. "Nihayet uyandın demek." Dedi tanıdık ses. Gözlerim nihayet ışığa alıştığında adamı seçebilmiştim.

Karşımda gördüğüm yüz beni öylesine bozguna uğrattı ki tekrar bayılabilirdim. Bu doğru olamazdı değil mi? Karşımdaki Prens Minseo olamazdı, değil mi... "Çok mu şaşırdın?" Dedi yan bir sırıtışla. Yüzündeki o pis ifade yutkunmama sebep oldu. Hiç Prens Minseo gibi görünmüyordu. "Neler oluyor Prensim? Neredeyim ben?"

Boğazım öylesine kuruydu ki söylediklerim zar zor anlaşılıyordu, sanki bir avuç kum yutmuş gibi hissediyordum. "Neredeyim ben?" Diye tekrarladım. "Ve neden buradayım?" Minseo önüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına iterken sanki beni hiç duymuyordu. "Sadece seninle biraz konuşacağız o kadar." Dedi. "Bak, en sevdiğin çiçeği de getirdim. Kırmızı gül." Gülü burnumun ucuna sürterken yüzünde hala aynı sırıtış vardı. Başımı geriye çekme dürtüme engel olamadım. Hali tavrı asla Prens Minseo gibi değildi, sanki karşımda başka biri vardı.

Bu beni epey rahatsız etti. Bakışları bile bir tuhaftı, kurnazca bakıyordu. "Bunu sarayda da konuşabilirdik neden beni bir kulübeye getirdin?" Temkinli davranıyordum. Kalbimin ritimsiz atışları kulaklarıma doluyordu. "Beni neden terk ettin Yesoo? Sebebi gerçekten beni sevmemen mi?" Derdinin hala bu olduğuna inanamıyordum. Bir yandan haklıydı ama beni kaçırarak kendini haksız duruma düşürüyordu.

"Gerçeği söylesem bana inanmazsın ki..." Diye mırıldandım kendi kendime. "Gerçek ne? Ne gerçek? Gerçek ne!" diye sayıklayarak bir hışımla ayağa kalktı, yüzüme öyle bir öfkeyle bakıyordu ki yerimden sıçradım. "Sakinleş lütfen..." Cılız çıkan sesim onu hiç bir şekilde etkilemedi. Söyleyecek bir şeyim yoktu ki.

Onu ikna edecek bir bahanem yoktu. "Söyle bana. Başka biri var değil mi? Kim o? Hangi piç..." Küfretmesini beklemediğimden şaşkınlıkla bakakaldım. Kesinlikle kendinde değildi gözleri ferfecir okuyordu. "Öyle biri yok. Kimse yok!" Artık kendimi tutamayıp bağırdım, aksi takdirde kendimi ona duyuramazdım. Belliydi, algıları kapanmıştı artık. Aklından binbir türlü senaryolar uyduruyordu.

"O zaman beni neden bıraktın?" Dedi bu sefer ağlamaklı bir tonla. "Sana hiç bir kötülüğüm dokunmadı. Seni hep el üstünde tuttum. Seni çok sevdim. Ama sen beni bıraktın. Beni sevmediğini söyleyerek beni bıraktın! Nasıl bu kadar kolay söylersin? Nasıl bu kadar kolay vazgeçersin?" Onu bu halde görmek kalbimi parçalıyordu, kendimi suçlu hissediyordum ama hiç bir suçum yoktu ki. Tüm suçlu Yesoo'ydu. Yine de kötü hissediyordum.

"Üzgünüm..." Dedim. Suçluluk duygusuyla gözlerimi kaçırdım. Öyle alçak sesle söylemiştim ki kendi sesimi zar zor duydum. "Üzgünsen bana geri dön." Karşımda dizlerinin üzerine çökmüş, yalvaran bakışlarla bana bakıyordu. Bu görüntüye dayanamayarak gözlerim doldu. Bir prensin böylesine zavallı bir duruma düşmesi ne kadar da içler acısıydı.

Onu bu duruma düşüren aşktı. Sonra aklıma bulunduğum durum geldi; ağrıyan omzumlarım, başım ve kuruyan boğazım. Kaşlarımı çattım. Yüzüme ne kadar sert bir ifade kondurduysam artık Prens duraksadı. Hayır bu aşk değildi, takıntıydı. Aşık olan insan sevdiği kadını kaçırıp böyle eziyet etmezdi. Zaten ben onun sevdiği kadın da değildim. "Yapamam. Sana geri dönemem. Seninle olamam çünkü ben Yesoo değilim."

Benim bir çırpıda söylediklerim karşımdaki adamı öyle afallattı ki geriye sendeledi. "Ne saçmalıyorsun? Sen Yesoo'sun, sevdiğim kadınsın."
"Hayır değilim diyorum! Nesini anlamıyorsun? Ben. O. Değilim." Artık öfkeme hakim olamıyordum. Herkesi kandıran pislik bir kadın ve onu takıntı haline getirmiş bir aptal aşık yüzünden düştüğüm durumlar yetmişti artık.

Benim şu an da ailemin yanında olup mutlu bir akşam yemeği yiyor olmam ya da ofisimde olup davalara bakmam gerekiyorken oturmuş burada aptal bir aşığı ikna etmeye çalışıyordum. "Sana bunu kanıtlayabilirdim, eğer şamanın kolyesi yanımda olsaydı, ama yok. Lütfen bırak. Beni rahat bırak artık. Seni istemeyen bir kadın için bu kadar uğraşmayı bırak." Dedim yalvarırcasına.

Öyle bıkmış ve tükenmiştim ki ağlamak üzereydim. Hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. "Sana ne oldu böyle?” Dedi şaşkın ifadesiyle. "Şamanla mı görüştün? Neden? O gün seni ağabeyimle saraydan çıkarken gördüğümde takip ettim. Demek Şamana gittiniz ha?" Bizi takip mi etmişti? O gün izlendiğimi hissettiğimde demek doğruymuş. Bizi izleyen Minseo'ymuş.

"Çünkü ona gerçek beni gösterdim. O beni sürgün edilmekten kurtardı ve bende borcumu ödemek istedim." Öfkem hala yerli yerinde duruyordu, gevşemeye ihtiyacım vardı. Çünkü ben ne kadar yükselirsem başıma o kadar keskin ağrılar giriyordu. "Kendini mi gösterdin? Onunla yattın mı?" Bu beklemediğim soru karşısında beynimden vurulmuşa döndüm, öyle ki bir süre öylece Minseo'ya baktım.

Bu herif ne saçmalıyor? Kendimi gösterdim derken bunu kastettiğimi sanmış olamaz değil mi? "Tabiki hayır!" Diye çıkıştım. "Benimle bile yatmamışken onunla yattın mı? Beni aldattın mı?" Diyerek üzerime eğildi. Burnuma buram buram içki kokusu geliyordu. Kör kütük sarhoştu. “Ben seni hiç bir zaman buna zorlamadım. Zorlamam da. Ama yine de nasıl...” Gözlerinin feri gitmişti. "Hayır diyorum neyini anlamıyorsun! Bu ne saçma bir soru böyle?"

"Sana inanamıyorum..." Beni gerçekten duymuyordu. Kesinlikle duymuyordu. "Yeter, yapma! Ben Aylin'im Yesoo değil!" Öyle bir bağırdım ki nihayet kendine gelip benden uzaklaştı. Sesim dışarıya kadar bile çıkmış olabilirdi. "Kimsin kim?" Dedi nefes nefese. "Aylin'im. Ben Türk’üm ve gelecekten geliyorum. Bin yıl sonrasından. İnan bana artık lütfen..." Dedim.

Bitmiştim, takatim kalmamıştı ve gözümden akan yaşlara engel olamıyordum. Başım önüme düşmüş dizlerim ve omuzlarım korkuyla titriyordu. Ben bunları hak etmemiştim. Evime dönmek istiyordum. Evime dönmek istiyorum. Evime dönmek istiyorum. Yardım edin. Yesoo duy beni. Düzelt bu durumu. Bedenimi bana geri ver!

O an içimde garip hisler uyandı. Midem çalkalandı. Ayaklarım yerden kesildi. Elim ayağım boşaldı ve bilincinmbulanıklaştı. Net göremiyordum ve bulantıdan başka hiçbir şey hissedemiyordum. Bedenim buz kesmiş, ölümün eşiğine gelmişim gibi hissediyordum. Sonra bir şey oldu. Yoğun bir ışık hüzmesi etrafımı sardı, öyle ki bakmakta zorlanıyordum. Aynı durumu Minseo da yaşıyordu. Sonra öyle bir şey daha oldu ki hüngür hüngür ağlamaya başladım.

Işığın içindeki Yesoo benimle konuşuyordu. Sadece bir ışıktı. Beyaz ışığın içinde süliet gibi görünen sarı bir ışık. Bedeni yoktu, yüzü yoktu. Ruh gibiydi. Benimle konuşmaya başladığında sesinden anladım. "Ağlama," diyordu bana. "Bir yolunu bulacağım, bedenine kavuşmanın bir yolunu bulacağım. Özür dilerim hepsi benim suçum, bunu telafi edeceğim." Yesoo'ydu bu. Gerçekten oydu.

Nihayet sesimi duyurabilmiştim ona. "Ailem... onlar nasıl?"
"Ailen senin yokluğunu hiç fark etmedi. Sen hem buradasın hem orada. İki farklı dünyada da varsın." Bu kız ne diyordu böyle? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Hem orada hem burada nasıl olabilirdim? "Bu nasıl olur?" Dedim hayretle. "Bilmiyorum ama çözeceğim. Lütfen sabret, biraz daha..."

Sonra sülieti Minseo'ya yaklaştı. "Ona inan," dedi. "doğruyu söylüyor. İnanması güç biliyorum ama bunu yapan bendim. Bedenime kavuştuğumda her şeyi açıklayacağım. O vakte kadar lütfen ona zorluk çıkarma. Çok üzgünüm sevgilim... Her şey için." Dedi ve kayboldu. O gider gitmez Minseo olduğu yere yığıldı. Bense kan ter içinde kalmıştım. Öyle ki kılımı kıpırdatacak halim yoktu. Kendimi daha fazla ayık kalmaya zorlayamarak gözlerimi yumdum.

... 

Sebeo her gün olduğu gibi yorgun argın mutfaktan çıkarken bütün gün saray temizliğiyle, çamaşırla ve yemekle uğraşmaktan hali feri kalmayarak hizmetçilerle kaldığı yatakhaneye ilerledi. Bedeni öylesine ağrıyordu ki haftalarca uyusa ancak kendine gelirdi. Tam yatakhaneye girecekken aklına bütün gün Küçük Hanımını görmediği geldi. Uyumadan önce onu görse iyi ederdi. Prens Kang So'nun hizmetine girdiğinden beri onu doğru dürüst göremiyordu ve bu durum onu yeterince üzüyordu.

Ayrıca korkutuyordu da. Ne zaman Prensi görse tüyleri diken diken oluyordu. Herkes ondan korkarken, özellikle kendisi, Küçük Hanımı hiç korkmuyor, yanında gayet rahat görünüyordu. Yesoo ona hayatını kurtardığını söylemişti ama buna inanması yeterince güçtü. Yesoo'nun bir anda Prens Minseo'dan ayrılmasına da anlam veremiyordu.

Ama içinden bir ses üstelememesi gerektiğini söylüyordu. Sonuçta bu onun hayatıydı. Sebeo bunu bilecek kadar olgun bir kızdı. Yesoo'nun odasına ilerlerken ağrıyan omzuna masaj yapmayı ihmal etmedi. Odanın kapısına geldiğinde yavaşça kapıyı tıklattı. Uyuyor olabilir diye düşündü. Bir kez daha tıklattı ve bekledi. Ses gelmeyince bu sefer camdan bakmayı denedi ama buğulu cam olduğundan içeride olup olmadığı anlaşılmıyordu.

En sonunda kapıyı açtı ama içeride kimse yoktu. Belki de hamama gitmişti. Sebeo hamama doğru yola koyulurken göz kapakları ona uyuması konusunda zorluk çıkartıyordu ama Yesoo'yu görmeden uyumaya niyeti yoktu. Hamama gittiğinde Yesoo orada da yoktu. Bu sefer bahçeye bakmaya karar verdi. Küçük Hanımı arka bahçeyi çok severdi.

Ama Yesoo orada da yoktu. Sebeo endişelenmeye başlamıştı artık. En iyisi Büyük Hanımına gitmekti. Bu saatte onu rahatsız ettiği için suçlu hissediyordu ama ya Yesoo'nun başına bir şey geldiyse? Zaten yeterince şey gelmişti. Hızlı adımlarla Büyük Hanım’ın ve Prens’in odasına koştu ve kapıdaki hizmetlilere durumu anlattı.

Hizmetlilerden biri kapıya vurarak Sebeo'nun geldiğini haber verdiğinde aradan bir dakika geçmiş hem Yooo Li hem de Prens Seok karşısında belirivermişti. Yoo Li'nin karnı burnundaydı artık. Aslında doğuma daha üç ay vardı ama herkes erken doğumdan endişeleniyordu. Şunu da atlayamam ki hamilelik ona çok yakışmıştı. Duru güzelliğinin yanında çok sevimli görünüyordu.

"Ne oldu Sebeo? Yine telaşlı görünüyorsun." Dedi Yoo Li. Onun bu hallerine alışmıştı artık. "Büyük Hanım, Küçük Hanım Yesoo yine ortada yok. Her yere baktım ama bulamadım." İkisinin de kaşları çatıldı. "Kang So'yla birliktedir." Dedi Prens.

"Hayır değil. Prensi iki saat önce saraydan çıkarken gördüm ve daha dönmedi. Küçük Hanım yanında değildi." Dedi ağlamaklı bir ifadeyle. Tam o sırada 5. Prens yanlarına geldi. Üzerinde mor Hanbok’la ışık saçıyordu. Yakışıklı yüzüne ve uzun boyuna hayran olmayacak kız yoktu. "Neler oluyor yine? Tekrar bir hadiseyi daha kaldıracak takatim yok." Dedi alaycı bir tavırla.

"Yesoo kayıp." Dedi Prens. "Yine mi?" Diye karşılık verdi 5. Prens. "Bu kızın kaybolmadığı bir gün var mı? Bela mıknatısı gibi. Eskiden de böyle miydi yoksa biz mi fark etmedik?"
"Laubaliyi bırak da git Minseo'ya haber ver." Diye çıkıştı Prens. "İyi ama ağabeyim sarayda değil ki. Bende onu arıyordum zaten." Sebeo da o an çarklar yerine oturdu. "Ya birliktelerse?" Dedi hepsine hitap ederek.

"O zaman yandığımızın resmidir. Ağabeyim şu sıralar fazla sinirli, hepimize parlayıp duruyor. Yesoo yüzünden olduğu kesin ama eğer ikisi birlikteyse ağabeyim kötü şeyler yapabilir."
"Saçmalama. Minseo'dan bahsediyoruz."
"Ben diyeceğimi dedim." Ellerini teslim olurcasına havaya kaldırdı ve muzip tavrını sürdürdü. "Belki de So ağabeyim kıza eziyet edip canından bezdirmiş ve sonunda kaçırtmıştır."

Güldü. "Kimi kaçırtmışım?" Diyen derin bir ses duyuldu arkalarından. 5. Prens çekingen bir tavırla ağabeyiyle yüzleşirken Kang So'nun yüzünde meraklı bir ifade vardı. Ayrıca yorgun görünüyordu. "Yesoo sizinle mi?" Diye sordu Yoo Li. Prens’in kaşları hafifçe çatıldı ve hepsinin yüzünü inceledi. O an kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. "Hayır. Ben onu saatlerdir görmedim." Şimdi hepsi muzipliği bir kenara bırakıp ciddi hallerine büründü. Yoo Li ve Sebeo telaşlanmaya başlamıştı bile.

"O zaman nerede bu kız?" Dedi Yoo Li. Aklına gelen senaryoyu göz ardı etti. "Neler oluyor? Biri bana açıklayacak mı?" Dedi sertçe Kang So. "Yesoo kayıp." Diye yanıtladı onu 5. Prens Kang Jiho. Kang So o an beyninden vurulmuşa döndü. İçini ani bir panik dalgası yayılırken sakin olmaya çalıştı. "En son onu nerede gördünüz?" Kimseden ses çıkmadı. "Minseo'yla birlikte olduğunu düşünüyoruz." Dedi Prens Seok. Kang So aldığı cevap karşısında öfkeyle kabardı ve yanlarından ayrılarak sarayın dört bir yanını aramaya başladı.

.... 

KANG SO.

"Yesoo! Yesoo neredesin!" Ne kadar seslenirsem sesleneyim cevap gelmiyordu. Gerçekten Minseo'yla beraber miydi? Ama neden? Onunla ne konuşacaktı? Ya Minseo onu zorladıysa? Ah, hayır. Minseo yapmazdı öyle bir şey. O iyi bir çocuktu. Herkes ona hayran değil miydi zaten? Yesoo'yla evlenmeleri için dört gözle bekliyorlardı. İçimde kabaran garip hissi görmezden geldim. Onu kıskanıyor muydum? Belki.

Ama o Yesoo değil, Aylin'di. Gerçi hala şu beden değiştirme olayı bünyeme fazla geliyordu ama Aylin’i gördüğüm an hissettiğim duygular barizdi. O çok güzeldi. Gerçekten çok güzel ve farklı. Ona bakarken Yesoo'yu değil Aylin’i gördüğüm doğruydu. Onu tanıdıkça da hoşuma gitmeye başlamıştı. Onunla prens ve hizmetçisi ya da iki arkadaş değil biz olmak istediğimde barizdi.

Bana söylenen once kötü söze rağmen, dışlanıp sevilmememe rağmen, üzerimdeki bu lanet lekeye rağmen benden korkmamıştı, çekinmemişti. Yanımda her zaman rahattı. Bu da ona yakın hissetmeme yol açtı. Şimdi onunla daha yakın olmak istiyordum. Kalp kalbe. Göz göze. Beden bedene... Şimdi eğer Minseo'yla birliktelerse onu bulmam gerekti. Kim bilir şu an nasıl zor durumdadır. Minseo'ya kendini açıklayamazdı.

Bu da Minseo'yu deli eder, kendisini de çaresiz duruma düşürürdü. İçimdeki ses onun kötü durumda olduğunu söylüyordu. Ona inanmak istemedim. Tam saraydan çıkıp sokakları arayacakken kapıdan içeri giren iki tane harem ağası gördüm. Bunlar hep Minseo'nun yanında olan harem ağalarıydı. Kesin nerede olduğunu biliyorlardı. Biraz üstlerine gidersem hemen döküleceklerine emindim.

"Siz! Buraya gelin." Sesimi duyar duymaz ürkek tavırlarla yanıma geldiler. "Buyrun Ekselansları."
"Söyleyin bakalım, Minseo nerede?" Yandan yandan birbirlerine baktıklarını görmemek için kör olmak gerekirdi. "Bilmiyoruz Ekselansları."
"Yalan söylemeyin bana." Diyerek üzerlerine yürüdüm. Anında sindiler.

"Ge-gerçekten bilmiyoru..." Tam o an hançerimi çıkartıp tekinin boğazına dayadım ve dişlerimin arasından tehdit edercesine sorumu tekrarladım. Kaybedecek bir saniyem bile yoktu ve ben sabırlı bir adam değildim. "Minseo nerede?" Adamların ikisi de tir tir titriyor, soğuk terler boşaltıyorlardı. "Hizmetçiniz Yesoo’yla birlikte Sejo kulübesindeler." Sejo kulübesi ha...

Genelde yolda kalmış insanların parayla günübirlik kaldıkları yerdi orası. Bir kulübeye nazaran gayet bakımlı, beş, altı kişinin rahatlıkla kalabileceği, yeme ve içme servesi olan bir evdi. Sahibi yaşlı bir keşiş'ti. Peki ya ikisinin orada ne işi vardı? Gidince öğrenecektim artık. Atıma atlayıp yola koyuldum. Yürüyerek de gidebilirdim ama bir an önce ulaşmak istiyordum. Kulübeye vardığımda atımdan indim. Ortalık çok sessizdi. Ne gelen vardı ne giden. Ormana yakın bir kulübeydi. İnsanlar uzun yolculuktan sonra dinlenmek için gelirdi buraya. Müşterisi çok olmadığından ortamın ıssız olması doğaldı. Kapıya yaklaştığımda kalbim deli gibi çarpıyordu.

Gecenin bu karanlığında burada ne işleri vardı bunların? Aklımda uydurduğum türlü senaryoları göz ardı ederek kapıyı açtım. O an gördüğüm manzara başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi etki yaratmıştı. Minseo yerde, Aylin ise yatakta baygın bir şekilde yatıyordu. Sadece bu da değil: İkiside sanki bir hengameden çıkmışcasına kan ter içindeydi. Hemen yanına koştuğumda diz çöktüm ve uyanması için seslendim.

"Aylin uyan! İyi misin? Bak ben geldim, uyan." Ama uyanmamıştı. Bu sefer şansımı Minseo da denedim ama o daha derin bir uykuda gibiydi. Sonra Aylin’in mırıltılarını duydum ve tekrar yanına geldim. İçimde öyle bir öfke vardı ki şu an burayı yerle bir edebilirdim. Aylin’i kollarımla sararak kucağıma aldım ve başını omzuma yatırdım. "Geçti, buradayım."

Kim yapmıştı onlara bunu? Kim benim Aylin'ime bunu yapmıştı? Onu bulduğum an kendi ellerimle öldürmeye yemin ettim. "Kang So..." Adımı mırıldanmasıyla yüzümde bir tebessüm oluştu. Adım hiç bu kadar güzel gelmemişti kulağıma. "Buradayım, mavi gözlü kızım..." Kucağımda aynı bir kuş gibiydi. Onu sarıp sarmalamak, tüm dünyadan korumak istiyordum.

Saçları dağılmış, yüzü terden sırılsıklam olmuş, dudakları kurumuş olsa bile hala çok güzeldi. O an onu öpme dürtüsüne karşı koyamadım. Yüzüne doğru yaklaştım ve daha sıkı sarmaladım onu. O an gözleri aralandı ve tatlı ses tonuyla, "Geldin..." diye mırıldandı. Elinin yanağımdaki hissi öyle iç gıdıklayıcıydı ki. Öyle huzur veriyordu ki. Zaman dursa ve yüz yıl onunla bu anda kalsak şikayet etmezdim.

Aralanmış dudaklarına yaklaştım ve burnumun ucunu hafifçe burnuna sürttüm. Bu hoşuna gitmiş olacak ki gülümsedi. "Geldim ve seni bir daha bırakmayacağım. Dünyanın neresinde olursan ol sana geleceğim." Ve onu öptüm; varımla, yoğumla, tüm hislerimle ve içimdeki yoğun arzuyla. Hiç umulmadık anda, hiç umulmadık şekilde hayatıma giren bu kadına aşıktım. İçimdeki ateşi harlayan bu kadına aşıktım. O benim yaşam ateşimdi.

 

ğağağağağağ ilk öpücük geldiiii. Her okuduğumda içim kıpır kıpır oluyor şu sahne de hıughgbglwgı bol yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum.🥰

Loading...
0%