Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm. ~ Yanlış Anlarda Doğan Arzu.

@theragn_

Keyifli Okumalar!✨

Kang So'nun sıcak dudaklarını dudaklarımda hissetmeyi beklemiyordum. Öyle bir bozguna uğramıştı ki az önce gördüğüm görüntülerden sonra acaba bu da mı hayal diye düşündüm. Ya da hayal miydi? Ama yumuşak dudaklarının dudaklarımdaki baskısı hayal olamayacak kadar güzeldi. Karşılık vermek istiyordum ama ruhum çekilmiş gibi hissettiğimden beceremiyordum. Öyle becereksiz hareket ediyordum ki üstümdeki bitkinliği fark ettiğini biliyordum. Yine de göğsüne daha fazla sokuldum. Kalbim adeta ritmini şaşırmıştı. Karşılık bile veremediğim için gözlerimi kapatıp anın tadına varmayı seçtim. İlk öpücük böyle olmamalıydı...

Geri çekildiğinde yüzümde buruk bir tebessümle yüzüne baktım. Nefes nefeseydi ve hiç olmadığı kadar yüzü ışıldıyordu. Karşılık veremesem bile beni öpmek onu hayata döndürmüş gibi bakıyordu bana. "İlk öpücüğü bu ana saklamamalıydın." Dedim kısık bir ses tonuyla. Bu söylediğim hoşuna gitmiş olacak ki sırıttı. "Hissedeceğini düşünmemiştim ki. Bilincin kapalı sanıyordum." Gözlerimi kısıp oyunbaz bir edayla, "Bilinci kapalı bir kızı öpmek bir prense hiç yakışmıyor." dedim. Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Hoşuna gitmeseydi beni iterdin, İtmediğine göre bundan gayret memnunsun." Külliyen yalan...

Dudaklarındaki sıcak tebessümle alnını alnıma yasladı ve iç çekti. Bu huzurlu an hiç bitmesin istedim ama her güzel an bir gün biterdi. Ne yazık ki... Prens Minseo'nun bilinci tam anlamıyla açık olmadığı için yattığı yerde homurdanıp duruyordu. "Ayrılsak iyi olacak, bizi böyle görmemesi onun için en iyisi." Kang So başını sallayıp beni kucağından indirdi.

"Burada neler oldu? İkinizde neden baygınsınız?
"Saraya dönelim anlatacağım. Ama lütfen artık buradan çıkalım, bu pis yer midemi bulandırmaya başladı." Aslında tam anlamıyla pis değildi ama temiz olduğunu da sanmıyordum. Kim bilir kaç insan gelip kalmıştı burada. Kang So'nun yardımıyla ayaklandığımda Prens Minseo da nihayet uyanmıştı. Sendeleyerek ayağa kalktı ve ikimizle bir süre bakıştı. Aklının allak bullak olduğu sersem bakışlarından belliydi.

Eğer onunla birkaç saattir yaşadığım olaylar aklıma gelmeseydi bu haline gülebilirdim. Işığın içinde Yesoo'yu görmesi yani duyması onda şok etkisi yaratmış olmalıydı. Ama neyse ki artık benim Yesoo olmadığımı anlamıştı. Bu da beni en çok rahatlatan şeydi. Ama bugünden sonra ne olacaktı? Prens’in ne yapacağını merak ediyordum. Ya gördüğü şeyi sanrı sanarsa?

Prens Minseo sendeleyerek kapıya ilerlerken bizi görmüyordu sanki. Kang So tek kaşını kaldırarak onu izledi ve arkasından küçük bir çocuk gibi seslendi. "Hey, nereye? Bana tutun düşeceksin ahmak." Prens Minseo durdu ve arkasını aynı bir robot gibi döndü, aynı şekilde Kang So'ya yürüdüğünde ikimizde ona gözlerimizi kırpıştırarak bakıyorduk.

"Bunun nesi var?" Alt dudağımı sarkıtıp omuz silktim. Bu hali aşırı komikti ama gülecek kadar bile halim yoktu. Kang So kolunu kardeşinin beline sarıp kendisinden destek almasını sağlarken bende diğer koluna girdim. Nihayet kulübeden çıktığımızda Prens Minseo kendi atına bense Kang So'yla aynı ata binmiştim. Yine bir dejavu. Alıştım bu duruma da iyice he.

Prens Minseo atı bile bir garip sürüyordu. Ha bire yönünü şaşırıyordu. Ya hala sarhoştu ya da yaşadığımız olayın şokundaydı. Birkaç defa az daha attan düşecekti. Oldukça zahmetli bir yolculuktan sonra nihayet saraya ulaştık. Öyle yorgun ve bitkindim ki bacaklarım artık beni taşımıyordu. Odama girip üzerimi bile çıkarmadan yatağa girmek istiyordum ama çok pistim ve yıkanmaya ihtiyacım vardı.

Sanki Kang So iç sesimi duymuş gibi gözlerini bana çevirdi. "Sen hamama geç bende Sebeo'ya haber vereyim, sana yardım etsin." İkiletmeden başımı sallayıp hamamın yolunu tuttum. Aslında bende bir hizmetçi olduğum için Sebeo’nun bana yardım etmesine gerek yoktu ama şu an ona ihtiyacım olduğunu bildiği için Sebeo’yu yanıma gönderiyordu.

Neyse ki orada da hizmetçiler vardı. Benim için sıcak suyu ayarladıklarında onlara teşekkür ettim. Onlarla aynı konumda olsam bile birkaçı hala soyluymuşum gibi saygı gösteriyordu bana. Ben bu Leydicilik oyununa da iyice alıştım.

Sıcak suya girdiğimde bedenim saniyeler içinde gevşedi. Gözlerimi kapatıp bu güzelliğin ve rahatlamanın tadını çıkartırken bana doğru yaklaşan adım seslerini ve Sebeo'nun meraklı sesini duydum. "Küçük Hanım, neredeydiniz siz? Çok merak ettim."
"Sadece biraz dolaşmaya çıkmıştım o kadar." Diyerek yalan söyledim. "Endişelendirdiğim için üzgünüm." Prens Minseo'nun beni kaçırdığını söyleyemezdim. Bunu sadece Kang So'ya anlatacaktım o kadar.

Kang So... Bir an gözümün önüne, beni kucağına çektiği ve kollarını belime sıkıca sarıp öptüğü an geldi. Kalbim sıkıştı ve yüzümün kızardığını hissettim. İçimde garip bir his vardı. Sanki uzun zamandır içimde tutuyormuşum da sonunda gün yüzüne çıkmış gibi bir his... O beni seviyor muydu? Yoksa sadece bir anlık bir şey miydi? Peki ya beni sevmesini istiyor muydum? Evet. Bizim birlikteliğimiz imkansızdı. Aşkımız imkansızdı.

Birbirimizden binlerce yıl uzaktaydık. Bizimkisi imkansız aşkın tanımaydı ve fantastik bir aşktı. Buna rağmen kalbimin heyecanla çarpmasına, onu düşündükçe yüzümün ateşler içinde yanmasına ve yakınlaştığımız an gözümün önüne geldikçe içimin titremesine engel olamıyordum. Kang So hakkında binbir türlü senaryo duymuştum.

Onun korkunç biri olduğu söylenip durmuştu sürekli. Hala daha söyleniyordu ve ondan korkan bir çok insan vardı. Ama tanıdıkça aslında hiç de öyle olmadığını anlamış ve ona gün geçtikçe yakınlaşmıştım. O yalnızdı. Etrafında bunca insan olmasına rağmen yalnız bir adamdı. Beni arkadaşı olarak kabul etmişti. Ben ise onunla sırrımı paylaşmıştım. Her şeyden önce beni ölümden kurtarmıştı.

Tanışma anımız trajik olsa da güzel bir arkadaşlığa dönüşmüştü. Ve şimdi de duygusal bir bağa... Evime ne zaman döneceğimi ya da nasıl döneceğimi bilmiyor olsam dahi onu sevmek, onunla olmak istiyordum. Kang So'yla her şakalaşmamız da muzip halleri hoşuma gidiyordu. Beni rahatlatıyordu. O halleri içime serinlik veriyordu. Onunla geçirdiğim kısacık anları bile seviyordum.

Kendimi anlatmayı seviyordum. Bunu kendime şimdi itiraf ediyor olsam bile, onu seviyordum. Kendisi kapalı bir kutu gibiydi ve sırlarla doluydu. Geçmişte ne yaşadığını, Shinju da ne yaşadığını deli gibi merak ediyor olsam da sormaya çekiniyordum. Ama belki bugün sorma fırsatı yakalardım. "Boş verin. Siz iyisiniz ya gerisi önemli değil." Dedi Sebeo, arkamda saçlarımı yıkamak için belirirken.

Hala beni o, Küçük Hanımı olarak gördüğü için yardımcı oluyordu. Hatta bazen hizmetçi olduğumu unutup sabahları bana kahvaltı getirdiği bile oluyordu. Bende onu odama çekip benimle kahvaltı etmesini sağlıyordum. Hem arkadaşım hem küçük kız kardeşim gibi olmuştu artık.

Elleri ıslak saçlarımda dolaşırken konuşmasına devam etti. Bir şey ilgisini çekmişti. "Yüzünüz çok solgun görünüyor, Küçük Hanım. Hem başınızdaki bu şişlik nasıl oldu?” Endişeli bir halde başıma dokundu ve baş parmağıyla yavaşça okşadı. Yutkunarak aklıma gelen bir diğer yalanı da ortaya attım. "çalışırken bir yere çarpmışımdır, korkma." Dedim zoraki bir gülümsemeyle.

Ama Sebeo buna inanmış gözükmüyordu. Bende konu değişmeye karar verdim. Bir yalan daha söyleyemeyecektim. "Aman, boşver Sebeo. Ben odama geçeyim sende bana yemek getir, olur mu? Çok acıktım." Başını sallayarak onayladı. Dikkati çabuk dağılıyordu.

Rahatlamayla bir nefes verip sudan çıktım ve Sebeo'nun benim için getirdiği temiz kıyafetleri giydim. Yine hizmetçi kıyafetiydi zaten. Odama yürürken sudan dolayı mayışmış hissediyordum. Kapıyı açtığımda Kang So'nun burada olacağını bildiğimden şaşırmadım. "Nihayet geldin. Daha iyi misin?" Dedi yanıma doğru ilerlerken.

Ellerini omuzlarıma koyup endişeli gözlerle beni baştan aşağı süzdü. Onu rahatlatmak ister gibi gülümsedim. "Gayet iyiyim, merak etme."
"Gel, uzan biraz." Dedi beni yatağa götürürken. İtiraz edecek halde olmadığımdan beni yatırmasına izin verdim. Baş ucuma otururken vakit kaybetmeden o beklenen soruyu sordu.

"Neler oldu, Tanrı aşkına? Minseo'yla o kulübede ne işiniz vardı ve ikiniz de neden baygındınız? Zaten o keşiş de yoktu ortalıkta." Bir süre duraksadım ve doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. Nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Aklım allak bullaktı. "Prens Minseo'yla..." Dedim iç geçirerek. "Biraz konuşmak istedim."

"Ne hakkında?" Kaşları havanlandı. "Kral’a nişanı bozmamızla alakalı nasıl bir bahane sunduğunu sordum."
"Kulübü de mi? Ne oldu peki sonra? Geçerli bir sebep bulamayınca saatlerce dövüşüp sonunda da bayıldınız mı? Buna inanmamı mı bekliyorsun gerçekten?" Sesi sertleşmiş, kaşları çatılmıştı. Söylediğim yalanı yutacak türden biri değildi zaten. "Tamam. Doğruyu anlatacağım." Dedim yattığım yerde doğrularak.

"Prens Minseo... Sanırım beni kaçırdı." Sanırım değildi aslında, kaçırmıştı. Ama bunu kesin ve net olarak söyleyemedim. Kang So duyduğu şey karşında kaskastı kesildi. Gözleri kocaman olmuş, öylece yüzüme bakıyordu. "Ne dedin sen?" Sesi öyle aciz çıkmıştı ki yutkundum. "Akşama doğru dereye gittim. Oradan dönüşte biraz ormanda oyalandım çok bunalmıştım. Sonra tam saraya dönecekken biri arkamdan gelip beni bayılttı. Gözümü açtığımda kulübedeydim ve karşımda Prens Minseo ve iki adamı vardı. Onlar sonradan gittiler gerçi. Bizde baş başa kaldık." Dedim. Ona bakamıyor, ellerimle oynayıp duruyordum.

Kendimi çok sıkkın hissediyordum. Bunu yaşadığıma inanamıyordum. Buraya geldiğimden beri başıma gelmeyen kalmamıştı. Daha ne olabilir ki derken daha kötüsü oluyordu. "Baş başa kaldığınızda ne oldu?" Dedi sonunda kendini toparlayınca. "Neden nişanı bozduğumu ve onu gerçekten sevip sevmediğimi sordu.

Kendine hala ayrılmayı yediremiyor. Bugün gördüğüm Prens Minseo, şu zamana kadar gördüğüm Prens Minseo'ya hiç benzemiyor. Bambaşka biri gibiydi. Aklını kaçırmış gibiydi." Gözümün önüne kulübedeki anlar gelince istemsizce titredim. Kang So bunu görmüş olacak ki beni kollarının arasına aldı.

Başım sıcak göğsüne yaslıyken kalp atışlarını duyabiliyordum. Çok hızlı atıyordu, aynı benimki gibi. Gözlerimi kapatıp onun sıkı kollarının arasında olmanın verdiği huzurun ve hazzın tadını çıkardım. "Devam et." Dedi. Artık fısıldıyordu. Kardeşinin bu derece üzüntü içinde olması, kendini kaybedip dönüşü olmayan hatalar yapması onu hem üzüyor hem korkutuyor olmalıydı.

"Sonra bir şey oldu. Etrafımızı tümden saran bir ışık huzmesi belirdi. Sonra Yesoo'nun sesini duydum."
"Yesoo'nun sesini mi? Nasıl?" Dedi. Kalbi daha hızlı atmaya başlamıştı. "Bilmiyorum. Sadece sesti, görüntü yoktu." Dedim mağrur bir edayla.
"Sana ne dedi?"
"Ona ailemi sordum. Yokluğumu hiç fark etmediklerini, hem orada hem burada olduğumu söyledi. Nasıl olduğunu bilmiyormuş ama çözecekmiş sadece zaman istiyor. Benden özür diledi. Prens Minseo'ya da bana inanmasını söyledi. Aylin olduğum konusunda."

Benden uzaklaşıp merakla ve şaşırmış bir halde yüzüme baktı. "Yesoo gidip her şey eski haline döndüğünde Prens Minseo ve ben bayıldık zaten. O şaşkınlıktan ben ise bitkinlikten." Dedim. Bir süre sessiz kaldı. Anlaşılan anlattıklarımı sindirmeye çalışıyordu. "Nasıl bir anda ortaya çıktı ki? Bunca zaman ona ulaşamamışken birdenbire nasıl..."

"Onun adını sayıkladım. Öyle kötü hissediyordum ki, adını haykırdım. Sonra birden beliriverdi. Bende hala şaşkınım. Tekrar onunla konuşabilir miyim bilmiyorum ama beni en çok düşündüren şey, nasıl iki yerde de var olmam." Boğazından bir mırıltı döküldü ve göğsü inip kalktı. "Bilemiyorum. Önceki hayat ve sonraki hayat gibi bir şeydir belki." Söylediği doğru olabilirdi ama yine de mantıklı gelmiyordu. Reenkarnasyona inanmazdım ki ben.

Hem öyle bir şey olsa nasıl aynı anda iki yerde de olabilirim ki? Çok saçma. Sanki başkasının bedeninde olman çok doğal Aylin. "Bilemiyorum." Dedim dudak bükerek. Sonra aklıma gelen şeyle bakışlarımı yerden ona çevirdim. Fırsat bu fırsattı. Belki de doğru an buydu. "Ben sana her şeyi anlatıyorum ama sen bana hiç bir şey anlatmıyorsun."

Kaşları çatıldı. "Ne duymak istiyorsun?"
"Şu ihanet meselesi..." Dedim çekinerek. "O gün neler oldu?" Yüzü gerildi ve bir süre uzaklara daldı. "Sen bana sırrını verdin, benimde sana o günü anlatmamda bir sakınca yok sanırım." Dedi zoraki bir gülümsemeyle. "Ayin akşamı halk ve hanedan olarak toplandığımızda Veliaht Prens ve Yeong Jin'de tuhaf bir şeyler sezdim. İkisi de fazla gergindi.

Ayin yüzünden zannettim ama başka bir şey olduğu kesindi. Veliaht Prens ayine az vakit kala yanımızdan ayrıldı. Nedenini bilmiyorum muhtemelen özel bir sebeptendi. Beni asıl işkillendiren o değildi. Yeong Jin'in de hemen peşinden gitmesiydi. O ikisi küçüklüklerinden beri hiç iyi anlaşamazlardı zaten. En ufak şeye tartışırlardı.

Ayinden günü kütüphanedeydim ve kitap okumaya öyle dalmıştım ki töreni unutuverdim. Hemen sonra törene yetişmek için bahçeye ilerlediğimde Veliaht Prens’in odasından geçiyordum. O sırada Yeong Jin’le gizliden gizliye tartıştıklarını duydum. Yeong Jin bir sırdan bahsediyor, Veliaht Prens de ona azar çekiyordu. Sırrı hiç bir zaman öğrenemedim ama işin ciddiyetini farkındaydım. Çünkü kavgaları öncekiler gibi çocuksu kavgalara benzemiyordu.

Veliaht Prens gerçekten çok kızgın, Yeong Jin ise panik içindeydi. Biri sırrı Kraliçe’ye söylemekten bahsederken diğeri onu engellemeye çalışıyordu. Bende onları sessizce izliyordum. Sonra..." Duraksadı ve derin bir nefes aldı. O kritik ana geldiğimizi anladım.

"Sonra Yeong Jin kılıcını çekti." Söylediği şey karşısında nefesimi tuttum ve pür dikkat onu dinlemeye devam ettim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. "Tam Veliaht Prense savuracakken son anda yetişip aralarına girdim. Ama çok geçti. Yeong Jin durmadı. Benim kılıcımı alarak Veliaht Prensi öldürdü." Dehşet içinde elimi ağzıma götürürken ne diyeceğimi bilemiyordum. Nasıl bir sır buna yol açardı ki? Peki Kang So'nun ihaneti bunun neresindeydi?

"Tam o anda muhafızlar geldi. Ben Ağabeyimin ölüm anıyla şok içindeyken Yeong J n kanlı kılıcı elime tutuşturdu ve kendisi masum rolünü oynadı. Anlayacağın ihale bana kaldı." Güldü. "İnsanlar arasında, özellikle Kral, Kraliçe ve kardeşlerim arasında gözde olmam Yeong Jin'in her zaman zoruna giderdi. O her zaman hırslıydı. Her konuda. Eğer Veliaht Prens en büyüğümüz olmasaydı benim Veliaht olacağımı biliyordu. Ağabeyimizi öldürerek hem sırrının ortaya çıkmasını engelledi hem de benim Veliaht olma durumumu ortadan kaldırdı.

O günden sonra herkes beni suçladı. Gerçeği Kral’a anlatamadım. Ağabeyimin ölümüyle öyle şok içindeydim ki kendi durumumu farkına varamadım. Şoku atlattığımda Shinju'daydım. Gençtim. Toydum. Kendimi savunamadım. Bir buçuk sene de ne kadar büyüyebilirsem o kadar büyüdüm ben. Sanki aradan on yıl geçmiş gibi hissediyorum. Shinju'da hayatta kalma savaşı verdim. İtildim kakıldım. Aç ve susuz bırakıldım. Kimsenin umrunda değildim. Sonuçta ben ağabeyini öldürmüş ve ailesine, halkına ihanet etmiş bir prens’tim. Evet orada çok kısa bir zaman kaldım ama yaşadıklarım bana bir asır gibi geldi.

Hayatta kalabilmek için hayvanları öldürüp yemek zorunda kaldım. Üzerime kurtları saldılar. Bende hem kurtları hem de bana bunu yapan insanları öldürdüm. Hepsini hayatta kalmak için yaptım. Suçsuz yere ölüme terk edilmemin bedeliydi o insanlar." Bir iç çekti. O iç çekişte ızdırabı, kalp kırıklığını, acıyı, nefreti hissettim.

Gözbebekleri hüzünle titrerken yüzünü sıvazladı. Bir süre öyle sessizce oturduk, sözünün bittiğini sandım ama tekrar konuştu. Şimdi sesinde hüzün değil apaçık bir nefret vardı. "Bana kana bulanmış, istenmeyen, korkulan desinler, umrumda değil. Ben o gün ağabeyimin ölümüne şahit olmuş ve kardeşimin iftirasıyla lekelenmiştim. İnsanlar ne demiş kimin umrunda."

Sözleri bittiğinde gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Kanım çekiliyordu sanki. Bu olayın asıl suçlusu Prens Yeong Jin'di ama suçlanan Kang So'ydu. Cezalandırılması gereken 2. Prens'ti. Aylarca onca eziyeti çekmesi gereken de oydu. Hatta yıllarca. Prens Yeong Jin zalimin tekiydi. Ve ben ne yapıp edip bunu ortaya çıkaracaktım. Kang So'nun masum olduğunu herkes öğrenecekti ve artık yalnız olmayacaktı. Ben gittikten sonra bile. Başta tereddüt ederek elimi Kang So'nun eline uzattım ve yumuşak bir edayla tuttum.

Baş parmağımla elinin üstünü okşarken sıcak bakışlarımı onun kederli bakışlarıyla buluşturdum. "Merak etme, eninde sonunda gerçek ortaya çıkacak. Suçlular cezasını bulacak." Buna inanmıyormuşcasına güldü. "Bazen suçlular cezasını bulmaz Yesoo... Aylin." İsmimi öyle temiz telaffuz etti ki bir an için şaşırdım. "Hele ki bu dönemde. Senin zamanında nasıl oluyor bilmiyorum ama bu dönemin kanunları çok pistir. Belki şimdi kitaplar da bizden bahsedenler vardır.

Soylular el üstünde tutulur, soylu olmayanlar da itilip kakılır. Kullanılır, satılır... Ama her şey kitapta anlatıldığı gibi olmuyor. Bak bana, ben bir prens’im. Ülkenin en güçlü kralının oğluyum. Ama bende cezalandırıldım. Kölelerin bedenleri satılır. Hayatları. Benim de ruhum ve hayatım satıldı. Bizzat babam tarafından." Duraksadı.

Gözleri dolarken yüzünde histerik bir gülümseme vardı. "Söylesene, hangisi daha kötü? Beden mi yoksa ruh mu?" Gözünden akan yaşı parmağımla silerken tebessüm ettim. Bana duygusal tarafını çekinmeden göstermesi hoşuma gitmişti. "İkisi de çok kötü."

"Bir insan bedenini sattığında ve o bedene istemediği eller dokunduğunda sanki her bir yanına dikenler batıyormuş gibi hisseder. O bedenden kurtulmak için her yolu dener. Kendini kanatır. Çoğu zaman çevresindekiler bunu görse bile yardım eli uzatmaz, körmüş gibi davranırlar. Kendisi aynalara bakamaz hale gelir. Bırak kendini görmeyi, elleriyle kendi bedenine dokunmak bile istemez.

Tiksinir. Kendinden tiksinir. Hiç bir suçu olmamasına rağmen. Ama buna zorunda bırakıldığı için elinden de bir şey gelmez. Çünkü özgürlüğü yoktur. Ruhu satıldığındaysa... Ondan geriye hiçbir şey kalmaz. Karanlığa gömülür. İçten içe kanar ama kimse görmez. Duymaz. Hissetmez. İçten içe can verir.

Bir insanın ruhu kendi benliğidir. Eğer o ruh ölürse yaşamakta bir anlam göremez. Her şey ona bomboş gelir. Yalnızlaşır ve kimsesiz kalır. İnsan ruhunu kaybettiğinde buz tutar. Bu yüzden hangisi daha kötü dersen, cevap veremem. Ama sesli haykırışların duyulmaması mı daha kötü yoksa sessiz haykırışların mı dersen; ikincisini seçerim. Çünkü içi nahif insanlar söylemeden de anlaşılmayı bekler."

Sözlerim ona ulaşmış olacak ki yüzünde masum bir gülümseme bilirdi. Ellerini yanaklarıma koyup beni kendine çekerken yüreğim hopladı. Öyle ani bir hareketle dudaklarıma kapandı ki birkaç saniye karşılık veremedim, algılarım kapandı. Kendimi toparladığımda öpüşüne karşılık verdim.

Sıcak dudaklarının hissi beni kendimden geçirmeye yetmişti. Tek kolunu belime sararken beni kucağına çekti ve öpüşünü derinleştirdi. Dudaklarımız bir bütün haline gelirken beni yudum yudum içti. Alt dudağımı dişlerinin arasında sıkıştırdı bense kollarımı boynuna dolayarak uzun siyah saçlarında ellerimi gezdirdim.

Bu saçlara dokunmayı ne çok istemiştim. O yumuşaklığını hissetmeyi. Tam dudaklarımdan ayrılıp boynuma yönelecekti ki dışardan acı bir çığlık duyuldu. İlk birkaç saniye birbirimizle bakıştık. Kimdi bu kadın çığlığı? Kang So ile bir hışım ayağa kalkıp dışarı çıktığımızda bedenim buz kesti. Ablam karnını tutmuş iki büklüm bir vaziyette yerde yatıyor ve bağrıyordu. Yoksa doğum... "Abla!" Dedim yanına koşarken. "İyi misin? Ne oldu?"

"Karnım... Sancı..." Ablam daha fazla ağzını açamadan Kang So dikkatli ama hızlı bir şekilde onu kucakladı. Odasına doğru ilerlerken, "Hekim çağır, çabuk!" Dedi. Lafını ikiletmeden başımı salladım ve koridor boyunca koşmaya başladım. Hekimi nereden ve nasıl çağıracağımı bilmediğimden daha da panik olmuştum. Tam o anda hizmetlilerden biri yardımıma yetişti. Sesleri duymuş olmalıydı.

"Derhal hekim çağır, doğum başladı!" Hizmetçi kadının gözleri şokla büyürken başını salladı ve koşarak yanımdan ayrıldı. Ben ise ablamın yanına mı gitsem yoksa Prens Seok'a haber mi versem diye ikilem yaşıyordum. Prens bu anı kaçırmamalıydı, özel bir andı netice de. Bu yüzden ikinci seçeneği seçerek kaldıkları odaya doğru koşmaya başladım. Tam koridorda dönecekken biriyle çarpışmam ve yere düşmem bir oldu.

"Ah!" Dedim sersemlemiş bir halde başımı tutarken. "Tanrım! Yesoo iyi misin?" Kiminle çarpıştığımı görmek için başımı kaldırdım. İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Prens Seok tam karşımda durmuş endişeli gözlerle bana bakıyordu. "Prens Seok!" Dedim ayağa kalkarken. Biraz başım dönse de hemen toparladım. "Ben de tam size bakıyordum. Ablamın doğumu başladı. Hemen gitmezsek bu anı kaçırabilirsiniz! Bu arada merak etmeyin, hekimi çağırdık."

Hızlı hızlı konuşup yürümeye başladığımda Prens'ten hiç ses gelmediğini fark ettim. Başımı çevirip baktığımda zaten yanımda değildi. Hala olduğu yerde dikiliyordu, donmuş gibi. Alıştıra alıştıra mı söyleseydim acaba? "Prens’im ne yapıyorsunuz, hadisenize!"
"Ah, tamam, tamam! Hadi gidelim çabuk." Kang So'nun odasına geldiğimizde içeriden bağırış sesleri geliyordu. Yüzümü endişeyle buruşturarak Prens önden ben arkasından odaya girdik.

Ablamın terden yüzü sırılsıklam olmuş, saçlarının tutamları yüzüne yapışmıştı. Yatakta karnını tutarak kıvranıyordu. Hekim hala ortada yoktu. Tam nerede kaldığını soracakken içeri girdi. Yanında da hemşireleri vardı. Hepimizden dışarı çıkmamızı rica ettiğinde Prens Seok tereddütte kalmıştı. Ama neyse ki Kang So onu ikna etti de odadan çıkabildik. Kapıyı arkamızdan kapatırken Prens’lerin hepsi doluşmuştu bile. Yanlarında Kraliçe de vardı.

"Yengem iyi mi?"
"Ah, ne kadar heyecanlı!"
"Kız mı erkek mi acaba?"
"Ben kız istiyorum, zaten çok fazla erkek var."
"Erkek olsun soyumuz devam eder!"
"Yeona ve Yeonhwa bu anı kaçırdıkları için çok üzülecekler."

Prens’lerin bu halini görünce ne kadar sıcak ve heyecanlı bir an diye düşündüm. Çok fazla hatırlamasam da Miray'ın doğum zamanı da bu kadar heyecanlıydı. Kendisi sabredemediği için erken doğdu. kimse beklemediğinden haliyle panik haline bürünmüştü. O zaman beş yaşında olduğumdan pek bir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım anneannemin evinde çizgi film izlediğim ve anneannemin telefondan bana doğru seslenmesiydi. "Aylin kardeşin geliyor! Miray geliyor!" O an gözümün önüne gelince gülümsedim. Küçük ve yaramaz kardeşimi ne kadar da özlemiştim.

O benim yokluğumu fark etmese de ben onun yokluğunu çok fazla hissediyordum. Onun ve ailemin... Gözümden akan bir damla yaşı elimin tersiyle silerken Kang So'yla göz göze geldim. Beni anlamış mıydı? Anlamıştı elbette. Sonuçta o beni biliyordu. Ruhumu biliyordu. Aradan saatler geçtiğinde artık herkesten of pof sesleri çıkmaya başladı. Prens Seok saatlerdir yerinde durmaksızın volta atıyordu.

Onun bu hali başımı döndürüyordu artık. Ağrıyan başıma masaj yaparken bir şey fark ettim. Prens Minseo burada değildi. Bunu yeni fark ettiğime inanamıyordum. Sessizce Kang So'ya yanaşıp sırtımı onun gibi duvara verdim ve hafifçe kulağına doğru eğildim. "Farkında mısın bilmiyorum ama Prens Minseo burada değil." O da fark etmemiş olacak ki kaşları çatıldı.

Bir an için gözleri etrafı tararken bana doğru fısıldadı. "Panikten fark etmemişim. Hala bugünün etkisinde olmalı, yoksa bu anı hayatta kaçırmaz." Başımı sallayarak ona katıldığımı gösterdim. "Sence onunla konuşmalı mıyım?"
"Birlikte konuşalım. Onunla tekrar yalnız kalmanı istemiyorum." Bu korumacı tavrına ne cevap vereceğimi bilemediğimden yine başımı salladım. Sessizlik uzun bir süre daha devam etti.

Ta ki etrafı saran bir bebek sesi duyulana kadar. "Doğdu! Bebek doğdu!"
"Nihayet!" Herkes sevinçle birbirine sarılırken Prens Seok, Kang So'nun yanına geldi ve ona sıkıca sarıldı. Yüzünde yıldızlar parlıyordu sanki. Kang So'nun bocalayan ifadesine gülümsedim. Aile sevgisinden uzak kalmış bir prens... En ufak sevgi gösterisinde bocalıyor. "Baba oldum! Baba oldum! Ben baba oldum!"

"Evet Ağabey. Baba oldun." İkisinin de gülüşleri birbirine karışırken nihayet ablamın yanına geçebilmiştik. Bitkin haldeydi ve gözünü zor açıyordu. Kucağındaki bebeğine ağlamaklı gözlerle bakarken onun o cennet kokusunu derin derin içine çekiyordu. Bu öyle bir manzaraydı ki, paha biçilemez. En değerli elmastan bile daha değerli. Hiçbir şeye değişilmeyen bir an.

O annelik duygusu... Bir gün bende bu eşsiz duyguyu tadabilmeyi umdum. "Bir kızımız oldu Prensim." Dedi ablam ağlamaklı ifadesiyle. Sesi bağırmaktan kısılmıştı. "Kızım..." Dedi Prens, sanki bir ilahi söyler gibi. O an gözlerimden ardı ardına yaşlar döküldü. Minicik, çekik gözlü, bal kadar tatlı bir melek vardı karşımda. "Bu çok güzel..." Dedim fısıltıyla. Bu ana şahit olduğum için kendimi çok özel hissediyordum.

Mantıken baktığında aslında sende benden büyüksün minik bebek ama yine de çok tatlısın... "Sana benziyor ağabey." Dedi Prens Uk. "Hayır bence annesine benziyor." Dedi Prens Sunwoo. Ve böylece bebek kime benziyor tartışmasına tutuştular. "Adını ne koyacaksınız ağabey?" Prens İn Baek'in sorusuna karşın bütün gözler onlara döndü. Prens Seok eşine dönerken, hepimize hitap edecek şekilde konuştu. "Aslında Sora olsun diye düşünmüştük." Cennet. Onaylanmak ister gibi Kraliçe’ye baktığında kadın duygu dolu gözlerle başını salladı.

"Güzel isim."
"Bence de."
"Ona çok yakışır."
"O zaman herkes beğendiğine göre, hanedanımızın yeni üyesini size takdim edelim!" Dedi Prens Uk oyunbaz bir şekilde. "Prenses Kang Sora!" Odada kahkaha ve alkış sesleri yükselirken içimi saran mutlulukla iç geçirdim. Keşke şu an elimde bir fotoğraf makinesi olsaydı.

Loading...
0%