Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm. ~ Çığlık.

@theragn_

Keyifli Okumalar!✨

Günlerdir Prens Minseo'dan haber alamıyorduk. Sanki bir anda ortadan kaybolmuştu. Ablamın doğumundan sonra iyi olduğundan emin olup Kang So'yla birlikte Prens’in odasına gitmiştik ama hizmetçisi sarayda olmadığını, nereye gittiğini dahi söylemediğini söylemişti.

Onun için endişeleniyordum. Öğrendiği gerçek karşısında çok fazla sarsılmıştı. Gerçi kim sarsılmazdı ki? İnanılır şey değildi netice. Yine de delirip de kendine bir şey yapmasından korkuyordum. Eğer sevdiğim adamın bedeninde başka birinin olduğunu öğrenseydim delirirdim.

Hatta bu zamana kadar nasıl delirmediğime şaşırıyorum. "Bulabildin mi?" Diye sordum Kang So'ya sarayın kapısında beklerken. Sıkıntıyla başını iki yana salladı. "Hiçbir yerde yok, yer yarıldı da içine girdi sanki. Her Prense tahsis edilen bir saray vardır. Oraya da baktım ama yok.”

"Ne yapacağız?" Omuzlarım düşmüş, içim sıkıntıyla dolmuştu. Omuz silkip iç geçirdi. "Aslında aklımda bir fikir var ama..." Dedim bakışlarımı onun bakışlarıyla buluştururken.

Beklentiyle bir adım yaklaştı. "Hatırlarsan, ondan ayrıldığım zaman... Yani, anla işte. Kendini çok fazla içkiye vermişti. Acaba devam ediyor olabilir mi? Kulübede olduğumuz zaman da çok sarhoştu zaten." Dudakları düşünceyle büzüşürken homurdandı. "Eğer haklıysan gitmemiz gereken tek bir yer var. Gel." Başımı sallayıp onu takip ettim.

Nereye gittiğimizi biliyordum. Pazar yolundan geçtik, her zaman ki gibi kalabalıktı. Kalabalığı sevmiyordum, her yer üstüme üstüme geliyor, beni boğuyordu. Bu duruma göre seçtiğin meslek ne kadar uygun Aylin. Bu iç sesim de bir kez olsun bana kinaye yapmasa keşke. Seçtiğim meslek adalet duygumdan kaynaklanıyor, ikisini birbirine karıştırma.

İç sesimle kavga ediyorum inanılmaz... Elimde hissettiğim ağırlıkla düşüncelerimden sıyrıldım ve durumu yeni farkına vardım. Pazardaki bütün gözler bizim üzerimizdeydi. Hayır. Kang So'nun üzerindeydi. Ona korkuyla bakan mı dersiniz, kaçan mı dersiniz, öfkeyle bakan bile vardı... Ama Kang So hiçbirini umursamıyor gibiydi. Sonra o gözler bana çevrildi. Hayal kırıklığıyla bakıyorlardı. Prens Minseo ile olan ayrılığımız halka da yayılmıştı artık.

Daha büyük tepkiler bekliyordum ama sadece susup, üzgün üzgün baklamakla yetiniyorlardı. Zaten hizmetçi olmam özellikle Kang So’nun hizmetçisi olmam onları epey şaşırtmıştı. Her şey o kadar üst üste gelmişti ki insanlar artık nasıl tepki vereceğini şaşırır hale gelmişti.

Kang So siyahların içinde, bir gölge gibi süzülüyor, beni de arkasından sürüklüyordu. Derken küçük bir kız çocuğu bacaklarının arasında beliriverince ikimizde durmak zorunda kaldık. Siyah saçları iki yandan örülmüştü. Küçük ve tatlı bir yüzü, küçük gözleri vardı. Bakışlarında ne öfke ne de korku vardı, sadece sorguluyordu.

Kirpiklerinin altından Prense bakarak, "Prensim." Dedi tatlı tatlı. Öyle ki gülümsememe engel olamamıştım. Prens ise donuk bakışlarıyla öylece dikiliyordu. Sadece bakıyordu. Öylece, hiç kıpırdamadan küçük kıza bakıyordu. "Neden herkes sizden korkuyor?" Dedi kız. "Kötü bir şey yaptığınızı söylediler. Anneme soruyorum ama cevap vermiyor. Herkesin sizden korkacağı kadar ne yaptınız?"

Kimseden çıt çıkmıyordu. Herkes nefesini tutmuş Prens’in cevabını bekliyordu. Kızın annesi telaş içinde ona sesleniyor. "Yejin-ah, Sus! gel buraya!" Diyordu. Gözlerim Prens'deydi ve herkes gibi bende gergindim. Geçmişte neler yaşadığını sorduğumda bana karşı sakindi. Gerçi küçücük bir çocuğa karşı da sinirleneceğini düşünmüyordum ama bu kadar insan içinde ne tepki vereceğini ben bile kestiremiyordum. Küçük kız bilmeden hassas bir noktaya basmıştı.

Prens hareketlendi ve kızın önünde diz çökerek nazikçe ellerinden tuttu. Bir kaç kişiden fısıltılar döküldü. Kızın annesi bir adım daha öne çıksa da yaklaşmaya hala cesareti yoktu. "Önce tanışalım sonra anlatayım olur mu?" Dedi Kang So. Şaşkınlıkla dudaklarım aralanırken nasıl bu kadar sakin olabildiğine hayret ediyordum.

Çevremizde onca insan gerginlik ve kokularından kıpırdayamaz haldeyken onun bu kadar rahat olması hayret vericiydi. "Adım So. Ya senin?" Dedi dudaklarına kondurduğu hafif bir tebessümle. "Yejin." Dedi kız utanarak. Yanakları kızarmıştı. "Güzel ismin varmış." Dikleşti ve takı tezgahına doğru ilerledi. Üzerinde lale deseni olan iğne tokayı aldı.

Kıza doğru uzatırken tekrar dizlerinin üzerine çöktü. Yejin’in gözleri parlayarak tokayı kabul etti ve sanki bir hazineymiş gibi sıkıca tuttu. "Söyle bakalım, Kralı seviyor musun?" Kız dudak büzüp başını iki yana salladı. Herkes şaşkınlıkla elini ağzına götürürken Kang So güldü. Gerçekten güldü, resmen kahkaha attı. Bende gülmemek için kendimi zor tutuyordum. "Neden peki?"

"Onu tanımıyorum ki nasıl sevebilirim?" Dedi bilgiç bilgiç. Bu cevap Kang So'yu şaşırttı. Beni de. "Hmm... Yani sen, birini sevebilmek için ya da nefret etmek için illa o kişiyi tanıman gerektiğini mi düşünüyorsun?"
"Evet. Birini tanımadan onun nasıl bir insan olduğunu bilemezsin ki. Herkes Kralı seviyor, ama onu tanımıyorlar. Sadece bize erzak verdiği için onu seviyorlar. Para için." Dediğinde herkes gibi bende hayrete düştüm. "Seni küçük!"

"Ne saçmalıyorsun?"
"Şu kızını sustur!"
"Başımıza bela olacak..." İnsanlar telaşa kapılmışken benim gözüm Prens’in üstündeydi. Ne tepki verecek diye beklerken avuç içlerim terliyordu. Kız haklıydı aslında. Tarih boyunca halk Kral’a saygı duymuş, sevmiş ve minnet etmişti. Ama onu tanımıyorlardı. Sadece birebir yakınları biliyordu onu.

Kral, halkı sıkıntıya soksa, yediklerinden, içtiklerinden, giyindiklerinden etse arkasından demediklerini bırakmazlardı. Kısacası insanların suyuna gitmediğin sürece senden kötüsü yoktu. Aslında tarih boyunca halk, Kral’ı para için sevmişti. "Kaç yaşındasın sen bakayım?" Dedi Prens.

"Altı." Diye cevapladı küçük kız, ona hayran hayran bakarken. Hayran... "Şu küçücük yaşında ne kadar akıllıca düşünüyorsun böyle. Büyümüş de küçülmüş dedikleri sensin demek." Kızın burnuna hafif bir fiske attığında kız kıkırdadı. "Şimdi... Söyle bakalım, annen sana benim hakkımda ne dedi?" Kız önce annesine baktı. Kadıncağız inleyerek başını sus dercesine salladı.

Ama kız gözlerini kaçırarak tekrar Kang So'ya baktı. O ise gözlerini bir an olsun kızdan ayırmıyordu. Sanki dünyadaki tek varlık oymuş gibi davranıyordu. "Ailenize ihanet ettiğinizi söyledi. Gerçi ihanet ne demek bilmiyorum. Ama kötü bir şey olduğu kesin." Prens nihayet bakışlarını kızdan ayırıp kısa bir an annesine çevirdi. Kadın olduğu yere sindi. "Aileler arasında bazen kötü şeyler yaşanabilir." Diye başladı.

"Bu çoğu zaman küçük sorunlar olsa da bazen büyük sorunlara yol açabilir. Bazen bu yanlış anlaşılma olabilirken bazen doğru olabilir. Önemli olan hangisine inandığın ve karşındaki insana güvendiğinde yatar. Sen gözlerinle görmediğin sürece hiçbir şeye inanma. Gözler kalbin aynasıdır." Kızın saçlarını okşarken gülümsemesi sıcaktı.

Kız Kang So'nun gözlerinin içine bakarken gülümsedi, o an gamzesi de belirdi. "Sen masumsun. Gözlerin öyle söylüyor." Dedi. İçim titredi, bir an için ağlayacağım sandım. Öyle büyülü bir andı ki bu... Birinin sana inandığını bilmek, kim olursa olsun. Bundan daha rahatlatıcı bir his olamazdı. "Siz bize ihanet ettiniz!" Diye hararetle öne çıktı yaşlıca bir adam. Bakışlar bu sefer ona yöneldi. Kang So ayağa kalktı ve ellerini arkasında kenetledi. Gerilmişti.

"Biz size güvendik."
"Sevdik."
"Saygı duyduk."
"Veliahtımız siz olun istedik." Dediler hep bir ağızdan. Yutkundum. "Ama siz bize ihanet ettiniz!" Kang So iç geçirip etrafına toplanan her insana tek tek baktı. Onların acısıyla, nefretiyle, hayal kırıklığıyla, korkusuyla yüzleşti.

"Madem bana bu kadar saygı duydunuz, sevdiniz, güvendiniz, veliahtınız, kralınız olmamı istediniz. O zaman nasıl size ihanet ettiğimi, sizi yok saydığımı düşündünüz? Bilmez misiniz ki sizi ne kadar sevdiğimi. Bana karşı duygularınızı bilerek yaklaştığımı. Hangi Prens halkın içine girip onlarla saatlerce sohbet etmiş, içkisini içmiş, dertlerini dinlemiş? Üstüne bir de o dertlere çözüm bulmuş? Ben yeri geldi prensliğimi bir kenara bırakıp sizden biri oldum. Sizi de ailemden saydım. Biliyordum çünkü bana karşı olan hislerinizi. Bundan güç bularak bekledim, dayandım aylarca. Veliaht olmak umrumda değildi. Çünkü biliyordum, sizin gözünüzde öyleydim.

Bu da bana yeterdi. Hiç bir zaman fazla da gözüm yoktu. Ama değiştim artık. Ben size ihanet etmedim. Ama siz bana ettiniz. Artık karşınızda gerçek bir prens var. Aranıza girip arkadaşınız gibi davranan o genç, toy Kang So değil." Sert ifadesiyle arkasını döndü ve bana başıyla gidelim işareti yaptı. Lafını ikiletmeden arkasından ilerledim.

Gözümü çevremizden alamıyordum. Az önceye kadar hiddetle dert yakınan bu insanlar, şimdi başlarını eğmiş utançla büzüşüyordu. Kimisiyse ağlıyordu. Koskoca ülkenin prensi, mevkisini umursamadan bu insanların içine karışmış, onlarla dost olmuştu. Ve bu insanlar o genç prensi sevmiş, saygı duymuş, kalpten veliahtları kabul etmişti.

Ama aralarına yalan bir ihanet girmişti. Bir kara kedi... Ve ben o kara kedinin kuyruğunu koparacaktım. Hanın kapısından içeri girdiğimizde burnuma hemen içki kokuları doldu. Yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. Burayı sevmiyordum. Erkekler içiyor, dansçı kadınlar rengarenk Hanbok’larıyla ve ellerinde çalgılarıyla karşılarında dans ediyordu.

Orta yaştan kilolu iki adam da karşılıklı kumar oynuyordu. Birinin yanında zayıftan bir adam da onu destekliyordu. Han’a Prens’in gölgesi düştüğü an herkes sustu. Öyle gözle görülür bir suskunluktu ki bu afallamıştım. Kimse gözünü kırpmıyordu hatta nefes bile aldıklarından şüpheliydim. "4. Prens burada!" Dedi hayretle biri.

"Onun ne işi var burada?" Prens duraksadı ve herkese hitap edecek şekilde, "Prens Minseo burada mı?" Dedi emredercesine. Herkes önce birbirine baktı. Dansçılardan biri öne çıkarak, "Yukarıda." Dedi. İkimizin de gözleri balkon katına çıktı ve aynı anda harekete geçtik. Hızlı adımlarla ilerledik.

En arka tarafta, üzerine giydiği soluk mavi Baci'siyle tek başına oturan ve bilmem kaçıncı kadehini için adam Prens Minseo'dan başkası değildi. "Minseo!" Prens, Kang So'nun sesini duyar duymaz yavaşça başını kaldırdı ve bakışları ikimizin arasında mekik dokudu. İlk söylediği şey, "Neden geldiniz?" oldu. "Tabi ki seni merak ettiğimiz için, aptal herif!" Diye parladı Kang So.

Onu sakinleştirmek için kolunu sıvazlamam gerekti. "Merak?" Sahte bir gülüş. "Korkmayın, daha delirmedim. Yani sanırım..." Dolu olan kadehi kafasına dikerken yüzümü buruşturdum. Hiç iyi görünmüyordu. Zayıflamış gibiydi ve gözaltlarında morluklar vardı. En son ne zaman uyumuştu? "Siz iyi misiniz?" Diye sordum çekinerek.

İyi olmadığını biliyordum ama sorma ihtiyacı hissettim. "İyi mi?" Ters ters bana baktı. "Nişanlım sandığım kız bir başkası çıkıyor. Neymiş, bedenleri değişmiş!" Sinirleri bozulmuş gibi kahkaha atmaya başladı. Kang So'yla bakıştık. O da bu durumdan hiç memnun değildi. "Saçmalık. Buna nasıl inanacağım ben?"
"Ama sizde gördünüz. Sizinle konuştu değil mi?"

"Doğru konuştu. Konuştu... Sadece bir ışık!" Başını ellerinin arasına alıp sayıklamaya başladı bu sefer. "Tanrım! Neyin içine düştüm ben böyle?"
"Beni dinle." Kang So elini kardeşinin omzuna koyarak dikkatini ona vermesini sağladı. "Sana Yesoo'nun bedenindeki kızı gösterirsem bize inanacak mısın?"

Beni mi gösterecek? "Şamana mı gideceğiz?" Diye fısıldadım kulağına doğru. "Hayır. Kolye bende, gitmemize gerek yok." Ne? Ne zamandan beri ondaydı ve benim bundan neden şimdi haberim oluyordu? "Hadi saraya dönelim, ha?" Minseo kararsız kalmış gibi bir süre ikimize baktı. Daha sonra ayaklanıp bu sefer keskin bakışlarını bana yöneltti. "Dönelim bakalım. Göster bana kendini."

... 

Saraya döndüğümde herkes bir telaş içindeydi. Bahçeye masalar kuruluyor, yemek tepsileri havalarda uçuşuyordu. Masa örtüleri, süsler, çiçekler... Tam bir parti havası vardı. Ne içindi peki? Ah, tabi ya... Kang ailesinin yeni üyesi için. "Benim odama geçelim. Odama benden başka kimse girmez, orada rahat olabiliriz." Kang So'nun odasına varana kadar kaç hizmetçiyle karşılaştık bilmiyorum.

Bir yerden sonra saymayı bıraktım. Bizi görüp selam veriyor sonra da işlerine geri dönüyorlardı. Odaya girdiğimizde kapının iyice kapalı olduğundan emin oldum. Üçümüz de daire şeklinde dikiliyorduk. "Evet, ne yapıyoruz?" Diye sordum. "Şimdi..." Kahverengi çalışma masasına yaklaşıp çekmeceyi açtı ve içinden siyah bir kolye çıkardı.

Şamanın kolyesi. "Hangi ara aldın onu?" Kang So beni bu kolye sayesinde görmüştü. Görebilmesi için suya ve benim kanıma ihtiyacı vardı. "Üzümünü ye bağını sorma." Peki dercesine omuz silkip kolumu sıvazladığım esnada beni durdurdu.

"Gerek yok. Şaman kolyeyi büyüledi. Tılsımladı mı deseydim? Aman, her neyse." Prens Minseo'nun karşısına geçerek kararlılıkla ona baktı. "Bu kolyeyi taktığında onu göreceksin." Kısa bir an bana baktı. "Aylin’i" İsmimi neden bu kadar güzel söylüyordu ki... Prens Minseo kararsız kalmış gibi bir kolyeye bir Kang So'ya baktı.

"Şimdi siz, Yesoo'nun bedenindeki kızı bu kolyeyle mi göreceğimi söylüyorsunuz?" İkimizde başımızı salladık. "İnan bana göreceksin." İkna olmamıştı ama yine de kolyeyi aldı. Başından geçirirken huzursuz görünüyordu. "Şaman ha?" Dedi kinaye yaparak.

Kang So onu umursamadı bile. "Şimdi gözlerini kapat ve bize ne gördüğünü söyle." Gözlerini kapattı ve bir iki kez yerinde kıpırdandı. Aniden duraksadığın da ne olduğunu anlamıştık. Kalbim hızla çarpmaya başlamış, tepkisini anlamaya çalışır gibi dikkatle izliyordum. Ne düşünüyor ne hissediyordu acaba? Bu sefer inanacak mıydı?

"Esmer, uzun boylu, mavi gözlü bir kız. Bize benzemiyor. Farklı. Hatta konuşuyor ama anlayamıyorum. Kim bu?" Nefesim kesildi o an. Gözlerim büyürken Kang So'yla göz göze geldik. O benim. Beni gördü! Ve buna asla alışamayacağım... "O kız Aylin. Yesoo'nun bedenindeki kız." Prens Minseo gözlerini açtı ve bana baktı.

Öyle bir bakıyordu ki ilk kez görüyormuş gibi. "Bu nasıl olur?" Dedi hayretler içinde. "Bu gerçekse... Yesoo nerede? Ona ne oldu? Bu nasıl oldu?"
"Her şeyi anlatacağım." Dedim ellerimi önüme doğru sanki birini sakinleştirmek istermiş gibi uzatarak. Her şeyi aklında soru işareti kalmaması için en ince ayrıntısına kadar anlattım. Ve bu süre boyunca Prens çıtını çıkarmadan beni dinledi.

Anlatmayı bitirdiğimden bu yana neredeyse beş dakika geçmesine rağmen Minseo'dan çıt çıkmıyordu. Ağzı bir karış açık öylece yüzüme bakıyordu. "Ne oldu buna şimdi?" Dedi Kang So gözlerini kırpıştırarak. Omuz silktim. "Kardeşim iyi misin?" Omzunu hafifçe dürtüp cevap bekledi, ama yok.

Boynundaki kolyeyi çıkartıp bana uzattı. Gözlerim Prens Minseo'dayken kolyeyi aldım ve boynuma taktım. Bir an için kendi görüntüm gözümün önüne gelecek sandım ama bir şey olmadı. Belki de sadece odaklanmak gerekiyordu. Hala aynı sessizlik devam edince, "Eyvahlar olsun!" elimi panikle ağzıma götürdüm. "Adam transa geçti. Çok mu bodozlama anlattım?" Dedim gözlerimi kırpıştırarak.

"Dod... Trans... Ne?"
"Yani demek istediğim, alıştıra alıştıra mı anlatsaydım? Yavaş yavaş..."
"Eh, daha yararlı olabilirdi tabii." Dedi alaycı bir gülüşle. Ona göz devirerek dikkatimi bir heykelden farksız Prens Minseo'ye çevirdim. Bu durumda bile eğlenebiliyor ya, pes! "Prensim, lütfen bir şey söyleyin, korkutmayın bizi!"

Prens Minseo bir anda kendine gelip bir hışımla ayağa fırladı. Kang So'yla aynı anda yerimizden sıçrayıp ona bakakaldık. "Bekle bir dakika. Bu anlattıklarının hepsi doğru mu?" Yavru kedi bakışlarımla başımı salladım.
"İyi de... yani... nasıl..." Dedi başını ellerinin arasına alıp odada volta atarken. Öyle panik olmuş ve kafası karışmıştı ki ne yapacağımı bilemedim.

Bende ayağa fırladım. "Biliyorum, anlattıklarımın hiçbir mantıklı açıklaması yok ama hepsi gerçek. Söylesenize, hafızamı kaybettiğimi söyleyip bir anda bambaşka birine dönüştüğümü söyledim. Ama hafizamı tam olarak nasıl kaybettiğimi hiç söylemedim. Sadece hamamda boğulmak üzere olduğumu söyledim. Hatırlıyor musunuz? Bir insan nasıl bu kadar kolay hafızasını kaybedebilir ki?"

"Haklısın aslında. Ama insan böyle trajik ve..."
"Olağanüstü bir durumla kaç kez karşılaşıyor ki," diye tamamladım lafını. "O gün, Yesoo'nun sesini duyduğumuz günü hatırlıyor musunuz?" Başını salladı. Beni kaçırdığı aklına gelmiş olacak ki huzursuzca yerinde kıpırdandı. Yüzü kızarmıştı sanki.

"O gün Yesoo'yla konuştuğumuzda aynı anda iki yerde olduğumu ama kendisinin nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Nasıl aynı anda iki yerde olabilirim bilmiyorum ama onunla tekrar iletişime geçmeye çalışacağım."
"Şu an yapmaya ne dersin?" Dedi Kang So. "Bende merak etmiyor değilim açıkcası."

"Nasıl yapacağımı bilmiyorum ki."
"İlkinde nasıl olduysa yine öyle olabilir."
"İçten bir şekilde Yesoo'nun adını sayıklamıştım, yardım istemiştim. Belki yine öyle yaparsam..." Tam o anda kapı çaldı ve dışarıdan yardımcı kadınlardan birinin sesi geldi. "Prens Hazretleri, akşam ki davet için hazırlanmanız için size bir kaç kıyafet tahsis edildi. İzniniz olursa getirmek isteriz."

"Davet mi? Ne daveti?"
"Yeni aile üyesi için olabilir."
"Sora mı?"
"Evet."
"Ama içeri girerse üçümüzün burada olduğunu görür. Ve açıkçası pek hoş bir tablo değil." Dedim imalı bir bakış atarak.

"O haklı." Diyerek katıldı bana Prens Minseo. "Yesoo'nun odasına bırakın, o halleder." Diye seslendi görevli kadına Kang So. Yan odanın kapısının açıldığını duyduk. İkinci defa aynı ses gelince gittiklerini anladık. "Sanırım hazırlansak iyi olur, bu konuyu sonra sakin bir zamanda hallederiz." Kang So son sözü söylediğinde Prens Minseo önden çıktı.

O gittikten bir iki dakika sonra da ben. Tabii Prens’in kıyafetlerini aldıktan sonra odasına geri dönmüştüm ama. Elimde tuttuğum Hanbok’lar öyle ağır ve çoktu ki kucağımda taşırken resmen üzerime çullanmışlardı. Kang So bu halimi gördüğünde yardım edeceğine otuz iki diş sırıtıyordu.

Kıyafetleri yatağa düzgün bir şekilde yerleştirmeye dikkat ederken nefes nefese kaldım. "Amma da ağırlarmış."
"Bana deseydin, ben getirirdim." Dedi ağzı kulaklarında. Ellerimi belime koyup kinaye yaparcasına, "Yok ya?” dedim. "Sonra biri görsün de koskoca prense kendi işini yaptırıyor desin, değil mi? Gerçi..." Eteklerimi tuta tuta ona doğru yaklaştım ve hülyalı bakışlarımı gözlerine yönelttim.

"Benim geldiğim zamanda herkes işini kendi yapıyor. Yine böyle üst kademe insanların, yani zenginlerin hizmetçileri var ama büyük çoğunlu kendi işlerini yapıyor. Açıkcası hiç zengin biriyle karşılaşmadım. Hep dizilerde gördüm. Lüks arabalar, villalar, bir sür hizmetçi... Ve para babaları. Hepsinin de egosu tavan." Göz devirdim.

Kang So'ya baktığımda dediklerimi pek anlamamış gibiydi. Tek kaşını havaya kaldırmış öylece bakıyordu. "Dediklerini pek anlamadım ama... Şu para babası dediklerin, şimdiki zamanda bizler oluyoruz?"
"Eh, öyle de denebilir." Dedim gülerek. "Benim zamanımdaki prens ve prensesler..." Elini belime koyarak beni kendine çekti. Göğsüm onunkine çarptığında ellerimi omuzlarına yavaşça yerleştirdim. İki parmağıyla çenemi tutarak başımı kaldırdı ve göz göze gelmemizi sağladı. Yüzlerimiz çok yakındı, nefesini yüzümde hissedebiliyordum.

Gözleri, gözlerim ve dudaklarım arasında mekik dokuyorken, "Ben prensim, sende benim prensesim." Dedi. Kalbimin ritmi aniden hızlanırken utangaç bir gülümseme kondu dudaklarıma. O ise o utangaç gülümsememden öptü. Dudakları dudaklarımla buluştuğunda içim gıdıklandı ve tenim karıncalanmaya başladı. Baş parmağıyla çeneme baskı yaparak dudaklarımı aralamamı sağladığında karşı gelmedim ve dilimi diliyle buluşturdum. Yavaş, nazik ve yumuşak bir öpücük. Ama aynı zamanda istekli. Elini yanağıma çıkartarak beni biraz daha yakınına çekti. Başını yana yatırdı ve öpüşü derinleşti.

Alt dudağımı dişledi ve emdi... Daha fazlasını istediğini biliyordum ama bunun için vaktimiz yoktu bu yüzden istemeye istemeye geri çekildim. Gözbebekleri arzuyla parlıyordu. "Yalnız ben..." Dedim fısıldayarak muzip bir edayla. "Prenses değil de daha çok Kraliçe olmayı tercih ederim." Yan gülüşümle elimi yanağına çıkardım ve nazikçe okşadım.

"Ne dersiniz Prensim?" Son kez göz kırpıp ondan uzaklaştım ve yatağa serilmiş kıyafetlere şöyle bir göz attım. Mavi, lacivert, gri, mor... Beyaz bile. Ama iki renk yoktu. Kraliyeti simgeleyen o renkler. Kırmızı ve altın sarısı. Altın sarıyı geç, sarı bile yoktu. "Burada neden hiç kırmızı ya da sarı renk yok?" Dedim Kang So'ya dönerek. Oysa hala olduğu yerde dikiliyor, düşünceli görünüyordu.

Sorumu duyduğu an kendine gelerek sanki bariz bir şeymiş gibi, "Çünkü o renkleri sadece Kral ve Kraliçe giyer. Kural bu." Dedi. Anlamayarak kaşlarımı çattım. "Neden ki?"
"Çünkü bu iki renk Kraliyeti simgeler. Kulağa biraz garip gelebilir ama her krallığın belirli bir özelliği vardır. Shinjeong'un da bu.”
"Neden?"

"Kral savaşa çıktığı zaman neredeyse hiçbir düşmanı sağ bırakmamış. Hepsinin kanını dökmüş. Hatta bazıları kandan bir göl oluştunu bile söylüyor. Ama saçmalık. O savaşların bazılarında bulundum. Gerçekten de hiçbir düşmanı sağ bırakmadı. Hedefi her zaman lider oldu. Lider ölürse takım bozulur hesabı. İşte Krallığın renklerinden biri bu yüzden kırmızı."

Bu biraz sadistçe sanki... "Altın sarısına gelirsek... O da Krallığımız diğer Krallıklar arasında en zengin Krallık olmasından kaynaklı, Kral bir diğer temsili rengi de altın sarısı seçmiş. Bu biraz komik gerçi ama. Kral bazen komik olabiliyor. Sözü bittiğinde yüzünde buruk bir gülümseme oluştu. O an ne ima ettiğini anlamıştım. "Kang So..."
"Efendim?"
"Şu olayda..." Dedim ve durdum. Sorsam mı sormasam mı diye kararsız kalmıştım ama başlamıştım bir kere.

"Sana inanan kimse olmadı mı? İtiraz eden? Seni o kadar sevmelerine rağmen sorgusuz sualsiz o şeyi yaptığına..." Dilim el vermiyordu. "İnandılar mı?"
"Hayır elbette." Dedi yanıma gelip yatakta boş bulduğu bir yere oturarak. "Bana inananlar elbette oldu. Ama Kral hepsinin idam etti." Gözlerim yuvalarından fırladı.

Şok içinde bir adım geriye giderken küçük dilimi yutuyordum az daha. "Ne?" Sesim fısıltıdan ibaretti, hayrete düşmüştüm. "Kral o zaman o kadar öfkeliydi ki gözü dönmüştü. Kimseyi dinlemedi. Beni sürgün etti, bana inananları da idam. Sağ kalanlar da körü, sağırı ve dilsizi oynamak zorunda kaldı. Kardeşlerimden de inanlar var ama onlara dokunmadı tabii ki. Gerçi onlarda korkuların pek sesini çıkaramıyor.

Kral zalimin teki oldu. Eskiden böyle değildi. Yumuşak ve sevecendi. O günden sonra çok değişti. Annem her şeyi biliyor ve bana inanıyor o yüzden içim bir nebze olsa da rahat. O da Kral’ın korkusuna sesini çıkaramıyor, bir şey yapamıyor. Ama biliyorum, annem beni seviyor ve Krallığa ihanet ettiğime inanmıyor." Duyduklarım çok ağır gelmişti. Orta çağ insana nostaljik ve güzel geliyordu. Dıştan bakıldığı zaman.

Ne güzel herkes birbirine saygı ve nezaketle yaklaşıyor. Keşke günümüzde de böyle olsa. Hele o giysileri... Ah keşke şimdi de öyle giyinebilsek. Ne kadar zarifler... Öyle değildi işte. İç dünyası karanlıktı bu çağın. Zulümler. Soylular ve yoksullar. İnsanları katagorilere ayırarak muamele ediyorlardı.

Kral ve köle. Kral konuşur, köle susar. Kral hüküm verir, köle boyun eğer. Biri bile itiraz etti mi ölümle cezalandırılır. Kölelerin düşünce özgürlüğü yoktur, kral ne derse odur. Şimdi düşünüyordum da iyi ki bu zamanda doğmamışım. İyi ki Atatürk dünyaya gelmiş ve onca mücadeleden sonra kölelik devrini kapatıp bize, çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın...

Seçme ve seçilme hakkı tanımış. Biz kadınlar ona çok şey borçluyuz... "Pekala, şimdi," dedim konuyu değiştirmek isteyerek. İçim fena sıkılmıştı. "sizi davet için hazırlayalım Prensim. Bu arada aklıma gelmişken, Prens Minseo düğün günü sarı renk giymişti?"

"Bazen istisnalar olabilir. Eğer günün başrolüysen." Dedi o da, konuyu değiştirmemden memnun olarak. "Anladım... Neyse. Çok fazla koyu renk giyiyorsunuz, gözümden kaçmadı değil." Bilmişçesine bir bakış attım. "Ben hep koyu renk giyerim." Aynı bakışla karşılık verdi. "Bu sefer biraz daha açık renk tercih edin lütfen. Bugün güzel bir gün. Mesela..."

Yatağın üzerindekileri Baji’lere göz gezdirdikten sonra en altta kalan beyaz renkte karar kıldım. "Hey bekle. Onu giyemem." Kaşlarım çatıldı. "O niye?"
"Beyaz renk, bütünlük, bereket, ve saflığı temsil eder. Bunu benim giymem doğru olmaz." En üsteki lacivert, dantelle karakterize edilmiş Hanbok'u seçti. "Bu daha iyi. Hadi çık da giyineyim." Elindeki Hanbok’u çekip aldım.

“Saçmalamayı bırak. Elbette giyinebilirsin. Bu renk en çok sana yakışır.” Elimdeki beyaz, yine dantelle karakterize edilmiş Hanbok’u göğsüne bastırdım. “Bunu giyene kadar çıkmak yok.” Birkaç adım yaklaşıp elimi yanağına koydum ve şefkatle okşadım. Anında bakışları yumuşadı. "Unutma, sen temizsin, safsın. En az herkes kadar." Son kez hafifçe gülümseyip odadan çıktım ve kendi odama geçtim. Ben yine hizmetçi kıyafetleriyle kalacaktım, davet ablam ve ailesine özel olsa bile.

Bir süre kapının önünde bekledikten sonra kapıyı çaldım. Biraz bekledikten sonra açıldı ve Kang So beyazlar içinde bütün heybetiyle karşımda belirdi. Saçlarını tepeden toplamıştı ve elleri her zaman yaptığı gibi arkasındaydı ve omuzları dikti. Ama yüzü asıktı. "Hadi ama yapma!" Dedim sitem edercesine. O da bana inatçı bir çocuk gibi yanıt verdi. "Tamam, tamam. Yapmıyorum! Hadi gidelim." O önde ben bir iki adım arkasında, - adımlarına yetişemiyordum. - yürüyordum. Bahçeye geçtiğimizde uzun uzadıya masalar dizilimiş üzerinde çeşit çeşit yemekler konmuştu.

Danşçılar ellerinde yelpazeler ve çalgılarla prova yapıyorlardı. Kral ve Kraliçenin görkemli tahtı da baş köşede yerini almıştı. Hatta tahtın yanında küçük bir taht bile vardı. Sora için olmalı. Gözlerimi yemeklerden alamazken aniden karnım guruldadı. Bugün hiç yemek yemediğimi hatırladım. Daha fazla bakmamak için gözlerimi başka tarafa çevirdiğimde Prens Uk ve Prens Yul'ün tahta kılıçlarla savaştıklarını gördüm. Yoksa yine mi kılıç gösterisi yapacaklardı? O gün yaşanan skandaldan sonra bile? Tam bunu Kang So'ya soracaktım ki yanımda olmadığını fark ettim.

Herkes yavaştan bahçede toplanmaya başlamıştı. Ablamı gördüğümde koşarak yanına gittim ve gülümseyen yüzümle karşında dikildim. Arkasında iki yardımcı vardı ve biri dikkatle kundaktaki Sora'yı tutuyordu. Şöyle bir ablamı süzdüm. Soluk turuncu renginde bir Hanbok giymiş, etek kısmı ara ara çiçeklerle bezenmişti. Saçını her zamanki örgülü topuzundan yapmıştı.

Ama yüzü ışıldıyordu. Beni görünce yüzünde güller açtı ve hemen bana sarıldı. Bende ona sıkıca sarılırken bugün hiç görüşmediğimizi fark ettim. "Ah, Yesoo! Nerelerdeydin? Bugün hiç görüşmedik, yanıma da gelmedin." Alınmış gibi dudağını sarkıttı. Mahcup olarak gözlerimi kaçırdım ve parmağımla saçımı kaşıdım.

"Vaktim olmadı, anlarsın ya... Affedersin abla." Burnumun ucuna fiske vurup güldü, tepki olarak gözlerimi kırpıştırdım. "Şaka yapıyorum, şaka. Sorun değil. Biliyorum Prensle ilgilenmek zorunda olduğunu." Kulağıma doğru eğilmeden önce etrafı bir kolaçan etti. "Dikkatli ol Yesoo. 4. Prensle çıkan dedikodular her yerde." Kolumu koruma içgüdüsüyle okşadı. "Başına başka bir dert daha almanı istemiyorum."

Anladım dercesine başımı salladım ve masaya geçerken ona eşlik ettim. Prenslerin hepsi karşı masada yerindeydi. Minseo da öyle. Ama hala durgun ve bitkin görünüyordu. Hemen karşı masada yani benim olduğum masada da Prensesler, Ablam, ben vardık. Çapraz masada da siyaset adamları ve önemli isimler vardı.

Kim olduklarını bilmiyordum tabi. Prens İn Baek'in şenliğinde de oldukları için simaları tanıdık gelmişti. Masadaki yemeklerden gözümü alamıyordum. Ah, çok açım! Masada oturmuyor onun yerine konukların arkasında ayakta dikiliyordum. Aniden yanı başımda duyduğum sesle yerimden sıçradım. Bu Sebeo'ydu.

Onu da bugün hiç görmemiştim. "Küçük Hanım, sizi çok özledim!" Dedi dolu gözleriyle. Hemen ayağa kalkıp ona sarıldım. Bu halimizi gören Prensesler gülerek bizi izlediler. "Bende seni çok özledim."
"Sizi görmek ne kadar da zorlaştı artık."

"Seni de öyle. Ama yanına geleceğim söz. Davet başlar başlamaz arka bahçede buluşalım, tamam mı?"
"Tamam, Küçük Hanım." Sebeo gittiğinde bu defa yanıma Prens Cheol geldi. Yüzünde mağrur bir ifade vardı. Onu görünce dizlerimi kırıp reverans yaptım. "Kaç zaman oldu görüşemedik," dedi. "Nasılsın?"
"Teşekkür ederim, Prensim, iyiyim. Ya siz?" Dudaklarını sarkıtıp iç çekti.

"İyi değilim çünkü bu haline çok üzülüyorum. Senin gibi bir kız hizmetçi olmamalıydı." Bu durum hiç hoşuna gitmiyormuş gibi yakındı. "Sorun değil, idare ediyorum." Sonra aklıma gelen şeyle konuşmaya devam ettim. "Prensler bana küs mü? Hiçbiri aylardır yanıma gelmiyor." Bu durum beni biraz üzmüştü çünkü Prenslerin hepsi çok iyiydi. Onlarla sohbetim olmasını isterdim.

"Küs değiller ama çok üzgünler. Senin ağabeyimle evlenmeni çok istiyorduk. Ayrıca Kral’ın koyduğu yasağı da çiğneyemiyorlar." Dedi. "Siz çiğniyorsunuz ama?" Gülerek omuz silkti. "Ben yasakları umursamam. Ne zaman canın sıkılırsa gel yanıma, seninle sohbet etmeyi seviyorum. Sorumluluk bana ait." Gülümseyerek onu başımla onayladım.

Prens Cheol masasına geçtiğinde bu defa yanıma 9. Prens Yul geldi ve "Yesoo." Dedi. Biraz çekingen bir hali vardı. Sürekli etrafına bakınıyordu. "Buyrun Prensim?" dedim ona bir adım yaklaşarak. Ellerimi saygı niteliğinde önümde bağlamıştım. "Benden yapmamı istediğin resim vardı ya? Hani şu kadın portresi olan." Başımı olumlu anlamda salladım.

Buraya ilk geldiğimde Prens Yul beni yanına çağırmıştı ve yaptığı resimleri göstermişti. Gerçekten güzel ve gerçekçi resimler yapıyordu. Bende ondan bir kadın portresi yapmasını istemiştim. Kendi resmimi. O tabii bunu bilmiyordu. "Ben onu yaptım ve sana getirmek üzereydim." Eli saçına gitti ve kaşıdı. Bir şeyden çekiniyor gibiydi. Belki de o da Prens Cheol gibi aynı sebepten böyleydi. "Tam odana gelirken ağabeyimle karşılaştım ve resmi sana vermek üzere benden aldı."

Tek kaşım havaya kalktı, merakımı cezbetmişti. "Prens Minseo'ya mı?" Başını iki yana hafifçe salladı. "Hayır, Kang So ağabeyime." Kang So da benim resmim mi var? Bir süre sessizlik yaşanınca boğazımı temizledim ve sanki daha yeni aklıma gelmiş gibi büyük bir tepki verdim. "Ah, tabii ya! Evet, Prens So bana resmi verdi. Şimdi geldi aklıma," dedim gülerek. O da gülümsedi ve hevesle gözlerini büyüttü. "Beğendin mi?"

"Evet, kesinlikle! Çok güzel bir resim olmuş, çok teşekkür ederim. Gerçekten çok yeteneklisiniz." Aldığı onay ve övgü karşısında kızaran Prens yine saçını kaşıdı. "Buna sevindim. Zor bir portre oldu benim için ama ortaya çıkan kadın çok güzeldi. Öyle birini rüyamda görsem bir daha o rüyadan uyanmak istemezdim herhalde." Güldüğünde bende güldüm. Kesinlikle böyle bir iltifat beklemiyordum. Hem şaşırmış hem de utanmıştım.

Tam o sırada Kral ve Kraliçe teşrif ettiğinde yerine geçti. Herkes senkronize bir şekilde ayağa kalktı ve saygıyla eğildiler. Benimse hiç eğilesim gelmiyordu. Hele ki Kral’ın önünde. Adama istesem de saygı duyamıyordum. Kaç masum canı katletmişti bu Kral bozuntusu. Yine aynı senkronize halde yerlerine oturduklarında Kral konuşmasını yapmak için öne çıktı.

"Bugün burada müjdeli bir haberi paylaşmak için bulunuyoruz. Sevgili oğlum, 3. Prens Kang Seok'un bir kızı dünyaya geldi..." Durdu ve Prenslerin olduğu masaya baktı. 3. Prense bakmıyordu ama. Onun hemen yanındaki Kang So'ya bakıyordu. Beyaz giymiş olması onu şaşırtmış mıydı yoksa?

Kral’ın bakışlarını takip eden konuklar fısıldaşmaya başladı. "Beyaz giymiş...
"Neden gitmiş?"
"Sanki çok masummuş gibi!"
"Güzelim rengi kirletmese bari."
Kral fısıltıları duysa da pek umursuyormuş gibi görünmüyordu. Ama kardeşleri öyle değildi. Bazıları kızgın bir halde konuklara bakıyordu. Bazıları ise fısıltılardan sıkılmış gibi başları eğikti.

Kang So'nun ise yüzü beş karıştı. Kardeşler arasında eğlenen tek bir kişi vardı: 2. Prens Yeong Jin. Kral hiçbir şey olmamış gibi yanındaki küçük tahta yatan ve elleri sürekli hareket halinde olan minik Sora'yı kucağına dikkatle aldı. Sora bir anda ağlamaya başlarken Kral tınlamadı bile. Bebekler iyi ve kötüyü hisseder tabii...

"Prenses Kang Sora!" Dedi bebeği başının hemen üstünde havaya kaldırırken. Bir alkıştır koptu. “Çok yaşa Prenses Sora!” dediler hep bir ağızdan ve reverans yaptılar. "Herkes onun için kadeh kaldırsın, yesin, içsin ve eğlensin!"

Prens Seok ayağa kalkıp Kral’ın yanına gitti ve bebeği ondan alarak ablamın yanına getirdi. Kral tahtına kuruldu ve şenlik başladı. Herkes önlerindeki yiyeceklerle bayram ederken benim aç midem isyan bayrağını çekmişti. Yemeklere baktıkça ağzım sulanıyordu. Tam o sırada sahneye dansçı kızlar çıktı. Konuklar dansçı kızları izlemeye daldığı esnada Sebeo'yla sözleştiğimiz gibi arka bahçeye doğru yol aldım.

Arka bahşeye geldiğimde çimlerin arasından ilerleyip köprüye geçtim. Karşımdaki manzarayı izlerken beklemeye başladım. Artık lotus çiçekleri açmıştı ve onları görmek için hayal etmeme gerek yoktu. Bir sürülerdi. O kadar güzellerdi ki. Onları canlı olarak gördüğüm ilk seferdi. Üç dakika... Beş dakika... Sebeo’nun gelmeyeceğini düşündüğüm an kolumda bir el hissettim ve arkamı döndüm.

Sebeo olduğunu düşünmüştüm ama değildi. "Nihayet baş başa kalabileceğimiz bir an. Seninle konuşmam gereken konular var, Yesoo." 2. Prens delici gözleri ve iri vücuduyla karşımda dikiliyordu. Onun benimle ne işi vardı ki? Ne konuşacaktı? Ayrıca ses tonu ve tavrı fazla samimiydi. Sanki arkadaşmışız gibi bir yakınlığı vardı. Ama aynı zamanda bir panik havası da. "Ne konuşacağız?" Dedim düz bir şekilde.

Ona saygı niteliğini göstermediğimi fark eden Prens bocaladı ve kaşları havalandı. "Ne bu soğukluk? Eskiden ne kadar da sıcaktın." Dedi pişkin bir edayla ve saçımın bir tutamını parmağına doladı. Bu hareketi tüm bedenime elektrik şoku gibi yayılırken geriye sıçradım. Bu onu daha çok şaşırttı. "Yaşanılan onca şeyi ne çabuk unuttun?

Ya da görmezden geliyorsun. Artık aramızda bir engel kalmadı. Minseo aradan çekildi. Onu sen bıraktın. Ne yaptın, nasıl yaptın ya da ne söyledin bilmiyorum ama bir şekilde yaptın işte. Veliaht artık ben olduğuma göre, eğer birlikteliğimizi herkese duyurursak kral olduğumda kraliçem sen olacaksın. Bunu istediğini biliyorum. Bana aşık olduğunu biliyorum."

Söyledikleri beynimin içinde yankı yapıyordu. Bedenim, aklım, dilim kaskatı kesilmişti. Az önce duyduklarım gerçek miydi? Hayır, hayır... Aman Allah'ım! Aklıma gelen başıma geldi... Ne yapacağımı bilmiyordum, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Öyle ki, Prens beni kendine çekip öpmek üzereyken hiçbir şey yapamadım. Beynim zonkluyor, kulaklarım çınlıyordu. Dudaklarımız arasında santimler varken bir ses duydum. "Küçük Hanım, ben geldim!" Sonra da bir çığlık...

 

Üff ne son ama... baskın basanındır hesabı oldu biraz hfegwfgıfhwıu bol yorum yapmayı ve oylamayı unutmayın. 🥰

Loading...
0%