@theragn_
|
Keyifli okumalar!✨ Sebeo'nun çığlığı beni kendime getiren şey oldu. Yeong Jin'i göğsünden öyle bir ittim ki uyguladığım güce ben bile şaşırdım. Prens köprünün trabzanlarına yapışıp dengesini son anda sağladı. Yapılı ve kaslı bir vücudu ve geniş omuzları vardı. Boyu en az 1.95 olmalıydı. Yanında ufacık kalıyordum ve buna rağmen onu kendimden uzaklaştırabilmiştim. Öyle afallamıştı ki, benim tepkime mi yoksa Sebeo'ya yakalanmamıza mı şaşırsa kararsız kalmış gibiydi. Kalbim hem şoktan hem de öfkeden deli gibi çarparken sanki tüm bedenime elektro şok vermişler gibi titriyordum. Gözlerimle alevler saçtığıma emindim. Yeong Jin nihayet kendini toparlayıp üzerime yürüyordu ki tüm gücümle sağ yanağına geçirdiğim tokatla yerinde sendeledi. Ne kadar sert vurduysam artık elim sızlıyordu. "Sakın bir daha bana yaklaşmaya cüret etme!" Dedim dişlerimin arasından. Öfkeden dişlerim kamaşıyordu resmen. "Senin gibi bir caninin kraliçesi olacağıma Shinju köpeklerine yem olmayı tercih ederim!" Prens öyle bir afallamıştı ki elini kızaran yanağının üstüne koyup şoke olmuş bir halde bana baktı. "Se-sen... bana vurdun mu?" Dedi kelimeleri zor toparlayarak. Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemiş olacak ki idrak etmekte güçlük çekiyordu. "Tam şurada canımı almayacaklarını bilsem daha beterini yapardım ama şartlar elverişli değil." Burnumdan soluyarak yanından ayrıldığımda Sebeo'nun çoktan gittiğini fark ettim. Etrafıma bakıp nerede olduğunu anlamaya çalıştığım esnada ana binanın kapısından zorlukla içeriye girmeye çalıştığını gördüm. "Sebeo dur! Yanlış anladın!" Sesimi duyar duymaz bana doğru döndü. Bana öyle bir baktı ki bir adım geriledim. Bırakın onun daha önce bana böyle baktığını görmeyi, yüzünün hiç bu hale geldiğini bile görmemiştim. Kaşları hiç olmadığı kadar çatılmış, göz bebekleri öfkeli gözyaşlarıyla parlıyordu. Çenesi öyle kasılıyordu ki kaskatı kesildiğini sandım. Bir anda ana binanın içine koşmaya başladığında bende koşarak onu takip ettim. Sebeo koşuyor ben ise arkasından ona yetişmeye çalışıyordum. Bu kız nasıl bu kadar hızlı koşabiliyordu? Prens’in söyledikleri ve Sebeo'nun çağlığı hala kulaklarımda yankılanıyordu. Bana yaklaştığı an ve kolunun belimdeki teması gözümün önünden gitmiyordu. Belimi sıkıca saran kollarının hissi hala bedenimden ayrılmamıştı. Ona vurduğum elimse hala sızlıyordu. Böyle bile olsa, şu an tek derdim Sebeo'yu durdurmaktı. "Sebeo, lütfen dur! Yanlış anladın, dinle beni!" Ama hayır. Asla beni dinlemiyor, arkasına bile bakmadan delicesine koşuyordu. Bahçede kim varsa hepsi bu halimizi hayretle izliyor, ne olduğunu anlamaya çalışarak aralarında fısıldaşıyorlardı. Koridora geçtiğimizde bacaklarımın hali kalmamıştı artık. Sebeo'nun yavaşladığını fark ettiğimde onu kolundan sıkıca tutup durdurdum ve yüzünü kendime çevirdim. Gözleri dehşetle buğulanmıştı ve titriyordu. Bu hali beni bozguna uğrattı ve kolunu bırakıp geriye sendelememe sebep oldu. "Sebeo..." Dedim yalvarırcasına. "Dinle beni. Hiç bir şey gördüğü gibi değil, inan bana." İşte bittiğim an... "Burada neler oluyor? Ne bu gürültü?" Prens Seok kaşları çatık bir halde bir bana bir Sebeo'ya baktı. Diğerleri de merak içinde neler olduğunu anlamaya çalışarak bizi süzüyorlardı. "İkinizin de yüzü neden bembeyaz ve titriyorsunuz? Ayrıca Sebeo niye varını yoğunu kaybetmiş gibi ağlıyor?" Ablamın söylediklerinden sonra yüzüne baktım. O ise kaşlarını kaldırarak bir cevap bekledi ama ne diyeceğimi bilemedim. "Anlaşıldı. Yesoo'nun bir şey söyleyeceği yok. Bari Sebeo, sen anlat. Neler oluyor?" diye sordu sert bir mizaçla Prens Jiho. Histeri krizine girmiş gibi ağlayan kıza yaklaştı. Hıçkırıklarının arasında, sulu gözleriyle Prense bakan Sebeo söylese mi söylemese mi kararsız kalmıştı. "B... Ben... O ikisini gördüm. Küçük Ha... Hanımla, P... Pre..." Aniden fırladım ve elimle Sebeo'nun ağzını kapadım. Öyle bir panik içindeydim ki her yerim titriyor, avuçlar içlerim terliyordu. Bu hareketim herkesi hayrete düşürdü. "Lütfen sus!" Dedim ağlamaklı sesimle fısıldayarak. "Yalvarırım!" "Hayır!" diye patladım bende birden ve anında pişman oldum. Kang So hemen yanında belirdi ve kulağıma fısıldadı. "Sakinleş." Kang So'nun şaşkınlıkla dudakları aralandı ve bir süre gözlerini kırpıştırdı. Ama o daha bir şey yapamadan olan olmuştu bile. "Küçük Hanımı ve 2. Prensi arka bahçede beraber gördüm. Çok yakınlardı!" Başımdan aşağı kaynar sular düküldü ve herkesten hayret nidaları duyuldu. "Sebeo, sen ne saçmalıyosun?" Diye araya girdi ablam. "Özür dilerim Büyük Hanım ama, gördüm. Yemin ederim." Hepsinin keskin bakışları aniden bana döndü. "Doğru mu bu?" Alnımdan boncuk boncuk terler boşalırken yutkundum ve tırnaklarımı etime geçirdim. "Sadece bir yanlış anlaşılma." Dedim korkumu gizlemeye çalışarak kendimden emin bir tavırla. "Burada neler oluyor? Ne bu rezillik?" Diye sert ve boğuk bir ses doldu kalabalık koridorun içine. Herkes aniden selam pozisyonuna geçerken ben kıpırdamadım bile. "Hemen şimdi açıklayın! Yaşadığım adrenelinden dolayı mı bilmem, kendimi çok cesur ve meydan okur hissediyordum. "Sadece bir yanlış anlaşılma, Kral Hazretleri." Önünde eğilmemiş olmam Kral’ın gözünden kaçmadı ve bu onu daha da öfkelendirdi. Unvanını, sanki öylesine bir isimmiş gibi söylemem de cabası. "Öyle mi? Bunun nesi yanlış anlaşılma?" "Sebeo, beni başkasıyla karıştırdı." Kral’ın kaşları havalandı ve güler gibi oldu. "Öyle mi? Nasıl oluyor da seni başkasıyla karıştırıyor?" "Belki bana inanmazsınız, evet inanmazsınız biliyorum. Çünkü ben hizmetçi parçasıyım. Ama Majesteleri, Küçük Hanım Yesoo ve 2. Prens Yeong Jin birbirlerine aşıklarmış. Konuşurlarken duydum. Kendi gözlerimle gördüm. Prens Hazretleri kendi ağzıyla söyledi. Prens Minseo ihanete uğramış!" Prens Minseo'nun yüzü bembeyaz oldu. Deminden beri tek yaptığı şaşkınca olan biteni izlemekti. Bir iki adım geriye gidip sendeledi. "Bu kız ne saçmalıyor?" Dedi titrekçe. Öğrenmişti işte. Grurunun nasıl bin parçaya bölündüğünü, kalbinin kor ateşlerde yandığını hissedebiliyordum. "Bunu söylemek bana düşmez biliyorum ama böylesine iyi ve mükemmel bir Prens’in kandırılmasına göz yumamazdım." Sonra aniden Kral’ın ayaklarına kapandı ve ağlayarak, "Lütfen bu söylediklerim için beni bağışlayın!" Diye haykırdı. Hiç kimseden çık çıkmıyordu. Duydukları karşısında hepsi şok içindeydi. Ablam sendeleyerek duvara yaslandığında 3. Prens onu tuttu. Dünya başıma yakıldı. Kalbim boğazımda atıyor, beynim adeta iki el arasında sıkılıyordu, bedenim daha fazla titremeye başladı. Ölüm çanları benim için çalıyordu, duyuyordum. Bu sefer kesinlikle kurtuluşum yoktu. "Bu duyduklarım doğru mu Yeong Jin?" Diye tısladı Kral. Prens kardeşlerinin arkasından beliriverdi ve keskin bakışlarını bir bende bir yerdeki Sebeo da gezdirdi. "Tabii ki yalan, Majesteleri." Dedi yan bir gülüş ve sinsi bakışlarıyla. "Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Ben nasıl olur da kardeşime ihanet ederim? Bu küçük hizmetçi parçası beni başkalarıyla karıştırmış." Derken sinsi bakışlarını önce Sebeo'ya sonra Kang So'ya çevirdi. Şu durumda bile nasibini almış olan Kang So sinirle yumruklarını sıktı. "Kral mağrur bir iç çekişle, "Demek öyle..." dedi. "Sen ikisinin de yalan söylediğini mi söylüyorsun şimdi?" Tüm bedenim kasılırken sinirden beynim zonkluyordu. Her yerim yanıyordu sanki. Kendimi tutamadım. Yaptım işte. Herkesi bir kez daha hayrete düşürecek, belki de gerçekten sonum olacak bir şey yaptım. Prense saldırdım. Resmen üzerine atladım. İkimizi de yere düşürürken üzerine oturup onu ardı ardına yumruklamaya başaldım. "Seni adi herif! Seni pislik herif! Seni piç kurusu!" Ablam çığlık atarken iki Prens de, kim olduklarını bilmiyordum çünkü odak noktam altımda tepinen köpekteydi. Beni ondan ayırmaya çalışıyordu. Ama öyle bir güçle dolmuştum ki onların bile gücü beni 2. Prens'ten ayırmaya yetmiyordu. "Sen beni zorla öpmeye kalktın! Tacize girer bu tacize! Seni pis, lanet Prens bozuntusu! Adam mısın sen ha? İnsan mısın! Daha kaç canı yakacaksın ha! Önce Kang So şimdi de Minseo! Kardeşlerinle zorun ne senin!" Beni yakamdan tutarak havaya kaldırdı ve öyle bir hışımla duvara çarptı ki sersemledim. Sırtım sızlıyor başım zonkluyordu. Kang So ve Prens Cheol öne atıldıklarında Kral’a dokunmadılar. Bunun yerine beni bırakması için sayıklayıp durdular. Sebeo hala yerde ağlıyordu. Ablamın Prens Seok'un kucağına doğru bayıldığını gördüm. Kral’ın sesi tüm sarayda adeta gökgürültüsü etkisi yarattı. "ATIN BU KIZI VE HİZMETÇİSİNİ ZİNDANA! AKIBETLERİNİ BELİRLEYENE KADAR ÇIKARMAYIN! YARINA KADAR YÜZ KIRBAÇ! YEMEK VE SU YOK!" Kral’ın emriyle muhafızlar ikimizi birden kollarımızdan tutarak sürüye sürüye zindana götürdü. İkimizi de aynı hücreye hapsettiler. Hücre iki kişi için küçüktü ve aşırı pis kokuyordu. Rutubet kokusu, idrar kokusu. Her yer pislik içindeydi. Toz toprak, örümcek ağları, ekmek kırıntıları. Midem bulandı ve kusmamak için kendimi zor tuttum. Kokudan nefesim kesiliyordu. İkimizde karşı karşıya duvara yaslanarak oturduk. Sebeo'nun yüzü beş karıştı, bir ağlayıp bir susuyordu. Ben ise bacaklarımı kendime çekmiş kollarımı dizlerime yaslamış, boş gözlerle onu izliyordum. Bunu yaptığına hala inanamıyordum. Beni dinler sanmıştım. Kendime de inanamıyordum. Kendimi savunabilirim sanmıştım. Öyle olması gerekiyordu! Ama neden yapamadım? Kaç insanı savunmuş, onları kurtarmıştım ben. Ama neden kendime bunu yapamadım? Neden söz konusu kendim olunca hiçbir işe yaramıyorum? Kendim hakkında neden bu kadar pasifim... "Bunu neden yaptın?" Dedim hayal kırıklığıyla. Üstten üstten baktı bana. Bu bakışlar hiç Sebeo'nun bakışları değildi. "Çünkü size kızdım." Dedi bitkince. "Ama neden? Benim hiçbir suçum yok ki!" Çıkışmam üzerine sessizce beni izledi. "Neden bana inanmıyorsun? Her konuda yanımda olan sen, bu sefer neden karşımdasın? Ne oldu sana Sebeo?" Benimle aynı pozisyona geçip iç çekti ve gözlerini karşıdaki duvara dikti. Sesi buruk bir hal aldı. "Ben saraya gelmeden önce ve annem ölmeden önce, babamın annemi aldattığını öğrendim. Annem bu yüzden hastalandı ve yatalak oldu. Annem öldükten sonra babam bana bakmak yerine saraya sattı." Sebeo'nun ilk kez geçmişini öğreniyordum. Bugüne kadar sadece bir kez bahsi geçmişti. Öldüklerini biliyordum ama detayını hiç öğrenmemiştim. Demek bu yüzden aşırı tepki vermişti. "Ah, Sebeo. Çok üzgünüm." Hafifçe güldü. "Boş verin, geçti gitti." Dedi omuz silkerek. "Gerçekten Prensi aldatmadınız mı?" "Demek ki artık zamanı geldi." Başını salladı. "Bundan birkaç ay öncesini hatırlıyor musun?" Belki de daha uzun. "Hani hafızamı kaybettiğim zamanı?" Yine başını salladı. "İşte o yalandı." Temkinliydim ve yavaş yavaş kuruyordum her cümleyi. Prens Minseo'ya anlattığımda adam donup kalmıştı ve o hali beni çok korkutmuştu. Aynı şeyin Sebeo'nun da başına gelmesini istemiyordum. "Ne demek yalandı?" "Ben... Ben aslında... Yesoo değilim." Tepkisini ölçmek için gözlerinin içine içine baktım, o ise sadece gözlerini kırpıştırdı. "Ne?" Sonra birden kahkaha atmaya başladı. "Yesoo değil misiniz? Kimsiniz o zaman? Hafızanızı kaybetmişsiniz işte, kendinizi bile tanımıyorsunuz." Elimle ağzını kapatıp onu susturdum ve dikkatini bana vermesini sağladım. "Ben ciddiyim." "Ben Yesoo değil Aylin'im ve Koreli değil Türküm. Yani, farklı bir ırk'tanım." Diyiverdim ardı ardına. Sesimdeki keskinlik onu söylediklerime ikna etmeye yetti. "Ve şimdi lütfen, çığlık atma." Elimi ağzından çektiğimde şaşkın şaşkın bana bakıyordu. "Siz ciddi misiniz?" Dedi dalgın dalgın. Başımı salladım. "Bu nasıl olur?" Her şeyi ona anlattım. Buraya geldiğim zamanı. Ondan habersiz kaçma planlarımı. Hepsi de başarısızlıkla sonuçlandı. Kimseyi tanımadığım için ve her nasılsa, her olayın başrolü olduğum için nasıl zor durumda kaldığımı. "Sana bunu kanıtlayabilirim. Sana kendimi gösterebilirim." Boynumdaki Şaman kolyesini çıkartıp ona gösterdim. "Bunun sayesinde." Bende güldüm ve kolyeyi boynuna taktım. "Gözlerini kapat ve odaklan, beni göreceksin." Dediğimi yaptı. Belirli bir süre geçti ve hayret nidası duyuldu. "Aman Tanrım! Bu gerçek mi?" Ama artık farklı bakıyordu. Bir anda ayağa fırladı, panik olmuştu. Bende onun gibi kalktım. "Siz buradaysanız Küçük Hanım nerede? Sizin bedeninizde mi?" Başımı iki yana salladım ve volta atmaya başladım. "Hayır. Onunla en son konuştuğumda aynı anda iki yerde olduğumu söyledi. Ama nasıl olduğunu bilmiyormuş. Çok kısa bir görüşmeydi zaten, başka bir şey soramadım. Bence tam zamanı." Sebeo'ya dönüp yüzümü buruşturdum. O da o sırada kolyeyi çıkarıp bana veriyordu. Alıp boynuma taktım. "Bu biraz ürkütücü olabilir. Beyaz, sarımsı bir ışık göreceksin ve sadece ses duyacaksın. O yüzden hazırlıklı ol." Başını sallayıp onayladı ve yutkundu. Gerginlikle beklemeye başladığında ne yapacağımı düşünmeye başladım. İlk seferindeki gibi olması umuduyla gözlerimi kapatıp odaklandım. Derin bir nefes aldım ve adını sayıklamaya başladım. "Yesoo. Beni duyduğunu biliyorum, çık karşıma! Senin yaptıkların yüzünden başıma gelmeyen kalmadı! Ölmek üzereyim!" Dedim sesim titreyerek. "Geri dön ve yaptığın bu pisliği temizle." Sustum ve bekledim. Bekledim. Bekledim. Hiçbir şey olmadı. Tam ümidimi kesmek üzereydim ki hücrede bir ışık belirdi. Beyaz, sarımsı bir ışık. Kalbim hızlandı ve ellerimi yumruk yaptım. Sebeo uzun ve tiz bir çığlık attı ve geri geri kaçtı. Ama hücre çok küçük olduğu için beş adımda duvara tosladı. Her yeri titriyordu ve yüzü bembeyaz olmuştu. "Bu-bu- bu nasıl..." demeye kalmadan dizlerinin üstüne çöktü ve bayıldı. Hızla yanına diz çöküp onu dürtmeye başladım. "Sebeo uyan! Lütfen, şimdi sırası değil!" Zaten beklenen bir şeydi ama korkmasın diye nasıl bir şey göreceğini bile tarif etmiştim. Ne anlamadım ben bu işten? Kaç dakika onu ayıltmaya çalıştım bilmiyorum. Sonunda sızlana sızlana ayıldığında ona yardım ederek duvara yaslanmasını sağladım. "Nihayet." Dedim rahatlamayla. "İyi misin?" Başını sallayıp onayladı ve elini başının üstüne koyup bana baktı. "Ne oldu bana?" dedi bitkin bir halde. "Korkudan bayıldın," dedim. O an nerede olduğunu hatırlamış gibi başını kaldırıp karşısındaki ışığa baktı. Yesoo sanki onunla göz kontağı kuruyormuş gibi önüne geçti. Yani sadece bir ışık. Sanki ona bakıyormuş gibiydi. "Sebeo." Dedi ağlamaklı ve yankılı sesiyle. "Küçük Hanım, bu siz misiniz?" Sebeo şaşkınlıkla elini ışığa doğru uzattı. "Evet benim. Seni özledim, arkadaşım." Sebeo elini ağzına götürüp ağlamaya başladı. "Küçük Hanım... Bu nasıl oldu?" Bu özrü daha çok mahçup değil de öylesine söylenmiş bir özürdü sanki. Pardon gibi. "Hem siz neredesiniz böyle? Ve ne bu haliniz? Darma dumansınız." Dedi. Her şeyi yeni fark ettiğine inanmıyordum. Aklı havada mıydı bu kızın? Eh, ona ne şüphe tabi... "Sayende hücreye kapatıldık!" Diye parladım. "Ne? Neden benim yüzümden? Ben bir şey yapmadım ki. Aylardır beni çağırmıyorsun bile.” "Prens Minseo'yu aldattığın ortaya çıktı, seni aptal kız!" Işık Yesoo'dan birkaç saniye hiç ses gelmedi. "Ne? Küçük Hanım, gerçekten Prens Minseo'yu aldattınız mı?" Dedi Sebeo eli hala ağzındaydı. "Siz ne saçmalıyorsunuz?" Dedi sert sesiyle. "Ben Minseo'yu aldatmadım ki! Minseo'ya aşığım ben, nasıl yaparım bunu?" Aklım karışarak kaşlarımı çattım ve Şamanın söylediklerini daha doğrusu gördüklerini anlattım. "Düpedüz yalan söylemiş!" Diye parladı. "İyi de niye yalan söylesin ki?" Dedim. Hala anlamamıştım. "Sanırım yanında Prens So olduğu için. Kardeşinin yanında ona sapık diyemeyeceği için. Onun yerine beni lekelemiş cadı kadın!” İç geçirip söylediklerini bitirdi. Sebeo da bende anlattıklarının şokundaydık. "Bir dakika. Sen az önce sapık mı dedin?" Zindanda kısa bir hareketlenme oldu ama hemen kesildi. "Sen ciddi misin?" Dedim şok içinde. Midem bulanmaya başlamıştı ve başım dönüyordu. Ben bu herife ne desem boş. Hangi hakareti etsem hafif kalır. "Ne zaman oldu bu?" Diye sordu Sebeo. Yine ağlamaya başlamıştı. "Prens Minseo'yla nişanlandığımda her şey normaldi. Ben herkese karşı nazik yaklaşan biriyim." Bunu çok duydum zaten. "Diğer Prenslere nasıl davranıyorsam 2. Prense de öyle davranıyordum. Hatta o benden büyük diye daha bir nazik ve saygılı yaklaşıyordum." Saygı Koreliler için çok önemlidir. "Ama o bu davranışımı çok yanlış anladı. Ondan hoşlandığımı sandı ve bana yaklaşmaya çalıştı. Reddedince çileden çıktı ve bana saldırdı." O an nefesimi tuttum ve gelecek felaketi beklemeye başladım. Duymak istemiyordum. "Eğer Veliaht Prens olmasaydı çok kötü şeyler olabilirdi." Son anda içim rahatladı ve sırtımı duvara yasladım. Öyle gerilmiştim ki bacaklarımın bağı çözüldü. İşte size şamanın söz ettiği Kabil. Kötü kardeş. O an beynimde çarklar dönmeye başladı ve konuşmayı bu sefer ben ele aldım. "Veliaht Prens mi dedin? O mu kurtardı seni? "Evet. Aslında 2. Prens’in bana karşı olan ilgisini kimse bilmiyordu. Ablam dışında. O olaydan sonra Veliaht Prens öğrendi. Kraliçe’ye söylemekle tehdit etti, hatta Kral’a. Ama ben engel oldum. Utanmıştım..." Son söylediğine karşın kaşlarım çatıldı ve yine sinirlendim. "Sen neden utanıyorsun? Asıl utanması, kendinden tiksinmesi gereken o. Eğer bir insan hayır diyorsa o hayırdır. Aksi bir anlam arayan düpedüz ahmaktır ya da sapık. O prens bozuntusu gibi." Git gide daha da bileniyorum ben bu adama. Pardon adam dedim. Demek ikisinin arasındaki sır buydu. Veliaht Prens’in öldürülmesinin sebebi buydu. Onu öldürdü, tehdit ortadan kalktı. "Ah, bu arada." Dedim. Bunu artık söylemem gerekiyordu çünkü laf lafı açıyordu ve ben her seferinde unutuyordum. "Prens Minseo'yla olan nişan var ya?" Dedim gözlerimi kaçırarak. "O bozuldu." Öyle bir çığlık koptu ki Sebeo da bende kulaklarımızı tıkamak zorunda kaldık. "Ne demek bozuldu?!" "Ama merak etme. O da artık her şeyi bildiği için bence nişan bozulmuş sayılmaz. Gerçi..." Duraksadım. "Senin onu aldattığını sanıyor." "Buradan sağ çıkabilirsek neden olmasın." Dedim alayla. Ama komik hiçbir tarafı yoktu. Ölümün eşiğindeyim! "Kral sizi sırf bu yüzden mi zindana attı?" Başımı iki yana salladım. "2. Prense saldırdığım için." Yine, yine ve yine çığlık attı. "2. Prense mi saldırdın?!" "Üzerine atlayıp onu yumrukladı." Dedi Sebeo gülerek. Bu durum hoşuna gitmiş gibiydi. "Sen artık bir ölüsün..." Dedi sıkıntılı bir sesle. "Sağ ol ya. Çok güzel moral verdin!" Dedim ters ters. Bana bilmediğim bir şey söylemeliydi! “O zaman düğün günü sarayda yangın çıkıp güller yandığında o yüzden hiç tepki vermediniz...” Dedi Sebeo. Bunu duyan Yesoo öyle paniğe kapılıp ağlamaya başladı ki neye uğradığımı şaşırdım. “Yangın mı çıktı? Güllerim yandı mı? Kim yaptı bunu? Neden... güllerime, güllerimize kim zarar verdi? Yangın nasıl çıktı? Ablam iyi mi? Ya Prensler? Minseo iyi mi? Ne kadar üzülmüştür kim bilir...” O kadar çok konuşup o kadar soru soruyordu ki delirmek üzereydim artık. “N’olursun bir sakinleş artık. Herkes iyi, kimseye bir şey olmadı. O yangını da Kang So beni kurtarmak için çıkardı. O olmasaydı şu an sevdiğin adamla evliydim!” “Ne, yangını Prens So mu çıkardı?” Bu sefer şaşırma sırası Sebeo’ydı.” Başımı sallayıp onayladım. “İyi ama neden? İkinizin arasında nasıl bir ilişki var ki?” İç çekip yere oturdum ve sırtımı duvara yasladım. “O zamanlar yoktu ama evlenmek istemediğimi bildiği için beni kurtarmak istedi. Orasını karıştırmayın.” “Şimdi aranızda bir şey mi var yani?” Aramızdaki ilişkiyi düşününce yüzümde bir gülümseme oluştu. “Var. Biz birbirimize aşığız,” dediğim an ikisi de aynı anda şaşkınca çığlığı bastı. “Of! Siz çığlık atmaktan başka bir şey bilmez misiniz!” “4. Prensle birbirinize aşık mısınız? Bu inanılmaz...” Dedi Yesoo adeta büyülenmiş gibi. “Ama benim bedenimde sen varsın, nasıl sana aşık oluyor ki?” Ne demek istediğini anlamıştım ama yine de gülümsedim. “O benim bedenime değil, ruhuma aşık. Ayrıca bedenimi de gördü zaten. Yani asıl beni.” “O zaman siz Shinju’ya sürgün edilmek üzereyken sırf sizi kurtarabilmek için Kral’ın önünde diz çöktü.” Dedi Sebeo. Hem düşünceli hem şaşkın görünüyordu. “Sen Shinju’ya mı sürgün ediliyordun?!” Başımı sallayıp onayladım. “Ama önemi yok. Artık buradayım ve şu an tek istediğim bu zindandan kurtulmak. Çünkü birazdan yüz kırbaç yiyeceğiz!” Tam o anda ayak sesleri duyuldu. Panikle tahtadan yapılma demirliklere tutunup girişe baktım. İki tane cellat’a benzeyen tipler ellerinde kırpaçlarla buraya geliyorlardı. Midem alt üst oldu. Korku tüm bedenimi sardı ve kalbim deli gibi atmaya başladı. Çok gerilmiştim. "Çabuk, geliyorlar. Kaybol." Bunu söyler söylemez ışık Yesoo kayboldu. Bende geriye çekildim. Cellat kılıklı iki adam hücrenin kapısını açıp içeriye girdi. .... Onuncu kırbaç... On ikinci kırbaç... Canım öyle bir yanıyordu ki, gözümden akan yaşlara engel olamıyordum. O kırbaç sırtıma her değdiğinde etim lime lime oluyordu sanki. Önce tek bir yer sızlıyor, ateş gibi kavuruyor sonra da o acı her yerime yayılıyordu. Kurbanlık koyun gibi bağlandığım için harekette edemiyordum. Tek yapabildiğim her kırbaç darbesinde inlemekti. Hayatım boyunca bir kez bile fiske yememiş olan ben, şimdi hunharca kırbaçlanıyordum. Acıyan sadece bedenim değildi. Gururum da paramparça olmuştu. .... Otuzuncu kırbaç... Sebeo artık dayanamayıp bayıldı. Cılız sesimle ona seslendim ama beni duymadı. Bilincim yavaş yavaş kapanmaya başladı. ... Ellinci kırbaç... Bayılmışım. Beni ikinci defa uyandırdılar, Sebeo'yu ise üçüncü defa. Her tekrar ayılışımızda darbeler daha sert oluyordu. Altmışıncı kırbaçta bir ses duyuldu. Kulaklarım çınladığı için sese kulak veremedim. Konuşulanlara da. Başım dönüyordu ve bir çuvaldan farksızdım artık. Bacaklarım beni taşımıyordu ve terlemiştim.Beni ayakta tutan tek şey elime bağladıkları halattı, oolmasa yere yığılırdım. Midem bulandı ve kendimi tutamayarak kustum. Kan kustum. Ölecektim, bunun bilincindeydim artık. "Yeter artık... Durun... Dayanacak gücüm kalmadı, durun..." Bilinçsiz olarak sayıklıyordum. Kurtulmak istiyordum artık. Canım çok yanıyordu. Hıçkırıklarım zindanda yankılanırken beni asla duymuyorlardı. Sanki ağladıkça daha sert vuruyorlardı. Ağlamamı durdurmaya çalıştım ama hıçkırığım boğazımı tıkadı. Acıyla alt dudağımı ısırdım. Kanatmıştım. Bir prense saldırmıştım. Hem de kraliyet'in varisine. Artık hiç kimse beni kurtaramazdı. Kral beni asar sanmıştım ama yanılmışım. Onun için çok kolay olurdu. Onun yerine işkence çektirerek alıyordu canımı. Bir hareketlenme oldu. Yeni bir kırbaç darbesi geliyor sandım ama onun yerine bileğimdeki ipleri çözüyorlardı. Çözdükleri gibi yere yığıldım ama biri beni tuttu. "Geldim, buradayım. Geçti artık." Dedi melodik sesiyle. Konuşmayı denedim ama başaramadım. Hiç gücüm yoktu. Onun yerine sadece ağlayabildim. Beni kucakladı ve zindandan çıkardı. Ben ise kurtarıcımın kollarında bilincimi kaybettim. ... Bilincim geri geldiğinde artık zindanda değildim. Revirdeydim. Bir sedyenin üzerinde uzanıyordum. Ya da onun gibi bir şey. Her yerim ağrıyordu ve boğazım kor gibi yanıyordu. Boğazımın kuruluğu canımı yakıyordu. Gözlerim bir kapanıyor bir açılıyordu ve etraf çok bulanıktı. Sonra gözlerimi tekrar açamadım. ... Tekrar ayıldığımda ne kadar süre geçti bilmiyorum. Yutkunmaya çalıştım ama beceremedim. Boğazım çok acıyordu. Yanımda artık kim varsa ayıldığımı fark etmiş olmalı ki hareketlendiğini hissettim. Gözlerimi bir türlü açamadığım için kim olduğunu bilmiyordum. "S... Su..." Diyebildim zorlukla. Refakatçim ensemden tutup başımı kaldırdı ve suyu içmem için yardımcı oldu. Dudaklarım o kadar kuruydu ki zar zor ayırıp da fincanı kavrayabildim. Sudan kana kana içtim ve boğazım biraz olsun rahatladı. Başımı tekrar yastığa koyduğumda tekrar uykuya daldım. ... Tekrar ayıldığımda, "Sebeo..." Diye sayıkladım bu sefer. Yanımda her kim varsa hala gitmemişti. "O iyi merak etme." Sesini net bir şekilde duyabildiğim an kulak çınlamamın da geçtiğini fark ettim. Bu sefer nihayet gözlerimi açabildim. Boş, beyaz bir tavan karşıladı beni hemen. Zindanın karanlığından sonra revirin ışığı gözlerimi almıştı. Başımı yana çevirdiğimde baş ucumda Kang So'yu gördüm. Başını yumruğuna yaslamış dalgın dalgın sandalye de oturuyordu. "Kang So." Dedim bitkin ve cılız bir şekilde. Duymayınca bir kez daha seslenmem gerekti. "Aylin." Dedi ayağa fırlayıp yüzünü yüzüme yaklaştırırken. "Şşt. Biri duyacak." Dedim şakacı bir tavırla. Gülmeye çalıştım ama dudaklarımı germekten başka bir işe yaramadı. "İyi misin?" Çok yorgun ve bitkin görünüyordu. Gözleri sanki ağlamış gibi kıpkırmzıydı. Saçımı okşayıp alnımı öptüğünde gözlerimi kapatıp titrek bir nefes aldım. O an içim yumuşadı ve ağlamaya başladım. "Şşt... Geçti güzelim, ağlama." Diye fısıldadı beni yatıştırmak isteyerek. "Sebeo nasıl?" "Jiho. O da hemen arkamdan geldi ve dördümüz birlikte çıktık.” Dedi ve tekrar sandalyeye oturup elimi tuttu. "Ben nasıl kurtuldum? Öleceğim sanmıştım." Başımı sallayıp onayladım. “Sen iyi misin? Çok solgun görünüyorsun.” Hareket ederken belli etmese de yüzünü buruşturduğunu ve sırtının gerildiğini fark ettim. “Beni merak etme ve dinlenmene bak. Sen iyi olursan bende iyi olurum.” Onu dinleyip gözlerimi kapadım. Uyumak için can atıyordum zaten. Öyle bitkindim ki... Bu yaşıma kadar ailemden neredeyse hiç dayak yememiş olan ben, kırpaçlanmıştım. Kendimi toparlamam uzun zamanımı alacaktı, bundan eminim. Kısa süre de uykuya dalmış olmama memnun oldum. ... Bir hafta geçtikten sonra yavaş yavaş iyileşmeye başladım. Aslında sadece yaralarım iyileşmeye başladı. Eskisi kadar canımı yakmıyordu. Sorun sırtımdaki kırbaç izleri değildi, sorun bendim. Kendimi müthiş derecede halsiz hissediyordum. Sanki normal bir halsizlik değildi bu. Sürekli uyumak istiyordum ve ayakta zor duruyordum. En son revire Sebeo'ya bakmak için gittiğimde neredeyse yolun ortasında bayılıyordum. Ne oldu bana bilmiyorum. Sebeo da benimle aynı zaman diliminde taburcu olmasına rağmen gayet iyi görünüyordu. Birbirimize, yaralarımıza merhem sürmek konusunda yardımcı oluyorduk. Gerçi bana karşı temkinli davranıyordu. Benim Yesoo değil bir başkası olduğumu öğrendiğinde daha büyük tepki vermesini beklemiştim. Sarayı ayağa kaldırmak gibi. Ama yapmadı. Aldığı yaralardan sonra çenesini bir daha açacağını sanmıyordum zaten. Bu durum onda travma bile yaratmış olabilirdi. "Küçük Hanım, çok solgun görünüyorsunuz." Dedi endişeyle. Yine benim odamda sırtımdaki yaralara merhem sürüyordu. "Ah, bilmiyorum Sebeo. Çok tuhaf hissediyorum. Belki hasta oluyorumdur. Baksana, aynı şeyleri yaşamamıza rağmen benden çok daha iyi görünüyorsun." Dedim sakince. Konuşmaya bile mecalim yoktu. "Hem, neden bana hala küçük hanım diyorsun?" Utangaç bir şekilde başını eğdi. "Başka ne demem gerektiğini bilmiyorum ki." Güldüm ve ona doğru döndüm. "İsmimi söyle. Aylin de." Kaşları çatıldı ve adımı söylemeye çalıştı. "A-ğliyn..." Telaffuzu o kadar karmaşıktı ki gülmeden edemedim. "Öyle değil." Dedim gülmemi durdurmaya çalışırken. "Ay-lin." Dedim heceleyerek. "Aylin." Öncekinden daha iyiydi. "İşte böyle. Hem emin ol, şu an ki yaşımızı hesaplamaya kalksam, benim sana büyükanne demem gerekiyor." Bu söylediğime ikimizde kahkahalarla güldük. Bu arada söylemiş miydim? Taburcu olduktan sonra Kraliçenin yanına gittim. Aslında onunla görüşmek fazlasıyla zor olmuştu çünkü kendimi bir türlü kabul ettiremiyordum. Sanırım o da bana kızgındı. Ama ona teşekkür etmeliydim. Eğer o olmasaydı şu an ölmüş olurdum. Neyse ki Kang So sayesinde kabul edilmeyi başardım. Beni gördüğünde yüzü adeta sirke satıyordu. Birkaç ay öncesine kadar güler yüzlü, sevecen olan o kadın şimdi çok katıydı. Sanırım onu gerçekten çok kızdırmıştım. Aslında bir taraftan da haklı sayılırdı. En azından onun tarafından bakınca. Önce Prens Minseo ile olan nişanı bozmuştum. Sonra da koskoca bir daveti. En beteri de herkesin içinde yeni Veliaht Prense saldırmıştım. Kızmakta gerçekten haklıydı. Ama yine de anlayışlı davranıp beni dinledi. Önce özür diledim. En azından daveti mahvettiğim için. Ama 2. Prense saldırdığım konusunda dilemedim. Bu da onun gözünden kaçmadı. Sonra da teşekkür ettim. İkisini üstü kapalı bir şekilde kabul etti. Ama bunu benim için değil, Kang So ve ablamın hatırı için yaptığını söyledi. Şöyle de ekledi: "Kang So sana çok değer veriyor olmalı. Yoksa yaşaman için bizzat gelip benimle konuşmazdı.” Bir şey diyemedim, sadece tebessüm edebildim. Kang So'ya minnettardım. Her seferinde hayatımı kurtarıyordu ve onun hakkını nasıl ödeyeceğim hiç bilmiyorum. Kraliçenin bir sonraki sözleri ise modumu düşürmeye yetti, ama yine cevap vermedim. "Gerçi, bir Prensin hizmetçisine bu kadar bağlı olması biraz şaşırtıcı. Kang So her zaman içli bir çocuk oldu. Sadece belli edemiyor. Ona minnettar olmalısın." Bu kibirli sözleri beni sinirlendirse de belli etmedim. Kraliçenin bu kadar kibirli olabileceğini düşünmemiştim. Minseo'yla olan nişan bozulmadan önce ne kadar sıcaktı halbuki. Şimdi ise gözünde bir hizmetçiden farksızdım. Ablamın hatırıymış. Boş laf. Neyse sakin ol kızım. Sakin ol Aylin... “Kang So sırf seni kurtarabilmek için bizzat Kral tarafından yüz kırbaç yedi.” Dediğinde öylece kalakaldım. Sözleri kulaklarımda çınladı. Ne demek, Kang So beni kurtarmak için yüz kırbaç yedi? Buna rağmen nasıl hiçbir şey olmamış gibi davranabildi ve bana hiçbir şey söylemedi? Hızla ayağa kalkıp Kraliçenin odasından çıktığımda bastığım yer sarsılıyor gibi hissediyordum. Hala daha kulaklarım çınlıyordu ve etrafı buğulu görüyordum. Sırf Kraliçe konuştu diye Kral’ın beni affedeceğine zaten ihtimal vermiyordum ama bunu da beklemiyordum. Evet, ben yine kırbaç yemiştim ama bunun sonunda ölüm vardı. Ve Kang So yine beni ölümün pençesinden kurtarmıştı. Ama bunu yaparken az daha kendi canından oluyordu. Nasıl yürüdüm ve nasıl Kang So’nun odasına girdim bilmiyorum. Odaya girdiğimde Kang So’yu yatakta oturmuş, yaralarını sararken buldum. Kanlı sargı bezi de yerde duruyordu. Sırtı berbat haldeydi. Kıpkırmızı ve derin yaralarla doluydu. Uzun kırbaç izleri... Sadece kırbaç da değil. Başka izleri de vardı. Kabuk bağlamış olsa bile kalıcı olan izlerden. İçeriye girdiğimi gördüğünde şaşkınca bana baktı ve hızla toparlanıp üstüne siyah kıyafetini geçirdi. Canı ne kadar acıyorsa artık, terlemişti ve önündeki kısa saç tutamları yüzüne yapışmıştı. “Aylin. Burada ne işin var? Bir şey mi oldu?” “Bunu neden yaptın?” diye yakardım ağlamaktan boğuklaşan sesimle. “Senin kendine hiç acıman yok mu? Neden kıydın kendine?” Söylediklerimden sonra telaşa kapıldı ve hemen yanıma gelip omuzlarımdan tuttu. “Bak. Dur bir sakinleş, konuşalım, ha?” Başımı iki yana salladım. Gözlerim yaşlarla doluyken yüzünü ellerim arasına aldım. Konuşmakta zorlanıyordum. “Özür dilerim. Hepsi benim yüzümden. Eğer öfkeme hâkim olabilseydim...” Beni kendine çekip öyle sıkı sarıldı ki, kendimi tutamayıp daha çok ağlamaya başladım. “Eğer sana bir şey olsaydı, eğer seni kaybetseydim... Seni koruyamadığım için o kırbacı yüz kez ben kendime geçirirdim.” Dedi. Bunu öyle bir ciddiyetle söylemişti ki gerçekten yapabileceğine inandım. “O yüzden benden özür dileme. Sen yanımda olduğun sürece ne kadar yara alırsam alayım umurumda değil. Zaten o kırbaçları yemene de engel olamadım. Çok geç kaldım. Özür dilerim...” Ona daha sıkı sarılarak susturdum. “Dileme. Sayende hayattayım o yüzden dileme.” Bakışlarımı ona kaldırdığımda gözümden akan yaşları parmak uçlarıyla sildi. Öyle yavaş ve yumuşak hareket etti ki dokunuşunu neredeyse hissetmedim bile. “Seni seviyorum, Türk Kızı.” gülümseyip iç çektim. “Seni seviyorum, Gölge Prens.” .... Kang So’yu uyuyup dinlenmesi için odasında yalnız bıraktım. Uyumamakta ısrar ettiyse de benden daha üstün gelemedi ve sonucunda kendini uykuya bıraktı. O uyuyana kadar başında bekledim. Hala bunu yaptığına inanamıyordum. Beni bu kadar sevdiğine inanamıyordum. Benim uğruma kendi canını hiçe saydığına inanamıyordum. Bu kadar sevilmek beni mutlu etmeliydi belki ama korkutuyordu. Çünkü başımdan bela hiç eksik olmuyordu ve her başım belaya girdiğinde kendini böyle öne atarsa ne yapardım bilmiyorum. Benim canım ne kadar tatlıysa, onun canı o kadar hiçti. En azından onun gözünde. Arka bahçedeki köprüye vardığımda aklımda canlanan anılara karşı ürperip kollarımı birbirine sardım. Üşümeye başlamıştım. Halbuki hava o kadar da soğuk değildi. Hatta sıcaktı çünkü yaz ayındaydık. Kollarımı köprünün korkuluklarına dayayıp ağırlığımı biraz da olsun ona verdim. Ayakta durmaya halim yokken neden kendime eziyet çektiriyordum ki. Sonra bir anda başım dönmeye ve terlemeye başladım. Oturacak bir yere ihtiyacım vardı ama yakınlarda da oturacak bir yer göremedim. Elim başıma gitti ve gözlerimi sıkıca yumdum. Çok kötüydü. Her yer dönüyordu. Kulaklarım çınlıyor, midem bulanıyordu. Neyim vardı benim böyle... Sonra başım arkaya doğru gitti. Sonra da tüm bedenim. Tam yere düşeceğimi zannederken biri beni tuttu. Başımı kaldırıp baktığımda Kang So tepeden bana bakıyordu. "Kang So." Dedim cılız bir sesle. O ise endişeli görünüyordu. Uyuması gerekiyordu ama neden ayaktaydı? Uyumuş gibi mi yapmıştı yoksa ben mi başında çok uzun süre beklemiştim? "Neyin var senin böyle? Şuraya bak, yüzün bembeyaz ve boncuk boncuk terlemişsin. Hadi yatağa gidiyoruz." Lafını ikiletmedim. İyiyim diyemedim. Çünkü değildim. O beni kucaklayıp odasına götürürken etraftaki bakışları umursamadım. Başımı göğsüne yaslayıp kendimi uykuya bıraktım. "Neler oluyor sana böyle? Günlerdir hiç iyi görünmüyorsun." On dakika önce uyanmıştım ve Kang So durmadan sağlığım hakkında yakınıp duruyordu. "İnan bilmiyorum." Dedim zayıf bir sesle. "Zindandan kurtulduğumdan beri kendimi çok yorgun ve bitkin hissediyorum. En olmadık zamanlarda gözlerim kararıyor ya da sürekli uyumak istiyorum." Volta atmayı bırakıp baş ucuma kıvrıldı ve saçlarımı nazikçe okşadı. Gülümseyerek ona baktım ve boşta kalan elini ellerim arasına aldım. Onun elleri benimkinin yanında kocaman duruyordu. Ve daha esmer. "Öyle bile olsa, Sebeo da benimle aynı durumda olmaz mıydı? Aynı şeyleri o da yaşadı, hatta o benden daha çok yıprandı." "Ama her insanın bünyesi farklıdır, değil mi?" Bir dakika bile geçmemişti ki kapı tekrar açıldı. Geri döndüğünü sanırken içeri giren ablamdı. Bir an için gerildim. Taburcu olduğumdan bu yana onu sadece bir kez görmüştüm. Bana kızgındı. Ve yaptıklarımın şokundaydı. Sürekli bana bunu nasıl yaptığımı sorup duruyordu. Eskiden olsa asla yapmayacağım bir şey olduğunu. Uslu bir kız olduğumu falan filan... "Abla." Dedim yatakta doğrulurken. "Yesoo, hasta mısın?" Baş ucuma oturdu ve elini alnıma koyup ateşime baktı. "Hayır. Sadece biraz yorgunum. Merak etme, önemli bir şeyim yok." Hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Bana hala kızgın mısın?" Dedim çekinerek. "Değilim ama... Hala şoku atlatabilmiş değilim. Ama yine de sen iyisin ya, o bana yeter." Yanağımı okşadı ve beni kendine çekip sarıldı. Onda abla sıcaklığından çok anne sıcaklığı vardı. Ve aklıma annemi getirmişti. Onu o kadar özlemiştim ki. Hepsini. Burnumda tütüyorlardı. İçim acıyordu artık. Neredeyse katlanılamaz bir acıya dönüşmeye başlamıştı. Yaşadığım onca olay arasında belki aklıma gelmiyor olabilirlerdi ama ne zaman yalnız kalsam yokluklarını hemen hissediyordum. İçimde bir şey kabardı ve dayanamayıp ağlamaya başladım. Ablam teselli edercesine başımı okşadı. "Şşt, geçti artık tatlım. Her şey daha güzel olacak. Hepsi geçti." Gözlerindeki kırılganlık fark edilmeyecek gibi değildi. "Annemizi mi özledin?" Dedi duru sesiyle. "Hem de çok... Çok özledim." En azından vakit buldukça vaktimi onunla geçirmeye çalışırdım. Ve tabi Miray'la da. Canım kardeşim... Onu da ne çok özlemiştim. Kavgalarımızı, mızıkçılığını, o ergen ergen hallerini bile. Babam... İşten yorgun gelse bile yine de bizimle sohbet etmeye, gülüp eğlenmeye çalışırdı. Ama ne zaman beş dakika onu yalnız bıraksak hemen uyumaya başlar, horultusu tüm evde yankılanırdı. Bir keresinde onu videoya aldığımızda nasıl kızmıştı. Çünkü horladığını bir türlü kabul etmiyordu. Tabii, hayatta olduğu zamanlar... Ablamın sesi beni kendime getiren şey oldu. "Eminim o şimdi bizi izliyordur ve sana bazen çok kızıyordur. Mesela en son yaptığın şey konusunda." Dedi sahte bir sinirle. "Prense saldırmam konusunu diyorsan, kesinlikle hak etti." Dedim kollarımı önümde bağlayıp, meydan okur bir tavır takınarak. Bu tavrım hiç hoşuna gitmedi. Kaşları çatıldı ve uyarırcasına, "Yesoo, o bir prens. Ona böyle davranamazsın." Dedi. "Ne yani, sırf prens diye her yaptığına göz mü yumacağız? Haklı olmamıza rağmen, haksız gibi mi davranacağız?" Dedim. Sinirlenmiştim. "Ne yazık ki evet. Ben her ne kadar 3. Prens’in zevcesi, sende baldızı olsak da söz hakkımız bir yere kadardır. Ona göre davranmak zorundayız kardeşim." Moralim bozulmuştu. Omuzlarım düştü ve sıkıntıyla iç çektim. "Bundan nefret ediyorum." Güldü. Ama gerçek bir gülümseme sayılmazdı. Sanki bana hak verir gibiydi. "Şimdi, bir cevap vermeni istiyorum. Lafı dolandırmadan net bir cevap." Başımla onayladım. "2. Prensle bir ilişkin var mı? Daha önceden de oldu mu? Bunu ilk sorduğumda, yani ikinizi bir arada yakaladığımda bana yarım yamalak cevap vermiştin. Şimdi doğruyu söyleyeceksin." Yatakta doğrulup bana inanması için gözlerinin içine baktım. "Kesinlikle yok. Ben Prens Minseo'yu aldatmadım. 2. Prensle hiçbir bağım yok. Önceden de olmadı. Bana inanıyor musun?" Önce biraz duraksadı. Sonra içi rahatlamış olacak ki omuzları gevşedi ve gülümsedi. "İnanıyorum, Yesoo. Ah, tanrım. Çok şükür! Bir an için sanmıştım ki..." Elini tuttum. "Hiçbir şey sanma. Ben öyle bir kız mıyım?" Yesoo'nun bana anlattıklarını ona söyleyemezdim. Bu bana düşmezdi. Her şey normale döndüğünde elbet o anlatırdı. Anlatmalıydı. Saklayarak bir yere varamazdı. Gerçi saklamadığında bile bir yere varamıyordu ya, neyse. Baksanıza, az kalsın Sebeo da bende ölüyorduk. Tam o sırada kapı açıldı ve içeri Kang So girdi. Yanında da kadın bir hekim vardı. Zayıf bir kadındı. Gözlerinin altında kırışıklıklar olmasına rağmen güzel görünüyordu. Sıcak bakışlarla Kang So'nun arkasından ilerledi. Bakışları beni ve ablamı bulduğunda başını eğip selamladı ve Kang So'nun emriyle bana yaklaştı. Prens ablamı gördüğünde hafifçe başını eğdi. Ablam çoktan ayaklanmıştı bile. "Yesoo bugünlerde iyi değil, bende hekime görünmesinin iyi olacağını düşündüm." Dedi ablama karşı. "Çok iyi düşünmüşsünüz Prensim. En iyisi biz çıkalım da hekimin dikkati dağılmasın." Prens ablamı dinleyerek odadan ayrıldı, çıkarken bana bakış atmayı da ihmal etmedi. Uzun dakikalar hekim muayenesinde kaldım. Neden bu kadar uzun sürdü bilmiyorum ama kadın rahatsızlığımın ne olduğunu anlamamış gibi duruyordu. Nabzımı kontrol etti. Ateşime baktı. Sırtımdaki yaralara baktı. Herhangi bir enfeksiyon kapmış mı diye. Ama hepsi normal görünüyordu. Sıkıntıyla bir nefes verdiğinde ne olduğunu merak ederek, "Neyim var, Hekim Hanım?" dedim. "Ah, bilemiyorum... Her şey normal görünüyor. Bana sıkıntınızdan tekrar bahseder misiniz?" Dedi nazikçe. "Bir haftadır kendimi pek iyi hissetmiyorum. Fazla yorgun ve halsizim. Sürekli uyumak istiyorum ve bazı zamanlar hiç olmayacak yerlerde bayılıp kalıyorum. Acaba aldığım yaralardan dolayı mı böyle diye düşündüm ama... Benimle birlikte aynı yaralara sahip biri daha var. O gayet iyi durumda. Ki o bana göre daha kırılgandır." Hekim beni dinlerken düşünceli görünüyordu. "Acaba nezle olmuş olabilir miyim? Ya da onun gibi bir şey?" Tekrar kapı açıldığında ablam ve Prens içeri girdi. Sırtımı kasmamaya özen göstererek üzerimi düzelttim ve kıyafetimin kuşağını bağladım. "Neyi varmış, Hekim Hanım?" Diye ilk soran ablam oldu. Hekim reverans pozisyonunda ikisine döndü ve saygılı bir ses tonuyla. "Emin değilim, Büyük Hanım. Nezle gibi görünmüyor. Ya da enfeksiyon. Şahsen ne olduğunu anlayamadım. Ama ben yine de bazı şifalı otlar vereceğim. Onları kaynatıp içirin. Bir yararı olmasını umuyorum." İkisi de anladığını belirttikten sonra hekim, yanında getirdiği bavula benzer çantadan bazı bitkiler çıkardı ve onları ablama verdi. Hekim gittiğinde kendimi yatağa bıraktım. Yine başım dönüyordu. "Neyim var benim böyle?" Dedim hayıflanarak. "Merak etme Yesoo, bu bitkiler sana iyi gelecek." Ablamı başımla onayladıktan sonra gitmesini izledim. Kang So baş ucuma oturup saçlarımı severken yoğun bakışları üzerimdeydi. Kendi yorgun bakışlarımı onunkilerle buluşturdum. "Birazcık hava alalım mı? Hani dağlık bir tepeye çıkmıştık ya. Sarayı kuş bakışı görebiliyorduk. Oraya gidelim mi?" "Emin misin? İyi görünmüyorsun." Dedi endişeli bir halde. "Eğer bayılacak olursam sen beni tutarsın, değil mi Prensim?" Gülerek söylediklerime aynı gülümsemeyle karşılık verdi. "Tutarım. Sana zarar gelmesine izin vermem. Gerçi sırtındaki yaralara engel olamadım ama..." Yüzü düştü ve gözleri karardı. "Üzülme." Dedim elimi yanağına koyup okşarken. "Sen beni ölümden kurtardın. Sırtımdaki yaralar ne ki." Onu rahatlatmak istiyordum. Kesinlikle kendini suçlamamalıydı. Elinden geleni yapmıştı zaten. Hayatımı kurtarmıştı. Bundan daha büyük ne olabilir ki? Yaralar elbet geçerdi. Ama ölüm... Ebedi bir yolculuktu. Elbet bir gün o yolculuğa çıkacağım ama, Kang So beni o yolculuğa, daha çok erken iken çıkmaktan kurtarmıştı. Bu yüzden ona minnettardım. Kimse gencecik yaşında ölmeyi hak etmezdi. Yaşayacağı çok şey vardı. Göreceği çok yer. Bir sürü anı. Sevdikleriyle geçirecek dolu dolu zaman. İyisiyle kötüsüyle bir hayat. Hayallerinin peşinden koşmalıydı o genç. Pes etmeden, yılmadan. İsterse her şeyi yapabileceğini bilmeliydi. Sevmediği, istemediği bir şeyi yapmak zorunda değildi. Herkesin ezbere bildiği o kalıba girmemeliydi. Kendi kalıbını kendi yaratmalıydı. Yaşayacağı onca şey varken kendini kapatmamalı, sınır koymamalıydı. Popüler kültürü kendine dayatmamalıydı mesela. Aynı saç, aynı makyaj, küçük burun, büyük dudak... Farklı olmak kötü değildi ki. Büyük burun, küçük dudak, kısa boy veya fazla kilo... Bunların hiçbiri önemli değil. Herkes gibi yürümek, herkes gibi koşmak, herkes gibi ilerlemek zorunda değiliz. Herkes olmak zorunda değiliz. Farklı olmak insanı insan yapan şeydi zaten. Eğer hepimiz birbirimize benzeyeceksek, kendimizle ilgili ne özelliğimiz kalır? Aynaya baktığımda kendimi değil de bir başkasını göreceksem kendimin ne önemi vardı. Farklılıklar bizi biz yapar. Biz, olduğumuz gibi güzeliz. Olduğumuz gibi özeliz. Kendimizi bilmeli, sevmeliyiz. Herkesten önce kendimize saygı duymalıyız. Farklı olmaktan korkmamalıyız. Çünkü bu hayatta farklı olmaktan daha güzel hiçbir şey yok. Yaşayacağımız onca şey varken erkenden ebedi yolculuğa çıkmamalıyız. "Hadi gidelim o zaman." Kang So'yu dinleyip yatakta doğruldum. O ise anlayamadığım bir şey yaptı ve arkası dönük bir şekilde diz çöktü. "Ne yapıyorsun?" "Herkes bizi görür. Başımı daha büyük belaya sokacaksın." Güldü. “Ayrıca sende yaralısın, canın acıyacak.” Söylediklerimi hiç de umursuyormuş gibi görünmüyordu. "Ben 4. Prens Kang So'yum, unuttun mu? Kimse bana bir şey söyleyemez. Beni her gördüklerinde kaçışıp duruyorlar zaten. Hadi bin artık." Ciddi mi diye bir kaç saniye yüzüne baktım. Gerçekten ciddi görünüyordu ve kararlıydı da. Onu kararından geri çeviremeyeceğimi anladığımda çekine çekine yaklaştım ve göğsümü sırtına yaslayıp kollarımı boynuna doladım. Elleriyle kalçamın altından bacaklarımı sıkıca kavradı ve ayağa kalktığında hafifçe sarsıldım. Hala utanıyor olsam da sırıtmama engel olamıyordum. Onun da benden bir farkı yoktu tabii. "Hadi gidelim, Türk kızı." Dedi. Kıkırdadım ve kolumu öne doğru uzatıp, "Gidelim!" dedim. Gülüşlerimiz birbirine karışırken saraydan çıktık. Biz çıkarken koridordaki ve bahçedeki herkesin gözü bizim üzerimizdeydi. Biri şaşkınlıktan elindeki çamaşır sepetini düşürmüştü. Bir diğeriyse az kalsın yemek tepsisini düşürüyordu. 8. Prens ve 7. Prense de yakalanmıştık tabi... İkisi de "Bunlar ne yapıyor? Delirmişler mi?" Ya da "Bunların olayı ne?" diyorlardı kendi aralarında. Yeni bir dedikodunun kapısını açmış bulunmaktaydım anlayacağınız. Ormanlık yoldan dağın tepesine çıktığımızda Kang So beni sırtından indirdi. İkimizde çimlerin üzerinde oturduk. Koskoca sarayı kuş bakışı görebiliyorduk. "Yine dedikodu malzemesi çıkardık." Dedim elbisemin el verdiği kadarıyla badaç kurarken. "Boş versene. Onlar arkamızdan konuşmak için hep yer arıyorlar." "Var ama..." Gözlerimi kaçırdım. "Kimse bilmiyor değil mi?" Ona göz devirip odağımı karşımdaki gökyüzü manzarasına çevirdim. Hava bugün güzeldi. Sıcaktı ama esiyordu da. İnsanı bunaltmıyordu. Bu havaları seviyordum. “Sana vermek istediğim bir şey var.” Dedi ve elinde püsküllü bir süs eşyası gibi duran biri mavi öteki kırmızı iki taş çıkardı. “Bu nedir? Diye sordum taşlara dikkatle bakarken. “Bunlar, Yin ve Yang. Yani aydınlık ve karanlık. İkisi de birbirinin tam zıttı ama aynı zaman da birbirlerini tamamlayan iki unsur. Bu yüzden birini sana vermek istiyorum.” Taşlar çok parlak ve göz alıcı görünüyordu. İnsanın sürekli eline alıp hissedesi ve sürekli bakası gelirdi. “Hangisini almalıyım?” Diye sordum hala taşlara bakarken. “Hangisini istersen.” “O zaman kırmızıyı alacağım.” “Neden?” diye sordu bakışları benim üzerimdeyken. Bende ona baktığımda göz göze geldik. “Çünkü bayrağımın rengi.” Dedim gururlu bir gülümsemeyle. Söylediğim onu gülümsetti. “Bende maviyi alacaktım zaten.” Bu sefer nedenini soran bendim. “Çünkü gözlerinin rengi.” Dediğinde kıkırdadım. Beni kendine çekip sarıldığında aynı şekilde karşılık verdim. Yemyeşil bir manzaraya ve hafif esen rüzgara karşı sadece ikimiz vardık. İkimizin de rüzgardan saçları uçuşuyordu. Bu öyle huzurlu bir andı ki. Keşke birlikte sonsuza dek yaşayabilseydik ama bunun imkansızlığı canımı çok yakıyordu. "Sen benim hizmetçim değilsin, aşkımsın. Bin yıl uzaktan gelsen bile, bana yabancı olsan bile, sanki benim bir parçamsın. Aylarca çektiğim o ızdıraptan sonra bana ilaç gibi geldin. Yaralarımı sardın, kırıklarımı tamir ettin. Benden korkmadın ve arkadaşım oldun. Şimdi ise aşkım... Sen beni hayata döndürdün, Türk kızı. Kimseye anlatmadığın sırrını bana anlattın. Herkes bana karşıyken sen yanımda kaldın. Beni sevdin. Daha ne isterim ki?" Sesine bir hüzün çöktü ve şöyle dedi: "Şimdi seni kaybetmekten çok korkuyorum ve bir gün gitmek zorunda olduğunu biliyor olmak canımı yakıyor. Çok geç bulduğum değerli parçamı kaybedeceğimi bilmek korkunç bir kâbus..." O sözünü bitirene kadar sessizce onu dinledim. Gözlerim dolu doluydu ve içimde hem acı hem tatlı bir boşluk vardı. Başımı yana çevirdiğimde onun yoğun bakışlarıyla karşılaştım. "Bir gün gidecek olsam bile, birbirlerini sevenler asla birbirlerini bırakmazlar. Onlar hep kalplerinde yaşar. Bizim ruhlarımız ve kalplerimiz birbirine bağlı olduğu sürece bedenen ayrılmışız ne önemi var? Seni seviyorum ve bu hep böyle kalacak." Gülümsedi ve burnunu burnuma tatlı bir şekilde sürttü. "Bende seni seviyorum, Aylin. Sen benim diğer yarımsın, elimizde tuttumuz Yin ve Yang taşları da bunun kanıtı.” |
0% |