@theragn_
|
Keyifli Okumalar!✨ "Sebeo artık beni biliyor. Gerçeği." Dedim. Hala dağın tepesinde sarayı kuş bakışı izliyorduk. Hava estikçe saçlarımızı uçuşturuyordu ve bu benim uykumu getiriyordu. Kang So'nun kollarında olmak da en büyük etkendi tabii. "Nasıl?" Diye sordu şaşırmış ses tonuyla. "Zindandayken anlattım her şeyi. Daha doğrusu ağzımdan kaçırdım ve anlatmak zorunda kaldım. Sonra da Yesoo'yu çağırdım." Tek elimi onun eline kenetlemiş diğer elimle Yin Yang taşıyla oynuyordum. Şimdiden bağımlısı olmuştum bile. "Ne tepki verdi?" "Umarım." Bahsetmek istediğim başka bir konu daha vardı ama söyleyip söylememe konusunda çok kararsızdım. Yine de artık ondan hiç bir gizli saklım olmadığı için bunu da anlatmam gerekiyordu. Zaten çok önemli bir konuydu. "Yesoo aslında Prens Minseo'yu aldatmamış," dedim ve tepkisini bekledim. Onun şaşırmasını beklerken asıl şaşıran ben olmuştum, "Biliyorum," dediğinde. Ondan uzaklaşıp yan dönerek yüzüne baktım. "Nasıl? Ne zamandan beri?" Yüzü sıkıntılı bir hal aldı ve çenesi kasıldı. Huzursuz olmuştu. "Başından beri." Ben daha fazla şaşırıp kocaman gözlerimle ona bakarken o karşısındaki manzaraya bakıyordu. Rahatlaması gerekirken neden bu kadar huzursuzdu? "Yesoo hiç bir zaman Minseo'yu aldatmadı. Onu hep sevdi," dedi sakin bir halde. Lakin sözüne devam ettikçe öfkeleniyor ve kaşları çatılıyordu. "Yeong Jin ve onun arasında daha başka bir husus var bence. Ama ne olduğunu bilmiyorum. Yesoo'nun Minseo'yu aldatabileceğine asla inanmıyorum. O öyle bir kız değil." Sözlerinde gayet samimiydi. Ama Yeong Jin'in ne yaptığını hala bilmiyordu. "Yeong Jin ve Yesoo arasındaki meseleyi biliyorum," dediğimde şaşkınca bana baktı. "Anlattı mı?" Başımı sallayıp onayladım. "Neymiş mesele?" Tereddütte kaldım ve o bunu fark etti. "Söyle." Dedi ısrarcı bir tavırla. "Yeong Jin Yesoo'yu taciz etmiş. Onu kurtaran ise Merhum Prens'miş." Duydukları karşısında öyle şaşırdı ki kaskatı kesildi. "Sen... sen ne dediğinin farkında mısın?" Gözlerimi kaçırdığımda bunu evet olarak algıladı. "Bu kadar ileriye gitmiş olamaz..." Dedi inanamayarak ve histerik bir şekilde güldü. Aldığı hızlı nefeslerle göğsü inip kalkıyordu. "Yesoo'ya zorla sahip olmaya çalıştığında Merhum Prens onu kurtardı," dedi, aklındaki bütün o yapboz parçalarını birleştiriyor gibi. "Ama bununla da sınırlı kalmadı: Yeong Jin, Merhum Prens dahil bütün görgü tanıklarını da ortadan kaldırdı. 2. Prens gerçekten kendi arzuları için herkesi harcayabilecek biri. Bazen gerçekten kardeş olduğumuza inanamıyorum..." Konuşması bittiğinde iç çekti. İçinde nasıl savaşlar verdiğini merak ediyordum ve daha öğrenmeden canımı yakıyordu. Ailesinin üstünde resmen bir kara bulut dolaşıyordu ve o, bu kara bulutu nasıl yok edeceğini bilmiyor gibiydi. Bilse bile kardeşi olduğu için ikilem yaşıyordu. Bunu görebiliyordum. O da benim gibiydi. Söz konusu aile olunca eli kolu bağlanan türden. "Sahi ya, sen ayin günü hangi kitabı okuyordun da töreni kaçırdın? Anlaşılan çok güzel bir kitaptı ki bu kadar önemli bir töreni unutturdu sana." Dedim konuyu dağıtmak istercesine. Birdenbire aklıma neden bu geldi inanın bende bilmiyorum. Yüzündeki karamsarlık biraz dağılmışken bakışlarını bana odakladı ve gülümsedi. “Şiir kitabıydı.” Dedi. İşte bunu beklemediğimden şaşırmıştım. “Demek Gölge Prens şiir seviyor, ha?” Dedim şakacı bir tavırla. “Eh, biraz işte...” Utanmış gibi bakışlarını kaçırdı. Onda ilk kez utanma belirtisi gördüm. Sesi yavaş yavaş yüksekliğini kaybetmiş, bakışları da olur olmadık yerlerde dolaşıyordu. Daha çok gülüp ona yaklaştım ve bakışlarını yakalamaya çalıştım. “Utandın mı sen?” Aniden bana dönüp sahte bir öfkeyle kaşlarını hafifçe çattı. “Gölge Prens asla utanmaz.” Bu söylediğine daha çok güldüm ama üstelemeyip geri çekildim. “Aklıma ne geldi bak.” Dedi ve nihayet tam anlamıyla bakışlarımı karşıladı. “Bana Türkçe kelime ya da cümle, ne olursa, öğretsene.” Kaşlarım havalandı. Böyle bir isteği beklemediğim için şaşırmıştım ama hoşuma da gitti. “Ne bilmek istiyorsun mesela?” Biraz düşünür gibi oldu. “Na, ne demek mesela?” Fazla basit bir soru... daha zor bir kelime bilmek ister sanmıştım. “Ben.” Söylediğimi tekrarladı. “Peki... naga wassa?" Resmiyetten uzak bir söylemiydi bu. “Ben geldim.” Yine söylediğimi tekrarladı. “Daha zor kelimeler sorarsın sanmıştım.” “Bunları söylemek bile benim için zor zaten. Hem aklıma ilk bunlar geldi çünkü gitmemiz gerek.” Bir anda ayağa kalkınca bende kalkmak zorunda kaldım. Bu aceleci tavrına anlam veremesem de sorgulamadım. “Haklısın. Çok kaldık zaten. Yokluğumuz daha fazla fark edilmeden gitsek iyi olur." Beni dinledi ve ormanlık yolu geri yürümeye başladık. Koluna girmemi istediğinde seve seve kabul ettim. Bu kadar ilgili ve nazik olması içimde bir yerde yer edinen duyguları harekete geçiriyordu. Saraya vardığımızda herkeste yine bir telaş hakimdi. Hatta bazı hizmetçilerin ağladığını bile gördüm. Kaşlarım çatıldı ve Kang So'ya baktım. O da anlamaya çalışır gibi etrafı süzüyordu. "Neler oluyor böyle?" Omuz silkti ve, "Anlamadım ki," dedi. Yanımızdan geçen bir harem ağasını durdurdu. "Neler oluyor? Ne bu telaş?" Adamın yüzünde acıklı bir ifade vardı. "Prens Hazretleri." Dedi üzüntüyle buğulanan sesiyle. "Prens Minseo..." İsmi duyduğumuz an ikimizde adama bir adım yaklaştık. "Ne olmuş ona?" Dedim. Kalbim boğazımda atmaya başlamıştı. Onu bir haftadır görmüyordum. Ne sesi vardı ne soluğu. Yesoo'nun bana, onu aldatmadım, her şeyi anlat ona. Dediğinden beri gerçeği Prense anlatmak için can atıyordum ama günlerdir yüzünü görememiştim. "Prens Minseo çiçek hastalığına yakalanmış." Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Bu olamaz, kesinlikle olamaz. Çiçek hastalığı ilerleyen yaşlarda yakalanan bireyler için çok tehlikeliydi. Hele ki bu zamanda tedavisi, bir aşısı yokken daha da tehlikeliydi. Ölümcül bile olabilirdi. Kang So'nun titrek bir nefes aldığını işittim. Kafamın içindeki felaket senaryolarını bir kenara itip dikkatimi ona verdiğimde ayakta durmak için büyük bir güç sarfettiğini gördüm. Elimi koluna koyup onu destekleme amacıyla sıktım. "Nerede şimdi?" Dedi. Zor nefes alıyor gibi boğuk boğuk konuşuyordu. "Majestelerinin odasında." Kang So öyle hızlı ilerliyordu ki ona yetişmek için koşmam gerekti. Kral’ın odasına giden koridora girdiğimizde Prenslerin ve Prenses kardeşlerin çoktan kapıda beklediğini fark ettik. 2. Prens hariç. Yeona ve Yeonhwa ne zaman gelmişti? "Minseo iyi mi?" Diye sordu Kang So, 3. Prense. O da diğerleri gibi yıkılmış görünüyordu. Kız kardeşler ağlarken, Prenslerinde ağlamamak için kendilerini zor tuttukları belliydi. Hatta Prens Uk ağabeyi Sunwoo'ya sarılıp ağlamaya başladığında içimde bir şeyler koptu. "Minseo ağabeyim iyi olacak mı?" Dedi Kang Uk hıçkırıklarının arasında. "Olacak, merak etme." Onu rahatlatmak için sırtını sıvazlarken gözünden akan yaşı elinin tersiyle sildi. Kız kardeşler birbirine sarılıp ağlarken dayanamayıp yanlarına gittim ve yumuşak sesimle, "O iyi olacak., kendinizi yıpratmayın. Onun için güçlü olmak zorundasınız." dedim. Sesimin titremesine engel olamadım. Yeona kardeşinden ayrılıp bu sefer bana sarıldığında güven verircesine onu sarmaladım. "Ağabeyim yaşayacak değil mi?" Hatta o kadar kuvvetliydi ki aklını kaybetmesine bile yol açmıştı. Aslında bir bakıma benim de suçumdu. Ona ayrılmak için mantıklı bir sebep sunmadan resmen terk etmiştim. Kendi haklı sebeplerim olsa bile, bu yaptığım onda çok büyük yara açmıştı. Tam her şey düzeldi, aslında sevdiği kadının hala onu sevdiğini, durumun çok başka olduğunu anlamışken aldatma olayı çıkmıştı ortaya. Öyle bir şey olmamasına rağmen, her şey tamamen 2. Prens’in suçuyken yara alan yine Prens Minseo olmuştu. Aslında her halükarda en çok yara alanlardan biri o olacaktı. İhanete uğramadığını bilse bile ağabeyinin yaptığı hainliği öğrendiğinde belki de daha büyük bir darbe alacaktı. Doğruluğu olmayan bir durumdan bile bu kadar etkilenip hastalandıysa bu durumu öğrendiğinde ne hala düşerdi tahmin etmek bile istemiyorum... Şunu anlayamıyorum: Bir insan kardeşine bunu nasıl yapabilir? Canından, kanından, her şeyi olan kardeşine. Aşk için mi? Sanmıyorum. Aşk için bu kadar ileriye gidilmez. Gidilemez. Şu hayatta aileden daha önemli hiçbir şey yoktu. Aşk biter, arkadaş gider. Ama aile kalır. Her daim yanında kalır. İyi gününde, kötü gününde, hastalığında, sağlığında, mutluluğun da mutsuzluğun da. Her zaman. Kardeş dediğin ise sana her zaman destek olan, ağabeyin, ablan, kardeşin, arkadaşın, sırdaşın olan kişidir. Sırtını korkusuzca, sonsuz güven duygusuyla yaslayabileceğin kişidir. Geçici hevesler için, hırs için harcayabileceğin türden bir şey değildir kardeşlik. Ama Yeong Jin üç kardeşini de acımasızca harcamıştı. Aşk için Minseo'yu. Yesoo'ya yaptığı pislik açığa çıkmasın diye Veliaht Prensi. Ağabeyini öldürdüğü açığa çıkmasın diye, ceza alacağını bildiği için, sırf kendi hayatı için Kang So'yu harcamıştı. Cezaların en büyüğünü hak ediyordu ama nasıl oluyorsa her seferinde paçasını kurtarmayı başarıyordu. "Ne olduğunu biri bana açıklayabilir mi? Minseo'nun nesi var ve bu nasıl oldu?" Kang So acısını gizlemeye çalışsa da gözlerindeki acı, sesindeki kırıklık onu zaten ele veriyordu. "Günlerdir Minseo'yu görmüyordum," Diye söze başladı Prens Seok. "o yüzden odasına gittim. Gittiğimde çok kötü görünüyordu. Yüzü kıpkırmızıydı ve cayır cayır yanıyordu. Neyi olduğunu sorduğumda çok halsiz hissettiğini, her yerinin kaşındığını ve boğazının ağrıdığını söyledi. Neredeyse bayılacak gibiydi. Bende hemen hekimi çağırdım. Hekim onun çiçek hastalığına yakalandığını söyledi." Sona doğru sesi kısılmaya başladı ve sırtını duvara yasladı. Onu hiç böylesine yıkılmış görmemiştim. Her zaman dik duruşlu, kendinden emin ve kontrol sahibi biri olarak tanıyordum. Ama şimdi kontrolünü tamamen kaybetmiş gibi görünüyordu. "Günlerdir hekimler gelip gidiyor, bir çare arıyorlar. Ama hepsi aynı cevabı veriyor. Tedavisi yok." "Yok işte. Beklememiz gerektiğini söylüyorlar. Başka çare yokmuş. Bir şeyler daha söyledi ama hatırlayamıyorum şimdi. Hekim içerde, çıkınca kendin sorarsın." Kang So yerinde duramayarak volta atmaya başladı. Nefes darlığı çekiyormuş gibi hızlı hızlı nefes alıyordu. "Hepsi senin yüzünden!" Prenses Yeonhwa bir anda öne çıkıp üzerime yürüdüğünde afallayarak bir adım geriledim. "Eğer sen onu aldatmasaydın ağabeyim hastalanmayacaktı! Üzüntüsünden bu halde!" Sona doğru sesi titredi ve ağlamaya başladı. "Neden hala buradasın ki? Gitsene. Burada kalmaya hakkın yok. Ağabeyimin ne kadar acı çektiğini görmeye mi geldin? Senin yüzünden ölüyor!" Kimseden çıt çıkmadı. Hepsi bana öfkeyle bakıyordu. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemedim. Ellerim buz kesti ve öylece kalakaldım. Benim bir suçum yoktu ama yine de böyle bir tepki almayı beklemiyordum. Bozguna uğramıştım. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Yeter Yeonhwa." Yanımda olan, beni koruyan her zaman ki gibi Kang So'ydu. "Birini suçlama ihtiyacı hissettiğini anlıyorum." Dedi sertçe ama sesini yumuşak tutmaya çalışıyordu. "Ama bu kişi Yesoo değil. Suçlu bir başkası, bundan emin olabilirsin." Kang So yaklaştı ve kardeşinin yüzünü ellerinin arasına aldı. Kız dokunuşuyla rahatlamış gibi gözlerini yumdu, Kang So gözyaşlarını sildi. "Bunu konuşmanın sırası değil Yeonhwa. Hepimiz Minseo için güçlü olmak zorundayız. O iyileşecek." Beni rahatlatmaya çalıştığını biliyordum. Ama ben yine üşümeye başlamıştım ve başım dönüyordu. "Ben gitsem iyi olacak." Dedim sadece Kang So'nun duyabileceği şekilde. O da ısrar etmedi. Yanlarından ayrılıp hızlı adımlarla bahçeye çıktım. Daha fazla dayanamayarak kendimi eşiğe bıraktım. İçli içli ağlamaya başladım. Nefes alamıyordum, göğsüm acıyordu. Kendimi suçlu hissediyordum. Sebeo'yu durduramadığım için. Aptal gibi paniklediğim için. Elimden hiç bir şey gelmediği için kendimi suçlu hissediyordum. Karşımda bir süliet bilirdiğinde başımı kaldırıp baktım. Sebeo endişeli gözlerle bana bakıyordu. Karşımda diz çöküp ellerini dizlerime koydu. "Neyiniz var?" Dedi sakin ama genizden gelen bir sesle. Anlaşılan o da ağlamıştı. Ona sarılırken adını sayıklayabildim sadece. Başka bir şey söylemeye gücüm yetmedi. O da anlamış gibi sıkıca sarmaladı beni. ... Saatler geçmesine rağmen Kang kardeşler hala odanın kapısında bekliyorlardı, belki iyi bir haber alma umuduyla. Ama ne ses vardı ne seda... Kral da Kraliçe de odadan çıkmıyordu. Hekimler odaya kimsenin girmemesi konusunda tembihlemesine rağmen Prens Minseo'yu yalnız bırakmama konusunda kararlıydılar. Bütün ailesi, halkı, onun için çok endişeliydi. Halk neredeyse yas ilan etmişti. Pazarda tezgah satışları durmuş, halk adeta ordu halinde yola dökülmüştü ve saraya ilerliyorlardı. Prenslerinin iyi olduğunu duymadan gitmeyeceklerini haykırıyorlardı. "Bırakın bizi!" "İyileştirin Prensimizi!" Bağırışları tüm sarayı ayağa kaldırırken muhafızlar bu gürültülü kalabalığı geri püskürtmek de güçlük çekiyorlardı. "Prens Hazretleri! Prens hazretleri!" Harem ağalarından biri koştura koştura yanlarına gelirken Kang So dikkat kesildi. "Neler oluyor?" İri yarı adam koşturmaktan nefesi kesilmiş bir halde, "Halk... Sarayın dışında toplanmış, isyan çıkarıyorlar. Çok kalabalıklar. Elimizden geleni yaptık ama pek işe yaramadı." Prens Seok ve Prens İn Baek adamın anlattıklarını daha iyi duyabilmek için yaklaştı." Ne istiyorlarmış?" Diye sordu Prens İn Baek. "Prens Hazretlerinin hastalığını duymuşlar. Durumunu öğrenmek istiyorlar. İyileştirin diyorlar. Sağlıklı olduğunu görmeden gitmeyeceklermiş." Adam öyle panik içindeydi ki boncuk boncuk terliyordu. "Hay aksi!" Dedi Prens Seok saçını karıştırırken. "Ne yapacağız? Durumunu öğrenmeden gitmeyecek gibi duruyorlar." Üçünün de kararsızlıkla kaşları çatıldı. "Onu çok seviyorlar değil mi?" Dedi Prens Uk mağrur bir edayla. "Onu her zaman sevdiler." Diyerek ona katıldı Prens Yul. "En iyisi birimiz gidip onlarla konuşalım, ha? İsyan çıkarmanın Minseo'ya bir yararı yok." Prens İn Baek de başını sallayarak ağabeyine katıldı. "Sen gitsen daha iyi ağabey." Dedi Kang So. "Seni dinlerler." Kendisi ve Halk arasındaki buzlar hala erimiş değildi. "Seni de dinlerler." "Hayır, beni dinlemezler. En azından artık değil." Dedi mağrur bir edayla. Kardeşlerin hepsinin yüzü düştü. Hatta Prenses Yeona gelip Kang So'nun koluna girdi ve başını omzuna yasladı. Kang So bu hareketi beklemediği için donup kalsa da belli etmedi. Uzun zamandır alışık olmadığı şeylerdi bunlar. Biraz önceye kadar Yeonhwa'ya bile nasıl şefkatle yaklaştığını ve kardeşinin ondan nasıl uzaklaşmadığını düşünüp şaşırıyor aynı zamanda mutlu oluyordu. Uzun zaman sonra ilk kez Aylin'den görmüştü o sevgiyi ve şefkati. Kardeşlerinin ondan nefret ettiğini sanıyordu ama anlaşılan yanılmıştı. "O zaman ben gidiyorum." Dedi Prens Seok. Gitmeden evvel de Kang So'nun sırtını sıvazladı ve anlayışlı gözlerle ona baktı. Kang So başıyla selam verip bakışlarını karşıladı. "Ben Minseo'yu görmek istiyorum." Dedi. Kral yatağın hemen karşısındaki koltukta oturuyordu. Üzüntüsünü belli eden tek şey düşük omuzlarıydı. Kraliçe ise Prens Minseo'nun baş ucundaydı, ağlıyordu. Ona dokunmaması gerekirken elini tutmuştu ve sayıklayıp duruyordu. "İyi olacaksın oğlum." Diyordu ağlamaktan kısılmış sesiyle. "Herkes seni bekliyor. Sakın bizi bırakma..." Kang So'nun boğazı düğüm düğüm oldu. Bir salondan bile büyük olan odada, bir kaç basamak yukarıya kurulmuş yatakta yatıyordu Minseo. Kang So tüllerin arkasına gizlenmiş kardeşine doğru yavaş yavaş yaklaşırken nihayet onu fark ettiler. İlk konuşan Kral oldu. "Ne işin var burada? Girmemen gerekirdi." Dedi her zamanki otoriter sesiyle. "Baban haklı. Sana da bulaşacak." Kang So ikisini de duymuyordu. Tüm odağı kardeşindeydi. "O nasıl?" Diye sordu, yuvarlak sehpanın üzerine serilmiş bitkilerle ve ilaçlarla ilgilenen hekim kadına. Kadın reverans pozunda ve saygılı tonuyla. "Durumu kritik. Çiçek hastalığının ne yazık ki günümüzde bir tedavisi yok. Tek yapabildiğim ateşini düşürmek için şurup vermek." Dedi. "Ya iyileşmezse ne olacak?" Kadın sıkıntıya düşmüş gibi bir ses çıkardı ve bir kaç saniye duraksadı. "Eğer iyileşmezse ölebilir... Ama tabi kesin bir ihtimal değil." Odadakilerin keskin bakışlarına maruz kalınca lafını hemen toparladı. "Yaşasa bile kalıcı hasarlar alabilir." Kang So zar zor adımlar atarak kardeşinin diğer baş ucuna kuruldu. Hastalığı kapmak şu an için umrumda değildi. Tek istediği ona yakın olmaktı. Onu izledi. Her bir santimini inceledi. Gerçekten hiç iyi görünmüyordu. Ona dokunmasa bile sıcaklığını hissedebiliyordu. Prens’in yüzü kıpkırmızıydı ve yüzünün her yerinde kabarcıklar vardı. Ellerinde, boynunda... Daha göremediği bir çok yerinde. Terlemişti ve saçları yüzüne yapışmıştı. Ölü gibiydi aynı. Kardeşinin bu hali Kang So'nun içini dağladı ve acı dolu bir iç çekişin ardını göz yaşı bıraktı. Kardeşini izlerken çocukluk anılarına daldı bir anda... Kang So sarayın kütüphanesinde elinde bir şiir kitabıyla camın tümseğin de oturuyordu. Şiiri her zaman sevmişti ama birine şiir okumak onu her zaman utandırıyordu, bu yüzden bu güne kadar kimseye okumamıştı. On üç yaşındaki Kang So şiir kitabına daldığı sırada yanında küçük bir süliet belirdi. "Hyung, hani bana at sürmeyi öğretecektin?" Dedi küçük Minseo. Kang So kitaptan başını kaldırmadan cevapladı. "Olmaz." Minseo aldığı cevap karşısında dudak büzdü. "Neden yaa..." "Aman ne büyüksün." Diye güldü alayla. "Öyleyim tabii. Hadi ağabey..." Ağabeyinin kolunu çekiştire çekiştire onu yerinden kaldırdı. "Of, başımın belası..." Kang So bıkkınlıkla iç çekti. Kardeşinin inadını kıramayacağını biliyordu. "Ama bak Midilli'ye bineceksin, yetişkin at yok." Dedi ahıra geldiklerinde. "Tamam." Dedi mızmızlanarak ama keyfi yerindeydi. Midilli'yi muhafızın yardımıyla çıkardılar ve bahçeye doğru yol aldılar. Kang So görevi ele alacağını söyleyerek muhafızı gönderdi. "Şimdi," İkisi de atın tam yanında duruyorlardı. Minseo tedirgin görünüyordu. "Ayağını şurada duran basma yeri var ya, oraya koy. Ona üzenge diyoruz." Dediğini yaptı. Anlayabilmesi için böyle söylüyor, eliyle işaret ediyordu. "Sonra da atın boynundaki ipi tut. Ona da dizgin denir. Şimdi ağırlığını vererek kendini yukarı çek. Ben sana yardım edeceğim." Minseo onu da yaptı. İlk iki denemesinde başarısız olsa da üçüncüsünde başardı. "Ben yanındayım, korkma." Minseo başını salladı ama gergindi. Kendi boyundan yüksek bir yerde durmak onu tedirgin etmişti. "Kendini kasma. Sırtını dik tut ve rahatla. Bacaklarını atın gövdesine yasla. At eğer gergin olduğunu hissederse o da gerilir ve düşürür seni. O yüzden sakin ol." Başını salladı yine. Kang So ata komut verdiğinde at yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Minseo kendini çok iyi hissediyordu. At binmek şimdiden ona harika bir şeymiş gibi geliyordu. At yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Minseo rahatlamaya çalışsa da at hızlandıkça kalp atışları da hızlanıyordu. Sonra iş kontrolden çıktı. At hızlandıkça hızlandı ve bahçenin ortasında koşmaya başladı. Hizmetçiler çığlık atarak kaçmaya başladılar. Atın toynaklarından kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Harem ağalarıysa Minseo’yu gelecek tehlikeden korumak isteyerek atın peşinden koşturuyorlardı. At kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Minseo korkuyla bağırdı. "Ağabey! Yardım et!" Midilli hızını kaybedip toprak zeminde aniden kaydı. Dengesini korumaya çalışırken Minseo'yu düşürünce bir anda kıyamet koptu. "Minseo!" Kang So hemen kardeşinin yanına koştu ve onu kucakladı. Küçük Minseo bağırarak ağlıyordu. Ama acısından değil korkusundan. Canı elbet acıyordu ama onu ağlatan şey korkuydu. Ağabeyinin göğsüne sokulurken hıçkırdı. Çekik gözlerinden yaşlar akıyordu. "Çok korktum..." Kang So onu sıkıca sarmaladı ve ayağa kalktı. "Demiştim sana daha küçüksün diye." Yakınarak kardeşinin yüzüne baktı. Boncuk boncuk gözleri içini yumuşatmıştı. "Haklıymışsın ağabey. Bir daha sözünden çıkmayacağım, söz. Kendimi tehlikeden koruyacağım.” Kang So anılarından sıyrılıp gözünden akan yaşları sildi. Hastalanma ihtimalini göze alarak kardeşinin başını okşadı ve yüzüne yapışan yaşlarını çekti. "İyi olacaksın kardeşim. İyileşeceksin ve bu yataktan kalkacaksın. Kalktığında seninle eski günlerdeki gibi at bineceğiz. Artık tek başına at binmek için yeterince büyüdün. Eminim benden bile iyi sürüyorsundur." Gülümsese de içi kan ağlıyordu. Kardeşini ona kazandırması için tanrıya içten içe dua etti. .... "Küçük Hanım, uyanın! Ya da Aylin... Of, ne demem gerektiğini bilmiyorum! Uyanın işte!" Ani bir sarsılmayla gözlerimi açtım. Daha doğrusu açmaya çalıştım. Kirpiklerim birbirine girmişçesine yapışmıştı ve gözlerimi açabilmek için uğraşmam gerekti. "Sebeo, ne oluyor?" Dedim bitkin bir sesle. Boğazım kupkuruydu. "Terliyorsunuz. Ayrıca titriyorsunuz da. Yüzünüz bembeyaz. Gerçi Yesoo Hanımın yüzü hep beyazdır ama bu, anormal derecede beyaz." Sebeo kendi kendine konuşurken kaşlarımı çatarak ona bakıyordum. Hiç bir şey anlamamıştım. "Sen ne anlatıyorsun?" Sebeo endişeli gözlerle beni süzerken kalkamayacağımı anlayınca küçük bir el aynasını bana yaklaştırdı. O an kendimi gördüğümde afalladım. Berbat görünüyordum. Yüzüm terden sırılsıklamadı. Saçlarım alnıma yapışmıştı ve üzerimdeki beyaz gecelik terden üstüme yapışmıştı. Tenim gerçekten de anormal derece de beyaz görünüyordu ve dudaklarım kurumuştu. Gözlerimin ışığı sönmüştü sanki. Tedirginlikle karşımdaki kıza baktım. "Neyim var benim böyle?" Bunun sebebinin sırtımdaki yaralar olduğunu sanmıyorum. Bazen hiçbir şey hissetmiyormuşum gibi geliyor. Yani, nasıl desem... Misal: dokunduğum bir nesneyi fiziksel olarak hissetmiyormuşum gibi geliyor. Ama ona dokunduğumu farkındayım. Ve şey, bu çok sık oluyor. Felaket derece de üşüyorum." Ben konuştukça Sebeo'nun yüzü beyazlıyordu. En sonunda dudağını dişlediğinde dayanamayıp sordum. "Ne oldu? Niye yüzünü ekşitiyorsun?" "Şaman Seo'ya gitmek. Belki bu halime bir çözüm bulur. Bana ne olduğunu anlatır." Onun kesinlikle Şaman Seo'yu tanıdığına eminim. O tip insanlar birbiriyle bağlantılıdır. "Ben kiminle gideceğimizi biliyorum. Gel." Sebeo ben üzerimi değiştirirken yardım etti. Daha öncede giydiğim mavi, lacivert hizmetçi kıyafetlerini giymiş, saçlarımı örüp kurdeleyle bağlamıştım. Sıcak tutsun diye beyaz yün bir kürkü de üzerime geçirdim ve pelerinin şapkasını başıma taktım. Ayakta zor duruyordum ama bu durum çok önemliydi, dayanmam gerekiyordu. "Arka kapıdan çıkalım ön kapıda isyan çıktı." Duyduklarım karşısında şok olarak Sebeo'ya baktım. "Ne isyanı?" "Halk Prens Minseo'nun durumunu öğrenince yasa boğuldu. İyi olup olmadığını öğrenmek istiyorlar." Öyle gürültülüydü ki kulaklarım çınladı. Kendi sesimi zor duyuyordum. "Bilmiyorum. Pazar yoluna gidelim, belki orada buluruz." Dedi Sebeo arka kapıdan çıkarken. Pazar yolundan ilerlemeye başladık. Dar sokakta ve toprak yolda ilerledik. Dinlenme ihtiyacı hissederek taş duvara yaslandım ve bir kaç dakika soluklandım. Bu halim gerçekten hiç normal değil. Üç dakika da bir soluklandığım için yol epey uzadı. Ama nihayet ulaştığımızda pazar bomboştu. Karanlıkta daha da tenha görünüyordu. Çıt çıkmıyordu. "Kimse yok." Boş alanda bitkin sesim yankılandı. "Herkes saraya yürüyüşe geçtiği için çalışan kimse yok. Tezgahlar kapanmış." İkimizde etrafa bakınmaya başladık. Karanlıkta pek bir şey görmek mümkün değildi ama ümit ederek Gökbilimciyi aradım. "Vay vay... Beden Hırsızı gelmiş demek. Beni mi arıyorsun?" Bilge bir ses ve bir süliet belirdiğinde Sebeo'yla arkamızı döndük. Karanlığın ardında gri bir ışık misali karşımda dikilen adama baktım. "Gökbilimci." "Şaman Seo?" Düşünerek keçi sakalını sıvazladı. "Buluruz elbet. Seni severim, Beden Hırsızı." Şunu demese olmuyor. "Ama oraya varmak sabahı bulur." Karanlık sokakta bir süre ilerledik. Sokaklar o kadar ıssızdı ki sanki evlerde kimse yaşamıyordu. Merakıma yenik düşerek önümüzde yürüyen Gökbilimciye seslendim. "Bu sokaklar ve evler neden bu kadar boş? Niye kimse yok?" "Prens onlara çok yardım etti. Hala ediyor." "Ayrıca ben Kralın himayesinde çalışıyorum." "Prens Minseo evsizlere ev verdi," diyerek sözüne devam etti. "Yoksullara aş ve para tayin etti. Savaş'ta kocaları ölen dul kadınlara zorluk çekmemeleri için yardım ediyor. Kiralarını ödüyor. Çocuklarla az ilgilenmedi. Her zaman eli kadar gönlü de bol bir Prens oldu. Onun gibi birine insanlar hastalığı yakıştıramıyor." Söyledikleri hem içimi yumuşattı hem kalbimi kırdı. Onun gibi iyi birine gerçekten hastalık yakışmıyordu. Ama her insan doğar, büyür, hastalanır ve ölürdü... Doğanın kanunu buydu. İster bir melekten farksız olsun, ister şeytan kadar kötü. Her insan zamanı geldiğinde ölümü tadacak. Biz sadece genç insanların ölmesine dayanamıyoruz. Daha yaşayacağı çok şey vardı, daha çok genç ve tazeydi diyoruz ama ölüm genç, yaşlı, çocuk dinlemezdi ki. "Umarım en kısa zamanda iyileşir." Dedi Sebeo ağlamaklı bir sesle. "Hanımıma bunu söylememiz gerekmez mi?" Dolu gözlerle bana baktı. Doğru ya, Yesoo'ya anlatmam gerek bu durumu. Nasıl unuturum! Karşımdaki adamı tek kaşını kaldırmış bana bakarken yakaladım. "O artık biliyor. 4. Prens de biliyor. Hatta Prens Minseo da." Şaşırmış gibi gözleri büyüdü ve yan bir şekilde sırıttı. "Ve hala akıllarını kaybetmediler yani, öyle mi? Gerçi Prens’in hastalandığına bakılırsa o bu durumdan baya etkilenmiş. Ne de olsa nişanlısının bedenine el koydun." Göz devirdim. Bu adamın tavırları bazen sinirimi bozuyordu. "Prens benim yüzümden hastalanmadı. Ayrıca ben kimsenin bedenine de el koymadım!" Dedim dişlerimi sıkarak. Bir kahkaha patlattı ama cevap vermedi. "Hala gelmedik mi?" "Geldik." Dedi tam yanında durduğumuz evin kapısından girerken. Bizi alt sınıf bir Hanok evine getirmişti. Yapısı beyaz kaya taşlardan oluşan, çatısı siyah kiremit taşlardan yapılma alt sınıf bir geleneksel kare evdi. Tahta kapının kilidini açıp bizi içeri soktu: Küçük bir bahçesi vardı ve girer girmez bizi iki at karşıladı. İkisi de halatla kaçmasınlar diye bağlaydı ve otlanıyorlardı. "Neresi burası?" Dedim evi incelerken. Bayılıyorum bu Hanok evlere. "Evim." Dedi. "Bu atlar senin mi?" Sebeo'nun sorusundan sonra sanki adam onu ilk kez görüyormuş gibi duraksadı. "Boş ver sen nasıl aldığımı. İşimize yarayacak ya ona bak." Diye tersleyince Sebeo'nun yüzü kızardı. Bu adamın Sebeo'yla alıp veremediği neydi? Atların yanına gidip halatları çözmeye başladı. "Üç kişiyiz. Tek at üçümüzü birden taşıyabilecek mi?" Tekini alacağımızı kim söyledi?" Dedi diğer atın da ipini çözerken. "İkisini birden alıyorsak şimdiden söyleyeyim ben at sürmesini bilmiyorum. Bir kere sürmeye kalkıştım onda da kalçamı ve bacaklarımı kırıyordum." "Korkma. İki atı birbirine halatla bağlayacağım. Diğeri nereye giderse öteki de onu takip edecek." Yanındaki ürkek kız rahatlamayla bir nefes verdi. "Hadi bakalım gidiyoruz." Gökbilimci bize laf anlatırken çoktan atları çözmüş bir de üstüne ikisine birden yan yana uzunlamasına halatı bağlamıştı. İkisini de arka arkaya bahçeden dışarıya çıkartırken onu takip ediyorduk. Önce Sebeo'ya binmesi için yardım etti. Kız biraz zorlansa da binmeyi başardı ama attan korktuğu yüzünden belliydi. Gözleri ceylan ceylan bakıyordu. "Sıkı tutun." Sonra da diğer ata binerek benim de binmem için elimden tutarak destek oldu. Hazır olduğumuzda komutu verdi ve nihayet yola koyulduk. Çabucak varmamız için dua ettim ama uzun bir yol olduğunu da biliyordum. "Kral Yıldızını buldun mu?" Dedi evden epey uzaklaştığımız da kulağıma doğru. Nefesi ürpermeme sebep oldu. Benden elinden geldiğince uzak kalmaya çalışıyordu ama bulunduğumuz alana bakılınca pek mümkün değildi. "Kral Yıldızı?" Neyden bahsettiğini anlamaya çalışırken bir anda jeton düştü. Tabi ya! Kral yıldızına sahip olan kişi aynı zamanda Tahta da sahip olurdu. Kral olacağı kesinleşirdi. "Bulamadım. O yıldızın sahibinin 2. Prens olmadığından emin misin?" Şaman bana böyle söylemişti. Gökbilimci'den bir süre ses gelmedi. "Gerçek aşkım bana ok mu saplayacak? O bunu yapmaz." Güldüğünü duydum. Kim olduğunu biliyordu. Elbette biliyordu. ... "Çekilin, çekilin!" Prens Seok muhafızların arasından iki kapaklı saray kapısının önünde durdu. Muhafızlar var gücüyle kapıya yükleniyor, açılmasını önlüyorlardı. "Majesteleri bu çok tehlikeli, lütfen geri çekilin!" Dedi Prensi uyaran muhafız. Kan ter içinde kalmıştı. "Onlarla konuşmam şart. Çekilin!" Prens’in karalılığını bozamayacağını anlayan muhafızlar geri çekildi ve hazır ola geçti. Kapı açılır açılmaz adam, kadın, çocuk hepsinin üzerine çullandılar. Muhafızlar birbirlerinin koluna girip baraj oluşturdular. "Sevgili halkım!" Diye seslendi kalabalık gruba Prens. Adamın sesini duyan grup sessizliğe büründü. "3. Prens bu!" "Bize haber getirmiş olmalı." Dediler umutla. "Doğru, size haber getirdim!" Bir an için soluklandı. "Biliyorum, hepiniz Prensiniz için endişelisiniz! Ama endişe etmeyin! Prens Minseo en kısa zamanda iyileşecek ve aranıza, aramıza dönecek! O bizi kolay kolay bırakmaz! Siz yeter ki dualarınızı eksik etmeyin!" Yaşlıca bir adam ağlayarak öne çıktı. İki büklüm bir haldeydi. Ufak tefekti. Konuşunca sesi incecik ve güçsüz çıktı. "Prens Minseo bana çok yardım etti. Açlıktan ölmek üzereyken elimden tuttu. O olmasaydı şu an hayatta olmayacaktım. Onun hastalanması içimi paramparça ediyor. Yalvarırım Majesteleri, onu iyileştirin." Yaşlı adamın sözleri Prens’in içini dağladı. "Merak etmeyin! Hekimler elinden geleni yapıyor! Minseo en kısa zamanda iyileşecek! Şimdi evlerinize gidin, dinlenin ve Minseo için dua edin! Sabırlı olun! Minseo sizi duyuyor ve onu ne kadar sevdiğinizi farkında! Ama kendinizi yormanızı ve yıpratmanızı istemez! Onun için gidin! O iyileşecek, hiç şüpheniz olmasın! O çok güçlü biridir, bunu en iyi siz bilirsiniz!" Bir grup dolusu insan Prense hak veren homurtular çıkardı ve başlarını salladı. Bir kaç dakika içinde de teker teker dağılmaya başladılar. Prens Seok rahatlamayla omuzlarını gevşeterek saraya girdi. Koridor da ilerlerken tam döneceği sırada 2. Prensle çarpıştı ve afalladı. "Ne yapıyorsun burada?" "Neyi?" "Beni görmek isteyeceğini sanmıyorum. Hiçbirinin." "Peki o zaman. Ben onları oradan götüreceğim, sende rahatça odaya gireceksin, tamam mı?" "İyi. Günlerdir doğru dürüst uyumadığı için güçten düştü." Seok aldığı cevapla rahatladı. "Eğer sizde uyumaz ve yemek yemezseniz güçten düşeceksiniz. Hadi gelin, yemek yiyelim.” "Şimdi sırası mı? Ağabeyim bu haldeyken nasıl yemek yer ve uyuruz?" Yine itiraz edecek gibi oldular ama Seok'un sert bakışlarıyla karşılaşınca sustular. Prens Seok, Kang So'nun omzunu sıkarak onu rahatlatmaya çalıştı. Kardeşler odanın kapısından ayrıldığında Yeong Jin harekete geçti. Sessiz ve temkinli adımlarla odanın kapısına ilerledi ve durdu. Odaya girme konusunda tedirgindi. İçindeki ses bir türlü susmuyordu: "Ne yüzle gireceksin? Ne yüzle göreceksin onu? Hepsi senin suçun! Kardeşin senin yüzünden bu halde! Onu görmeye hakkın var mı?" Diyordu. Yeong Jin büyük bir suçluluk ve utançla kavrulurken gözlerini yumdu. "Keşke zamanı geri alabilseydim," dedi kendi kendine. Tam o anda kapı açıldı. Kral'la burun buruna gelen Prens geri çekildi ve eğildi. "Majesteleri.” "Geç. Berbat görünüyorsun." Prens babasını dinleyerek içeri girdi. Hekimler buradaydı yine. Yatağa doğru ilerledi ve kardeşini gördü. O an kalbi sıkıştı ve ellerini yumruk yaptı. Hekimlerin yanında ağlamayacaktı. "Çıkın." Diye emretti. Hekimler tereddüt etti. "Çıkın dedim!" Çıktılar. Odada ondan ve Minseo'dan başka kimse kalmamıştı artık. Yatağa doğru yaklaştı. Tülün arkasından kardeşini izledi. Gözünden bir damla yaş aktığında elinin tersiyle sildi. "Minseo..." Konuşmakta güçlük çekiyordu. "Ben... Hepsi benim suçum..." Başını eğdi. "Benim yüzümden bu haldesin. Ne yapsam boş, ne söylesem anlamsız biliyorum. Ama iyileş kardeşim. Yalvarırım... Ben kötü ve bencil biriyim. Cezayı hak ediyorum. Ama böyle değil. Seni kaybederek değil. İyileş ve cezamı sen ver. Bağır, çağır, söv. Ne istersen yap ama ölme." Göz yaşlarını sildi ve acı dolu bir nefes aldı. "Yesoo'nun bir suçu yok." Dedi. İtiraf etmişti sonunda. Minseo'nun bu söylediklerini hem duymasını istiyor hem de içine korku salıyordu. "O seni aldatmadı. Benimle hiçbir ilişkisi olmadı. O seni sevdi, ben ise onu. Çok kızdım. Beni sevsin istedim. Onu zorladım.” Elleri ve omuzları titriyor, gözyaşlarını ne kadar silse de akmaya devam ediyordu. “Ne sen ne de o, bu yaşadıklarınızı hak etmediniz. Şu an ölüm döşeyinde olması gereken bendim, sen değil. Duy beni Minseo. Yaşa kardeşim. Bizi bırakma. Beni affet... Ben iğrenç biriyim. Ama sende beni affedecek yürek var, biliyorum. Gel bana hesap sor. İster beni sil, konuşma. Ama yine de yaşa..." O an Prens Minseo'nun gözünden bir damla yaş süzüldü... |
0% |