Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm. ~ Kan, Ter Ve Gözyaşı.

@theragn_

Bu bölüm tetikleyici unsurlar içerdiği için 18 yaşından küçükseniz eğer okumamanızı rica ediyorum.

Keyifli okumalar dilerim!✨

 

AYLİN.

Yesoo olan biten her şeyi anlattığında tüm bedenim buz kesti. Öylece donup kalmıştım. Yeong Jin'le yaşadığı o anlar, başka biri olarak doğmak istemesi ve o aylar boyunca Şamanla görüşüp benimle beden değişmesi... Hepsi inanılmaz korkunç şeylerdi. Yeong Jin'i şu an ciddi manada öldürmek istiyordum. Karaktersiz, insan müsveddesi! Resmen kanım donmuştu. Yesoo'ya yaklaşmak için her anı kollamıştı. Öyle bir takıntı haline getirmişti ki Prens Minseo'yu saraydan uzaklaştırmıştı. Sırf Yesoo'yu kıstırabilmek için. Yesoo'nun yaşadığı korkuyu ve ızdırabı tahmin bile edemiyordum.

Korkunç, tek kelimeyle korkunçtu! Sebeo'nun da benim de beti benzi attı. İkimiz de hayalletten farksızdık şu an da. Sebeo hem üzüntüden hem de korkudan titriyordu. Onun gibi zayıf bir kalbi olan biri için bu duydukları çok ağır gelmişti. Onu sakinleştirmek istedim ama yerimden kıpırdayacak mecali bile kendimde bulamıyordum. Konuşmak istiyordum da kelimeler dilime gelmiyordu sanki. Dilime geliyordu da ucunda takılıp kalıyordu, dudaklarımdan dışarı çıkaramıyordum.

"Benim hala anlamadığım bir şey var," dedi Sebeo uzun süren sessizliği bozarak. Konuşurken sesi titriyordu. "Yesoo Hanımım başka biriyle beden değişmek istedi evet, ama onun bir sebebi vardı, istekliydi. Ama sizinle yer değişmesi için sizin de istekli olmanız gerekmez mi? Sebeo'nun söylediklerini ilk başta anlamadığım için birkaç saniye yüzüne baktım. O da tam anlatamamış gibi yerinde kıpırdandı. Sonradan kafamın içinde bir ampul yandı. Demek istediği şuydu: Yesoo başka biriyle beden değişmek istediği için bunu başardı. Ama beden değiştiği kişinin de buna istekli olması gerekirdi. Yani benim de başka birinin bedenine geçmek için istekli olmam gerekirdi.

"Ne demek istediğini anladım." Kafamın içinde anılar canlandı. Ofisteki o son anımın görüntüleri... "Yesoo'yla beden değişmeden çok az bir zaman önce babamı kaybettim. Çok hastaydı ve aylarca hastahanede yattı." diye başaldım anlatmaya. Sesimi güçlü tutmaya çalışıyordum ama zordu.

"Benim ve ailem için çok zor zamanlardı. Kendimi zihnen iyi hissetmiyordum. Çok yorgun ve üzgündüm. Bitik durumdaydım ama güçlü kalmaya çalışıyordum. Sadece bununla da sınırlı değil; yaptığım meslek hem çok zor bir meslek hem de bazı zamanlar tehlikeli. Babam vefat etmeden birkaç gün önce evimize saldırı da bulundular.

O günden sonra annem çok korktu ve beni güvenli bir liman olarak belledi. Hep yanımdaydı, uzakta olsak bile bana ulaşır sadece sesimi duymak isterdi. Küçük bir çocuğun, güvende hissetmek için sığındığı bir oyuncağı gibiydim bir bakıma. Ayrıca kız kardeşime de okuması için maddi olarak destek oluyordum. Benim için gerçekten zorlu bir süreçti. Yaşadığım bir anlık buhran sonucu, "acaba başka bir hayatta doğsam nasıl olurdu?" diye düşündüm. Babamın yaşadığı bir hayatta. Sonra da işte kendimi burada buldum. Belki de şamanın yaptığı büyüyü tetikleyen şey budur. Ya da belki bizi birleştiren acılarımızdır." Sözümü bitirdiğimde ikisinden de ses çıkmadı.

Sonra, "Ben seni gördüm," dedi Yesoo. Anlamayarak kaşlarımı çattım. "Nasıl?"
"Beden değiştiğimiz zaman ayna gibi bir şeye bazı görüntüler düştü. Senin hastalandığını, babanın ölüm anını ve aileni gördüm." Söyledikleriyle adeta şoke oldum. "Bizi birbirine çeken gerçekten acılarımız. Ben temiz bir beden ve temiz bir ruh istedim, annemi istedim. Seni buldum. Ama bu gerçekleşmedi. Sen babanın yaşadığı bir hayat istedin, beni buldun. Ve benim babam hayatta." Düşününce mantıklı geliyordu.

Ama yine de kopukluk vardı. Yesoo neden benim bedenime geçememişti ve bir boşlukta süzülüyordu? Şamanın söylediği doğru muydu? Gerçekten hata mı yapmıştı yoksa altında yatan başka bir sebep mi vardı? "Aklıma gelmişken, Sebeo sana Merhum Prens'in öldürüldüğü günü hiç anlatmadı mı?"
"Anlattı. Ama kendisi o zaman burada olmadığı için başkalarından duyduğu kadarını anlattı bana, detaylarını bende bilmiyorum." Dedim. "Öyle değil mi Sebeo?" Sebeo konuşmadı. Elleriyle oynayıp gözlerini kaçırdığında kaşlarım çatıldı. "Kendisi burada değil miydi?"

Sesindeki anlamamış ve sert tını kafamı iyice karıştırdı. "Evet? Yani, ben buraya geldiğimde o da henüz birkaç aydır burada olduğunu söylemişti bana." Bir sessizlik oldu. "Sebeo, ablam ve Prens Seok evlenmeden önce bile buradaydı. Ayin günü Sebeo da oradaydı." Dediğinde ağzım bir karış açık Sebeo'ya baktım. "Neler oluyor?" Dedim sabırsızca. "Bence bunu Sebeo açıklamalı." Dedi aynı sertlikle.

Kafamın içinde, ellerini önünde bağlamış, tek kaşını kaldırarak Sebeo'ya bakan bir Yesoo canlandı. "Aslında söylediğim yalandı." Dedi cılız sesiyle. Şok içinde karşımdaki ezilip büzülen kıza baktım. "Neden yalan söyledin ki? Anlayamıyorum."
"Olayları sanki başkasının ağzından anlatmamın bir sebebi var."
"Nedir?" Dedik Yesoo'yla aynı anda.

"O gün Merhum Prensi kimin öldürdüğünü kendi gözlerimle gördüm." Dediğinde bir adım geriledim. Kalbim boğazımda atmaya başlamıştı. Kim olduğunu biliyordum ama yine de bir kez daha öğrenmek ağır geliyordu.
"Yoksa..." Dedi Yesoo. Kim olduğunu tahmin ediyordu besbelli. Sebeo tedirgince kıpırdandı ve derin bir nefes aldı. "Prens Yeon Jin." Duyduğum isim karşısında yutkundum.

Kafamın içi zonkluyordu adeta. Merhum Prens'le hiç anlaşamaması. Ondan sonraki olması. Yesoo'yu kurtaranın o olması ve yaptığı pisliği görmesi... Aralarında çıkan kavga... Yeong Jin'i tetiklemişti. Kang So da aralarına girince ihale ona kaldı tabii. Tam da Yeong Jin'den beklenen hareket: kendi huzuru için herkesi yok etmek. "Şunu bir baştan anlat." Karşımdaki iki kadından duyduklarımın ağırlığıyla yatağa çöktüm. Özellikle şimdi anlatacaklarını ayakta dinleyecek halde değildim. Kang So'nun masumiyetinin kanıtı Sebeo'ydu işte. Ama onu kim dinlerdi ki? "O gün törene geçmeden önce mutfaktaydım. Yine sakarlığım tuttu ve üstüme salça bulaştırdım.

Kutsal bir gün olduğu içinde temizlik önemliydi tabi. Odama gidip üzerimi değiştirmek istedim. Tam gidiyordum ki koridordaki gürültüyü duydum. Veliaht Prens’in odasından geliyordu. Merakımı cezbetti ve gittim. Kapı eşiğinden 2. Prensi, 4. Prensi ve Veliahtı gördüm. Sonra da olan oldu. Her şeye şahit oldum." Gözleri doldu ve ürpererek kollarını bedenine sardı. "Beni fark ettiklerinde kaçmaya çalıştım ama son anda Prens Yeong Jin beni fark etti.

4. Prens saraydan gönderildikten birkaç gün sonra beni köşeye sıkıştırdı ve gördüğü her şeyi unutmamı, kimseye anlatmamamı söyledi. Soran olursa Veliahtı öldüren Prens Kang So'ydu ve o çok korkunç biriydi. Sorana böyle anlatmamı, ondan bir canavarmış gibi bahsetmemi tembihledi. Sanki bu yaşanılanları kendi gözlerimle görmemişim de başkasının ağzından duymuşum gibi anlatmamı istedi."

Bir süre duraksadı, ağlamaya başlamıştı ve anlatırken zorluk çekiyordu. yatıştırmak amacıyla sırtını sıvazladım. "Bende korktum. Dediği her şeyi yaptım bu yüzden. Baktı ki sesim soluğum çıkmıyor, peşimi bıraktı. Asıl korkunç ve zalim olan o, 4. Prens değil!" Her şey şimdi anlam kazanıyordu. Herkese hafızamı kaybettim yalanını söylediğimde mantıken Ayin gününü de unutmuştum. Bu yüzden Sebeo'dan anlatmasını istediğimde, sanki bir başkasından duymuş gibi anlatmıştı. Sebebi şimdi anlaşılıyordu.

... 

 

KANG SO. SHİNJU'YA SÜRGÜNÜ.

Kang So törene geç kalmıştı. Aslında herkesten çok evvel hazırlanmıştı ama tören saati gelene kadar kütüphanede kalıp kitap okumak istemişti. Ama kitaba öyle bir dalmıştı ki töreni unutmuştu. Bu yüzden alelacele kitabı kapatıp bahçeye koştu. Koridorun başında duyduğu sesler onu durdurdu. Seslerin olduğu yöne ilerlediğinde Veliaht Prens’in ve Yeong Jin'in, Veliaht'ın odasında hararetli bir şekilde konuştuklarını duydu.

Gizli gizli dinleme dürtüsüne engel olamayarak duvarın kenarına tünedi ve kulak kesildi. "Böyle bir şey yapmayacaksın. Yapamazsın Ağabey." Dedi Yeong Jin uyarır bir şekilde. "Elbette yapacağım. Kral ve Kraliçe bunu öğrenmeli."
"Öğrenmeyecekler." 2. Prens’in eli yumruk halini aldı ve dişlerin arasından konuştu. Neden bahsediyorlar? diye düşündü Kang So. "Korkuyorsun değil mi?" Dedi Veliaht Prens alay eden bir tonda.

"Korkmalısın da. Bu yaptığın affedilemez. Hayatın boyunca yapabileceğin en kötü şeyi yaptın!" Birden yükseldi Prens. "Bir kadına yaşatabilecek en kötü şeyi yaşattın! Benim canımı alsan daha az günah işlemiş olurdun!" Kang So hala anlamıyordu. Ağabeyleri her zaman tartışırlardı ama bunlar hep çocuksu kavgalar olurdu. Yeong Jin'in Veliaht olmak istemesi herkesin malumuydu zaten. Ve onu kıskandığı da. Ama bu sefer ki alelade bir kavgaya benzemiyordu.

Kang So anlayabilmek için kapıya biraz daha yanaştı. Bu sırada törende başlamıştı. "Kendisi benden, bu durumdan kimseye bahsetmemem konusunda söz almış olsa dahi, cezalandırılman şart." Dedi Veliaht, biraz olsun sakinleşmişti şimdi. "Ben bir prensim. Kralın beni cezanladıracağını sanıyorsan yanılıyorsun." 2. Prens’in yüzünde bilmiş bir sırıtış belirdi. "Bu durumda zarar gören tek kişi Yesoo olur." Kang So'nun kaşları çatıldı. Yesoo ne alakaydı ki şimdi? İkilinin tartışmasında Yesoo'nun payı neydi? Veliaht Prens ona öfkeyle baktı.

“Peki ya Minseo? Onu hiç mi düşünmüyorsun?"

“O benim kadınımı çaldı!”

“O senin hiçbir zaman kadının olmadı!” Sinirle iç çekti. Yeong Jin'e yaklaşırken iri vücudu sallanıyordu. Tepeden topuz yapmış saçı, hafif tombul yüzünü ve belirgin çekik gözlerini ortaya çıkarıyordu. "Kral’la görüşeceğim. Veliaht olduğum için sözümü dinleyecektir. Benim sözlerime itimat edecektir. Eminim hak ettiğin cezayı alacaksın." Bir adım daha yaklaştı ve baş parmağını öfkeli bir şekilde 2. Prense salladı. "Sen ne kardeşini ne de zavallı, suçsuz günahsız bir kızı düşünmeyecek kadar zalim ve acımasız birisin. Kibrine yenik düşerek herkese zarar veriyorsun. Sadece kendini düşünüyorsun!"

Karşısındaki Prens'ten ses çıkmadı. Onun yerine kasıldıkça kasıldı ve ters bakışlarla karşısındaki adama baktı. Sonra her şey o kadar hızlı gelişti ki Kang So bile ne olduğunu anlamadı. Yeong Jin belindeki kılıcı kınından çıkardı ve bir hışımla karşısında adamın göğsüne sertçe sapladı. 2. Prens diğer Prenslere nazaran kılıcını yanından hiç ayırmazdı ve bu da ona tehditkar bir hava katardı.

Veliaht Prens göğsüne saplanan kılıçtan sonra donup kaldı. Göz bebekleri büyüdü ve boğazından boğuk bir nefes döküldü. "Demek seni öldürsem daha az günah işlemiş olurum öyle mi?" Prens’in gözleri fel fecir okuyordu. Sesi öyle tehditkardı ki Kang So'nun bile tüyleri diken diken oldu. Yerinden kıpırdayamıyordu. Durduğu yerde karşısındaki korkunç manzarayı izliyordu. Kıpırda! Kıpırda ve durdur onu!

Yeong Jin kılıcı karşısındaki adamın göğsünden hızla çekti. Veliaht kan kusarak olduğu yerde diz çöktü. Kesik kesik nefes alıyor, titriyordu. "Haklısın ağabey." Dedi aklını kaçırmış gibi. Yüzündeki o sinsi sırıtış ve kana susamışlık Kang So'nun öfkesini ikiye katladı. "Ben sadece kendimi düşünürüm. Kendi iyiliğim ve huzurum için herkesi gözden çıkarabilirim. İster masum bir kadın isterse kardeşim olsun, fark etmez.

Sende benim gibi olsaydın şimdi ölümün eşiğinde olmazdın. Zavallı iyilik meleği." Dedi tükürürcesine. "Küçüklüğümden beri senin sonrakin olmaktan bıktım! Veliaht olmayı ben hak ediyordum ama babam seni seçti! Seninle hep rekabet içinde olmaktan bıktım usandım! Ama artık Veliaht olmak için önümde hiçbir engel kalmadı. Ölmek üzeresin ağabey. Yesoo da çenesini kapatacağına göre hem veliaht hem de babamdan sonra kral ben olacağım!"

"Hain!" Dedi ölümün eşiğindeki Prens dişlerinin arasından. Kendinden geçmek üzereydi, öksürdükçe kan saçılıyordu ve çenesinden boğazına doğru yol çiziyordu. Beyaz Baji'si çoktan kana bulanmıştı bile. Yeong Jin söylediğini duymazlıktan gelerek kötücül kahkalarının arasında kılıcını havaya kaldırdı ve Veliahta bir kez daha saplamak üzere savurdu.

"Hayır!" Tam o an Kang So ikisinin arasına girerek Yeong Jin'i durdurdu. Prens şokla duraksadığında Kang So bunu fırsat bilerek tüm gücüyle adamı itti ve bir yumruk savurdu. Prens’in başı geriye düştüğünde kılıçta elinden fırladı. "Sen ne yaptın! Ne yaptığını sanıyorsun!" Diye haykırdı öfkeyle. Veliahta yaklaşıp kollarını ona sardı ve kendini kaybetmemesi için yüzünü ellerinin arasına alıp sarstı.

Adamın bilinci hala yerinde olsa bile kendini kaybetmesi an meselesiydi. "Hyung! Aç gözünü, aç! Sakın ölme, sakın!" Ama Veliaht onu duymuyordu. Duyduğu tek ses yüksek bir çınlama ve kor bir acıydı. "K-K-Kang So..." Dedi boğukça. Sesi öylesine kısık çıkmıştı ve söylediği o kadar anlaşılmıyordu ki Kang So, Prense doğru eğilmek zorunda kaldı. "Şşt, kendini yorma." Dedi ağlamaklı bir tonda. "O ölecek! Artık çok geç!" Diye haykırdı Yeong Jin. "Kes sesini-"

Ama çok geçti. Yeong Jin kılıcı kavrayıp bu kez de hızla ve tüm gücüyle kılıcı Veliaht’ın sırtına sapladığında Kang So hiçbir şey yapamadı. Kollarında yatan ağabeyini ayıltmakla o kadar meşguldü ki Prens’in kılıcı kavrayıp ikinci hamleyi yaptığını fark edememiş ve onu durduramamıştı. Veliaht kollarında can verirken Kang So acıyla haykırdı. "Ağabey! Hayır! Hayır! Ölemezsin hayır!" Hem ağlıyor hem bağırıyor hem de Merhum Prensi sımsıkı kollarıyla sarıyordu. "Ölme..."

2. Prens’in kılıç elinden düştü ve karşısındaki manzarayı boş gözlerle seyretti. O an Kang So tüm bedenini yakıp kavuran bir öfkeyle dolduğunu hissetti Merhum Prensi yere yavaşça yatırıp 2. Prens’in karşısında dikildi. Yerdeki kılıcı eline aldı. Üstü başı, yüzü, her yeri kan içindeydi. Kılıcı sıkıca tuttu ve öfke ve acı dolu göz yaşlarıyla karşısındaki Prense baktı. Titreye titreye, "Hain! Sen bir hainsin! Ölmeyi hak eden sensin! Ve bunu yapan ben olacağım!" diye haykırdı. Öyle bir öfke kaplamıştı ki içini, yanar dağ gibiydi.

Kılıcı tam kaldırıp savuracağı sırada tak diye bir ses duyuldu. Kapanın orada, koridordaki vazolardan biri yere düşmüştü. İkisi de duraksadı. Kang So'nun kılıcı tutan eli hava da asılı kalmıştı. Yeong Jin'in bedeni gerginlikle adeta heykel misali donup kalmış, soğuk terler boşaltıyordu ve kalbi deli gibi çarpıyordu. İkisi de başını çevirip o yöne baktıklarında kimseyi göremediler. "Kahretsin!" Aniden kendine gelen Yeong Jin hızla koridora koştu.

Koridorun sonunda panik içinde koşan ve son anda ayağı takılıp düşme tehlikesi atlatan hizmetçi kadını gördüler. Prens kadını hemen tanımıştı. "Kahretsin! Kahretsin! Yesoo'nun hizmetçisi bu! Her şeyi gördü!" Başını bu defa Kang So'ya çevirdi. 4. Prensi ağlayarak Veliaht'ın önünde diz çökmüş, yüzünü ellerini arasına almış ve alnını alnına yaslayarak sayıklarken buldu. Bu durum Yeong Jin'i iyice gerdi ve içinde tuhaf bir nahoşluk hissetti. Az önce geçirdiği öfke nöbeti onu bir felâkete sürüklemişti ve ağabeyini öldürmesine sebep olmuştu.

Pişmanlık duyuyor muydu? Hayır. Artık onun gölgesinde yaşamak zorunda değildi. Artık Veliaht olacak kişi de oydu. Geleceğin imparatoru o olacaktı. Bundan nasıl pişmanlık duyardı? Ağabeyini severdi bir zamanlar. Ne zaman ki veliaht seçildi, işte o zaman içinde bir öfke, kıskançlık ve kibir, hepsi bir araya toplandı. O günden sonra o, onun kardeşi değil, rakibiydi. Ve şimdi rakibini yenmişken nasıl pişmanlık duyardı?

Zafer onundu artık! Ama Kang So? O her şeye şahit olmuştu. Onu ne yapacaktı? Suçu onun üstüne atarsa... Aptal herif. kılıcı bile hala elinde tutuyor. "Neler oluyor burada?" Kral ani bir şekilde odaya daldığında Yeong Jin kendine geldi. Kral'la birlikte bütün ailesi de buradaydı. Hepsi korkunç manzaraya şahitlik ederken Yeong Jin onları izledi. Kardeşleri ve annesi Merhum Prens’in önünde diz çökmüş, ağlıyor, ağıtlar yakıyorlardı.

Kral, ayakta öylece duran Kang So'ya hesap soruyordu ama Kang So hiç konuşmuyordu. Sanki şu an bu dünyada değildi. Öylece boşluğa bakıyordu. "Yeong Jin, sen bir şey söyle! Burada neler oldu? Veliaht Prens neden kanlar içinde yerde yatıyor?" Prens bir süre babasının yüzüne baktı. Ne diyeceğini düşünüyor, tartıyordu. İnandırıcı olmak zorundaydı. Sonra yüzüne şaşırmış bir ifade, sesine de acı bir ton yerleştirerek, "Bende bilmiyorum." Dedi.

"Törene yetişmek için odamdan çıkmış geliyordum ki sesler duydum. Hemen buraya geldim. Bir baktım..." Duraksadı ve derin bir nefes aldı. "Ne? Ne oldu?" Dedi Kral hararetle. "Kang So elindeki kılıcı Veliaht'ın göğsüne saplamıştı ve ağabeyim de önünde diz çökmüş, can çekişiyordu. Bir de benim kılıcımı almış." Dedi inanamayan bir tavırla ve burnundan güldü. "Herharlde suçu benim üstüme yıkmaya çalışacaktı. Ağabeyimle husumetimizi öne sürerek." Kral’ın yüzü resmen çarpıldı. Gözleri yuvalarında çıkacak kadar büyürken yüzü bembeyaz oldu. Şaşkın ifadesiyle bir Kang So'ya bir Yeong Jin'e baktı. "Eğer daha erken gelseydim ağabeyim yaşıyor olacaktı." Dedi 2. Prens ve sahte gözyaşları döktü.

"Kang So'ya sordum, neden yaptın dedim ama ağzını bıçak açmadı. Aynı böyle duvar gibi dikildi karşımda..." Kral elini kaldırıp onu susturdu. Yavaş adımlarla Kang So'nun karşısına geçti ve bir süre onu süzdü. Dağılmış yüzüne, terlemiş saçlarına, kızaran gözlerine ve kanla kaplı kıyafetine baktı. "Anlat bana, bunu gerçekten sen mi yaptın? Yaptıysan neden?" Kang So'nun çıtı çıkmadı. Konuşmak istiyordu ama biri sanki ondan konuşma yetisini almıştı. Aklını yitirmiş gibiydi.

Kendini bomboş bir ruh gibi hissediyordu. Gördüğü ve düşündüğü tek şey kollarında can veren ağabeyiydi. "So, bana cevap ver!" Diye kükredi babası. Ama Kang So bir duvar misali dikilmeye devam etti. Kıpırdayacak mecali bile bulamıyordu. Tam o anda Kraliçenin baygın bedeni İn Baek'le beraber yanından geçti. Kardeşleri hala Merhum Prens’in başındaydı. Ağlama sesleri, inkar dolu haykırışlar kulaklarında çınladı. "O yapmış olamaz!" diye acı dolu bir çığlık duyuldu. Bu Prenses Yeona'ydı. "So ağabeyim böyle bir şey yapmaz! Veliahtı çok sever o!" Yeonhwa da ona katılan sözlerini sıraladı. "Yeona haklı. Ne malum Yeong Jin ağabeyimin yapmadığı? Veliaht'a düşman olan o!"

Yeong Jin bu itham karşında kaskatı kesildi ve Kral’a baktı. Panik olmuştu ama belli etmemeye çalıştı. "Bu ne saçmalık? Sırf ağabeyimle pek iyi anlaşamıyorum diye onu öldürecek değilim ya." Öfkeyle Prenses Yeonhwa'a baktı. "Laflarına dikkat Yeonhwa." Kızcağız öfkeyle sindi ve kaşları çatık bir halde Yeong Jin'e baktı. Prens Cheol ve Prens Sunwoo ayağa fırlayıp Kral’ın önünde durdular. "Majesteleri, So ağabeyimin böyle bir şey yapmış olamaz." Dedi Prens Cheol dudakları titreyerek. "Cheol haklı. Buna ihtimal bile vermiyorum."

"Ben Yeonhwa'ya katılıyorum." Bu defa araya giren Prens Jiho oldu. Bu defa Yeong Jin'in öfkeli bakışlarıyla karşılaşan da oydu. "Madem öyle," dedi kendinden emin bir tonla. "Ağabeyimi ben öldürdüysem eğer, neden benim üstümde kanın zerresi dahi yok ama Kang So kan revran içinde? Üstünde bir de elinde Kanlı bir kılıç tutuyor? Bu en büyük kanıt değil mi?" Bu savunmaya kimsenin vereceği bir cevap yoktu, bu sebeple susmak zorunda kaldılar. Yeong Jin zafer kazanmış gibi bir adeyla gizli gizli sırıttı.

"Eğer konuşmazsan suçunu kabul ettin sayacağım." Dedi Kral oğluna yaklaşıp. Ellerini omuzlarına koydu ve onu yavaşça sarstı. Kang So adama boş gözlerle baktı. Babasının ilk defa gözlerinin dolduğunu fark etti. "Oğlum." Dedi acıyla. "Bir şey söyle." Kral yine cevap alamayınca göğsü öfkeyle kabardı. “Kang So bana cevap ver!" Son anda bağırdığında Yeong Jin bile yerinden sıçradı.

"Ben..." Döküldü dudaklarından. "Kral beklentiye kapıldı ama boşa çıktı. "Pekâlâ. Demek bir cevabın yok. Muhafızlar!" Kapıdaki iki adam sıra halinde içeriye girdi ve hazır ol pozisyonuna geçti. "Emredin Majesteleri." Kral bir süre Kang So'ya baktı. Baktı, baktı ve baktı... "4. Prensi zindana götürün!" Dedi. Kang So ilk defa o an başını kaldırıp babasına baktı. Hatta kardeşleri bile dikkatlerini Merhum Prens'ten çekip onlara odaklandılar.

Hepsi şok içindeydi. Yeong Jin, işte bu kadar, diye geçirdi içinden. Kendini tutamayıp az daha sırıtıyordu. Muhafızlar birkaç saniyeliğine tereddüte kapıldı. "Ne diyorsam onu yapın!" Gelen sert emir karşısında çekinerek de olsa Prens’in koluna girdiler ve onu zindana götürdüler. "Baba ne..." Kral elini kaldırıp Minseo'nun sözünü kesti. "Gerçekten Kang So'nun bunu yapmış olduğuna inanamazsın." Dedi Seok ikna etmeye çalışırcasına.

O da Minseo gibi yıkılmış durumdaydı. "Yaptım bile demedi. Hiçbir şey söylememişken onu suçlamayın Majesteleri." Bu sefer araya giren 5. Prens Jiho'ydu. "Susmak, suçunu kabul etmek demektir." Kral son sözünü söyleyip odadan ayrıldığında içeri giren görevli askerler Merhum Prens’in naşını dikkatle kaldırıp götürmeye hazırlandı.

Prensesler ve küçük erkek kardeşler, "Götürmeyin ağabeyimizi!"
"Bırakın!" Diye itiraz etseler de nafileydi. "Bedeni çok soğuktu..."
"Yüzü de bembeyazdı..." Dedi Prensesler birbirlerine sarılıp ağlayarak. Gözlerinin önünde Merhum Prensi öylece götürdüler ve kardeşleri gidişini izlemekten başka bir şey yapamadı.

... 

Zindanın soğuk ve rutubetli köşesi Kang So'nun buz kesmiş bedenini daha çok soğuttu. Burnuna dolan pis koku midesini bulandırıyor, nefes almakta zorluk çekmesine neden oluyordu. Üstündeki kanın metalik kokusu da cabası. Ama bunların hiçbiri şu an için umrunda değildi. Aklı hala dün sabahtaydı. Ağabeyinin öldüğü, suçun da üstüne kaldığı o sabahta. Nasıl oluyordu da Yeong Jin'e engel olamamıştı? Nasıl yapamamıştı! Akılsızlık etmişti. Yeong Jin'i durdurduğunu ve ağabeyini yaşatacağını düşünmüştü ama o caninin ikinci darbeyi vuracağını akıl edememişti. Öldürücü darbeyi...

Zindana kapatıldığından bu yana bir gün geçmişti. Ona ne su ne de yemek getirmişlerdi. Kral’ın ona vereceği cezayı değil, ailesinin onun hakkında ne düşüneceğini merak ediyordu. Saatlerdir yanına kimse uğramamıştı. Herhalde Merhum Prens’in cenazesiyle meşguldürler diye düşündü.

Tam o sırada zindanın kapısından bir ses duyuldu. Kang So kulak kesildi. "Çekilin dedim size!"
"Olmaz, Prens Hazretleri. Kralın kesin emri var, kimseyi içeriye alamayız."

"Emrediyorum! 4. Prensi görmeme izin vereceksiniz! Çekilin dedim!"

Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Birkaç saniye sonra Prens İn Baek dışarıda, demirliklerin ardında dikiliyor, soran gözlerle onu süzüyordu. "Ne bu halin?" Dedi hesap sorar bir tonda. Kang So cevap vermedi. Boş gözlerle onu izledi. "Bana cevap ver ağabey. Suçsuz olmana rağmen bu," demirliklere yüzünü buruşturarak baktı. "lanet olası parmaklıklar ardında ne işin var? Neden ben yapmadım demiyorsun?"

Aynı bakışlar devam etti. Sonra düz bir şekilde, "Şimdi yapmadım desem kaç yazar? Çoktan duyulmadı mı, yaptığımı sandıkları şey?" dedi. İn Baek sıkıntılı bir nefes verip parmaklıklara yaklaştı ve diz çöktü. Göz bebekleri acı doluydu. "Senin yapmadığını biliyorum. Sen bunu yapmazsın. Hiçbir sebebin yok. Eğer Krala itiraf edersen sana inanacaktır. Halk zaten Kral ne dese ona itaat etmek zorunda. Ayrıca seni de severler, sadıktırlar. Yaptığına inanmamışlardır ki." Duraksadı bir süre.

"Hyung, eğer gerçekleri anlatmazsan cezalandırılacaksın. Kral acımaz, biliyorsun. Ya sürgün edilirsen? En kötü ihtimalle idam edilirsen? Bir ağabeyimizi yeni kaybettik..." Boğazı düğümlenmiş gibi duraksadı ve başını eğdi. Zor nefes aldığını fark etti Kang So. "Seni de kaybedersek ne biz, ne de Kraliçe buna dayanamayız!"

"Artık itiraf etsem bile faydasız. 2. Prens her şeyi gördüğünü söyledi, değil mi? Görgü tanığı olduğuna Kralı inandırdı. Ne yapıyor, nasıl yapıyor bilmiyorum ama bir şekilde Kralı gerçek olanın aksine inandırmayı başarıyor. Ağabeyimiz öldüğüne göre yeni Veliaht o olacak. Artık bütün bütününe yetki onda sayılır." İn Baek bir şey söylemedi.

Onun yerine hırsla saçlarını karıştırdı. Biliyordu. 2. Prens'in, Kralı her zaman bir şekilde etkisi altına almayı başardığını biliyordu. Onda her zaman karanlık bir dürtü olduğunu biliyordu. Kendine bile itiraf edemese de Kral'dan çok Yeong Jin'den korkardı. İn Baek ayağa kalktı ve son kez ağabeyine baktı. "4. Prens Kang So," dedi meydan okur bir tavırla tepeden bakarak.

"Ne yap et hayatta kal." Sonra öylece gitti. Kang So konuşsa Kral onu dinlerdi ama bunu istemiyordu. Daha önce davranamayıp ağabeyini kurtaramadığı için kendini suçlu hissediyordu ve kendini böyle cezalandırıyordu. O bunu hak etmişti. Hak ettiğini düşünüyordu.

.... 

İn Baek gittiğinden bu yana saatler geçti. Kang So artık bütün bütününe acıkmış, susamış ve bedeni hem soğuktan hem taş zeminde oturmaktan tutulmuştu. Anlaşılan Kral hala onunla ne yapacağına karar verememişti. "So beni dinle." Dedi Prens Seok. Az önce gelmişti ve sinirliydi. Onu itirafı konusunda ikna etmeye çalışıyordu. "Kral ile konuştum. Senin böyle bir şey yapmayacağını, susmanın sebebinin şoktan olduğunu söyledim."

Kararlı bakışlarla karşısındaki dağılmış adama baktı. "Peki babam sana inandı mı?" Prens'in omuzları düştü. "Ah, bilemiyorum... Şu an o kadar öfkeli ki beni bile korkutuyor. Söylediklerimi duyduğundan bile şüpheliyim."
"Annem nasıl?" Dedi Kang So. Annesinin baygın hali ve ağıtları aklına gelince içi burkuldu. Daha fazla üşümeye başladı. "Ayıldı. Ama hiç konuşmuyor. Hekim sakinleştirici verdi. Yatağına yatmış öylece tavanı seyrediyor."

Kang So'nun yüzünün git gide karamsar bir hal aldığını görünce lafını hemen toparladı. "Ama iyi olacak eminim. Kraliçe güçlü kadındır." Kang So başını sallamakla yetindi. Prens Seok Hanbok'un iç cebinden bir parça ekmek çıkartıp Kang So'ya verdi. "Ancak bunu sokabildim içeriye." Dedi mahcup bir şekilde. "İçinde peynir de var." Kang So hafifçe gülümsedi. "Sağ ol Ağabey."

... 

Ertesi gün yanına uğrayan bu sefer Prens Minseo'ydu. "Nasılsın?" Diye sordu. Çekingen aynı zamanda durgundu hali. "Gördüğün gibi." Minseo'nun yüzü daha çok düştü. Teni solmuştu. "Ya sen?" Dedi Kang So ona bakarak. "Gördüğün gibi." Başını kaldırıp ağabeyine baktı. "Masum olduğunu biliyorum. Ama neden sustuğunu anlayamıyorum. Bizim elimizden seni kurtarmak için hiçbir şey gelmiyor. Emin ol gelse hepimiz senin için seferber oluruz. Ama Kral o kadar öfkeli ki odasının kapısından bile geçemiyoruz. Acısı da ikiye katlandı tabi..."

Arkasını dönüp demirliklere yaslandı ve cenin pozisyonunu aldı. "Yanına giren tek kişi Yeong Jin ağabeyim. O da yeni Veliaht olduğu için. Henüz ilan edilmedi ama, öyle." Bu durum hoşuna gitmemiş olacak ki yüzünü buruşturdu. "O da beni kurtarmak için bir şey yapmaz." Dedi Kang So. "Yapsa bile göstermelik yapar." Alaycı bir şekilde sırıttı. "Haklısın." Sıkıntıyla iç çekti. "Yaşa ağabey. Ne olursa olsun yaşa. Düğünümde seni de görmek istiyorum, haberin olsun." Son sözünü ortamı yumuşatmak için söylemişti ve Kang So bunun farkındaydı. Hafifçe gülüp, "Hay hay..." dedi.

... 

"Kardeşlerim nasıl?" Diye sordu Kang So, Prens Jiho yanına geldiğinde. "İyi değiller. Yeona ve Yeonhwa sürekli ağlıyor. Kang Uk desen asi bir hal aldı. Ağzımızı açsak ters tepki veriyor. Büyükler yine sabırlı, küçükleri teselli etmeye uğraşıyor işte." Dedi havadan sudan konuşur gibi. "Cenaze ne zaman?"
"Bir kaç güne olur muhtemelen." Onunda gözleri kıpkırmızıydı, bu yüzden Kang So'ya arkasını dönmüş ayakta duruyordu.

"Törenden sonra güzel bir haber verecektim herkese ama olmadı..." Dedi. Kang So'nun kaşları hafifçe çatıldı. "Ne haberi?" Prens omuz silkti. "Boşver. Şunu unutma," dedi ve bakışlarını Kang So'ya yöneltti. "hepimiz sana inanıyoruz. Kraliçe dahil. Bu yüzden sıkıntına sıkıntı katma ve yaşamaya bak. Kral’ın seni idam edeceğini hiç sanmıyorum. Bu saatten sonra yapmadığını söylesen bile inanmayacak belki ama yaşayacaksın Ağabey."

Kang So hafifçe gülümsedi. Ailesi ona inanıyordu, bu da ona yeterdi zaten. En önemli kişi hariç. Ama bu onun hatasıydı. Eğer ağzını açıp yapmadım deseydi ve Yeong Jin'e fırsat vermeyip her şeyi anlatsaydı şu an bu durumda olmayacaktı. Ama her şey için çok geçti ve kim olursa olsun ya da ne yaparsa yapsın son kararı Kral verirdi. Tabii, şeytan aklına girip yolunu şaşırtmadığı sürece.

... 

Kang So'yu aynı kurbanlık koyun gibi elleri bağlı bir şekilde zindandan çıkardılar. Sarayın bahçesinde büyük bir taht kurulmuş, kardeşler bir yanda, Kral’ın yoldaşları bir yanda, hizmetçiler öbür yanda Kang So'nun etrafını sarmıştı. Karar günüydü bugün. Herkes buradaydı. Kraliçe hariç. Anlaşılan hala kendinde değildi. Onu son kez görmeyi ne çok isterdi... "4. Prens Kang So." Dedi Kral yüksek sesle. Kang So ona baktı.

Aralarındaki uzak mesafeye rağmen gözlerinin içine baktı. Babasının gözleri alev alevdi. Yüzünde ise daha önce hiç görmediği bir öfke vardı. "Veliaht Prensi öldürmekle suçlanıyorsun. Bu sebeple cezanı çekeceksin. Ve cezanı duyurmak üzere burada toplandık." Kang So'nun bedeni kasıldı. Kalbi göğüs kafesinden çıkarcasına atıyordu. "Yapmadım de ağabey!"

Prenses Yeona ağlayarak öne çıktı. "Bunu yapmış olamazsın!" Kardeşinin olduğu yöne baktı. Kardeşlerinden kimi ağlıyor kimisi bulundukları duruma inanamıyormuş gibi bakıyordu. "Ağabey bir şey söyle!" Dediler hep bir ağızdan. "Yapmadığını itiraf et, anlat her şeyi!"
"Yeter! Kral konuşuyor, susun!" diye araya girdi 2. Prens. Kral’ın tahtının hemen yanına kurulmuş, kasım kasım kasılıyordu. Sustular ama öfkeyle bakmayı da ihmal etmediler.

Her şeyin farkındalarmış gibi. Farkında olmayan tek kişi Kraldı. "Çok düşündüm ve en cazip cezanın bu olacağına karar verdim." Dedi Kral sonunda. İşte idam kararı geliyordu. Ömrü bu kadardı. Kısacık bir ömür. Ne yaşamıştı bu zamana kadar? Kayda değer hiçbir şey. Kardeşleriyle geçirdiği güzel vakitler, annesinin dizine yattığında aynı küçüklüğündeki gibi söylediği ninniler, halkın arasına karıştığında bir nebze olsun hissettiği arkadaşlık duygusu...

Ama içinde ukte kalan bir his daha vardı: Aşk. Aşkı tadamadan ölecekti. "Nasıl bir duygu acaba aşk?" diye düşünürdü hep. Hissetmek için can atardı. Evlenmeyi, çocuklarının olmasını. Ama bir hayal olarak kalmıştı artık. Kang So'nun istemsizce içi buruldu ve yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi. Gözleri Yesoo'yu aradı. Bu ölümün bir sebebi de oydu. Prenslerin arkasında, ablasının hemen yanına kurulmuş, ağzını eliyle kapamış ağlıyordu.

Sessiz sessiz ağlıyordu. Bir şeyleri farkında olduğunu anlamıştı Kang So. Yesoo aslında tüm gerçeği biliyordu. Kang So'nun ona baktığını gördüğünde elini ağzından çekti ve dudaklarını birine bastırdı. Özür dilercesine dolu dolu gözlerle ona baktı ve başını iki yana salladı. Bu hareketini kimse görmedi. Sonra dudaklarını okudu Kang So: Özür dilerim. "4. Prens Kang So," dedi ve ayağa kalktı Kral. Kang So odağını tekrar Krala verdi.

Bakışları Kang So'yu delip geçti. Ortamı büyük bir sessizlik kapladı. Öyle ki kuş bile uçmuyordu. Gözlerini kapadı ve sonun çağrısını kalp atışları arasında bekledi. "süresiz olarak Shinju'ya sürgün edilmiştir!" diye duyurdu. Kang So o an dehşete kapıldı. Babasına baktı. Şaka yapıyor olmalıydı. Shinju mu? Hayır, olamaz! Ölse daha iyiydi! Herkesten fısıltılar dökülmeye başladı.

"Shinju mu?"
"Aman Tanrım..."
"Yer yüzündeki cehennem!"
"Oraya sürüklemektense ölmeyi yeğlerim." Kang kardeşler üst üste itirazda bulunmaya başladılar. "Majesteleri, kararınızı tekrar gözden geçirin lütfen!
"O yapmadı! Sustuğuna bakmayın, şok içinde!"
“Bir düşünün, neden yapsın böyle bir şeyi?"
"So ağabeyim bunu yapacak kadar cani değil!"
"Yalvarırım ona bu kötülüğü yapmayın!"

diye yakardılar teker teker. Ama nafile, Kral son sözünü söylemişti artık. "Hepiniz kesin sesinizi!" diye gürledi. "O, ağabeyini öldürerek bize ihanet etti! Susarak da suçunu kabul etti! Cezasını da çekecek, işte o kadar!" Muhafızlara Prensi kaldırması için emir verdi. Muhafızlar onu kollarından tutup kaldırdı ve saraydan çıkarmak üzere ilerlediler. "Halkın arasında dolaştırın, görsünler nasıl bir haine sadık olduklarını!"

Prens’in aklı durmuştu. Hiçbir şey düşünemiyordu. Bütün bunlar bir kâbus olmalıydı. Uyanacaktı ve her şey normale dönmüş olacaktı. Veliaht Prens ölmemiş olacaktı. Kendisi bir hain olarak anılmayacaktı. Yine kardeşleriyle normal bir gün yaşayacaktı. Mesela Cheol ile Go oynayacaktı. Sunwoo ona şarkı çalacaktı. Yul ile resim yapacak, Uk ile kılıç talimi yapacaktı. İn Baek ile ava çıkacaktı.

Ama Prens elleri bağlı, önü arkası, sağı solu muhafızlarla dolu bir şekilde itile kakıla halkın arasından geçirilirken bunların hepsinin gerçek olduğunu bir kez daha farkına vardı. İnsanlar şaşkındılar. Hüsran içindeydiler. Sevgili Prenslerine bakıyor, ağlıyor, bağırıyor, gitmemesi için ayaklarına kapanıyorlardı. Masum olduğunu söylüyorlardı. Kesinlikle ama kesinlikle bu ihanete inanmıyorlardı.

"Gitmeyin Prensim!"
"Siz Veliaht Prense bu kötülüğü yapmış olamazsınız!"
"Siz iyi birisiniz!"
"Bunu hak etmediniz!"
"Suçsuzsunuz!"
"Kral size inanmalıydı!"

Kang So hepsine tek tek baktı. Gözyaşlarına, acılarına, feryatlarına, itirazlarına... Boğazı düğüm düğüm oldu. Gözleri dolduğu an başını eğdi ki kimse görmesin. O an Yeong Jin'e büyük bir öfke duydu. Hepsi onun suçuydu. Kendisinin yerinde onun olması gerekiyordu. Ama sustuğu için kendisi de suçluydu. Elbet bir gün soracaktı bütün bu acıların, gözyaşlarının hesabını. Yanına koştura koştura gelen küçük bir çocuk belirdi. Yedi, sekiz yaşlarındaydı en fazla.

Uzun saçını at kuyruğu yapmış, kahve tonlarında bir Hanbok giymişti. Belirgin hatlı bir yüzü ve belirgin çekik gözleri vardı. "Eğmeyin başınızı," dedi nahif sesiyle. "Biz size inanıyoruz. Asıl suçlular cezasını çekecektir Prensim, dayanın. Siz güçlüsünüz. Prensler güçlüdür. Hele ki o prens, 4. Prens Kang So ise." Dedi ve sıcak bir şekilde gülümsedi. İnancın gülümsemesi. Kang So kederle bir nefes aldı. "Olur da bir gün geri dönersem," diye haykırdı tüm nefesiyle. "bu benim musum olduğumun kanıtıdır!" Halktan coşkulu bir çığlık koptu.

Ona inanıyorlardı. Geri döneceğinden kesinlikle eminlerdi ve bekleyeceklerdi. Gerekirse Krala baş kaldıracak, Prenslerini geri alacaklardı. Dökülecek kandan ve kesilecek nefeslerden haberleri olmadan. Muhafızlar Prens Kang So'nun iki kolundan tutarak onu üstü kapalı bir faytona bindirdiler ve günler sürecek o yolculuğa başlamış oldular. Kang So nereye gittiğini bilmiyordu. Evet Shinju'ya gidiyordu. Ama Shinju'nun neresine? Gerçi oranın her yeri cehennem gibiydi ya, neyse...

... 

Günler süren yolculuğun ardından Shinju'ya vardıklarında iki muhafız onu kollarından tutarak üstü kapalı faytondan indirdi. İki tanesi de arkadan takip etti. Kang So yol boyunca muhafızlara nereye gittiklerini sorup durdu ama adamlardan tek kelime alamadı. Ama şimdi anlıyordu nereye geldiğini. Budist tapınağına gelmişlerdi. Babası günah çıkarmasını istiyordu besbelli.

Turuncu bir yapıya sahip bina, Shinjeong Sarayına nazaran çok küçük görünüyordu. Shingjeong Sarayının binaları dikdörtgen bir yapıya sahipken bu tapınak kare bir yapıya sahipti. Tapınağın kırmızı çift kapaklı kapısının önünde kel ve keçi sakallı yaşlı bir adam bekliyordu. Üstünde turuncu bir Roba vardı. Bol kumaş adamın boynundan ta ayak bileklerine kadar tüm bedenini örtüyordu. Eğer Kang So bunları giyseydi kendini asla rahat hissetmezdi. O dar ve vücut hatlarını ortaya çıkaran Hanbok'lar giymeye alışıktı.

Yanındaki muhafzılardan biri Kang So'ya yaklaştı ve bileğine sımsıkı bağlanmış halatı çözdü. Kang So'nun bilekleri sızlıyordu ama kalbinde hissettiği sızının yanında hissedilmiyordu bile. Yanında dikilen uzun boylu muhafız rahibe döndü. Üstündeki kırmızı, siyah Hanbok tamamen bedenine yapışıyor, vücut hatlarını ortaya çıkarıyordu. Başına taktığı Yangban ise yüzüne gölge düşüyordu. Muhafızın öyle düz bir ifadesi vardı ki ne düşünüyor ya da ne hissediyor anlaşılmıyordu bile. Bir robattan farksızdı. "Kral Hazretlerinin ulak'ı ulaşmıştır size."

"Ulaştı." Dedi yaşlı adam. Sesi titrek ve tizdi. Çocuklara anlatılan kötü cadı masallarındaki cadıların seslerini anımsatıyordu aynı. "Prens Hazretlerinin bize emanet olduğunu bildirdiler." Yüzündeki yarım gülüş Kang So'nun hiç hoşuna gitmedi. Kang So onlara emanetti. Ama aslında, eti senin kemiği benim demekti. Kim bilir burada başına neler gelecekti. Ama Kral’ın zerre umurumda olduğunu sanmıyordu. Muhafızlar faytona binip tapınaktan ayrıldıklarında Kang So'nun boğazına bir yumru oturdu. Burada kalmak istemiyordu.

Evine, kardeşlerine ve halkıma dönmek istiyordu ama bu artık imkansızdı. Hiçbir güç onu buradan kurtaramazdı. Kral’ın emri çinenemezdi. Ayrıca içindeki pişmanlık ve suçluluk duygusu hala geçmiş değildi. Ömrü boyunca da bunu hissedeceğini biliyordu. Bu cezayı çekmek zorundaydı. "Buyrun, Prens Hazretleri." Dedi rahip nahoş bir edayla. Kang So denileni yaptı ve tapınaktan içeriye girdi. Gördüğü manzara yüzünü buruşturmasına sebep oldu.

Tapınak resmen dökülüyordu. Turuncu ve kırmızı renklerdeki tapınağın yer yer boyası dökülmüştü ve siyah tuğla çatının bazı tuğlaları eksikti. Bina nasıl bir hasar aldıysa artık dökülen boyalar şimşek şekline benziyordu. Seyrekleşmiş çimler ve solmuş çilekler, pis bir gölet... Zemindeki toprak yürüdükçe ayakkabıların içine giriyor, sinir edici bir rahatsızlık veriyordu.

Tapınak ormana yakın inşaa edilmişti. Öyle ki çatıya çıksa ormanın bir kısmını kuş bakışı olarak görebilirdi. Resmen terk edilmiş bir yerdi burası. Gerçi neden şaşırıyordu ki. Shinju fakir bir şehirdi. İnsanları yozlaşmış ve sapkın bir halk olduğundan Kral Kang Jeon onları cezalandırıyor, şehrin bakımını en aza indiriyordu. Deprem, fırtına, sel gibi durumlarda evlerinin tadilatını halk yapıyordu.

Bu işte de pek becerikli olmadıklarından sağlam ve bakımlı olmuyordu. Buradaki evlerin hepsi tek katlı gece kondu evlerdi. Sıcak su da pek bulunmazdı. Shinju halkı soğuk suya alışıktı. Sınırlı besine ya da yoksul yaşama. Ama aynı şey Kang So için geçerli değildi. O bir prens'ti ve lüksün ve zenginliğin içine doğmuştu. Burada nasıl yaşayacak hiçbir fikri yoktu.

"Yorulmuşsunuzdur. Sizin için hamamı hazırlattım. Yıkanın ve dinlenin. Yemeği odanıza getireceğim." Kang So rahibin arkasından onu takip ederken binanın merdivenlerinden çıkıp içeriye girdi. Boylu boyunca bir koridor karşıladı onu. Sarı duvarlarda meşaleler asılıydı ve aydınlık sağlıyordu. Tapınağın içi karanlık ve kasvetli bir havaya sahipti. Ama neyse ki içi sıcaktı. Birçok oda gördü. Muhtemelen hepsi dua ya da meditasyon odasıydı. Tabi bir de hamam, yatak ve yemek odası da olmalıydı. Hamamın önüne geldiğinde rahip durdu. "İşte burada yıkanabilirsiniz. Sizi odanıza götürmek için gelecekler."

"Sizden başka birileri var yani burada?" Tapınak öyle sessizdi ki tek bir çıt bile çıkmıyordu. Bir an için sadece bu yaşlı rahibin yaşadığını düşünecekti. Adam güldü. "Elbette var. Şu an meditasyon odasındalar, o yüzden bu kadar sessiz. Ama siz işinizi bitirdiğiniz de burada olacaklar." Kang So başını sallayıp hamamın kapısını açtı. Ahşap ızgara panelden yapılma sürgülü kırmızı renk bir kapıydı. Hamama girdiğinde dar bir alan onu karşıladı. Beyaz mermerden yapılma duvarları odaya soğuk bir hava katarken aynı çocuk havuzuna benzeyen kare bir küveti vardı.

Küvetin içindeki su pek temiz görünmese de elindeki tek seçenek bu olan Kang So üstündeki kan ve kirden görünmeyen beyaz Hanbok'tan kurtuldu. Saçındaki kurdeleden de kurtulduktan sonra kendini suya bıraktı. Su soğuktu. Çok soğuk. Kang So soğuk sudan nefret ederdi. Ve şu an iliklerine kadar üşüyordu.

Resmen suyun içinde bir balık gibi çırpınıyordu. Ama temizlenmek istiyordu. Hem bedenen hem ruhen. Tam şu an sudan çıkabilir, bu duruma isyan edebilirdi ama yapmadı. Dondurucu soğukta kendi kendine ceza verdi. Ağabeyini koruyamadığı için. Şu lanet olası ağzını açıp da tek kelime edemediği için. Kalabildiği kadar uzun kaldı suyun içinde. Üşüse bile, dişleri titreyip de birbirine çarpsa bile çıkmadı.

Başına kadar suyun dibine gömüldü. Nefes nefese sudan çıktığında öyle titriyordu ki eline aldığı sert ve tırtıklı kumaştan yapılma havlu defalarca elinden düştü. Bedenine değen havlu her ne kadar canını acıtsa da umursamadı. Aynı az önceki rahibin üzerinde olan Roba'dan ona da vermişlerdi. Sandalet de vardı. Üstüne giyip saçlarını yine kurdeleyle bağladı ve hamamdan çıktı. Onu iki tane otuzlu yaşlarında genç adamlar karşıladı. İkisinin de yuvarlak ve dolgun yüzleri, belirgin çekik gözleri vardı.

İkisi de iri yapılıydı. Onlar da rahip olmalıydı. "Sizi odanıza götürmeye geldik, Prens Hazretleri." Dedi adam boğuk sesiyle. Ötekisi ise buna hafifçe güldü. Kang So neden güldüğünü anlamadı. Kang So önde, iki genç rahip de arkasında ilerliyorlardı. Koridordaki bütün odaları bitirmişlerdi ki Kang So duraksadı. "Odam nerede? Tapınağın bilmediğim bir köşesinde falan mı?"
"Aynen öyle," dedi az önce gülen adam. Koridorun sağına döndüklerinde dönemeçli bir merdivenle karşılaştı.

Bu merdiven aşağı iniyordu, herhangi bir odaya değil, yerin altına. Adamların ikisi onu kollarından tutarak merdivenlere yönlendirmeye başladı. "Neler oluyor? Yerin altında ne işimiz var?" Kang So'yu adeta yaka paça götüyorlardı. "Odana gidiyoruz, Prens." Resmen tükürürcesine söylemişti unvanını.

Kang So'yu sürükleye sürükleye merdivenlerden indirdiler. Kang So kaç merdiven indiğini sayamadı bile. Yirmi mi? Otuz mu? O kadar çok vardı ki başı dönmeye başlamıştı artık. Sık sık gelen basamaklar inmesinde ona zorluk çıkarıyordu. Bir ayağını atamadan öteki geliyordu sanki. Merdivenlerin sonuna geldiklerinde nereye geldiğini anladı ve ağzı bir karış açık kaldı. Burası zindandı. Resmen zindan.

Sıra sıra dizilmiş kutu gibi zindanlar boştu. Krem rengi tahta parmaklıklar kalın ve epey sağlam görünüyorlardı. Karşılıklı zindanları birbirinden ayıran uzun bir koridor vardı sadece. Odan dedikleri yer aslında zindandı. Onu zindanda tutacaklardı. "Siz delirmişsiniz! Tapınakta zindan da ne demek?" Adamların ikisi de güldü ve yaka paça zindanlardan birinin içine ittiler onu. Zindanın tahta kapısı yüzüne kapanırken iri yarı rahiplerin pis sırıtışlarıyla bakışıyordu. "Burası Shinju, Prens. Ceza şehri. Burada her şeye hazırlıklı olmalısın." Diğeri zindanın kapısına yaklaşıp parmaklıklara tutundu. Gözleri deli gibi bakıyordu.

Kang So'nun içinden bir ses bu heriflerle başının dertte olduğunu söylüyordu. "Shinju'ya hoş geldin, Prens." Sonraki günler kâbus gibi geçti. Ona yemek getirmişlerdi. Yemek dediğimse bir kase patates lapası ve su. Üç günde bir yemek getiriyorlar diğer günler aç bırakıyorlardı. Sadece su veriyorlardı. O da hayatta kalsın diye. Zindan cehennem gibi sıcaktı. Sıcak ve karanlık. Sadece duvarda asılı tek bir meşale zindanı aydınlatıyordu o da loş bir ışık sağlıyordu. Kang So sıcaktan terlemişti. Bu sıcak onu delirtiyordu. Yapış yapıştı her yanı. Çok acıkmıştı. Üç gündür yediği tek şey patates lapasıydı. Bugün altıncı gündü ve bu sefer de bir kase pilav ve su getirmişlerdi.

Pilav çok pişmişti. Birbirine yapışmış ve kuruydu. Yerken kıtır kıtır ses geliyordu. Bu durum Kang So'nun midesini bulandırıyordu artık. Zindanın iğrenç kokusu da yediği yemekleri geri çıkarmasına sebep oluyordu. Rutubet, kusmuk ve idrar kokusu. Bu şartlarda nasıl yemek yiyebilirdi ki zaten? Havasızlık ve karanlık onu mahvediyordu. Yedinci günün sonunda adamların ikisi de zindana geldi. Kang So yere uzanmış uyumaya çalışıyordu. Gece miydi yoksa gündüz mü bilmiyordu. "Hadi kalk, gidiyoruz."
"Nereye?" Dedi zorlukla konuşarak.

Açlık ve sıcak onu fazlasıyla bitkin düşürmüştü. "Rahatlamaya. Baş Rahip seni istiyor."
"Rahatlamaya?"
"Meditasyon." İç huzur. Bir bakıma günah çıkarma. Günahlarının affolaması için tanrıya dua edecekti. Kendisiyle baş başa kalıp vicdanını dinleyecek, günahlarından arınacaktı.

Onu zindandan çıkardılar. Tekrar merdivenleri çıkmak onun için işkenceden başka bir şey değildi. Eli kolu tutmuyordu. Bıraksalar sürünecek haldeydi. Yer altından çıkıp tekrar tapınağın koridorlarıyla buluştuğunda gözlerine vuran ışık onu neredeyse kör edecekti. Bir haftadır ışığa hasret kalmıştı ve şimdi gözlerini açacak gücü kendinde bulamıyordu. Hasret kaldığı ışık canını yakıyordu. Yavaş yavaş gözlerini açıp ışığa alışmaya çalıştığında gözleri yaşardı. Bu süre boyunca meditasyon odasına gelmişlerdi bile. Kapıyı çalıp içeriye girdiklerinde onu koskocaman bir Buda heykeli karşıladı. Yüksek bir kubbede tutuluyordu ve altın gibi parlıyordu. Önünde ve yanlarında mumlar diziliydi.

Duvarlarda parşömen dolusu dualar asılıydı. Heykelin tam karşısında bir haftadır görmediği rahip duruyordu. Yere oturmuş, badaç kurmuş ve ellerini dizlerinin iki yanına koyarak pozisyon almış, meditasyon yapıyordu. Çok odaklı görünüyordu. Öyle ki geldiklerini bile fark ettiğini sanmıyordu. "Gel ve yanıma otur, Prens." Dedi adam. Kang So öfkeyle kaşlarını çatıp adamın tam karşında dikildi. "Bu ne demek oluyor?" Adam yavaşça gözlerini açtı ve vurdum duymaz bir tavırla Prense baktı. "Ne demek istiyorsun?"

Kang So'nun elleri yumruk halini aldı. Çenesi kasılıyor, gözleri çakmak çakmak bakıyordu. "Beni tam bir haftadır zindanda aç biilaç bırakıyorsunuz. Oda derken zindanı mı kastediyordun?"
"Sen bir suçlusun, Prens. Suçluların yeri zindandır." Gözlerini tekrar kapatıp hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. "Şimdi otur. Tanrının karşısında saygısızlık etme. Yoksa Kral’ın verdiği cezadan daha büyük bir cezaya çarptırılırsın." Kang So rahibin bu söylediğine kahkaha attı. Gerçek bir kahkaha. Sinirleri bozulmuştu. Delirmek üzereydi artık.

Daha yedi gün olmuştu ama buna rağmen dayanılacak gibi değildi. Boğucu sıcak, açlık, karanlık ve pis koku. Ölsem daha iyidir diye düşünmeye başlamıştı. "Bana bundan daha büyük bir ceza ne olabilir ki? Eğer tanrı gerçekten olsaydı suçlular cezasını bulurdu. O çok inandığın tanrı bir şey yapardı!"

Bu bardağı taşıran son damla oldu. O sakin ve kayıtsız rahip gitti onun yerine öfkeden alev topuna dönmüş bir adam geldi. "Sen Yüce Tanrının karşısında ne haklı böyle konuşursun! Günahlarına günah ekliyorsun! O'nun vardır bir planı, bir hesabı. Bu dünyada olan hiçbir şey boşuna değildir. Her durumun bir amacı, bir sonucu vardır mutlaka." Ayağa kalktı ve dışarıya doğru bağırdı. "Dong Gi! Jin Ok! Buraya gelin!" Kapı aniden açıldı ve genç rahiplerin ikisi de içeriye girdi.

Saygılı bir duruş takınıp gözlerini yere indirdiler. "Buyurun, Baş Rahip."
"Prens Hazretlerini odasına götürelim. İkramları da eksik etmeyelim." Dedi. Altında yatan anlamı adamların ikisi de çok iyi anlamış olacak ki sinsi bakışları Kang So'nun üzerinde dolaştı. Kang So o an tehlike çanlarını duydu ve adamlar onu yakalayamadan öne atıldı.

İki adamla da aynı boydaydı ama onların yanında zayıf kalıyordu. Ya da bir hafta içinde kilo kaybetmişti, emin değildi. Dong Gi denilen adamın tam burnuna yumruk savurduğunda adam geriye sendeledi. Burnundan kırılma sesi gelirken adam feryat etti. Burnundan akan kanlar kıyafetine bulaşırken öfkeyle Prense bakıyordu. Jin Ok öne atıldı ama Kang So onu da engelleyerek karnına sert bir tekme geçirdi. Jin Ok yeri boyladığında Kang So nefes nefeseydi. "Shinju'daki ikramlardan pek hoşlanmıyorum," dedi yan bir gülüşle.

Adamların ikisi de sendeleyerek tekrar ayağa kalktığında Kang So gelecek darbeye kendini hazırladı. Ama Baş Rahibi hesaba katmamıştı. Sırtına yediği sert bir darbeyle kendini yüz üstü yerde buldu. Baş Rahip sırtına sopayı adeta geçirmişti. Kor bir acı hissediyordu. Buna rağmen bağırmadı ve dişlerini sıktı.

Dong Gi, Kang So'nun kollarını tutup bileklerini sırtına sabitlerken Jin Ok kaldırması için ona yardım etti. Yaka paça odadan çıktıklarında tekrar kendini zindanın karanlık çukurunda buldu. Üstüne kapılar kapandı. Kaç dakika öylece yere oturmuş beklediğini bilmiyordu. Cenin pozisyonunda sakinleşmeyi bekliyordu. Sonunda olan oldu. Dong Gi ve Jin Ok ellerinde kırbaçlarla gelmişlerdi. Dong Gi'nin burnu şişmişti ve sargılıydı. Jin Ok eli karnında zorla yürüyordu. Hücrenin kapısını açtıklarında kapının gürültüsü yürek hoplatan cinstendi.

Yüzleri öfkeden kızarmış bir halde, kaplanın avına yaklaşır gibi Kang So'ya yaklaştılar. "Hem tanrıya saygısızlık edip hem de onun elçilerine zarar veriyorsun. Bir prensin gereksiz özgüveni bu olsa gerek." Kang So histerik bir şekilde güldü. İkisiyle de karşı karşıydı. Göze göz dişe diş. "Siz tanrının elçileri misiniz yoksa rahip kılığına girmiş haydutlar mı? Yoksa bu Shinju'nun pisliğine özgü bir durum mu?" Bu sözlerden sonra ikili daha da öfkelendi. Şimdi avını parçalamak ister gibi vahşi görünüyorlardı. Kırbaç tuttukları elleri havaya kalktı. Kang So gelecek darbeye kendini hazırladı. Yakıcı darbeler sırtına, göğsüne ve bacaklarına geldikçe dişlerini sıkıyordu.

Bağırarak onlara bu zevki yaşatmayacaktı. Adamlar onun bağırmasını, yalvarmasını, af dilemesini istiyordu ama hayır, yapmayacaktı. İkili kontrolü tamamen kaybettiler. Kırbaçları bırakıp bu defa yumruk ve tekmelerle giriştiler. Nefes nefese kalmışlardı. Yorulduklarında geri çekildiler. Kel kafalarından ter boşalıyordu. "Bu daha başlangıç. Bu daha iyi günlerin. Tadını çıkar, Prens." Gerçektende iyi günleriydi. Çünkü geri kalan günler, haftalar ve aylar boyunca ona yapmadıkları işkence kalmadı. Baş Rahip onu yine yanına çağrıyor ama Kang So reddediyordu. Olay çıkarıp zindana geri kapatılıyordu.

Günah işlememişti. Suçu yoktu ve af dilemeyecekti. Bir gün yine onu zindandan çıkardıklarında eline süpürge tutuşturdular. Ondan bahçedeki dökülen yaprakları ve solan çiçekleri toplamalarını istediler. Baş Rahibin emri üzerine ne istenirse o yapılacaktı. Temizlik, getir götür işleri. Zorla yapılan meditasyonlar ve dua ayinleri. Göleti temizletiyor, hamamı ve odaları temizletiyor hatta çatının tadilatını bile ona yaptırıyorlardı. Bir defasında az daha çatıdan düşüyordu. Yapmaz ve isyan ederse ellerinde kırpaçlarla ona işkence ediyorlardı.

Yaralarını iyletirmeye bile tenezzül etmiyorlardı. Sırtı, göğsü ve bacakları kırbaç izleriyle doluydu. Yaraları canını çok yaksa da belli etmiyordu. Pes ederek onları sevindirmeyecekti. Zorla meditasyon odasına sokup Baş Rahiple meditasyon yapmasını ve dua etmesini sağlıyorlardı. Rahip değilde gardiyanlardı sanki. Kimi zaman pazara gidiyorlar, rahibin istediklerini alıyorlardı. Hatta yemeği bile Kang So'ya yaptırıyorlardı. Bazen beğenmiyormuş gibi yapıp yemekleri en baştan yapmasını sağlıyolardı. Hala sınırlı yemek veriyorlardı.

Kaçıp gitmek istiyordu buradan ama Dong Gi ve Jin Ok asla başından ayrılmadığı için yapamıyordu. İşler öyle bir boyuta gelmişti ki bir defasında Baş Rahip ondan, onunla birlikte hamama girmesini ve o yıkanırken yardım etmesini istemişti. Kang So bunun üzerine, "Ben bir prensim, cariye değil." dedi öfkeyle. Rahip güldü. "Sen artık bir hizmetçisin, prens devrin kapandı. Ben ne dersem onu yapacaksın. Kral seni gözden çıkardı. Aylardır tek bir tane bile ulak gelmedi. Artık sen buraya aitsin. Kral senin günahlarından arınmanı istiyor ki buraya gönderdi. Ama senin bunu yapmaya hiç niyetin yok gibi duruyor."

"Günahkâr olsaydım eğer bunu seve seve yapardım ama değilim. Günahkâr varsa o da hala sarayda!" Ellerini yumruk yapıp badaç kurduğu dizinin üstüne koydu. "Şimdi bırak beni de gideyim."
"İyi, git bakalım." Bir gece zindanda uyurken gördüğü rüya sebebiyle uykusundan bağırarak uyandı. Uykusunda yine Veliaht Prens’in öldüğünü görmüştü. Defalarca ve defalarca aynı sahne zihninde dönüp duruyordu. Kurtulamıyordu bir türlü. Bu kasvetli yer ona her gün başka kâbuslar gösteriyordu. Bu böyle olmayacak, diye düşündü Kang So. Buradan kaçıp gitmek istiyorsa bir plan yapmalıydı.

"Dong Gi. Orada olduğunu biliyorum. Bir şey söylemeliyim." Dong Gi zindanın dışından ters bir cevap verdi. "Ne var?" "Baş Rahiple görüşmek istiyorum."
"Neden?"
"Her şeyi kabul ediyorum. İstediğiniz gibi. Dua edip iç huzura kavuşacağım." Bir gülüş duydu. "Sonunda pes ettin demek." Cevap vermedi. Dong Gi onu alıp Baş Rahibe götürdü. Adam meditasyon odasından başka bir yer bilmiyordu sanki. Dong Gi'ye söylediklerini ona da söyledi. Adam ilk başta ona şüpheyle yaklaşsa da Kang So'nun mağrur edası onu ikna etti.

Her gün Baş Rahiple birlikte dua ediyor, meditasyon yapıyordu. Tapınaktaki o sakinlik içine işliyordu. Bu meditasyon işi iyi gelmiyor değildi. En azından artık hizmetçilik işinden kurtulmuştu. Rahip ne derse onu yapıyordu. Sözünden çıkmadıkça daha fazla yemek ve sıcak su alıyordu. Sakinleştiğini hissetse bile içinde bir yerde hala o harlanan ateşi hissediyordu. Aylar böyle geçti. Sessiz sakin. Hatta Dong Gi ve Jin Ok bile durulmuştu. Kang So'nun sakin, güler yüzlü ve mağrur edası onların hoşuna gitmeye başlamıştı. Bir prensi dize getirdiklerini düşünüyorlardı.

Hatta bir süre sonra ona oda bile vermişlerdi. Küçük bir odaydı tabi. Tek kişilik yatak, kapaksız bir dolap, küçük bir penceresi olan turuncu duvarlar. En azından artık gökyüzünü ve ışığı görebiliyordu. Bir sabah meditasyon odasına giderken Baş Rahibin odasından gelen sesleri duydu. Üç rahibin konuştuğunu işittiğinde sessizce kapıya yanaştı. "Kral’dan bir ulak geldi." diyordu Baş Rahip. "Emri üzerine Prensi öldürmemizi istiyor." Kang So'nun bedeni buz kesti. Babası gerçekten böyle bir emir vermiş miydi?

Öldürmek istese daha ilk gün yapardı bunu. Peki neden şimdi? "Yazık oldu. Uysallaşmıştı halbuki." Dedi Jin Ok üzgün bir sesle. "Her istediğimizi yapıyordu, hiçbir şeye karşı çıkmıyordu. İsyan etmiyordu da artık."
"Yaptığı meditasyonlar, ettiği dualar işe yaramış görünüyordu. Mutlu ve huzurluydu artık. Günahlarından arınmıştı. Onu rahip yapmayı bile düşünüyordum oysaki." Üç adamın kendisi hakkındaki yorumlarını Kang So zerre umursamıyordu. Rahip falan olmak istemiyordu. İç huzura da kavuşmamış, olmayan günahlarından da arınmamıştı.

Tek yaptığı aylar boyunca onların güvenini kazanıp buradan kaçmaktı. Yeri gelmiş onlara hizmetlenmişti bile. Güler yüz ve tatlı sözle onları pohpohlamıştı. Buradan nefret ediyordu. Buranın kasveti ve karanlığı onu boğuyordu. Bu üç rahip kılıklı hayduttan da nefret ediyordu. Madem artık sona gelmişti, incelediği yerden kopsundu o zaman! "Baş Rahip," dedi sesine her zamanki sakin tınıyı yerleştirerek. "Dua vakti gelmedi mi? Neden hepiniz buradasınız?" Bakışlarını öylesine etrafı inceliyormuş gibi odada gezdirdi. Yaklaşık altı aydır buradaydı ama Baş Rahibin odasına girmemişti. Sanki yasaklı bölgeymiş gibi sokmuyorlardı onu odaya.

Halbuki odasında anormal bir şey görmüyordu. Çift kişilik, etrafı tüllerle sarılı bir yatak. Çalışma masası, konsol, duvarda Buda heykeli resmi, çift kapaklı dolap dışında yerde işlemeli kırmızı bir halı vardı. Ama Kang So'nun gözüne çarpan başka bir şey daha vardı. Duvarda asılı kılıç. Sanki birinden yadigarmış gibi özenle tutuluyordu. Kırmızı bir kabzası vardı. Samuray kılıcı gibi. Bakışlarını kılıçta çok tutmadı ki dikkat çekmesin.

"Hadi gidelim. Dua vaktini geçirmeyelim." Dördü birden dua odasına gittiler. Ellerine dua kitaplardan aldılar ve mumlar yaktılar. Birbirini takip eden dualar odanın duvarlarında yankılandı. Dakikalarca sürdü bu rutin. Sonunda acıktıklarını hissettiklerinde yemek odasına geçtiler. Servisi yapan Kang So ve Jin Ok oldu. Bazen Dong Gi oluyordu. Ama Kang So'ya hiç hizmet edilmiyordu. Taze pirinç, kimchi, ramen ve yumurta. Afiyetle yiyip karınlarını doyurdular. Hiçbiri Kral’dan gelen ulaktan bahsetmedi.

Ne zaman geleceklerdi canını almaya? Ya da alabilecekler miydi? Muamma. Sessizce yemek yediler. Zaten burada sessizlik esastı. Konuşulsa bile anca vaaz veriliyordu. Kang So aylardır dinlemediği kadar vaaz dinlemişti. Gece çöküp herkes odalarına kapandığında Kang So uyumadı. Onun yerine ayın çıkmasını bekleyen bir kurt misali hazırda bekledi. Sonra odasından sessizce çıktı. Öyle sessiz ilerliyordu ki bir hayalet gibi. Gece olunca korku evini andırıyordu bu tapınak. Baş Rahibin odasına geldiğinde sürgülü kapıyı yavaşça açtı. Ama rahibi yatağında bulamadı. Belki de onu öldürmek için plan yapıyordu.

Duvarda asılı duran kılıca kaydı gözleri. Orada duruyordu. Yaklaşıp kılıcı duvardan aldı. Ağır ve sağlam bir kılıçtı. Öyle ki Kang So kılıcı eline aldığında kalbi hızlandı ve kedisi sahip olmak istedi bu güzelliğe.Böyle bir kılıcın bu adamda ne işi vardı? Bunu sorgulayacak vakti yoktu.

Baş Rahip eğer odasında yoksa kesin meditasyon odasındadır. Günlerdir içini kemerin bir sıkıntıdan bahsedip duruyor bu sebeple geceleri uyumadan önce meditasyon yapıyordu. Kang So meditasyon odasına ilerledi. Geldiğinde yavaşça kapıyı araladı. Kocaman odasının içinde küçücük görünen rahip dünyadan kopmuş gibi görünüyordu. Bu Kang So'nun işine gelirdi.

Kapıdan içeriye bir kedi misali kıvrıldı. Adımları öyle yumuşaktı ki havada süzülüyormuş hissi veriyordu. Yavaşça adamın arkasına geçti ve diz çöktü. Rahip hala gelişini farkına varamamıştı. Gözü kapalı olduğu için mumların yansıttığı gölgeyi göremiyordu. Kılıcı kınından yavaşça çekti. Hiç beklemeden rahibin sırtına yapıştı ve onu göğsüne çekerek kılıcı boğazına dayadı. Rahip kesik bir nefes aldı ve kaskatı kesildi.

"Bilir misin, Yunanlıların eski bir inanışı vardır: Yunan Tanrı ve Tanrıçaları cana karışılık can isterlermiş. Misal; Tanrıça Artemis, Troya askerlerinin canına karşılık bir can istemiş. Argos Kralı da kızını vermiş.Madem babam canımı istiyor, alsın bakalım! Ama bu kadar kolay değil. Bende cana karşılık can istiyorum. Aynı Artemis gibi. Benim canıma karşılık sizin canınız, Rahip."

Bir saniye bile düşünmedi. Kılıcı savurdu ve boylu boyunca adamın boynunu kesti. Oluk oluk akan kan taş zemine ve Kang So'nun üstüne sıçradı. Yüzüne bulaştı. Baş Rahibin kafası bedeninden ayrılıp odanın bir köşesine yuvarlandı. Bedeni ise olduğu yere yüz üstü düştü. Biri gitti, kaldı iki. Adamın cesedini orada bırakıp çıktı ve Dong Gi ve Jin Ok'un odasına gitti. Bu iki avanak birlikte uyuyordu. İkiz olduklarını öğrenmişti Kang So. Odanın kapısına geldiğinde ikisininde horul horul uyuduklarını gördü.

Yer yatağında uyuyorlardı. Küçük bir odaları vardı. Ona verdikleri odaya benziyordu. İkisininde tepesinde gölge misali dikildi. Gözünün önüne ona yaptıkları geldi. Acımadan defalarca kırpaçlamaları. Zindanda sırf zevk için kafasını kova dolusu soğuk suya batırıp onu boğmaya çalışmaları. Bir defasında rüyasında yılan görüp sayıklayarak uyandığında bunu gördüklerini ve sonunda onu sabaha kadar koca bir kobrayla baş başa bıraktıklarını. Kang So'nun yılan fobisi vardı. Çocukken Kral, Veliaht Prens ve Prens Seok'la ava çıktıklarında bacağını yılan sokmuştu.

Zehirli bir yılandı ve günlerce ateşler içinde kıvrandırmıştı onu. Öleceğini sanmıştı ama zor da olsa kurtulmuştu. O günden beri bu fobisinden kurtulamıyordu. O gece de sabahı sabah etmişti. Çocuk gibi olduğu yere sinmiş, titreyerek yılanı izlemişti. İçindeki çocuk avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu ama elbette bunu yapmadı. Onlara bu zevki yine yaşatmamıştı.

Şimdi ikisi de tam karşında duruyordu ve birazdan öleceklerinden habersizlerdi. Jin Ok sanki birinin onu izlediğini hissetmiş gibi uyandı. Karşında kan revan içinde, elinde kanlı kılıçla duran Kang So'yu görünce yerinden fırladı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun?"

"Size veda ediyorum," dedi gayet sakin bir tavırla. Onun bu korkmuş haline gülmeden edemedi. Resmen kuş gibi titriyordu.

Sesleri duyan Dong Gi de uyanıp ayağa fırladı. "Neler oluyor?"
"Bana aylarca çektirmediğiniz çile kalmadı... İyi bir başlangıç yapmadık, değil mi? Nasıl başladıysak öyle bitirelim, ha? Kanla başladı, kanla bitsin." Kılıcını kaldırdı. Dong Gi öne atıldı ama Kang So daha hızlıydı. Kılıçla boylu boyunca göğsünü yardı. Arkasından Jin Ok geldi. Onun da kafası bedeninden ayrılıp tok bir sesle yerle buluştu. Daha fazla kan, daha fazla ceset, daha fazla metalik koku... Bitmişti.

Bu üç aptal ava giderken avlanmıştı. Kang So üstünde inanılmaz bir hafiflik hissediyordu. Üç kişiyi aynı anda öldürmüştü. Üç cana kıymıştı. Üzülmesi gerekiyordu belki. Ama hafiflik dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Elinde kılıcıyla odadan çıktı ve ıssız ve karanlık koridorda ilerledi. Bahçeye adımını attı ve nihayet çıkış kapısına geldi. Kapının sürgülü kilidini çekerek açtı ve kendini özgürlüğü bıraktı. Kurtulmuştu bu hapishaneden. Artık özgürdü. Şimdi nereye gideceğini bilmiyordu ama bulurdu elbet bir yer. Bu çukurdan kurtuldu ya gerisini elbet hallederdi. Şimdi Kral arasın dursun bakalım onu!

... 

İki ara sokaktan geçti. Nihayet o tapınaktan kurtulmuştu. Bunun verdiği rahatlamayla kendini dizlerinin üstünde yere bıraktı. Sanki senelerdir tutsaktı da yeniden gün ışığına çıkıyordu. Altı aydır sadece iki kez tapınaktan dışarı çıkmıştı, diğer günleri hep tapınakta geçirmişti. Tek başına çıkmasına asla izin vermiyorlardı. Hep yanında o aptal ikizler oluyordu. Şimdi ise özgürdü ve yalnızdı. Yalnız olduğuna hiç bu kadar sevinmemişti. Ayağa kalkması gerekiyordu, yapacak çok şeyi vardı. Bunun için önce pazar alanındaki dükkanlara gidecekti. Kıyafet, silah ve para için. Öyle de yaptı. Pazar alanı toplanmıştı lakin dükkanlar yerli yerinde duruyordu. Hepsi eski tip dükkanlardı.

Önce kıyafet satan dükkanın önüne geldi. Etrafına baktığında kimse yoktu. Zaten gece yarısı olduğu için herkes sıcak yataklarında mışıl mışıl uyuyordu. O ise darmadağın ve kan revan içinde yaşamaya çabalıyordu. Etrafı tekrar şöyle bir kolaçan etti, kimsenin olmadığını anlayınca yerden büyük bir taş aldı ve giysi dükkanın camına sertçe vurdu. Cam tuzla buz olduğunda bacağını kapının diğer tarafına uzatıp içeriye girdi. Etrafa şöyle bir göz attı: Askılarda asılı renk renk Hanbok’lar, pelerinler, ayakkabı ve takılar mevcuttu. Kang So'nun parası yoktu, bu yüzden her ne kadar bundan hoşlanmasa da çalmak zorundaydı.

İçlerinden seçtiği sade siyah bir Hanbok ve siyah pelerini aldı. Kendi kanlı ve pis kıyafetlerini çıkartıp onları üzerine geçirdi. Sonra kasaya gitti, daha doğrusu kahverengi bir masanın çekmecesine. Kapağı açtı ve dolu dolu para keseleri buldu. Shinju'nun sayılı zenginlerinden. Keselerden üç tanesini aldı, bunu yaparken içi de fena halde sıkıldı. Ama başka çaresi de yoktu. O an gülesi geldi.

Sarayda yaşadığı zamanlar zenginlik ve refah içinde yaşardı. Para içinde yüzerdi ve her ne kadar bu kadar zengin olsa da o paraya doğru dürüst el sürmezdi. Elindekilerle yetinmeyi bilirdi. Kardeşleri aldıkça alır, aldıkça alırdı. Ama şimdi beş parasızdı ve hırsızlık yapıyordu. Bu kâbus ne zaman bitecek? diye geçirdi içinden. Dükkandan çıkmadan önce bulduğu bir kağıt parçası ve kalemi alıp şu notu yazdı: Üzgünüm. Eğer bir gün karşılaşırsak ödeyeceğim.

Notu masanın üstüne bıraktı ve dükkandan çıktı. Biraz ilerisinde kılıç, hançer, sopa, çakı kısaca silah satılan yer vardı. Dükkanın kapısının önünde durup az önce yaptıklarının aynısını yaptı. Yerden büyük bir taş alıp camı kırdı ve içeriye girdi. Silahlara şöyle bir göz attı ve en sağlam olanlardan bir kılıç bir de hançer aldı. Muhtemelen eşlerdi çünkü ikisininde tutma yeri siyah ve keskin ucu gümüştendi.

Tamamen sade bir kılıçtı ama sağlam olduğu belliydi. İkisini de pelerininin içinden beline sıkıştırdı. Şimdi iki kılıcı bir hançeri vardı. Alması gereken tek bir şey vardı ondan sonra kalacak bir yere gitmesi gerekiyordu ve en idealinin neresi olduğunu da biliyordu. Bir defasında yine ormana odun toplamaya gittiğinde bir grup at sürüsü görmüştü. Hatta birinin dizginleri bile yerindeydi. Muhtemelen sahibinden kaçmıştı ya da kaybetmişti. Eğer şanslıysa hala onları bulabilirdi.

Bu sebeple ormana doğru yol aldı. Siyah kıyafeti ve havanın karanlığında kimse onu fark etmezdi zaten. Orman yoluna geldi ve ağaçlık ve çimenlik boyunca ilerledi. Kocaman ormanda bir başına olmak onu ürkütmeliydi ama o rahat hissediyordu. Duyduğu tek ses ateş böceklerinin sesiydi ve bu da ona huzur veriyordu. Uzun bir zaman ilerledi, öyle ki hava ışımaya başlamıştı. Sonra nihayet atların otlandığı o alana geldi.

O zaman gördüğünden daha az at vardı ama gözünü kestirdiği at orada duruyordu. Diğer gruptan uzakta tek başına otlanıyordu. "Uzun zaman sonra şans yüzüme güldü demek ha?" Yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Atı ürkütmemek için yavaş ve sakin adımlarla ata yaklaştı. Onu kaçırmak, isteyeceği en son şeydi. Yerden bol miktarda ot kopardı ve yavaş yavaş, minik adımlarla ata yaklaştı.

Friesian cinsindeki at, simsiyah, asil ve dik bir duraşa sahipti. Hayran olunası derecede güzel ama aynı zamanda ürkütücüydü. Gördüğü ilk an kalbini çalmıştı Kang So'nun. Ata yaklaştığında iki elini de havaya kaldırdı ve yavaşça ilerlemeye devam etti. "Şşt, sana zarar vermeyeceğim." Dedi fısıltıyla. "Tek istediğim yardımın." At onu izledi. Ürkmüş görünmüyordu.

Kang So bir süre karşısında dikildi. Kalbi boğazında atıyordu ama sakinleşmeliydi. At eğer gerginliğini hissederse huysuzlaşabilirdi. Ama öyle olmadı; At sakinliğini korumaya devam etti. "Bak sana ne getirdim." Dedi ve elindeki otu ona doğru uzattı. Birkaç saniye sonra kuzguni at ona yaklaştı ve başını uzatıp elindeki otları yemeğe başladı.

Kang So rahat bir nefes aldı. Elini uzatıp yavaşça başını okşadı. Bir süre öyle geçti, atın güvenini kazanmalıydı. Öyle de oldu. Nihayet ayağını üzengeye atıp Guwon'un üstüne bindi. Ona bu ismi verdi. Anlamı kurtarıcı demekti. "Hadi gidelim, Guwon." Dizginlere asıldı ve yeni arkadaşıyla yolculuğu başlamış oldu.

... 

Guwon Kang So'yu bir hana getirdi. Han yedi yirmi dört açık ve insanlarla doluydu. Hanın sahibini tanıyordu. Sarayın içki erzakını sağlıyordu. Shinju her ne kadar fakir bir şehir olsa da arada zenginler çıkabiliyordu. içki konusunda üstlerine yoktu. Zaten bu yüzden hanın sahibinin elinden para hiç eksik olmuyordu. Eline bir kese dolusu para sıkıştırdınmıydı seni tanısa bile tanımıyormuş gibi yapardı.

Pelerin'in kapşonunu iyice başına geçirdi, bu sayede görünen tek şey dudakları ve çenesiydi. Kang So attan indi ve başını okşadı. "Sen burada kal, tamam mı? Sakın bir yere gitme." At onu onaylar gibi kişnedi. Kang So handan içeriye girdi. Kapıdan içeriye ayak bastığı an mekana bir gölge misali çöktü. Kimileri dönüp baktı, kimileri hiç umursamadı. Umursayanlar da birkaç saniye göz gezdiriyor sonra eğlencelerine geri dönüyorlardı.

Fıçı fıçı içki içip kör kütük sarhoş olan, dans edip şarkı söyleyen, kavga eden, kumar oynayan... Ne ararsan vardı. Yoğun ter ve içki kokusu Kang So'nun midesini bulandırdı, yüzünü buruşturmadan edemedi. Gözleri hanın sahibini aradı. Balkon katına çıkan merdivenlerin hemen yanında, kare bir masanın başında oturmuş para sayıyordu. Altınlara baktıkça ağzının suyu akıyordu. Kang So adamın bu haline göz devirdi.

Yanına yaklaştığında adam onu hissetti ama başını kaldırmadı, elindeki altınları saymaya devam etti. "Gizemli tiplere yerimiz yok." Dedi umursamaz bir tavırla. "Sonra başımıza bela oluyorlar." Gri saçları ve gri keçi sakalı, aynı renkte Baji'si ile uyum içindeydi. Gören evsiz olduğunu düşündürdü ama koca hanın sahibiydi. Kang So hala başında dikilmeye devam edince baygın bakışlarını ona yöneltti.

Ufak tefek bir adamdı. Öyle ki, ayağa kalktığında Kang So'nun ancak göğsüne kadar geliyordu. "Buraya ait değilsin belli." Dedi ince ve buğulu sesiyle. Prens konuşmadı. Onun yerine kapşonunu hafifçe yüzünden çekip kendini gösterdi. Ufak tefek adam Prensi tanır tanımaz gözleri büyüdü ve hayretle bir nefes verdi. Ellerini birbirine kenetleyip Kang So'ya hafifçe uzandı.

"Prens Hazretleri." Dedi fısıltıyla. "Nasıl yardımcı olabilirim?"
"Kalacak bir yer lazım." Dedi düz şekilde. Adam panik haliyle başını salladı. "Ah, tabii, tabii. Sizin için üst katı hemen hazırlarım." Kang So kıyafetinin iç cebinden çıkardığı bir kese parayı adama uzattı. Adam keseyi gördüğü an göz bebekleri ışıldadı ve iştahla keseye uzandı. Ama Prens hemen geri çekti.

"Ne kadar istersem kalacağım, ihtiyaçlarım karşılanacak ve hiç kimse benim burada olduğumu bilmeyecek, anlaşıldı mı?"
"Ah, tabii, tabii. Siz nasıl isterseniz." Diye cırladı. Gözü hala kesenin üstündeydi ve yumak görmüş kedi gibi uzanıp duruyordu. Nihayet muradına erdiğinde Prensi üst kata çıkardı. L şeklinde bir alandı. Sağ tarafı masalarla sol tarafı odalarla doluydu. En dip köşedeki odaya ilerlediklerinde Kang So onu bir kez daha uyardı.

"Eğer bir kişi bile burada olduğumu öğrenirse bir daha para sayacak bir elin olmaz, haberin olsun." Adam korkuyla hıçkırdı. "H-h-hiç merak etmeyin." Dedi ve topuklarını kıçına vura vura kaçtı. Kang So odaya girdi. Küçük bir odaydı ve iki kişilik bir yatak, küçük bir cama sahipti. Yatakta kimlerin yattığını ve neler yaşandığını düşününce sıkıntıya kapıldı ama şu an bunu düşünecek halde değildi.

Fazlasıyla yorgun ve uykusuzdu. Pelerini çıkarmadı çünkü onu sıcak tutuyordu. Başını yastığa koyduğu gibi uykuya daldı. Tekrar uyandığında kapının çalındığını fark etti. Gölgesinden hanın sahibi olduğunu anladı. "Ne istiyorsun?" Dedi uykulu sesiyle. "Size yemek getirdim!" Dedi heyecanlı heyecanlı. Ah, nihayet. Adam odaya girip büyük tepsiyi önüne bıraktığında çıkması için eliyle işaret verdi. Tepsi de Kimchi, mandu ve bulgogi vardı. Bulgogi'yi ateşte pişen soslu et olarak düşünebilirsiniz.

Küçük bir fincanda da soju vardı. O kadar açtı ki hepsinden bir porsiyon daha yiyebilirmiş gibi geliyordu. Önce Kimchi'ye uzandı. Yemeğe her zaman kimchi'yle başlanır, kimchi'yle bitirilirdi çünkü. Ağzındakini yutar yutmaz bulgogi'ye uzandı. Ağzına hemen yoğun sarımsak ve sos tadı geldi.

Dakikalar boyunca aralıksız yemek yedi. Nihayet doyduğunu hissettinde zaten taslar da hiç yemek kalmamıştı. Son olarak soju'yu da kafasına dikti ve yediklerinin ağırlığıyla yatağa devrildi. Tokluk hissi onu sarhoş etmeye yetmişti bile içkiye gerek yoktu. Kendini yine uykunun kollarına bıraktığında uzun, hatta günler sürecek bir uykuya teslim oldu.

... 

"Yer açın çabuk, Prens Hazretleri geldi!" Diye seslendi kalabalık gürültüye hanın sahibi. "4. Prens geldi!"
"Buyrun, buyrun, geçin şöyle." Kang So için hemen yer ayırdılar. Hanın sahibi fincana hemen soju koydu ve Prense ikram etti. "Yine keyifler yerinde bakıyorum." Dedi Prens şakacı bir tavırla, eğlenen, dans eden kalabalığa karşı. "Siz geldiniz ya, keyfimize diyecek yok Prens Hazretleri."

Ağzı kulaklarında, orta yaşlarda, zayıf ve esmer bir adam yaklaştı. "Beom Tak! Nerelerdeydin bir haftadır? Ne zaman gelsem yoksun ortalıkta." Dedi Prens arkadaşça bir tavırla. Adamın yüzü düştü. Kang So bu halini görünce masada biraz öne eğildi ve kaşları çatıldı. "Benim hanım hasta, Prensim. İlaç parası lazım. Dükkanda kazandıklarım da ilaçları almaya yetmiyor." Dedi.

"Ne lazım söyle sen." Dedi Kang So ilgili tavrıyla. "Bazı şifalı bitkiler miymiş ne. Onları kaynatıp içmesi lazım. Ağrıları içinde merhem almak lazım. Ama işte yetiremiyorum ki." Kang So elini adamın omzuna koyup sıktı. "Endişelenme. Ne lazımsa ben hallederim. Zevceni eski sağlığına kavuştururuz elbet." Adamın yüzü ışıldadı. Minnet dolu bakışlarla Prense baktı ve ayağa kalkıp bir kaç defa hızlı hızlı selam verdi.

"Çok sağolun, Prens Hazretleri, minnettarım... Tanrı sizi başımızdan eksik etmesin." Kang So hafifçe güldü ve oturmasını işaret etti. Sonra da merdiven başındaki çalgıcı kadına seslendi. "Byeol!" Kadın adını duyduğu an o tarafa baktı. Prens'le göz göze geldiğinde yanakları kızardı. "En sevdiğim parçayı biliyorsun, değil mi?"
"Ah, elbette Prensim." Dedi kadın gülümseyerek.

Saygılı ve nahif bir sesi vardı. "Benim için çalar mısın?" Diye sordu Prens nazikçe. Kadın cilveli bir şekilde başıyla selam verip, "Elbette. Siz isteyin yeter ki," dedi. Şarkı çaldı Kang So eşlik etti. Kang So söyledi, kalabalık eşlik etti. İçkiler, danslar, kahkahalar havada uçuştu. Sıcacık bir ortam vuku buldu. Kang So'nun içi kıpır kıpır, mutluluk ve heyecanla doluydu. Halkı onun gerçekten arkadaşlarıydı. Ve bundan hiç şikâyetçi değil, aksine mesuttu.

Sonra yanlarına altı, yedi yaşlarında küçük bir kız geldi. Hanın sahibinin kızıydı. "Dan-oh." Diye şakıdı Prens onu görünce. Uzun siyah saçları beline kadar uzanıyordu ve iki yandan örgü yapılmıştı. Üzerinde turuncu bir Hanbok vardı. Tombul yanaklarıyla öyle tatlı görünüyordu ki insan sıkmamak için zor tutuyordu kendini. Çekik gözlerini pür dikkat Kang So'ya dikmişti. "Ne oldu?" Dedi tek kaşını kaldırıp flörtöz bir hareketle.

"Siz de benim gibi turuncu giymişsiniz de ona bakıyordum." Dedi çekingen bir tavırla. Kang So güldü ve kızın saçını okşadı. "Senin için giyindim. Sana özel. Çift gibi olalım diye." Kızın yanakları kızardı ve gözlerini kaçırıp utangaç bir şekilde güldü. Sonra kızı tek dizine oturtup babasına seslendi. "Moon Gi, bu kızın handa ne işi var? Mektepte olması gerekmiyor mu?"

Moon Gi karşı masadaki adamlara içkileri verip koştura koştura Prens’in yanına geldi. "Gerekir Prens Hazretleri, gerekir. Ama yoğunluktan kızı mektepe yazdıracak zaman bulamadım." Kang So burnundan bir nefes aldı ve kıza baktı. Kız onu ilgiyle izliyordu. "Bizim çocuklara mürebbiyelik yapan bir kadın vardı sarayda. Hala daha var. Ona söylerim evinin adresini, gelir okuma yazma öğretir." Dedi.

Adam minnetle selamladı. "Hem, okuma öğrendiği vakit kitaplar benden. Okuması için çok güzel kitaplar getireceğim ona." Gece yarısına kadar içtiler, eğlendiler. Kang So bütün hayat enerjisini topladığını hissederek ve hala şarkılar mırıldanarak sarayın yolunu tuttu. Kalabalık gitmesini istemese de mecburdu. Onu bekleyen işler, prenslik görevleri vardı. Eline geçen her fırsatta onlarla buluşuyordu zaten. Onlar da bunu bilerek daha fazla ısrar etmedi, Prensi sevinçle uğurladılar.

... 

Kang So yüzüne değen soğuk bir hisle gözlerini araladı. Bir şey gözüne damladı ve gözünü yaktı, hatta öyle yaktı ki Kang So inledi. "Bu da ne-" Dedi uyku mağruru bir sesle. "Nihayet uyandı. Herif günlerdir burada uyuyormuş. Kış uykusuna yatmış kutup ayısı sanki." Koro halinde sinir edici kahkahalar ve yayvan konuşmalar. Kang So'nun bilinci yerine geldiğinde en az yirmi kişilik bir grup ayyaşın tepesinde dikildiğini fark etti. Panikleyip bir hışımla ayağa fırladı.

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" Diye parladı adamlara. Onlarsa ağzı kulaklarında Prensi izliyordu. Ellerinde fıçılar ve sopalarla Kang So'yu duvara kıstırmışlardı. "Sizinle bir eğlence yapalım istedik, Prens Hazretleri. Aslında daha evvel haberimiz olsaydı yiyecek bir şeyler de getirirdik." Adamın alayla söylediklerinden sonra bir kahkaha tufanı koptu. "Geç olsun güç olmasın demişler değil mi?" Dedi yanındaki adam sırıtarak. Sonra hepsi sıra halinde ona yaklaşmaya devam ettiler.

Kang So belindeki kılıcı çıkardı ve kendine siper aldı. Adamlar kılıcı gördüğünde gerilemeye başladılar ve yüzlerindeki o gevşek sırıtış tuzla buz oldu. "Yaklaşmayın, yoksa hepinizi lime lime ederim." Dedi tehditkar bir şekilde. "Bitirelim şu herifin işini!" Diye boğukça haykırdı arkalardan biri. "Biz en az yirmi kişiyiz o ise tek. Bizi alt edemez."
"Doğru söylüyor." Edemezdi de. Hem oda küçüktü hem de çok fazlaydılar.

Ne zamandır kılıç talimi de yapmıyordu. Hamladığından emindi. Sonra ne olduysa o zaman oldu. Adamların hepsi ellerindeki içki dolu fıçıları Kang So'nun üstüne boşaltmaya başladılar. Dört bir yandan sardılar. Prens öyle afalladı ki adamlara engel olamadı. Fıçıların sonu geldiğinde Kang So'nun kokudan nefesi kesildi. Sonra iki tane adam ellerinde meşalelerle içeriye girdi.

Oda meşalelerin ışığıyla aydınlandı. O an anladı Prens: Yakacaklardı onu. Adamlar ellerindeki meşaleleri tehditkar bir şekilde Kang So'ya savurdu. Kang So geriye kaçtı ama cama tosladı. Kalbi boğazında atıyor, terliyordu. Duyduğu keskin içki kokusu nefesini kesiyordu. Adam elindeki meşaleyi Kang So'ya fırlattığı saniye Prens’in aklına bir şey geldi.

Yanında duran zayıf ve ondan ufak duran adamı kollarından tutup kendine siper etti. Adam alev alarak haykırdı. Öne doğru yalpalayarak adamların üstüne yürüdü. Diğerleri kaçışırken bazıları Kang So'ya hücum etti. O an kılıcı sıkıca kavradı ve tüm gücüyle üzerine gelen adamları kılıçtan geçirdi. Handa bir kaos hakim oldu. Bağrışlar, acı dolu haykırışlar.

Odayı tutuşturan alevler adamların bazılarına da ulaştı. Kang So alevlerin arkasında sıkışıp kaldı. Öleceğini düşündü. Kaçacağı hiçbir yer yoktu. Ne öne gidebiliyordu ne de sağa ya da sola. Duvara sinmişti ve önünde bir alev gösterisi dönüyordu. Duman boğazına kaçtı ve boğulurcasına bir öksürük krizine girdi. Gözlerine kadar ulaştı. Sonra kıyafeti tutuştu.

Hissettiği sıcaklık ve yanma hissiyle panikledi. Kıyafeti üstünden çıkarmayı denedi. Sonra camın önünde bir su testisi olduğunu hatırladı. Temizlenmek için hanın sahibinden bir bez bir de su testisi istemişti ama o getirene kadar yine uyuya kalmıştı. Alevler git gide büyüdü ve Kang So'nun bacaklarına ve kollarına ulaştı. Testideki suyu yanan yerlere dökmeye başladı.

Koridor boylu boyunca alev almıştı. Başından aşağı bütün suyu döktü ve kendini alkolden arındırmaya çalıştı. Tam o sırada kuvvetli bir kişneme sesi duydu. Öksürüklerinin arasında camı açtı ve başını uzattı. Aşağıda şaha kalkmış bir Guwon duruyordu. Kalbi korku ve adrenalin duygusuyla ikiye bölünürken bir umut ışığı yandı. Aşağıda onu kurtarmak için bekleyen Guwon ve bardaktan boşalırcasına yağan yağmur vardı.

Hiç düşünmedi Kang So; cama tırmanıp kendini aşağıya bıraktı. Kıyafeti yine tutuştu ama yoğun yağıştan dolayı ateş hemen söndü. Cam ve yer arası da neyse ki çok yüksek değildi. Ayağında burkulma, kolunda da keskin bir ağrı dışında bir şeyi yoktu. Düştüğü yerden kalktı ve hissettiği ağrılardan ve acılardan sonra ne kadar hızlı olabilirse o kadar hızlı ata bindi. "Hayatımı kurtardın, sana doğru ismi vermişim."

Yüzünde rahatlamayla birlikte gelen bir gülümsemeyle pelerin'in kapşonunu başına geçirdi ve dizginlere asıldı. Ormanın derinliklerinde bir göl yatağı bulduğunda mola vermek için durdu. Üstündeki alkol ve dumandan arınması gerekiyordu. Guwon'u ağacın birine bağlayıp üzerindekileri çıkarttı. Akşam çoktan çökmüştü ve yağmur da, onlar ormana gelene kadar dinmişti.

Eğer yağmur olmasaydı yanıp kül olurdu. Hem Guwon hem yağmur onun kurtarıcıları olmuşlardı. Hava hala soğuktu ama Kang So buraya geldiğinden beri soğuğa alışmıştı. Yavaş adımlarla göl yatağına doğru ilerledi. Çok da temiz sayılmazdı ama yıkanmayacak gibi de değildi. Su boyun hizasına gelene kadar ilerledi ve başını suya soktu. Soğuk su onu köpek balığı misali ısırdı.

Bir kaç saniye suyun altında kaldı. Çok üşüyordu ama soğuk su onu kendine getiriyordu. Suyun altında kalmaya devam etti. Alışmıştı. Nefesi kesilene kadar devam etti. Guwon sanki uyarı niteliğinde kişnediğinde Kang So sudan çıktı ve derin derin nefes aldı. "K-k-korkma, b-b-bu kadar kolay ö-ö-ölmeyeceğim." Dedi gülerek. Sonra sudan çıktı. Pelerinine sarılıp kıyafetini yıkadı ve kuruması için bir kayanın üstüne serdi. Sırtını Guwon'u bağladığı ağaca yasladı ve gözlerini kapadı.

Siyah uzun saçları göğsüne kadar uzanıyordu ve bir tutamı yüzüne yapışmıştı. O tutamı yüzünden çekecek kadar bile güç bulamadı kendinde. Bacaklarındaki ve kollarındaki yanıklar da sızlıyordu, yaralarına sürecek bir merhemi bile yoktu. Ne acınası bir durumdayım böyle... diye düşündü içinden ve sinirleri boşalarak gülmeye başladı. Güldükçe güldü, güldükçe güldü. "Ne olacak böyle Guwon?" Dedi havadan sudan konuşur gibi. At onu tınlamamıştı bile, karnını doyurmakla meşguldü.

"Kötüler sefa sürüyor, iyiler can veriyor. Bu nasıl bir adalet? Bu adalet mi?" Sıkıntıyla bir iç çekti. Yaptığı aptallık yüzünden kendine kızıp duruyordu. "Neden ağzımı açmadım? Neden kendimi savunmadım? Neden Yeong Jin'e engel olmadım? Neden! Neden! Neden!!" diye haykırdı. Ağacın dalına tüneyen kuşlar korkuyla kaçıştı. Kang So öfkeyle saçlarını çekiştirdi ve bağırdıkça bağırdı.

İçindeki öfkeyi ve pişmanlığı nasıl atacağını bilemiyordu. Gözünün önüne ağabeyinin cansız bedeni geldi. Aslında hiç aklından çıkmıyordu, her saniye aklındaydı. Gözlerini kapasa rüyalarındaydı. Dur durak bilmeden... Kang So haftalarını ormanda geçirmeye başladı. Sağlam odunlar toplayıp onları üst üste ve yan biçimde koyarak kare şekline getirdi ve kendine küçük bir sığınak yaptı.

Acıktığı zaman ava çıktı. Yakaladığı hep tavşan oluyordu, o da pek karnını doyurmuyordu. Büyük hayvan bulması zordu, hatta hiç görmemişti bile. Bol bol boş vakti olduğu için kılıç talimi de yapıyordu. Artık bela başından hiç eksik olmadığı ve insanlar kuduz bir köpek misali yakasında olduğu için hazırlıklı olmalıydı.

Yalnızlık iyice sinirlerine dokunmaya başlamıştı. İnsanın konuşacak hiç kimsesi olmayınca delirecek gibi oluyordu. İçine koca bir taş oturuyor, yalnızlığını bastırmak için hayallere sığınıyordu. Hatta öyle çok sığınıyordu ki bir süre sonra kurduğu hayallere inanmaya başlıyordu. Kendi kendine konuşuyor, gülüyor, sanki yanında biri varmış da onunla konuşuyormuş gibi tepkiler vermeye başlıyordu.

Ve bu durum git gide hoşuna gitmeye başlıyordu. Çevrende insanlar olduğunda bile yalnız kalacak bir yer arayıp hayali dostlarına sığınıyordu. Gerçek insanlar korkutmaya başlıyordu bir yerde. Çünkü onlar gerçekti ve sen onları istediğin şekilde kontrol edemiyordun. Ama hayali dostlar öyle mi? Ne dersen onu yapar, onu söylerler ve sen her tartışmada haklı çıkarsın. Bu yüzden yalnızlık güzel ama aynı zamanda tehlikeliydi de.

Yalnızlık bu hayattaki en kötü şeydi. Çünkü kendi isteğinle yalnız kalmak ve zorunda olmak çok farklı şeylerdi. Yine avlanmaya çıktığı bir vakit iki tane eski tip çadır fark etti, tehlikeli olabileceğini düşünerek hançerini elinde tuttu. Temkinli adımlarla çadırın birine yaklaştı. Tam o anda çadırdan biri büyük diğeri de küçük iki çocuk çıktı. Küçük olan maksimum on bir, on iki yaşlarında büyük olan ise on beş, on altı yaşlarındaydı.

İkisi de yaşlarına göre uzun boyluydu. Üstleri hep toz toprak içindeydi ve aynı örnek krem rengi Hanbok giymişlerdi. İkisininde siyah uzun saçları vardı, tepeden atkuyruğu yapmışlardı ve biraz bollaşmıştı. "Sana kaç kez dedim gözünü giyik'ten ayırma diye, bak kaçmış işte." Diye kızdı büyük olanı. "Bağlamıştım ben onu. Uyuyakalmışım ne yapayım. Gece boyu nöbetteydim unuttun mu?" Dedi ayağını yere vurarak küçüğü.

"Tamam tamam, sana da hiç laf yetiştirilmiyor." Kendi aralarında konuşmaya o kadar dalmışlardı ki Kang So'yu fark etmiyorlardı bile. Ta ki boğazını temizleyip kendini fark ettirene kadar. İkisi de anlamsız gözlerle onu süzdüler ve pervasız bir tavırla, "Sen de kimsin?" dediler.
"Hırsız mısın yoksa?" Dedi büyük olanı, küçüğüyse bu sözüne güldü. "Yanlış kapıdasın o zaman. Beş kuruşumuz yok."

"Para için gelmedim," dedi Kang So sesinin kuvvetli çıkmasını umarak. Çünkü o kadar açtı ki ağzını açacak takati bile kendinde zor buluyordu. Çok fazla kilo kaybetmişti ve neredeyse eski heybetinden eser kalmamıştı. Konuşacak kimse olmayınca ağzını açması da gerekmiyordu gerçi. O kadar zamandır konuşmuyordu ki kendi sesini duyunca bir an için afalladı.Konuşmayı unutmadığına şükretti. "Sadece yürüyüşe çıkmıştım." İkisinin de kaşları havalandı, sanki söylediğine inanmamış gibilerdi. "Yalnız mı?"

"Hayır. Şey, a-atımla." Neden kekeliyorum ki? diye düşündü kendi kendine. İnsan görmeye görmeye onlarla nasıl iletişim kuracağımı mı unuttum? Karşısındaki çocuklar onun bu mağdur durumunu fark etmiş olacaklar ki, "Bize katıl istersen? Besbelli yalnızsın." diye teklifte bulundu küçüğü. Kang So afalladı ve bir süre ikisine baktı. Onu tanımamışlar mıydı? Gerçi tanısalardı üstüne atlamaları bir olurdu. İki aydır ormanda yaşıyordu ve ciddi bir kilo kaybı yaşamıştı. Kıyafetleri iyice yıpranmış ve yırtılmaya başlamıştı, renkleri solmuştu. Gölün suyu da onu yeterince temizlemiyordu. Açlık, uykusuzluk ve sık sık yaptığı talimler onu ciddi derecede zayıflatmıştı.

Talim yapıp güçleniyordu elbet ama aç kalmak aldığı kuvveti dengelemiyordu. "Diğerlerine sordun mu ki kendi başına iş yapıyorsun?" Diye azarladı onu büyük olanı. Fısıldayarak söylediği Kang So'nun kulağına çalınmıştı bile. Duyduğu bu söz ve çocuğun asi tavrı onun için yeter de artardı zaten. İstenmediği yerde kalmazdı.

Zaten yalnızlığa da alışmıştı. Onlar kendi aralarında tartışırlarken Kang So sessizce arkasını döndü ve geldiği yolu geri yürüdü. "Hey, dur, nereye?" Kang So cevap vermedi. Küçüğü arkasından geldi ve önünü kesti. Neden bu kadar ısrarcıydı? "Bak eğer bize yardım edersen yanımızda kalmana izin veririz."
"Ne yardımı?" Diye sordu temkinli bir tavırla gözleri kısılarak.

"Avlanmak, silah tutmak, ateş yakmak falan işte. Öyle değil mi, Su Won?"
"Öyle tabii, öyle." Dedi isteksizce. Ona güvenmiyordu besbelli. Haklıydı da. "Hadi ama, naz yapma. Bak sen yalnızsın, bizde yoldaş arıyoruz. Sayımız fazla olursa düşmanla daha iyi savaşırız."
"Kimmiş o düşman?" Hala temkinliydi. "Herkes. Her şey. Ormandayız, ne çıkacağı belli mi olur?"

Doğru söylüyordu. Şu iki ayda düşman sayabileceği kimse ile karşılaşmamıştı. Arada bir gölün kıyısına atları ile yolculuk yapan insanları görmüştü. Onlar da mola için kısa bir süre duruyor ve yollarına devam ediyorlardı. Onun dışında o kadar ıssızdı ki terk edilmiş bir yer gibi. Shinju'nun geri kalan yerleri gibi. Nüfuz sayısı azdı. Çıkan isyanda çok fazla insanını kaybetmişti. Evler yıkılmıştı ve yerine gece kondular yapılmıştı. İnsanlar sınırlı imkanları yüzünden öfkeleniyor ve öfkelendikçe asileşiyorlardı.

Kang So karşısındaki çocuğun bu kararlı ve istekli tavrı karşısında ne yapacağını bilemedi. Aslında yalnızlığa alışmıştı ama daha ne kadar yalnız kalabileceğini bilmiyordu. İnsan insanı arardı. Kang So da arıyordu elbet. Bu yüzden inadını bir kenara bırakıp çocuğun teklifini kabul etti. "Ben Yun bu arada. O da Su Won." Dedi çadıra girmek üzere olan çocuğa. "Beni istemiyor." Dedi normal bir tavırla. "Çünkü sana güvenmiyor. Zamanla alışacaktır."

"Sen bana güveniyor musun?" Yan yan ona baktı. Çocuk omuz silkti. "Ben takılmam öyle şeylere. Bana yararın dokunduğu sürece sorun yok." Birlikte çadıra girdiler. Çadırın içinde pek bir şey yoktu. Samanlardan şekillendirip yaptıkları bir yer yatağı ve minderler, bir tane yine odunlardan yontarak yaptıkları küçük bir masa ve sandalye. Üstlerinde hançer, sopalar ve parşömen vardı. Parşömen'in yanında bir kalem göremedi. Bu kadardı.

"Senin adın ne? Hiç söylemedin." Dedi Yun çadırın bir kenarında duran odunları kucaklayarak. Ateş yakmak için kullanacaktı belli ki. Bir süre düşündü Kang So. Onu sima olarak tanımamışlardı ama adını söylerse tanıma ihtimalleri çok yüksekti. Bu yüzden kendini başka biri olarak tanıtmak en iyisi olurdu. "Suho." Dedi. "Pekâlâ, Suho. Az biraz bekle, diğerleri ava çıktı. Geldiklerinde ateş yakar yemek yeriz. Çok aç olduğundan eminim." Çok aç kelimesi az kaldırdı. Ölümüne açtı.

Yediği tavşanlar, solucan ya da böcekler onu doyurmaya yetmiyordu. Ancak midesini yatıştırıyordu o kadar. Tabii sadece tavşanlar. Diğerlerinden hiçbir şey anlamıyordu. Ağzından geçip gidiyorlardı. "Otur, ayakta kalma." Yun'un dediğini yapıp sandalyeye oturdu. "Kaç kişisiniz burada?"
"Altı" Diye cevapladı onu Su Won tam karşısındaki sandalyeye oturarak. Başka bir şey söylemedi. Arada bir kaçak bakışlar atıyor, ona karşı temkinli davranıyordu.

Tam o anda çadırın dışından sesler geldi. "Geldiler." Dedi Yun başını içeriye uzatarak. İkisi de ayaklandı ve çadırdan çıktılar. Kang So yavaş hareket ediyordu. Çocuklar onu tanımamıştı belki ama ya diğerleri tanırsa? Gerçi tanıma ihtimalleri yoktu çünkü yüzünü hiç görmemişlerdi. Tanısa tanısa ismen tanırlardı. Shinju'dan da değillerdi belli. Çünkü onu burada herkes biliyordu. Eğer Shinju'lu olsalardı onu kesin ve net bilirlerdi.

Kang So çadırdan çıktı. Onu görenler işlerini bırakıp gözlerini ona dikti. Yun hemen açıklamaya koyuldu. "Yeni arkadaşımız. Yalnız başına ve açtı, yardım ettik biz de." Sonra Su Won'u koluyla dürttü. "Evet öyle. Muhtaç olana yardım geri çevrilmez, değil mi?" Adamlar onu iyice süzdü ve gerçekten yardıma muhtaç olup olmadığını anlamaya çalıştılar. Öyle olduğuna kanaat getirmiş olacaklar ki, "Doğru söylersin. İyi yapmışsınız." Dedi Prens Seok'un yaşlarında olan adam.

"Gel de bize yardım et madem." Kang So başıyla onaylayıp adamın omzundaki geyiği aldı. Ağırlığı karşısında afalladı. Normal şartlarda onu kolaylıkla taşıyabilecek durumda olurdu ama normal şartlarda değildi ve omzunda taşıdığı geyik onu zorlamış, hafifçe yana bükülmesine sebep olmuştu. Su Won'un da dediği gibi altı kişilerdi ve hepsinin yaşları birbirine yakındı. En büyükleri altmışlı yaşlarında denebilirdi sadece.

Onun dışında otuz yaş ve altı vardı. Tipik orta çağ koreli tiplemesiydi hepsi. Ellerinde bellerine taktıkları hançerleri de vardı. Ateşi yaktılar. Hepsi çadırın önünde daire şeklinde toplanıp geyiğin şişe batırılıp ateşin üstünde pişmesini izledi. Tabi onu küçük parçalara böldüler. "Nasıl düştün sen buralara?" Diye sordu isminin Seon Gyu olduğunu öğrendiği adam. Yapılı ve esmer bir adamdı, kendinden emin bakışlara sahipti.

Tahmin ettiği gibi otuzlarının ortasındaydı. Grubun bir küçüğü. En büyüklerinin adı da Mun Deok'tu. Dede tipi vardı biraz. Uzun beyaz saçları, keçi sakalı, zayıf bedeni ve çekik gözleri vardı. Pek konuşkan değildi. Çoğunlukla uyuyordu ya da gökyüzünü seyrediyordu. "Geldiğim köyde savaş vardı. Ailemi kaybettim. Köydeki diğer yolculara katıldım. Sonra onlardan ayrılıp buralara geldim işte."

Aklına başka bir senaryo gelmedi. Sürgün edildiğinden beri aklının da pek çalıştığını düşünmüyordu zaten. Kaç kovala yaşıyordu hayatı. Ormana geldiğinden beri de düz bir şekilde. Hep aynı şeyleri yapıp duruyordu. Ava çık, talim yap, uyuyabilirsin uyu, yürüyüş yap... Ruhu çekilmiş, aklı durmuş gibi hissediyordu. Düz yaşıyordu, dümdüz. "Biz de öyle." Dedi Seon Gyu uzaklara dalarak. Yedi, sekiz aydır buradayız. Şehrimizde savaş var, belki duymuşsundur. Gyeonsang Şehri." Orayı biliyordu.

Kral, İn Baek ve Cheol'ü oraya göreve gönderecekti, isyanı bastırmak için. Şimdiye gitmişlerdir diye düşündü. "Bize toplayabildiğimiz kadar erzak toplamamızı söylediler ve hepimizi faytonlara bindirdiler. Bir kaç gün sonra saldırıya uğradık. Ölenler oldu. Yaşayanlar da grup halinde uzaklaştılar. Biz de kendi halimizde işte. Zor zamanlardı, çok zor." Acıyla bir iç çekti. Demek ki aralarında hiç bir kan bağı yoktu. Birbirlerine tutunan yabancılardı sadece.

Kang So yemek hazır olana kadar atını bağladığı yerden almak için yanlarından ayrıldı. Tabi alması gereken sadece o değildi. Kılıçları ve peleriniydi de. Sığınma yerine, hatta artık evi olan yere geldiğinde Guwon'un sıkıntıdan yerinde kıpırdanıp kişnediğini gördü. Kendini kötü hissetti. Yun ve diğerlerine katılıp katılmayacağı kesin olmadığı için ve geri döneceğini düşündüğü için onu burada bırakmıştı.

Atın yanına yaklaştığında daha da kıpırdandı, bu sevinç dolu bir kıpırtıydı, neredeyse şahlanacaktı. Ata yaklaşıp başını okşadı ve alnını alnına yasladı. "Üzgünüm Guwon, seni burada bıraktım. Geri döneceğimi sanıyordum ama olmadı. Yoldaşlar bulduk, şimdi seni onların yana götüreceğim." Başını biraz daha okşadı ve onu sakinleştirdi. Git gide ona bağlanıyordu. Çok akıllı ve asil bir attı. Ayrıca onun kurtarıcısı.

Guwon sakinlendiğinde pelerinini aldı, kılıçlarını ve hançerini beline taktı. Ata bindi ve yoldaşlarına doğru yola çıktı. Zaten uzak değildi. Çadırlarının olduğu yere geldiğinde hepsi onu hissetmiş gibi başlarını çevirdiler. Gözleri Kang So'dan çok Guwon'un üzerindeydi. "Vay canına!" Dedi Yun ve ayağa kalktı. Büyülenmiş gibi Guwon'a yaklaştı. Kang So da o ara attan inmişti. "İnanılmaz. Hayatımda ilk defa böyle bir at görüyorum."

Guwon neyse ki sakindi. "Nereden buldun sen bunu?" Diye sordu Seon Gyu. "Buradan. Diğer atlarla grup halindeydi. Zor olmadı. Ya sahibini kaybetmiş ya da kaçmış bilmiyorum. Malum ortalık yangın yeri." Hepsi büyülenmiş gibi Guwon'a bakıyorlardı. Kang So onu ağacın birine bağlayıp tekrar ateşin önüne geldi. "Adı ne?" Diye sordu Yun.

"Guwon." Dedi gururla. Gurur duyulmayacak bir at değildi çünkü. O gün handa az daha canından oluyordu ama Guwon onu kurtarmıştı. Eğer o gün şaha kalkıp kendini Kang So'ya duyurmasaydı ve Kang So camdan atlayıp onunla birlikte kaçmasaydı şimdi muhtemelen bu insanlarla ateşin başında oturuyor olmayacaktı.

Sonunda, nihayet geyik piştiğinde, yirmili yaşlarındaki Tae Yeon elinde bir şişe sake ve fincanlarla yanlarına geldi. "Bitmedi mi bu hala?" Diye sordu onunla aynı yaşta olan Yon. "Bitmedi tabii. Su Won gelip gidip yürütmesin diye saklamıştım." Dedi muzipçe sırıtarak. Su Won ona ters ters baktı. "Pis kumpasçı!"
"Tartışmayı bırakın da doldurun hadi, et buz gibi oldu." Diye şikayette bulundu Mun Deok. Aralarına katıldığından beridir ilk defa sesini duyuyordu.

Et mideye indi, sakelerle bayram edildi. Gülüşüldü, sohbetler edildi. Kang So aylar sonra kendini ilk defa canlı hissetti. Gece çöktüğünde üçerli ve dörderli gruplar halinde çadırlara girdiler. Tae Yeon nöbetteydi bu gece. Kang So kendisi için ayrılan yer yatağına uzandı. Saman biraz rahatsız etti ama Kang So bunu umursamadı. O gece ilk defa huzurlu ve derin bir uyku çekti. Tabi bu derin uykuda içtiği içkinin de payı vardı.

Yeni yoldaşlarıyla birlikte beş ayı devirdiğinde artık ormandaki hayatına iyice alıştı. Onlarla iyice kaynaştı. Hatta öyle ki sanki senelerdir tanışıyormuş gibi bir samimiyet kurdular. Avlandılar, ormanı keşfe çıktılar, talim yaptılar, ata binip tur attılar. -bunu en çok isteyen de Yun oluyordu- Çoğu zaman bu sebepten Yun ve Su Won kavga ettiğinde Yun'u öne, Su Won'u ortaya, kendisi de arkaya biniyor ve üç kişi tur atıyorlardı.

Gece çöktüğünde ve herkes rüyalar alamine daldığında Kang So'nun aklına ailesi geliyordu. Onlarla geçirdiği acı, tatlı günler, halkı, arkadaşları... Ve tabii onlarla geçirdiği son gün. Gözünü her kapadığında Merhum Prens'in son anları canlanıyordu göz kapaklarında. Çoğu zaman da rüyasına giriyor ve Kang So kan ter içinde uyanıyordu. Hava almak için çadırından çıktığında -artık o gece nöbeti kim dev aldıysa- neyi olduğunu soruyordu.

Bir süre sonra artık aynı rüyaları görmekten ve ölü toprağı yemiş gibi uyanmaktan bıktığı için sık sık nöbeti devralmaya başladı. Yine nöbette olduğu bir gece tuhaf bir hisse kapıldı. Ateşin başından kalkıp etrafı şöyle bir kolaçan etti. Kimseyi göremeyince, herhalde bana öyle geldi diye düşünerek tekrar ateşin başına geçecekti ki omzundan bir ok sıyırıp geçti. Kang So afaladı ve acıyla tısladı. Guwon huzursuzlanarak kıpırdanmaya ve kişnemeye başladı. Kang So sol kolunu tutarak okun geldiği yöne baktı.

Ama kimseyi göremedi. İstese de göremezdi çünkü hava çok karanlıktı ve ateşin aydınlatmadığı yerleri görmek neredeyse imkansızdı. "Kim var orada?" Diye seslendi gelişigüzel. Ok kolunu sıyırmış olsa da canını fena yakmıştı. Küçük yaralar her zaman daha çok can yakar. Sonra ne olduysa o anda oldu: üst üste oklar gelmeye başladı havadan doğru. O an tepelerde ağaçların arkasında olduklarını anladı Kang So. Hemen belindeki kılıcı çıkardı ve sağ elinde tuttu.

Gözleri etrafta delicesine dönüyordu. Sonra dağların eteklerinden sırayla kurtlar gelmeye başladı. Hepsi vahşice üstüne üstüne geliyor, kana susamışlıkla hırlıyordu. Kang So bu yırtıcı hayvanların gözlerinde kendi cesedini görebiliyordu. Kurtlardan biri üzerine atladığı anda Kang So kılıcını savurdu ve kurtu nişan aldı. Hayvan göğüsüne aldığı darbeyle yere serilirken acıyla inledi. Sonra bir diğeri atladı, ve bir diğeri.

Kang So hepsini kılıçtan geçirirken sonları gelmiyordu. Hepsi tek tek ölüyor ama tekrar canlanıyordu sanki. Guwon feryatlar yaka yaka hareketlendi ve iplerden kurtuldu. Büyük bir gürültüyle şaha kalkarken kurtların bazıları korkuyla kaçıştı. Guwon üstlerine üstlerine gitti ve onları iyice korkuttu. Ama bu yeterli değildi. Kang So önündeki kurtla ilgilenirken yandan sinsice ona yaklaşan kurt'u fark etmedi ve bu da onun için felâketle sonuçlandı.

Hayvan Kang So'nun kılıç tutan koluna yapıştı ve koparmak istercesine asıldı. Kang So'nun kılıç elinden düşerken acıyla haykırdı ve kurt'u ittirmeye çalıştı. Tekmeler savurdu, yumruk attı ama hiçbiri işe yaramadı. Kang So'nun görüşü bulanıklaşırken, "Bırak kolumu lanet olası!" diye tısladı. Terden sırılsıklam olmuş, acıdan feri dönmüştü. O an belinde hançeri olduğunu hatırladı ve son kuvvetiyle onu belinden alıp kurt'un ensesine sapladı.

Hayvan inleyerek geri çekildi ve boynundan kanlar fışkırırken yere yığıldı. Kang So'nun kolu öyle çok acıyordu ki bunu nasıl tarif edeceğini bile bilmiyordu. Ölüyorum, diye düşündü bir an için. Kurtlar hala üstüne üstüne gelmeye devam ediyordu. "Soyunuz hala tükenmedi öyle mi? Beni öldürmek için kendileri yetmedi, sizi gönderdiler demek," dedi zor bela. Nefes nefeseydi ve bilincini kaybetmek üzereydi.

Ağaçların arasında onu izlediklerini biliyordu. "Ama bugün, burada ölmeyeceğim!" Diğerleri de duyabilsin diye bağırdı. Kurtlar hırlayarak yavaş yavaş avlarına yaklaşır gibi üstüne gelmeye devam ettiklerinde Kang So hızlı bir refleksle ateşin içinden odun parçasıını aldı. Eli yanıyordu ama umrunda değildi. İçinden taşan öfke ve acıyla haykırdı ve elindeki odun parçasını kurtlara doğru savurdu.

Kaçışmaya başlasalar da nafileydi. Hepsi tek tek ateşle yüzleşti ve acı dolu inlemelerinin ardından bütünüyle ateşle tanıştılar. Kang So karşısında ki cehennemi seyretti ve elindeki odunu bıraktı. Hızlı hızlı nefeslerinin ardından yüksek kahkahalar atmaya başladı. Hem sinirleri bozulmuş hem de acıyla tüm hücreleri sarsılıyordu. Karşısındaki manzara bir cehennemdi, kendisi o cehennemin tam ortasındaydı;

Kendisi o cehennemin bekçisiydi. "Duy beni, Kral Kang Jeon!" Diye seslendi sarsıla sarsıla etrafında dönerek. "O gün idam masasında beni öldürmen gerekirdi, sürgüne göndermen değil! Kendin cesaret edemedin mi ha? Edemediğin için mi beni kurtlar sofrasına oturtuyorsun? Bak o kurtlara, hepsi yandı! 4. Prens Kang So hepsini yaktı!" Aklını kaybetmişti, kendini kaybetmişti. Bugünden sonra kimse ondan iyi olmasını bekleyemezdi.

"Sen beni yenemezsin ihtiyar, anladın mı? bu kurtların hepsi benim! Ben o kurtların ta kendisiyim! Ölmemi istiyorsan bunu kendi ellerinle yap! Tasmasını bıraktığın süs köpeklerinin ellerinden ölmeye niyetim yok. Gerekirse onları da aynı bu kurtlar gibi deşerim. Ama yine de bugün ölmeyeceğim!" Sözlerinin ardından oklar yeniden havada uçmaya başladı.

Biri omzuna saplandı, diğeri koluna, bir diğeri bacağına. Kang So acıyla haykırdı. Dizlerinin üstüne düşerken dik durmak ve hissettiği kor acılara dayanmak için büyük çaba sarf etti. Acıyan bedeni miydi yoksa yüreği mi karar veremedi. Hızlı hızlı nefesler alıp verirken daha çok terledi ve nöbet geçirircesine titremeye başladı. Acıyla gözleri döndü, beyni zonkluyordu. Terden saçları boynuna, alnına ve yüzüne yapıştı.

Ateşin yansıttığı gölgesi yenilgiye uğramış gibi onu selamladı. Tam o anda Seon Gyu ve diğerleri tek tek çadırdan çıktılar ve Kang So'nun dizlerinin üstüne çökmüş ve neredeyse bayılmak üzere olan silüetini gördüler. Hepsi aynı anda şok nidaları atarak yanına koştular. Bakışları önlerindeki cehenneme iliştiğinde şaşkınlıkları ikiye katlandı. "Aman Tanrım, neler olmuş burada?" Dedi Yun. Gözleri kocaman olurken ellerini başının arkasına götürdü.

Ne şanstır ki saldırganlardan hiç ses seda çıkmıyordu. Onu yendiklerini düşünerek gitmiş olmalılardı. Kral’a müjdeli haberi vermeye. "Neler oldu burada böyle?" Diye sordu endişeyle Seon Gyu, kollarının arasındaki Kang So'ya. Kang So kurumuş dudaklarını aralayarak cılız ve kısık sesiyle, "Avlanıyordum. Kurt avı." Dedi. Son sözleri de bunlar oldu. "Ben etrafı kolaçan edeceğim, kim yapmış bu adiliği öğreneceğim."
"Beni de bekle Tae Yeon." Ve son duydukları da bunlar oldu, sonraysa bilinci kapandı.

... 

Yon ekibin doktoruydu. Sınırlı imkanları olmasına rağmen elinden geleni yapıyordu. Zehirli okları çıkardı, yaralarını sardı, terlediği zaman ıslak havluyla terini sildi ve her nöbet geçirdiğinde onu sakinleştirdi. Bu kadar şey yapmasına rağmen Kang So günlerce uyanmadı. O kadar yaradan ve zehirden dolayı yaşaması zaten mucizeydi ama hepsi yaşaması için ümit ve dua etti.

Gecelerce başında nöbet tuttular. Günler haftaları, haftalar, ayları kovaladı. Guwon, Kang So'yu göremediği için iyice huysuzlaşmıştı, sakinleştirmekte zorluk çekiyorlardı artık. Ve Kang So iki ayın sonunda nihayet gözlerini açtı. Hepsi ilk başta bunun olduğuna inanmadılar çünkü Kang So'nun yaşayan bir ölüye dönüştüğünü düşünmeye başlamışlardı.

Ama şimdi karşılarındaydı işte. Gözlerini açmış, sessiz sedasız tavanı seyrediyordu. "Niye konuşmuyor?" Dedi Yun. "İki aydır baygın yatıyor ve öldürücü yaralar aldı. Hemen şakımasını bekleyemezsin." Diye cevapladı onu Su Won. Yun ona ters bir bakış attı. "Şok da olmalı." Dedi Yon. Biraz zaman verin, kendine gelecektir."

... 

Kang So bir uyuyor, bir uyanıyor, arada su ya da yemek istiyordu. Mun Deok ona patates yulafı yapıp getirmiş ve kendi elleriyle yedirmişti. Onun dışında sürekli uyuyor ya da kaslarının açılması için Yun ve Seon Gyu'nun yardımıyla çadırın içinde geziyordu. Ama ağzını bıçak açmıyordu. "Acaba konuşma yetisini falan mı kaybetti yoksa hala şokta olduğu için mi konuşamıyor?" Dedi Yun endişeli bir şekilde.

Çadırın dışında dikilip Kang So'yu seyrediyorlardı. "Bilmiyorum." Dedi Tae Yeon yüzünü sarkıtarak. En azından yaşıyor değil mi? Zamanla toparlayacaktır. O çok güçlü biri."
"Ama ben hala anlayamıyorum." Dedi Su Won düşünceli bir şekilde.

"Neden o akşam Suho'ya saldırdılar? Bu normal bir saldırı değildi. Yağmacı ya da hırsız değildi. O akşam bir katliam yaşandı. Zehirli oklar atıldı, kurtlar salındı. Canını zor kurtardı adam. Bana kalırsa Suho sıradan bir köylü değil. Bir sırrı var ve bir sebepten ötürü bizden saklıyor. Ayrıca vücudunda da yanık izleri var. Ne ilaç sürülmüş ne de sarılmış. Yani bu saldırı ilk değil." Bu sözlerinden sonra diğerlerinin de içine şüphe düştü. "Normal şartlarda kuruntu yaptığını söylerdim ama bu sefer galiba haklısın." Dedi Yun. "Neyse. Hele bir kendine gelsin, öğreniriz elbet."

... 

Bir hafta sonra nihayet Kang So konuşmaya başlamıştı ve tek başına yürümeye de yavaş yavaş alışmıştı. Hala sık sık uyusa da eskisinden iyiydi. Yaraları da gün geçtikçe iyileşiyordu. Tae Yeon yedek kıyafetlerinden birini ona vermişti. Hava almak için çadırından çıktığı sırada elinde bir mektupla çıkageldi. "O ne?" Diye sordu Kang So. "Saraydan haber gelmiş. Yazılan muhtemelen aylar öncesine ait ama bize anca haber geliyor maalesef... Şehre gittim şöyle bir. Pazar yolunda kaptım haberi." Dedi Tae Yeon. "Neymiş haber?"

"2. Prens Yeong Jin yeni veliaht olmuş." Kang So bu habere şaşırmadı, beklenilen bir şeydi zaten. Ama yine de kötü hissetti, çok kötü.İçi öfkeyle kabardı. “Shinjeong Halkı 4. Prens’in geri gelmesi için isyan başlatmış. Ama isyan hiç de istedikleri gibi gitmemiş. Hepsi idam edilmiş.”

Kang So duydukları karşısında öyle bir acı hissetti ki, bedenindeki yanıklar, ok darbeleri ve zehir bunun yanında bir hiç kalırdı. Halkı hala onun için çabalıyordu ama Kral onları canice katletmişti. Hepsi onun yüzünden ölmüştü. Şimdi ne yapacaktı? Geri döndüğünde yüzlerine nasıl bakacaktı? Mesafeli olmak zorundaydı. Onları koruyabilmek için gerekirse karşılarında sert olmalıydı. Kendinden soğutmalı belki de kalplerini bile kırmalıydı. Bu şekilde hayatta kalabilirlerdi. Onların iyiliği için onlardan uzak durmalıydı. Halkı onun her şeyiydi ve Kang So bir canın daha alınmasına dayanamazdı.

İçinde ızdırap yüzüne de yansımış olacak ki Tae Yeon ona, ne oldu? dercesine baktı. "Niye yüzün beyazladı birden?" Kendini hemen toparlamaya çalışarak, "Yok bir şe-" ama lafı kesildi. Birdenbire hepsi çadırından çıkıp tepesinde dikildiler. "Bizde bunu merak ediyoruz." Dedi Seon Gyu gözlerini kısarak, şüpheyle bakıyordu. "Aylardır merak ettiğimiz bir soru bu ama üstüne gelmek istemedik. Kimsin sen Suho? Ya da gerçek adın her ne ise." Kang So bu sorunun geleceğini tahmin etmişti. "Oturun şöyle, ayakta anlatılacak bir şey değil." Dedi.

Dediğini yaptılar ve hepsi daire şeklinde oturdular. Pür dikkat onu dinlemeye başladılar. "Ben 4. Prens Kang So'yum. Gerçi artık prens demeye bin şahit ister ama..." Histerik bir şekilde güldü ve sonra hemen ciddileşti. "Veliaht Prensi öldürme suçuyla sürgün edildim. Ama işin aslı öyle değil." Hepsi duydukları karşısında şok geçirdi. Su Won'un kaşları çatıldı. "Bizi bunca zaman kandırdın." Dedi öfkeyle.

"Öyle olması gerekti. Eğer gerçek kimliğimi bilseydiniz beni öldürmeye çalışırdınız, tıpkı diğerleri gibi. Böyle düşündüğüm için gizlendim ve kendimi Suho olarak tanıttım. Sizi kandırmak hoşuma mı gidiyor sanıyorsun? Sayenizde yalnızlıktan kurtulup tekrar hayat enerjimi kazandım. Bana yardım ettiniz, ölümün eşiğinden kurtardınız. Size bunu yapmak hiç hoşuma gitmiyordu ama mecburdum." Kimseden bir süre ses çıkmadı.

Kang So artık onu istemeyeceklerinden emindi. Sonuçta kim yanında bir yalancıyı isterdi ki? "Şu işin aslını bir anlat hele." Dedi Mun Deok yaşlı, titrek ve boğuk sesiyle. Kang So tereddütte kaldı. "Korkma, burada olan burada kalır." Onlara güveniyordu bu yüzden anlatmakta bir sakınca görmedi. Olan biten her şeyi öğrendiklerinde hepsi büyük bir şok yaşadı ve öfkelendiler. "Asıl cezalandırılması gereken o!"

"Bu nasıl bir adam böyle?"
"Resmen aklım durdu şu an da..."
"Sen sıkma canını." Dedi Seon Gyu babacan bir tavırla. "Sadece iyileşmene bak." Kang So başıyla onayladı. "Sizden bir şey isteyebilir miyim?" Dedi. "Biliyorum fazla oluyorum ama, önemli."
"Söyle bakalım, neymiş?"
"Bir mektup yazsam, onu benim için saraya ulaştırabilir misiniz?" Hepsi bir süre düşündü.

Cevap veren ise Mun Deok oldu. "Ben hallederim, sen yaz." Kang So ona teşekkür etti ve çadıra girdi. Sandalyeye oturup önüne parşömen kağıdı serdi. "Bunu yeni aldım." Diyerek önüne mürekkep kalemi uzattı Yon ve onu yalnız bıraktı. Kang So ne yazacağını çok iyi biliyordu, bu yüzden hemen başladı:

"Sevgili ağabeyim" diyerek söze başlamak isterdim lâkin, sen ne ağabey olmayı ne de sevilmeyi hak eden birisin, bu yüzden o sözleri es geçiyorum. Yeni veliaht olduğunu duydum. İstediğin buydu değil mi? Mutlusundur. Hiç üzülüyor musun? Hiç onu düşünüyor musun? Onu sırtından bıçakladığın an hiç aklına geliyor mu? Benim hiç aklımdan çıkmıyor mesela. Sürekli rüyalarımda ve her gördüğümde acıma acı katıyor. İki ay önce neredeyse ölmek üzereydim. Bu senin planındı biliyorum. Ama üzgünüm, başaramadın. Hala hayatta ve sapasağlamım. Üstüme saldığın o kurtları avladım ve bekçi diye tepene diktim. O kurtların ruhları seni izliyor olacak.

Yerinde olsam uyurken bile kılıcımı yanımdan ayırmazdım. Neyse, gelelim asıl konuya: Törenden birkaç gün önce Veliaht'ın odasında bir mektup buldum. Onu o zaman okumadım ama buraya sürgün edildikten sonra okuma fırsatı yakaladım. Yaptığın her şeyi biliyorum. Yesoo'ya yaptıklarını biliyorum. Ve eğer, ne yapıp edip beni saraya döndürmenin yolunu bulmazsan bu mektubu bizzat Kral’a ben teslim ederim. Minseo'nun da bundan haberi olur. Bunu yapabileceğimi en iyi sen bilirsin. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. "En çok da kaybedecek bir şey kalmayandan kork" derler. Fazla zamanın yok, düşün taşın ve karar ver. Bu sana ilk ve son ikazım."

Yazısını bitirip mürekkebin kuruması için biraz bekledi ve rulo şeklini verip küçük bir iple bağladı. Yesoo'ya ne olduğunu bilmiyordu. Sadece şantaj yapıyordu. Yeong Jin'in attığı yemi yutmasını beklemekten başka çaresi yoktu. Mektubu Mun Deok'a verdi. "Nasıl yapacaksın?" Dedi. "O iş bende Prens Hazretleri, siz merak etmeyin." Dedi şakacı bir tavırla. Prens Hazretleri... Ne kadar da yabancıydı bu kelimeye. Ama hayır, mektup yerine ulaştığında artık yabancı kalmayacaktı.

Bundan emindi. Elinde Merhum Prens'in mektubu yoktu, yalan söylemişti. Sebebi ise şuydu: Yeong Jin, mektubun gerçek olduğuna inanacak ve paniğe kapılacaktı. Bu da hata yapmasına yol açacak, düşünme yetisini kaybettirecekti. Çünkü Yeong Jin ne zaman paniğe düşse hata yapardı. O sahte mektup, Kang So'nun kurtuluş biletiydi. Mun Deok gittiğinde Kang So da diğerleriyle birlikte yemeğe oturdu.

... 

Bir sürenin ardından Kang So artık tamamen iyileşmişti. O kadar zehirden sonra iyileşmesi mucizeydi ama o mucizeyi de gerçekletirmişti. Aldığı yaralar kalıcı izler bırakmış olsa da en azından ağrı yoktu. Arkadaşları ona iyi bakıyordu, hatta kilo bile almıştı. Yun ile kılıç talimi yaptıkları sırada bir grup asker çadırlarının önünde belirdi. Hepsi kafası karışmış ve meraklı bir halde askerlere yaklaştı.

Kang So o an anladı. Bunlar sarayın askerleriydi. Beklediği o haber ve hayalini kurduğu o an gelip çatmıştı işte. "4. Prens Kang So'yu saraya götürmek üzere emir aldık. Kalıcı olarak." Dediler. Hepsi şaşkınlıkla Kang So'ya baktı. Kang So'nun yüreği ise şaha kalktı. Demek Kralı ikna edebilmişti, hem de bu kadar kısa sürede. Bahanesi neydi acaba? Gidince öğrenirdi elbet.

"Bu nasıl olur?" Dedi Yun şaşkınlıkla. "Demek ki suçsuz olduğunu anladılar ha?" Dedi Tae Yeon ağzı kulaklarında. Hepsi ondan daha çok sevinmiş gibiydi. "O zaman artık veda vakti geldi..." Seon Gyu'nun söylediğiyle hepsinin yüzü düştü, Kang So'nun da öyle. Hepsine tek tek içtenlikle sarıldı. "Shinjeong'a gelin, orada size iş veririm. Daha iyi şartlarda yaşarsınız." Bu teklifi nazikçe reddettiler.

"Biz buraya alıştık, artık bizim evimiz burası. İstesek de gidemeyiz ki." Seon Gyu'yu haklı bulsa da yine de içi buruktu. Hepsini çok sevmişti ve çok güzel anılar biriktirmişti. Çok alışmıştı onlara. Şimdiyse yokluklarına alışması gerekecekti. "O zaman arada bir ziyaretinize geleceğim." Dedi. "Her zaman bekleriz, Prens Hazretleri." Sarıldılar, ağlaştılar, gülüştüler ve vedalaştılar. Kang So hepsine teşekkürlerini iletti ve Guwon'a bindi. Askerler faytona binmesini istediler ama reddetti. Guwon'la daha iyi hissediyordu. Son kez onlara bakıp vedalaştıktan sonra yola koyuldular.

.... 

Yolculuk yine günler sürmüştü. Ama Kang So hiç ağrı ya da yorgunluk hissetmiyordu. Bu hislerle öyle alışmıştı ki bağışıklık kazandığını düşünüyordu. Vakit akşam vaktini geçerken nihayet saraya ulaştılar. Yolda kimseyi görmedi. Halkından onu karşılayan kimse yoktu. Görenlerse korkup kaçıyordu. Kang So ise sebebini çok iyi biliyordu. Artık onu bırakın coşkuyla karşılamalarını, ismini bile anmak isteyeceklerini sanmıyordu.

Sarayın kapısından girdiler. İn Baek, Seok ve Jiho onu karşılamak için kapıda dikiliyorlardı. Sadece üçü vardı, diğerler kardeşlerini görememişti, bu da içini daha büyük bir huzursuzlukla doldurdu. Atından indiği gibi İn Baek hemen yanına koşturdu. Hala o çocuksu neşesi hakimdi. Onun bu yıpranmış ve zarar görmüş hali afallamalarına ve acı çekmelerine sebep oldu. "Seni çok özledik ağabey." Dedi İn Baek yüzü ışıldayarak.

"Nihayet evine döndün kardeşim." Prens Seok buruk bir tebessümle omzunu sıktığında Kang So yüzünü buruşturdu. Yaraları hala tam iyileşmemişti ve içten içe acı veriyordu. Prens Seok ondaki bu ani değişimi fark etmiş olacak ki sorgulayan bakışlarla süzdü ama neyse ki sesini çıkarmadı. Bunun sohbetini daha sonra yapacaklarını biliyordu. "Diğerleri nerede?" Diye sordu ümitle. Kimseden ses çıkmadı. Üçü de ya gözünü kaçırdı ya da huzursuzca yerinde kıpırdandı. Anlaşılan halkı gibi onlarda da değişiklikler vardı.

"Nasılsın ağabey?" Soruyu soran Prens Jiho'ydu, sanki konuyu başka bir yere çekmek istermiş gibiydi. Gözleri parlıyordu. "İyiyim." Dedi sadece. "Güzel, sıcak bir duş al. Senin için hazırlattım. Sonra da Özel Salonda yemek yiyelim. Hem sana büyük haberlerim var, neler oldu bir bilsen." Hamama gideceği esnada İn Baek de onunla gelmek istedi ama Kang So kabul etmedi. Aldığı yaraları görsün istemiyordu. Bir buçuk senenin ardından sıcak suya girmek Kang So'yu neredeyse ağlatacaktı.

Saray, görünüşte aynı bıraktığı gibiydi. Ama içten içe kırıklarla doluydu. Kanlı bir saraydı artık. Hamamdan çıkıp üstüne temiz kıyafetler giydiğinde kapıda onu İn Baek karşıladı. Bunca zaman burada mı beklemişti? Anlaşılan onu çok özlemişti. Özel Salona gidene kadar İn Baek olan biteni anlattı, Kang So ise dinledi. Öğrendiği kadarıyla, İn Baek'in bir oğlu olmuş ve onun için büyük bir tören düzenlenecekmiş. Saraya dönmesindeki etkenin kendisi olduğunu düşünüyordu. Kral’a, eğer saraya dönmezse verdiği göreve gitmeyeceğini söylemiş.

Muhtemelen bu yüzden saraya dönebilmişti Kang So. O öyle düşünüyordu yani. Baba olmasına rağmen hala çok saf ve masum diye düşündü Kang So ve gülmeden edemedi. Diğer haber ise Kang So'yu öylesine şaşırttı ki bir süre şaşkın gözlerle kardeşini izledi. Yesoo hafızasını kaybetmişti ve hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne Minseo'yu ne ablasını ne de tören gününü ve öncesini... Nasıl olabilirdi ki böyle bir şey? Hamamda baygın bulunmuş demek...

Aslında böylesi iyiydi. Çünkü eğer Yeong Jin ona zarar verecek bir şey yaptıysa hatırlamaması en iyisiydi. Ya da değil miydi? Bilemiyordu... Özel Salonda dört kardeş toplandıklarında diğerlerinin nerede ve neden onu görmeye gelmediklerini sormak istedi ama cesaret edemedi. Bir şeyler değişmişti bunu farkındaydı. Kötü anlamada değişmişti. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve Kang So bundan nefret etti.

Her zaman Prenslerin yanında olan Yesoo şimdi yoktu. Onlarla ne kadar yakın olduğunu unutmuştu belki de ve bu yüzden umursamıyordu. Yemekler yendi ve sohbetler edildi. Üç kardeşin hala masumiyetine inanıyor olmaları şaşırtıcıydı. Nasıl oldu da Yeong Jin onları etkisi altına alamadı? Tabi sadece bu üçünü...

Sabaha kadar eğlence devam etti. Kang So'ya hala gerçek değilmiş gibi geliyordu. Her şey aynıydı ama aynı zaman da farklıydı da. Kang So nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Bu sıcak ortama rağmen Kang So kendini yabancı hissediyordu. Gözü Yun ve diğerlerini aradığında kendini çok tuhaf hissetti. Kardeşleri odalarına dağıldığında hizmetli kadın Kang So'yu Kral’ın odasına götürmek için geldi.

İçeriye girdiğinde büyük bir sessizlik ve soğuk hava hakimdi. Ama Kang So soğuk havaya alışkındı. Tahtında oturmuş ona ters bakışlarla bakıyordu. Tepeden bakıyordu. "Saraya geri döndün, temelli." Dedi otoriter bir sesle. "Nedenini bilmene gerek yok. Sana söyleyecek tek bir sözüm var." Kang So sustu ve dinledi. "Sarayda kaldığın süre boyunca kati suretle karşıma çıkmayacaksın. Eğer seni etrafımda görürsem bil ki, bu sefer sürgünle kurtulamazsın."

Sesi sertleşti. Kang So yüzüne bakmadı. Korkudan değildi ama bakmak istemiyordu, midesi kaldırmazmış gibi geliyordu. Artık babasını sevdiğinden bile emin değildi. Kral ona çıkmasını emretti, o ise ikiletmedi. Odasına dönmeden önce Kraliçe’yi görmek istedi ama kabul görmedi. Kapıdan geri çevrildi. Prens'in içi huzursuzlukla doldu. Besbelli Kraliçe onu suçlu buluyordu, bu yüzden ona kızgındı ve görmek istemiyordu. Kang So'nun da en çok canını yakan da buydu. Annesinin ona inanmaması.

Omuzları düşük bir halde odasına çekildi. Uzun zamandır soğuğa ve konfosuzluğa o kadar alışmıştı ki saray hayatı ona çok garip geldi. Bir an için dışarı çıkıp yatmayı bile düşündü, sonra bu düşüncesi ona aptalca geldi. Sıcak yatağına kıvrıldı ve gözünü tavana dikti. Sürgündeyken yaşadıkları zihninden akıp geçti. Shinju'ya ilk gelişi, soğuk hava, soğuk su, sınırlı yemek, yediği dayaklar ve o lanet tapınak... Rahipleri öldürüp ormana gidişi ve Guwon'u bulması.

Şimdiyse ahırda ve güvendeydi. Acaba o da onun gibi yabancılık çekiyor muydu? Handa uğradığı saldırı. Daha sonraysa Ormanda geçirdiği açlık, susuzluk ve ciddi kilo kaybı. Yun ve diğerleriyle tanışması ve bu sefer ciddi ciddi ölümle burun buruna gelmesi. Son olayın Yeong Jin'in planı olduğundan adı gibi emindi. Onu bir şekilde arayıp bulmuş ve ölüm emrini vermişti. Kral’ın bile bundan haberi olduğundan şüpheliydi.

Bunca yaşadığı şey belki artık geride kalmıştı ama, aldığı onca yara ve psikolojik zarar ömrü boyunca yakasını bırakmayacaktı. İşlemediği bir suç yüzünden bunca acıya katlanmak zorunda kalması düşündükçe çılgına çeviriyordu. Ağabeyini kurtaramadığı için kendine ceza vermiş ve bile isteğe gitmişti oraya. Şimdi ise cezası son bulmuştu. Hala daha içinde yaşadığı vicdan azabı dışında.

Bazı yaralar vardır... Zamanla kabuk bağlar, iyileşir ve unutulup gider. Bazı yaralar vardır... Zamanla kabuk bağlar, iyileşir ama unutulmaz. Olduğu gibi durur ve her seferinde daha çok can yakar. İnsanın ruhunu kanatır. Etini lime lime eder. Aklını kaybettirir. Kang So'nun da böyle bir şeydi işte. O şehirde, o ormanda ruhunu kaybetmişti. O ağaçlar kanıyla boyanmış, etleri toprağa dökülmüştü. Kang So o şehirde ruhunu kaybetmişti. Kendini kaybetmişti.

 

Çoook uzun bir bölümdü... Açıkçası benim en sevdiğim bölümlerden biri umarum okurken keyif almışsınızdır. Bol bol yıldıza tıklamayı ve yorum yapmayı unutmayın.

Loading...
0%