Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.bölüm. Tek Beden, İki Ruh.

@theragn_

Keyifli okumalar dilerim!

 

“Acaba başka bir hayatım olsa nasıl olurdu?” Son bir aydır bunu düşünüp duruyordum. Babamı akciğer kanserinden kaybettiğimden beri. Babamı bir ay önce kaybetmiştim; gözümün önünde günden güne eriyen babam için yapabildiğim tek şey tedavi masraflarını karşılamaktı. Ama ne yazık ki aldığı tedavilere cevap vermemişti. Canımı en çok yakan şey de en son olan konuşmamızdı. Daha doğrusu tartışmamız. Babam yaptığım mesleği yani avukatlığı bırakmamı istemişti. Ben ise buna kesin bir dille karşı çıkmıştım. Babam mesleğimle gurur duyardı.

Ta ki sanığın adamları tarafından, işlettiğimiz kafe kurşunlana kadar. Babam o zaman hastanedeydi ve yanında amcam vardı. Ben ve annem kafedeydik. Ben anneme siper olurken kolumdan vurulmuştum ama neyse ki sıyırmıştı da ciddi bir durum söz konusu olmamıştı. Elbette bunu babamdan saklayamadık.

Adamların niyeti bizi öldürmek değil gözümü korkutmaktı. Annem için endişelenmiştim ama gözümün korktuğunu söyleyemezdim. Mesleğimin getirileri vardı ve ben bu tip baş ağrılarına alışıktım. Şimdi ise keşke babamla tartışmak yerine gönlünü yapsaydım diyorum. Bizim için çok endişelenmişti. En çok da öfkelenmişti. O günden sonra da bir daha gözünü açmadı…

İçimde öyle bir acı öyle bir boşluk vardı ki bunu neyle ve nasıl kapatacağımı bilmiyordum. Babası ölen kızlar ne yapardı? Başını kimin omzuna yaslardı? Canı yandığında ya da korkuttuğunda kime sığınırdı? Bir şeye ihtiyacı olduğunda kime koşardı? Peki ya babası hayatta olmasına rağmen babasız kalanlar? Babamın hastalığını öğrendiğimden beri ruhu çalınmış bir beden gibi dolaşıyordum ortalıkta. Belli etmemeye çalışıyordum ama bu çok zordu. Uyu düzenim yok. Beslenme düzenim… kahve sayılır mıydı?

O kadar az yiyordum ki artık birkaç ayda kaç kilo verdiğimi bile bilmiyordum. Aynaya baktığımda neredeyse kemiklerim sayılıyordu. Kendi işime koşturuyor, kafede aileme yardım ediyor, Miray’ın okul masraflarını karşılıyordum. Bir de bunun ev kirası vardı tabii. Gerçi bunu annemle ortaklaşa hallediyorduk. Kafeden kazandığı parayı ev masraflarına harcıyordu. Aileme mi yoksa müvekkillerime yetişeyim artık bilmiyordum. Kendime eskisi kadar bakmıyordum.

Eskiden olsa her gün cilt bakımı, saç bakımı yapar alışverişe çıkardım. Şimdi ise hiçbirini yapmak istemiyordum. Yaptığım makyaj, ölü kadar beyaz tenimi canlı göstermek için yaptığım sade bir makyajdı; yaptığım saç bakımı ise şampuandan ibaret. Boğazımdan tek lokma geçmiyordu. Hatta annem zorla tepiyordu ağzıma bir şeyler. Bir ara arayıp arkadaşlarımı bile tembihlemişti yediğine içtiğine dikkat etsin diye. Ama sanki boğazıma kilit vurmuşum da yediğim yemekler boğazımı bulmuyor, geri çıkarmama sebep oluyordu.

Kendimi işime vermiştim. Aslında insanlar depresyondayken hareket etmek dahi istemez ama benim şu an için böyle bir lüksüm yoktu. Arkadaşlarım eve gidip dinlenmemi, zaten izinli olduğumu söylüyordu ama eve gidince babamla olan anılarımız üstüme çullanıyor beni boğuyordu. Babamla sağlıklı bir baba kız ilişkimiz vardı. Kelimenin tam anlamıyla bana prensesi gibi davranırdı. Saçlarımı tarar, bazen ben istemesem bile kıyafetlerimi ütüler, sabah erken çıkıyorum diye bana bol sucuklu tost yapardı. Küçükken bazı zamanlar banyomu bile o yaptırırdı. Doğum günüm olsun ya da olmasın bana hediyeler alırdı. Gece baş ucuma kıvrılıp bana kitap okurdu. Her ne kadar ona masal dinleyemeyecek kadar büyüdüğümü söylesem de sen benim hala minik prensesimsin derdi.

Şimdi kral ölmüş, prenses yapayalnız kalmıştı. Annem yaşadığımız silahlı saldırıdan sonra öyle korkmuştu ki gün içinde saat başı beni arar nasıl olduğumu sorardı. Ya da hiçbir şey sormadan sadece telefonun açık kalmasını isterdi; bu onu güvende hissettiriyordu. Kardeşime uğradığımız saldırı konusunda hiçbir şey söylememiştik. Kendisi zaten okul gezisinde olduğu için haberi yoktu. Kafasını dağıtması ve biraz olsun toparlanması için göndermiştik. Babamın durumu onu fazlasıyla yıpratmıştı zaten. Eve döndüğünde olayın üstünü bir şekilde kapatmayı başardık.

Kafenin camlarını neyse ki o gelmeden önce yenilemiştik de bir de bir şey anlamadı. Kafeye soruşturma için gelen polislerin ise tanıdıklarım olduğunu, babamın durumunu sormak için geldiklerini söylemiştim. Kafeyi kurşunlatan zanlı, altı yaşındaki çocuğun ölümüne sebep olmuş, beraberinde kumar borçlarından ve yaptığı silahlı saldırı sonucunda yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Adamları ise firar etmişti. Şimdi ise her yerde adamlarını arıyorlardı. Zanlının avukatı fakülteden tanıdığımdı ve kolumdaki yarayı görünce kendini kötü hissettiğini söylemişti. Ama kötü hissetmesine gerek yoktu çünkü bunu o istememişti ve tamamen karşı tarafın zalimliğiydi. Avukat olmak nedir? Avukatlığın rengi nedir? Bana soracak olursanız; gri derim.

Savcı ve avukat arasında ince bir çizgi vardır; onlar adaleti düşünür, avukatlar ise savunmayı. Savcılar suçlu suçsuz diye ayırır, avukatlar ise suçlular da savunulmayı hak eder diye düşünür. Bu zamana kadar suçlu suçsuz diye ayırmadan savunma yaptım. Kimi zaman suçlunun yanında oldum kimi zamansa mağdurun. Bazen işler öyle bir noktaya geliyordu ki, mağdur tarafın ailesi tarafından hakaretler işitiyordum. İnsanlığımdan, vicdanımdan sorgulanıyordum. Kurşunlanıyordum… avukatların halk tarafından pek sevildiğini sanmıyordum. Özellikle avukat ilkelerinden haberleri yoksa. “Para göz” diye anıldığımız bile oluyordu. Onca saat hatta günler boyu kafa patlatıyorum, elbette yüklü miktarda para alacağım? Şimdi ise akşam üzeri gireceğim bir duruşma için son hazırlıklarımı yapıyordum. Yaşadığım bunalım sebebiyle “acaba başka bir hayatım olsa nasıl olurdu?" Diye düşünmeden edemiyorum.

Mesela babam sapa sağlam ayakta olsa, hayatta olsa. Ben avukat değil de çiçekçi olsam… çiçekleri severdim. Ve evet, avukat olmasam çiçekçi olurdum. Sadece gözlerimi dinlendirmek için bir iki saat uyuyor sonra yüreğimin acısından geri uyanıyordum. Uyuduğumda bile o acıyı hissediyordum. Bilmem kaçıncı kahve bardağımın son demlerindeydim. Kahve denilen bu nimetin uyku kaçırdığı söyleniyor, peki benim neden uykumu getiriyor? Şimdi evimde olup, odama kapanıp, kucağımda bilgisayarımla Kore dizisi izlemeyi ne çok isterdim. Bütün acılarımı unutup, gerçek hayattan soyutlanıp, kurgusal evrenlerde kaybolmayı…

Çocukluğumdan beri Kore dizilerine büyük bir merakım vardır. Özellikle tarihi dizilerine. Bu merakım aslında amcamın Koreli bir kadınla evlenmesiyle başladı. Hepimiz çok şaşırmıştık Koreli bir gelinimiz olacağı için. Hatta ilk başta istememiştik. Gerçi ben o zaman on beş, on altı yaşlarında olduğum için pek umursamadım. Kendi hayrında olan bir ergendim işte. Babaannem ile dedem yabancı gelin istememe konusunda kararlıydılar.

Dilimizi bilmez, kültürümüzü bilmez, örf ve adetlerimizi bilmez diye yakınıp durmuşlardı. Gerçi yengem az da olsa Türkçe biliyordu o zamanlar, şimdi ise neredeyse ana dili gibi konuşuyor. Amcam yeni kültürler öğrenmeyi, gezip tozmayı seven biriydi ve bu sebeple de Kore’ye gitmişti. O zaman Kore’nin ünlü saraylarından olan Gyeongbokgung Sarayını ziyaret ettiği esnada tanışmışlar yengemle. İş ciddiye binince yengem Türkiye’ye geldi ve nasıl olduysa kendini ailemize sevdirmeyi başardı. Bilirsiniz, yengeler pek sevilmez.

Ama ben yengemi seviyordum. Düğün için Kore’ye gittiğimizde o meşhur Gyeongbokgung Sarayını da ziyaret etmiştik. Öyle büyüleyici aynı zamanda göz korkutucuydu ki, labirent gibiydi aynı. Saray hakkında edindiğim bilgiler küçük dilimi yutturacak derecedeydi.

Eğer zamanında sarayda yaşamış olsaydım spor falan yapmama gerek kalmazdı, bir yerden bir yere gitmeye kalktığımda zaten kas yapar ve zayıflardım. Sarayın bütününün dört yüz seksen dönüm alan kapladığını öğrendiğimde şaşkınlıktan çığlık attığımı hatırlıyorum. İşin özü şu ki: bir defasında amcamların evine gittiğimde yengemin internetten Kore dizisi izlediğini görmüştüm ve bende izlemiştim. Çok hoşuma gitmiş sonra da bağımlısı olup çıkmıştım. Hatta yengemden bana Korece öğretmesini bile istemiştim. Kendimi yıllar içimde geliştirdim ve şimdi yirmi dört yaşında bir kadın olarak Korece’yi neredeyse ana dilim gibi konuşabiliyorum.

Güneş sanki dışarıda değil de odamdaymış gibi hissiyat verince perdeleri çektim. Yazı sevmiyordum. Gerçi ben kışı da sevmezdim. Ya ilkbahar ya sonbahar olacaktı bana. Ne çok üşümeyi ne de terlemeyi severdim. Odamın camları da kocaman olunca ve dördüncü katta olduğumu varsayınca hiç yardımcı olmuyordu.

Mide bulantısı, ter ve baş ağrısı nüks etti bir anda ve iki büklüm oldum. Şu hayatta sağlık konusunda dayanamadığım bir şey varsa o da mide bulantısıydı. Yaşattığı his bana çığlık atma istediği uyandırıyordu. Panik oluyordum ve bu lanet olası bulantı hiç geçmeyecek gibi hissediyordum. Kendimi zorlukla siyah deri sandalyeme attığımda kapım çalındı ve Duru içeriye girdi. Duru hem iş arkadaşım hem de fakülteden en yakın arkadaşımdı.

Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. “Tatlım, sana nefis tavuk dürüm getirdim. Seversin biliyorum.” Dedi ve elinde beyaz poşetle yanıma geldi. Elindekini görünce yüzümü buruşturdum ve kusmamak için elimi ağzıma götürmem gerekti. Bu halim onu tedirgin etti ve kaşlarını çatarak masanın yanındaki iki tane deri sandalyeden birine oturdu. Küt kesim siyah saçının ucunu kulağının arkasına sıkıştırdı ve elini elimin üstüne koydu. “Neyin var senin? İyi misin?” başımı olumsuz anlamda sallayıp zorlukla konuştum. “İki gündür yarım ekmek sandviç ve bardak bardak kahveyle durduğumu varsayarsak, hayır.” Şaşkınca gözleri açıldı ve beni azarlarcasına parmağını salladı. “Kendini bu kadar zorlamamanı söylemiştim.

Psikolojik olarak zayıf olduğunu biliyorum ama en azından fiziken güçlü olup yediklerine dikkat etsen olmaz mı?” Girdiğim bunalımın o da farkındaydı ve benim için en az annem kadar endişeliydi. Dikkatimi başka şeylere verme ihtiyacımı da hissettiğinden havadan sudan konular açmaya çalışıyor, normal davranıyordu. Ama gözlerindeki acıyı ve şefkati farkındaydım. O da babamı çok severdi.

Ki zaten onun babasıyla benim babam arkadaşlardı. Duru’nun babası da üç yıl önce kalp krizinden vefat etmişti. “Hem o kadar kahve içmenin bünyeye zararlarından haberin var mı senin?” Gözlerimi devirmeden edemedim. "Akşamüzeri duruşmam var. Onun için hazırlanıyordum. Taktir edersin ki uyanık kalmam gerekiyor.”

“Uyanık kal hayatım, uyanık kal ama bunu bardak bardak kahveyle de yapma.” Bacak bacak üstüne attı ve iç çekti. Zayıf ve uzun boylu bir kızdı. Güzel bir fiziğe sahipti. Biraz uçarı bir kişiliği vardı. Flört etmeye bayılırdı ve ne zaman randevuya çıksa bana da birini ayarlamaya çalışırdı. Sanki aklımı okumuş gibi parlayan kahverengi gözleriyle öne eğildi ve heyecanla, “Yarın randevum var,” dedi. “Kendisi de benim gibi avukatmış. Dün hani kedi sahiplenmek için barınağa gitmiştim ya, orada tanıştık. En yakın arkadaşı da bekarmış hatta. Ve bil bakalım, yarın kim benimle dörtlü randevuya çıkıyor?”

Parmak uçlarımla şakaklarımı ovalarken boğuk ve bıkkın bir sesle, “Tahmin edeyim, ben?” dedim. “Evet!” Başımı iki yana salladım. “Kesinlikle olmaz.” Cevabım bütün enerjisini söndürdü. “Neden?”

"Hatırlarsan bundan önce de dörtlü bir randevu ayarlamıştın ve adam evli, iki çocuk babası çıkmıştı. Ayrıca seninki de gay." Öne doğru eğilip mideme masaj yaptım. O kadar kahveyi içmeyecektim… “Adamlar resmen bizimle oynamıştı.”

“Doğru,” dedi göz devirerek. “Sende adamların kafasına topuklu ayakkabılarınla vurmuştun. Hatta bir tanesine yumruk atmıştın. Adamlar arkalarına bakmadan kaçtılar!” Sanki komikmiş gibi bir de kahkaha attı. Olduğum yerde kıvrandığımı görünce yüzü asıldı ve ayağa kalkıp yanıma geldi.

“Sen iyi misin gerçekten? Yüzün bembeyaz olmuş. Ayrıca boncuk boncuk terliyorsun.” Elini alnıma yaslayıp, siyah, uzun, dalgalı saçlarımı omzumdan geriye attı. “Ateşin de yok aslında.” Ama yanıyordum. İçten içe resmen alev alev yanıyordum. İç ateşim mi vardı acaba? Bir anda gözleri büyüdü ve kulak tırmalayan bir şekilde çığlık attı.

“Kızım sen buz gibisin! Gören de kutupta kaldın sanır!” Yanımdan ayrılıp cebinden telefonu çıkardı. “Ben hemen doktoru arıyorum.” Elimi kaldırıp onu durdurdum ama boğazım öyle kurumuştu ki konuşurken canım yandı. “Dur, dur, arama. Çantamda soğuk algınlığı için ilaç olacaktı onu ver yeter. Bir iki saate kendime gelirim.

Üşütmüş olmalıyım. Hem duruşmam var, hastaneymiş, doktormuş uğraşamam şimdi.” Uzun, upuzun bir süre hastane görmek istemiyorum. Hem ben bu sıcakta nasıl üşütmeyi başardım hiç anlamıyorum. Kaşları çatılsa da kapının yanındaki askılıktan çantamı aldı ve soğuk algınlığı ilacını çıkarıp suyla birlikte bana uzattı. İlacı alıp suyla birlikte yutarken azarını işitmek zorunda kaldım. “Ne duruşmasından bahsediyorsun?

Dışarıdan nasıl göründüğünün farkında mısın? Ölü Gelin’e dönmüşsün haberin yok. Gülecek halim bile olmamasına rağmen istem dışı güldüm ve gözlerimi kapayıp başımı geriye yasladım. “Çok güzel moral veriyorsun, sağ ol.” Yanıma geldi ve ellerimden tutup beni ayağa kaldırdı. Uzanırken sadece tek kişinin sığabileceği beyaz koltuğa yatırdı. İtiraz edecek halim bile yoktu. Daha doğrusu konuşacak halim.

Birdenbire bana ne oldu şimdi? “Duruşmayı ertelendi bil. Şimdi güzelce uyu, bende doktor çağırayım. Tanıdık doktor var neyse ki.” Başımı sallayıp onayladım. Daha fazla itiraz edecek halim yoktu. O an kapı çalındı ve sekreter Pelin Hanım içeriye girdi. “Duru Hanım, müvekkiliniz geldi.” Dedi. Duru onun arkasından çıkarken üzerime trençkotumu örtmeyi de ihmal etmedi. Gözlerim benden bağımsız kapanırken kendimi saniyeler içinde uykunun içinde buldum.

  .....                                                                                             

"İreonaseyo, Agassi!" Duyduğum ses kaşlarımı çatmama neden oldu. İnce ve tatlı bir ses bana, uyanın, Küçük Hanım, diyordu. Bana mı diyordu? Neredeydim ben sahi? Evde mi? Ah, eğer evdeysem muhtemelen Miray yanımda, bilgisayardan Kore dizisi izliyor olmalıydı. Miray, on sekiz yaşındaki kız kardeşimdi. O da benim gibi Kore dizisi izlemeyi çok severdi. Sevdiğimiz türler farklı olsa da yine de birlikte izlediğimiz diziler oluyordu. Ama hala kendini toparlayabilmiş değildi ve Miray'dan beklenmeyecek şekilde son bir aydır bilgisayarın yüzüne bakmıyordu. Dizi izleyeceğini sanmıyordum. Yine aynı sesi duydum. Yine uyanmamı söylüyordu. Ses çok yakınımdan geliyordu. Bu durum şüpheye düşmeme sebep oldu. Sonra gözlerimi ani bir şekilde açmamı sağlayan bir şey hissettim. Birisi bana dokunuyordu.

Göğsüme, bedenime, başıma... O an idrak ettim: Ben ofisteydim ve Duru benim için doktor çağırmıştı. İyi ama bu doktor niye Korece konuşuyordu ki? Bir de üstüne bana küçük hanım diyordu? Benim bildiğim tanıdık doktor erkekti, bu kadın sesi kime aitti? Gözlerimi açtığımda yüzümün yakınında iki tane kadın yüzü gördüm ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Çığlığıma karşın ikisi de korkarak geriye çekildi. Karşımdaki iki kadından biri yaşlıydı, ötekisi ise Miray gibi, belki birkaç yaş büyüktü. Ve üzerlerinde şey vardı, şey… Hanbok? "Siz kimsiniz? Neredeyim ben?" Dedim panik içinde. Karşımdaki kadınlar söylediklerimden hiçbir şey anlamadı ve birbirlerine baktılar.

İkisini dikkatle inceledim. Bulunduğum odaya, üzerinde yattığım yatağa baktım. Yaşlı kadının üzerinde şeftali rengi bir Hanbok vardı. Üstünde Jeogori denilen dar, kısa ceket, altında Çima denilen bol etek vardı. Tek renk giymişti ama üstündeki ceketi bir ton daha koyuydu. Kıyafetinde zarif çiçek desenleri de vardı. Ceketinin önüne bir kurdele bağlamış, belini sarması içinde geniş kemer takmıştı. Hatırladığım kadarıyla kurdeleye Otgoreum, kemere de Daesu deniyordu. Saçını sıkı bir topuz yapmış, kuş desenli iğne tokayla tutturmuştu. Gözlerinin kenarları her ne kadar kırışıklıkla dolu olsa da yüzünün geri kalanı gayet genç duruyordu. Koreliler ve ekstra bakımları.

Yanındaki genç kız kahve tonlarında bir Hanbok giymişti. Yanındaki kadınla aynı modeldi. Tek fark, kız saçını tek bir örgü yapmış ucunu kurdeleyle bağlamıştı. Bulunduğum oda ne çok büyük ne de küçüktü. Tek kişilik karyola, su yeşili yatak örtüleri ve yatağımın hemen yanında, duvarın yarısını kaplayan oval bir pencere vardı. Hemen karşımda duvara dayalı kahverengi, iki kapaklı giysi dolabı, onun çaprazında yine kahverengi bir çalışma masası vardı. Duvarlar beyaz renkti ve çalışma masasının arkasındaki duvarda tablo asılıydı. Tablo, vazonun içinde bir kırmızı gül resmiydi.

"Neredeyim ben söylesenize!" Bir anda çıkıştığımda ikisi de yerinden sıçradı. Tam o anda içeriye bir kadın girdi. Saçını geleneksel Kore tarzında bir topuz yapmış, üzerine gösterişli, mavi tonlarında Hanbok giymişti. Küçük yüzü öyle pürüzsüzdü ki imrenmemek imkansızdı. "Neler oluyor? Yesoo nerede, iyi mi?" Bakışları bana döndüğünde yavaşça yanıma oturdu ve ellerimden tuttu. "Yesoo, iyi misin?" Dedi. Saf saf ona bakarken neden bana Yesoo dediğini anlamaya çalışıyordum. "Kimsiniz siz? Neden bana Yesoo diyorsunuz?" Söylediklerimi o da anlamadı ve odadaki kadınlara baktı. Onların da kafası karışmış gibi görünüyordu.

"Benim adım, Aylin. Ay-lin," diye hecelediğimde o da bana saf saf bakmaya başladı. Ellerimi ellerinden kurtarıp geriye doğru kaçtığımda şaşırdı ve dudakları aralandı. "Ben neredeydim, kiminleyim ya da neden bana Yesoo diyorsunuz bilmiyorum ama, gitmek istiyorum." Yine söylediklerimi anlamayınca bu defa nihayet Korece tekrarlamayı akıl ettim. "Senin evin burası, Yesoo. Neden bir yabancıymış gibi davranıyorsun?"
"Yabancıyım çünkü!" diye çıkıştım. "Yabancıyım ben! Adım Yesoo değil, Aylin. Sizi tanımıyorum, siz beni tanımıyorsunuz. Burası neresi ya da buraya nasıl geldim bilmiyorum ama evime dönmek istiyorum!"

Derin bir nefes alıp sinirlerimi yatıştırmaya çalıştım ama imkânı yoktu. Delirmek üzereydim. Bu bir rüya olabilir miydi? En son fena şekilde hastaydım ve ofiste uyuyordum. Ve şimdi büyük olasılıkla rüya görüyordum. Ama hiçbir rüya bu kadar gerçekçi olur muydu, emin değilim. Gördüğüm çoğu rüyayı hatırlardım ben ve hiçbirinin bu kadar gerçekçi olduğunu hatırlamıyordum. "Dinle beni," dedi kadın sakin bir tonla. Muhtemelen beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Burası Shinjeong Sarayı. Kral Kang Jeon'un. Ve sende benim kardeşim Yesoo'sun."

Şok bütün bedenimi ele geçirdiğinde yataktan öyle bir fırladım ki ablam olduğunu söyleyen kadın sendeledi ve karyolanın başlığına tutunmak zorunda kaldı. "Siz ne dediğinizin farkında mısınız?!" diye adeta çemkirdim. "Ben Aylin'im, Aylin! Ve ben Türküm. Koreliye benzer bir halim mi var?" Önce bedenimi sonra da yüzümü işaret ettim. Üstümde beyaz bir Hanbok vardı. "Üstümdeki kıyafet dışında size benzer hiçbir yanım yok. Hiçbirinizi tanımıyorum ve burada ne işim var bilmiyorum. O Yesoo denilen kız her kimse onu da tanımıyorum."

Yeşil renkli, cam kısımları çiçek desenli kağıtla kaplanmış, iki kapaklı kapıyı sertçe ittim ve odadan çıktım. Çıktığım an olduğum yere çakılıp kaldım çünkü gördüğüm manzara şok içinde ellerimi saçlarımdan geçirmeme sebep oldu.

Yüzüme öyle kuvvetli bir soğuk çarpmıştı daha sonra da bedenimi kaplamıştı ki titredim. Burada lapa lapa kar yağıyordu. Önümde bembeyaz bir deniz yatağı varmış gibiydi. Ben gerçekten Kore Sarayındaydım...Ve burası kış. Kış mevsimindeyim. Karşımda işlerine bakan genç kadın ve erkek hizmetçiler beni görünce duraksayıp önümde eğilerek selam verdi.

Bir sağa bir sola koşturup duruyordum. Çıkış yolunu arıyordum ama burası labirent gibiydi. Ortada diğer binalara nazaran daha yüksek ve gösterişli bir bina vardı. Yanında ve arkasında aynı tarzda yan binalar vardı ve aynı köşk gibilerdi. Yapılar kırmızı, beyaz ve yeşil tonlarında boyanmıştı. Hatta bu üç renkle kombinasyon yapılmıştı. Yapıları dikdörtgen şeklindeydi ve çatıları kıvrımlı ve eğilimliydi. Siyah renkteydi. Kocaman bir bahçesi, köprüleri, havuzları ve göleti vardı. Sarayın tamamı duvarlarla çevriliydi ve kocaman, kırmızı renkte giriş kapısı vardı.

Daha sayamadığım birçok detay vardı ama şu an da ona odaklanacak psikoloji de hissetmiyordum kendimi. Arkamdan az önceki kadınlar geldiğinde yaşlı kadın lafa girdi. "Küçük Hanım, sakin olun ve lütfen gelin, sizi tedavi edeyim." Ona bakıp irkilerek geri çekildim. "Siz benim hasta olduğumu nereden biliyorsunuz?" Hemen diğer yanındaki hizmetçi olduğunu tahmin ettiğim -diğer hizmetçilerle benzer giyinmişti- kız ağlamaklı bir edayla yerinde tepinince dikkatim ona kaydı.

Açık kahve saçları, küçük bir yüzü vardı. Ceylan gibi gözleri dikkatimi çekiyordu. "Küçük Hanım, sizi hamam da buldum. Neredeyse boğulmak üzereydiniz. Su öyle sıcaktı ki çok korktum. Sizi çıkartmak için hizmetçilerden yardım aldım ve buraya taşıdık. İzin verin de hekim baksın." Dedi. Hamamda mı? Ne hamamı ya? O an kafama dank etti ve ağzımdan şu sözleri kaçırdım: "Ha, intihar ederken buldunuz beni yani?" Sözlerimden sonra ablam olduğunu söyleyen kadın ve hizmetçi kız şaşkına döndü ve ablam olduğunu söyleyen kadın az daha bayılmak üzere sendeledi.

Neyse ki hekim kadın onu tam zamanında tuttu. "Yoo Li, neler oluyor burada?" Duyduğum erkek sesiyle başımı köşkün dışındaki bahçeye çevirdim. Uzun boylu, genç bir adam yanımıza geliyordu. Üstünde erkeklerin giydiği Baji denilen yeşil renkte Hanbok vardı. Kadınların aksine üstündeki ceket daha bol ve uzundu. Altında etek yerine bol bir pantolon vardı. Kıyafeti ejderha desenliydi. Saçını başının tam üstünde topuz yapmıştı.

Zayıf, keskin yüz hatlarına ve buğday bir tene sahipti. Yakışıklı bir adamdı. Başına Yangban adı verilen, tepesi silindir, etrafı oval, siyah renkli bir şapka takmıştı.

"Neler oluyor? Yoo Li, iyi misin?" İşte o an kadının adının Yoo Li olduğunu öğrendim ve adamın zevcesi yani karısı olduğunu. Adam Yoo Li'yi kollarının arasına aldı ve sakinleştirmek isteyerek yanağını okşadı. Hizmetçi kız ve hekim kadın o geldiğinde reverans pozisyonuna geçmişlerdi. Adam bana endişeyle ve merakla baktı. "Yesoo, iyi misin? Olanları duyunca yanına gelip bir bakmak istemiştim ama," baştan ayağa beni süzdü. "iyi görünüyorsun."
"Ya, çok iyiyim, ne demezsin! Delirmek üzereyim be burada!" Ani çıkışmama karşın adam resmen irkildi. Yani tamam, şaşırırsın da neden herkes bu derece tepki veriyor? Hiç mi sinirli insan görmemişler?

Hizmetçi kız bana alttan alttan bakıp omzuyla dürttüğünde ona bakıp tek kaşımı kaldırdım. "Ne?"
"O bir prens, öyle davranamazsınız," dedi dişlerinin arasından. Şimdi şaşırma sırası bendeydi. "Prens mi?" Eh, tabi, krallık varsa prens de vardır. Of ben ne diyorum? Ne krallığı ne prensi ya? "Yesoo, iyi görünüyorsun."
"Çok endişelendik senin için."
"Daha iyi misin?"
"Son günlerde zaten iyi görünmüyordu." Ardı ardına sıralanan sözler ve bana doğru yaklaşan üç tane Prensle birlikte öylece bakakaldım. Prens olduklarını kaliteli kıyafetleri ve bakımlı saçlarından anlamıştım.

Eh, dikkatli bakınca kimin ne olduğunu anlayabiliyordum. "Of yeter!" diye bağırdım ve saçlarımı çekiştirdim. "Bakın, bir kez daha söylüyorum, ben Yesoo de-ği-lim! Sizi tanımıyorum, siz beni tanımıyorsunuz. Ben buraya ait değilim ve adım Aylin. Türküm ben Türk! Hem anladığım kadarıyla siz Yesoo denen kızın ailesisiniz. Nasıl oluyor da beni Yesoo sanabiliyorsunuz ki? Hiçbir benzerliğimiz olmadığına kalıbımı basarım. O Koreli ben Türküm, nasıl bir benzerliğimiz olabilir ki? Gözle görülür farklılıklarımız var yahu.

"Onun nesi var?" diye fısıldadı Prenslerden biri yanındaki diğer Prense. O da bilmiyorum dercesine omuz silkti. "Yesoo," Yoo Li'nin eşi dikkatimi çekmek istercesine ellerini omuzlarıma sarıp beni odaya doğru sürükledi. "gel, şöyle otur. Hekim seni bir tedavi etsin, neyin olduğuna bir bakalım." Sesi öyle sakin ve uzlaşmacı çıkıyordu ki itiraz edemedim.

"Sunwoo, git ve Minseo'ya haber ver," dedi siyah, uzun saçlı genç Prense. Üstünde pembe renk Hanbok'la çok canlı görünüyordu. Beyaz teni ve topuz yaptığı saçlarıyla yakışıklı ve pürüzsüz yüzü ortaya çıkıyordu. “Ama kendisi görevde değil miydi?”

“Gitmek üzereydi ama Kral son anda vazgeçti. Şimdi git ve haber ver.”

"Peki, hyungniem." Ağabey. Hepsi çevremden uzaklaşıp meraklı gözlerle hekim kadını ve beni izlemeye başladı.

Hekim önce başıma baktı. Kanama ya da bir yara var mı diyeydi muhtemelen. Başımın arkasına dokunduğunda hafifçe inledim. Acımıştı ve anlaşılan şişlik vardı. "En son nerede ve ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz?" Yüzüne baktım ve birkaç saniye duraksadım. Ne desem inanmıyorlardı ki ne anlatabilirim? Sessizliğimden cevabını almış gibi başka bir soru yöneltti. "En son hatırladığınız şey, ne peki?"
"Hasta olduğum." Dedim cılız bir sesle. "Doğru hatırlıyor. En son hasta gibiydiler ve benden hamamı hazırlamamı istemişlerdi." Dedi başka bir hizmetçi kız ve ağlamaya başladı.

Ne zaman geldiğini bile fark etmemiştim. Odanın kapısı açık olduğundan dışarıdakiler de bizi görüyordu. "Ama niyetlerinin farklı olduğunu bilemedim. Benim yüzümden daha kötü oldular." Miray'ın yaşlarındaki diğer kız, hizmetçi kadını azarlarcasına konuştu. O da ağlıyordu. "Bana haber vermeliydin!" Dedi dişlerinin arasından. Sesini sakin tutmaya çalışıyordu.

"Sebeo." Dedi Yoo Li sakince ve uyarmak ister gibi kızın koluna dokundu. "Kendinizle ilgili ne hatırlıyorsunuz?" Diye sordu hekim kadın. Tam o anda maviler içinde, bu zamana kadar gördüğüm en yakışıklı ve resmen kız güzeli olan bir adam odaya girdi. Siyah, beline kadar uzanan saçlarını yarım şekilde toplamış, kısa tutamları sanki kâkül kesmiş de iyice uzamış gibi kıvrımlı şekilde yanaklarına dökülmüştü. Beyaz ve pürüzsüz teni kalbimi hızlandırdı. Uzun boylu ve zayıftı. Yuvarlak yüzlüydü ama çocuksu bir yapısı yoktu. Adama öylece bakıp kalmıştım, dilimi yutmuş gibiydim.

"Yesoo." Dedi tek nefeste ve önümde diz çöküp ellerimden tuttu. Boncuk gibi gözleri gözlerimle buluştu. "Duyunca çok endişelendim, iyi misin?" Başımı sallayıp onayladım. "E-evet iyiyim." Neyim vardı benim böyle? Birdenbire niye kalbim çarpıyordu ve kekeliyordum? Ayağa kalkıp hekime baktı. "Neyi var? Ciddi bir şeyi yok, değil mi?"

Sesi de ne kadar temiz ve duruydu öyle... İnsanın saatlerce dinleyesi geliyordu. Aptallaşma Aylin! "Prens Hazretleri. Sanırsam hafıza kaybı yaşıyor." Dedi hekim başını eğmiş bir halde. "Kendine dair hiçbir şey hatırlamıyor. Sizi ve bu sarayı tanımadığını söyledi.

Hamamdayken bayılmış, bu sebeple de fazla su yutmuş olmalı. Başında da hafif bir şişlik var ama buz koyarsanız geçeçecktir. Kendisini ilk gördüğümde yüzü solgundu. Ateş gibi yanıyordu. Zor düşürdüm ateşini. Şok geçirmiş olmalı. Bu sebeple de geçici hafıza kaybı yaşıyor olabilir." Herkes şaşkına dönerek birbirine baktı. Sebeo ve Yoo Li ağlamaya başladıklarında sakin kalmaya çalışıyordum ama imkansızdı. Ayağa kalkıp hepsinin karşısına dikildim. Sinir yine sarmıştı her bir yanımı. "Bakın, ben hafızamı falan kaybetmedim. Yesoo değilim ben. Neden beni anlamamakta ısrarcısınız? Neden söylediklerimi kulak ardı ediyorsunuz? Buraya ait değilim ben..."

O an gözüm, dolabın yanındaki boy aynasına kaydığında dehşete kapıldım. Ayna da insan kendi yansımasını görürdü değil mi? Peki neden ben başka bir kızı görüyordum? Beyaz Hanbok içinde, salık, beline kadar uzanan, düz siyah saçlarıyla bir kız vardı aynaya yansıyan. Küçük yüzlü ve büyük, siyah gözbebekleri olan bir kız. Kimdi o? Herkesi görmezden gelip adeta hipnoz olmuş gibi aynaya doğru yürüdüm. Parmağımı aynaya doğru uzatıp, "Kim o?" dedim. Sesim öyle sakindi ki ben bile şaşırdım. "Sensin Yesoo." Dedi az önce önümde diz çöken Prens. Sesi çok sakindi, sanki üç yaşında bir bebekle konuşuyormuş gibi. Gözleri endişeli bakıyordu ama yine de gülümsüyordu.

"Ben mi? Ama nasıl... Ben olamam ki. İmkânı yok. Ben bu kızı hiç görmedim, tanımıyorum. Bu aynadaki kız mı Yesoo?" Başını olumlu anlamda salladı. "Neden aynanın içinde?" Delirmiş gibiydim. Sanki biri bana sakinleştirici vermişti de saf saf konuşuyordum. "Sensin o kardeşim." Dedi Yoo Li çatlak sesiyle. "Hayır, bozuk bu ayna!" Diye çığlık attım ve çalışma masasının üstünde duran sürahiyi alıp aynaya fırlattım. Ayna paramparça olurken odada çığlıklar koptu. Bahçede kim var kim yoksa kapıya doluştu. "Bozuk bu ayna! Bozuk! Ben değilim o! Değilim!" Ağlıyordum. Titreye titreye ağlıyordum. Az önceki Prens beni sakinleştirmek için kollarının arasına alırken sertçe ittim ve ondan uzaklaştım.

"Dokunma! Bana dokunma! Gidin buradan, gidin!" Odada sinir krizi geçirerek volta atmaya başladım ve kendi kendime sayıkladım. "Gerçek değil bu, gerçek değil... Ben Koreli bir kızın bedenine girmiş olamam, hayır... İmkânsız."

Dolu dolu olmuş gözlerimi hepsinde gezdirdim. "İnanmıyorsunuz bana değil mi?" Bariz bir şeymiş gibi güldüm. "Tabii ki inanmıyorsunuz. Kim inanır ki zaten Türk bir kızın zamanda yolculuk yaptığına ve bununla da kalmayıp Koreli bir kızın bedenine girdiğine. Sizde haklısınız. Ama bunun imkânı yok!" Yere çöküp ağlamaya başladığımda Prens temkinli bir şekilde yanıma yaklaştı ve önümde diz çöktü.

"Bak, her şey düzelecek tamam mı? İyi olacaksın. Hekim ne dedi, geçici bir hafıza kaybı. Yeniden her şeyi hatırlamak için sana yardımcı olacağız. Kendini başka biri sanmanın sebebi bu olabilir. Türk olmakla ilgili söylediklerini anlamadım ama sakinleşmen gerek."
"Evet, çok haklı." Dedi prenslerden biri öne atılarak. "Ben ve kardeşlerim iyileşmen için elimizden geleni yapacağız. Hem Sebeo da sana çok yardımcı olur. Ne de olsa hep birliktesiniz." Sebeo denilen kız öne çıkıp başını hevesle salladı. "Emin olabilirsiniz. Ben sizin hizmetçinizim. Size iyi bakmak ve gözetmek benim görevim. Hiç merak etmeyin." Başımı ısrarla iki yana salladım.

Hala ağlıyordum. "Hayır. Ben hiçbir şey hatırlamak istemiyorum çünkü unuttuğum hiçbir şey yok. Ben eve gitmek istiyorum." Karşımdaki prense dönüp yalvarırcasına konuştum. "Yardım et bana. Sen iyi birine benziyorsun. Beni evime götür." Adamın yüzü buğulandı ve acıyla iç çekti.

"Söylesene, biz hangi yıldayız?
"1470." Beynimden vurulmuşa döndüm. Ben kendi zamanımdan ortalama bin yıl geride miydim? Gerçekten delireceğim... "Yalnız kalmak istiyorum." Yalnız kalıp kafamı toplamak istiyordum. Yanımdaki prens bir baş hareketi yaptı ve hep birlikte odadan çıktılar.

Onlar çıktığında artık kırık olan aynanın karşında, cenin pozisyonunu almış, avucum kadar kalmış cam parçasından yansımama bakıyordum. Daha doğrusu bedenine hapsolduğum kıza. Bu nasıl oldu? Böyle bir şey nasıl olabildi? Gerçekten aklım almıyor. Kimse bana inanmıyor. Neyin içine düşmüştüm ben böyle? Nasıl kurtulacaktım? Nasıl dönecektim kendi zamanıma? En önemlisi kendi bedenime? "Yesoo, beni duyuyorsan lütfen cevap ver." Dedim boğuk sesimle. Boğazım düğüm düğüm oldu. "Bunun sebebi sen misin, cevap ver." Cevap yoktu.

İyi düşün iyi olsun. Bulunduğun durumun iyi bir yanını bul. Ayağa kalkıp gözyaşlarımı sildim ve derin bir nefes aldım. Hala titriyordum ama daha iyiydim. Şimdilik Yesoo ol ve kendi zamanına dönmenin bir yolunu bul; gerekirse buradan kaç kurtul. Tanımadığım insanların arasında yaşayamazsın; kaçmanın ve ülkene dönmemin bir yolunu bul.

Yesoo'nun son günlerde iyi olmadığını söylemişlerdi. Hamamda suyun normalden de sıcak olduğunu ve Yesoo'nun baygın olduğunu. Bu da demek oluyordu ki Yesoo'nun bir sorunu vardı. Belki bu sorun, beni onun bedenine taşımıştı. Ben eğer onun bedenindeysem o da benim bedenimde demekti. Belki de onun durumu benimkinden daha beterdi. Ben en azından buraya hakimdim, dillerini biliyordum. Ya o? Her şeyin pozitif bir yanı olurdu değil mi? Tamam sakinleş. Onlara ayak uydur ve her şeyi eski düzenine kavuştur. Bir yolunu bul ve kendi zamanına git.

Kendimi hazır hissettiğimde kapıya doğru gittim. Herkesi öyle bir hışımla kovmuştum ki şaşkınlıkla yüzleri bembeyaz kesilmişti. Kapıyı açıp hepsini içeriye buyur ettim. Sakince içeriye girdiklerinde eskisinden daha kalabalık olduklarını fark ettim. Prenslerin sayısı artmıştı. Kaç tane prens vardı burada böyle? "Yesoo, daha iyi misin?" Dedi prenslerden biri. Az önceki üçlüden ziyade yeni biriydi. Saçları açıktı ve bandana takmıştı. Pembe bir Hanbok vardı üzerinde. Diğer prensler gibi o da çok yakışıklıydı ve çok gençti. İdol havası vardı aynı. "İyiyim." Dedim sakinlikle.

"Az önce yaptıklarım için üzgünüm. Sadece olayın şokundaydım ve ne yapmam gerektiğini bilemedim. Sizi de korkuttum, üzgünüm." Hepsinin yüzünde anlayışlı bir gülümseme belirdi ve "önemli değil" dercesine başlarını salladılar. Bir yanımda Yoo Li bir yanımda maviler içindeki Prens vardı. ikisi de şefkatle bakıyorlardı. "Az önce söylediklerimi unutun, olur mu? Tamamen saçmaladım." Kıkırdadılar ve beni onayladılar. "Hiç merak etme, unuttuk bile." Gülümsemeye zorladım kendimi. "Lütfen bana her şeyi hatırlamam da yardım edin."

"Elbette."
"Tabii ki. Sen iste yeter ki."
"Elimizden geleni yapacağız, Yesoo." Prensler tek tek içtenlikle söz verdiğinde o an anladım ki, Yesoo çok seviliyordu. Prensler bile etrafında pervane olmuştu. Onlara teşekkür ettiğimde isminin Minseo olduğunu öğrendiğim yanımdaki Prens herkesi odadan çıkardı ve benim de uyuyup dinlenmemi söyleyip gitti. Sebeo da benim için yemek getireceğini söyleyip gitmişti. Yeni hayatımın ilk günüydü bu. Birkaç aydır başka bir hayatım olsa nasıl olurdu diye düşünüp duruyordum.

Şimdi inanması güç bir şekilde başka bir hayattaydım ve etrafımda pervane olan bir sürü insan vardı. Ama yine de huzurlu hissetmiyordum. Hem de hiç. Hiçbirini tanımıyordum ve doğal olarak güvenmiyordum. Ailemi merak ediyordum. Duru'yu merak ediyordum.

Acaba ben sandığı yeni Aylin'i görünce ne tepki verdi, ben buradayken aileme ne olacak, hiçbirini bilmiyordum ve çok endişeleniyordum. Keşke onları görebilmemin bir yolu olsaydı. Kendimi yatağa bıraktım ve ellerimi karnımın üstünde birleştirdim. Beni hamamda bulmuşlardı değil mi? Belki de çıkış yolu orasıydı. Belki de o su da bir şey vardı. Tekrar girersem belki yeniden yer değişebilirdik. Olabilirdi değil mi?

Gözlerimi kapatıp kendimi uyumaya zorladım. Zaten kendimi çok yıpranmış ve yorgun hissediyordum. Bu yüzden uyumak zor olmadı. Uykumda göreceğim kabuslardan habersiz kendimi teslim ettim.

Loading...
0%