@theragn_
|
Keyifli okumalar! ✨ İçimi öyle büyük bir korku ve huzursuzluk kaplıyordu ki ne yapmam gerektiğini ya da nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. İçimdeki karmaşık duygular olduğum yerde top gibi kıvrılmama yol açıyordu. Buraya geldiğimden beri bir gün geçmişti. Ve bu bir günde kendi zamanımda neler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ailem ne haldeydi, arkadaşlarım ne haldeydi, annem ne haldeydi... Annemle itinayla her gün telefonla görüşüyorduk ve şimdi aradığında bana ulaşamazsa ne halde olacağını tahmin etmek bile istemiyordum. Yesoo benim bedenimde ne yapıyordu, nasıl idare ediyordu, hiçbir şey bilmiyorum. Bütün bu olanların suçlusu o muydu? Ruhlarımızın yer değişmesindeki sebep o muydu? Peki bunu nasıl yapmıştı? Kafamda çok fazla soru işareti vardı ama hiçbirine cevap alamıyordum. Ama en azından bulunduğum ülkenin dilini biliyordum bu sebeple de insanlarla anlaşabiliyordum. Herkes sadece hafızamı kaybettiğimi sanıyordu. Düşünsenize bütün anılarımla birlikte dilimi de unuttuğumu? Bu nasıl açıklanırdı? Bir insan ana dilini de unutabilir miydi? Resmen felaket. Ki çevremdeki insanları anlamasaydım eğer ciddi anlamda delirirdim. Onları anlıyor olmak beni bir nebze olsun sakinleştiriyordu. Dün olduğu gibi bugün de beni uyandıran Sebeo'ydu. Sabah gözlerimi açtığımda kendi odamda olmayı beklerken bir anda Yesoo'nun odasında olduğumu görmenin içimde yarattığı hayal kırıklığını ve ağlama istediğini size anlatamam. Normalde çok ağlayan biri değilimdir ama son birkaç aydır sinirlerim epey yıpranmıştı. Gördüğüm kabuslar da cabası. Sürekli kan, vahşet, birbirlerine kılıçlarla saldıran adamlar görmüştüm. Kan ter içinde uyandım. Mesleğim gereği ölümlere, suçlulara, birbirini katleden insanlara alışıktım ama gördüğüm rüya çok ayrı bir boyuttu. Neyse ki uyanır uyanmaz görüntülerin bir kısmını unutmuştum da kusmak zorunda kalmadım. Evet, felaket bir mide bulantısıyla uyandım. Sebeo'nun getirdiği kahvaltıyı - Kimchi ve Ramen'den oluşan kahvaltı - yedim ve enerji topladım. Aslında sucuklu yumurta, çay, patates kızartması ve salatalık ve domatesi tercih ederdim ama buna da şükür. Zaten Kore mutfağına yengemden alışıktım. Günlerdir düzgünce beslenmediğimi varsayarsak seve seve kabul ettim getirdiklerini. Yaşadığım heyecan iştahımı açmıştı birdenbire. Odanın kapısı çalındığında uyandığımdan beri bilmem kaçıncı ziyaretçiyi içeriye aldım. Sabahın erken saatlerinde kapımı ilk çalan Prens Minseo'ydu. Ziyaretçilerim buz gibi soğuğu ve dizlerine kadar gelen hatta boyu kısa olanların dizlerini de geçen karı umursamıyor gibilerdi. Odanın kapısı her açıldığında onlardan önce soğuk esinti giriyordu içeriye. Prens Nasıl hissettiğimi, ağrımın olup olmadığını sordu ve kaynatıp içmem için bana şifalı bitkiler verdi. Hasta değildim ama bana hastaymışım gibi davranıyordu. Bana karşı fazla ilgiliydi. Ama dikkatimi daha fazla çeken bir şey vardı o da adamın bana olan bakışları. Fazla yoğun bakıyordu. Yesoo ve ikisinin nasıl bir ilişkisi olduğunu merak ettim. O gittikten yarım saat sonra bu defa Prens Jun geldi. Odaya girdiğinde bana kendini tanıttı. On dört, on beş yaşlarında bir çocuktu. Çok tatlı bir yüzü vardı. Gözlerindeki çekiklik diğerlerine nazaran daha belirgindi. Uzun ve siyah saçları vardı diğer prensler gibi. Zaten Kore'nin tarihi zamanlarına bakacak olursanız erkeklerin de imajı uzun saçlardı. Prens Jun üstüne kırmızı Hanbok giymiş, başına da aynı renk bandana takmıştı. Beyaz tenli ve küçük yüzlüydü. Benimle çok sakin ve kibar konuşuyordu. "Günaydın, Yesoo nooniem," dedi elindeki tuttuğu bir buket Çuha çiçeğiyle yanıma gelip yatağa otururken. Beyaz, ortası sarı çok narin bir çiçekti. Noona, Kore'de erkeklerin kendinden büyük kadınlara hitap şekliydi. Anlamı abla demekti. Tabii, aralarında bir yakınlık varsa. Eğer yoksa ismin sonuna shi eklerlerdi ki bu, hanımefendi gibi bir anlama geliyordu. Koreliler resmiyete, saygıya, gayri resmi hitaplara çok önem verirdi. Aralarında isterse bir yaş olsun yine de abla, abi diye hitap ederlerdi. "Sana Çuha çiçeği topladım." Dedi gülümseyerek. "Çiçekleri sevdiğini bildiğim için hoşuna gider diye düşündüm." Demek Yesoo'yla benzer bir yönümüz vardı. Gülümseyip uzattığı buketi kabul ettim. Aslında tam anlamıyla buket sayılmazdı. Topladığı beyaz Çuha çiçeklerini yan yana dizmiş, uçlarını pembe bir kurdeleyle bağlamıştı. "Teşekkür ederim, çok güzeller." Gözleri parladı ve, "Nasıl hissediyorsun?" diye sordu. "Daha iyiyim." Çocuğun yaydığı enerji öyle saf ve temizdi ki geldiği andan beri nedendir bilinmez daha iyi hissediyordum. Yesoo ona karşı nasıl davranıyordu bilmiyorum ama bir çocuğa nasıl davranılması gerekiyorsa öyle davranıyordum. Hem ben çocukları severdim. Gerçi kendisi şu an ergenlik yaşına erişmiş olsa da ve bir prens, gözümde çocuktan farksızdı. Yani aramızda dokuz yaş olduğunu varsayarak haksız mıyım? "İyileş seninle topaç oynayalım. Uk benimle oynamıyor. Benden küçük olmasına rağmen sözümü dinlemiyor." Mızmızlanması öyle tatlıydı ki gülmeden edemedim. "Nerede peki şimdi?" Bu öylesine hoşuna gitmişti ki kıkırdadı. "Aklıma ne geldi bak," dedim ve bu ilgisini çekmiş olacak ki bütün dikkatini bana verdi. "Onunla bir anlaşma yap. Önce ikiniz kılıç dövüşü yapın sonra da topaç oynayın. İkinizin de istediği olur, ne dersin?" Aniden şakıyarak ayağa kalktı. "Bu benim hiç aklıma gelmemişti." Uzanıp yanağımı öptüğünde donup kaldım. İçim aniden yumuşayıverdi. "Sen harikasın, Yesoo noona." Kocaman bir gülümsemeyle arkasına bakmadan gitti. Bende oda da tek başıma kalarak uzandım. "Favori prensim Jun olacak gibi sanki ha? Miray'dan daha tatlı olduğu kesin." Kendi kendime güldüm. Gülmek bile o an vicdansızlık gibi geldi. Gülmeyeli o kadar uzun zaman olmuş gibi hissediyordum ki sanki babama haksızlık ediyordum. Ama o da benim gülmemi isterdi değil mi? Yaşadığım bu trajikomik olayın içinde güçlü kalmamı isterdi. Yattığım yerde top gibi kıvrıldım ve ağrıyan yüreğime elimi bastırdım. Ne zaman geçecekti bu sancı? İçimdeki yangın ne zaman sönecekti? Gözümden akan bir damla yaşı elim tersiyle silip gözlerimi kapattım. Gözlerimi ne zaman kapatsam babamın yoğun bakım ünitesindeki halini görüyordum. Makinalara bağlı o hali. Benimle zorlukla konuşmaya çalışırken kesik kesik nefes alışı. "Ah, baba, seni özledim..." Titrek sesim ve engel olamadığım göz yaşlarımla birkaç dakika öylece yattım ve sakinleşmeyi bekledim. Sebeo boş tabakları mutfağa götürmek için gitmişti ve hala gelmemişti. Olsun, yalnız kalıp kafamı dinlerdim bende. Duvarlar üstüme üstüme gelse bile. Ama çabuk sıkılacağımı biliyordum. Ben boş durmaya alışık değilim ki. Ya çalışırdım ya da spor yapardım. Bünyem kaldırmıyordu boş durmayı. Şimdi ise ne yapacağımı bilmiyordum. Soylu bir kızın bedeninde olduğum için bir şey yapmaya kalktığımda hemen yardımcılar üşüşüyordu başıma. Hatta bugün kahvaltı tepsisini mutfağa ben götürmek istemiştim ama Sebeo sanki yüzüne tokat atmışım gibi tepki verip beni engellemişti. Tepsiyi kendi götürmüş beni de dinlenmem için odaya kapatmıştı. Ama ben daralıyordum böyle. Tam o an da kapım yine çalındı. İç çekerek yatakta doğruldum ve kalkıp kapıyı açtığımda dün gördüğüm Prenslerden biri çıktı karşıma. Üstünde yine pembe Hanbok vardı. Kolları ve yaka kısımları çiçek işlemeli, üst kısmı yani Jeogori denilen ceketinin yaka kısımlarına beyaz ve açık gri tonları da karışmıştı. Beline krem tonlarında geniş, kumaş, işlemeli bir kemer bağlamıştı. Gördüğüm en güzel Baji olabilirdi ve pembe kesinlikle onun rengiydi. Başında yine pembe bir bandana vardı ve beline kadar uzanan, yarım atkuyruğu yapılmış perçemli saçları ona ayrı bir çekicilik katıyordu. Normalde erkeklerde uzun saç sevmem ama Koreliler de ayrı bir güzel duruyordu sanki. Uzun saç onlar için yaratılmış gibi. "Vay, uyanıksın demek." Dedi yüzünde çapkın sırıtışıyla. "Evet, ziyaretçim çok olunca..." Dedim homurdanarak. Tepkim onu güldürdü. "Eminim ki en çekici ziyaretçin benim." Gülümsedim. "Belki." Sanki aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını kaldırdı. "Kendimi tanıtmayı unuttum." Önümde öylesine bir reverans yaptı. "Ben 8. Prens Cheol. Prensler arasında en iyisiyim. Size sarayı tekrar tanımanız için rehberlik etmeye geldim." Başını kaldırıp tekrar bana baktı. Bu muzip tavırları beni istemsizce güldürdü. "Bildiğim kadarıyla prensler Kral ve Kraliçe dışında kimsenin önünde eğilmez." Her ne kadar 21. Yüzyıl insanı olsam da garipsemiştim. Her çağın kendine has özellikleri vardı neticede. "Prens olmayı ben seçmedim ya." Omuz silkti. "İstediğim gibi davranırım, kimse bana kural koyamaz." Özgürlüğüne düşkün ve alaycı biri... Kolunu uzatıp girmemi bekledi. Duraksayıp bir süre yüzüne baktım. Yesoo bir prensin baldızından çok prenses muamelesi görüyordu resmen. Prenslerle arasındaki rahatlık beni daha ilk günden şaşırtmaya yetti. Karşımdaki Prens tereddüdümü görüp gülümsedi. "Çekinmene gerek yok. Buradaki herkes senin, bizimle olan yakınlığını biliyor. Sen bizim gözümüzde kardeş gibisin. Şimdi pelerinini al hava soğuk, üşütme." Onu dinleyip kahverengi ahşap dolaba gittim ve kapaklarını açıp içinden pudra pembesi bir pelerin aldım. Üstümdeki pembe beyaz Hanbok'la uyum sağlıyordu. Üstümdeki kıyafetler öyle yabancı geliyordu ki kendimi garip hissettim. Alışmam zaman alacaktı. Elimden tutup kolundan geçirdi ve beni odadan çıkartıp koridora doğru sürükledi. Tanımadığım bir adamla kol kola geziyor olmak beni gerse de belli etmemeye çalıştım. Duru beni zorlamasa erkeklerle görüşeceğim bile yoktu. Ailem dışında çevremde olan erkekler ya iş arkadaşlarım ya da müvekkillerimdi. Şimdi şuraya bak, bir prensle kol kola sarayı geziyordum. Düşüncelerim beni güldürünce Prens Cheol bunu fark etti ve, ne oldu, dercesine göz kırptı. "Hiç." dedim omuz silkerek. "Aklıma bir şey geldi sadece." Hizmetçilerin cilveli bakışları ve kıkırtıları arasında bahçede dolaşıyorduk. Hepsi üstüne önü kurdeleyle bağlanabilecek, kolları, dirseklere kadar örten yünlü şallardan giymişlerdi ve kulaklarını korumak için kulaklık takmışlardı. Soğuktan böyle korunuyorlardı ama yüzleri ve elleri kıpkırmızıydı. Bu soğukta sıcak odalarında kalmaktansa iş yapmak ne zordur onlar için... Yine de Prensi görünce böyle tepki vermeleri... Bir benim mi sinirimi bozdu bu durum acaba? Kadınların erkek görmemiş gibi davranmaları beni çok sinirlendiriyordu. Yani, tamam, yanımdaki bir prens de olsa ne bileyim işte... "İlk ana binadan, yani Kralın binasından başlayalım." Onu dinleyip başımı salladım. Kardan dolayı yürürken zorlanıyordum. Dünkü kadar derin değildi kar. Demek ki kazımışlardı. Ama yine de ayaklarım giydiğim babet tarzı ayakkabılar yüzünden kayıp duruyordu. Neyse ki Prens yanımdaydı da düşme olasılığım azdı. Ana bina sarayın tam ortasında duran binaydı. Diğerlerine nazaran daha büyüktü. Uzun koridor da gezerken bir sürü oda gördüm. Duvarlar kırmızı, beyaz ya da yeşil tonlarında boyanmıştı ve meşaleler asılıydı. Duvarlar ve zemin tertemizdi ve resmen parlıyordu. Bizi gören hizmetçiler reverans yapıyor, biz uzaklaşana kadar aynı pozisyonda duruyorlardı. Hizmetçilerin üstündeki kıyafetler dikkatimi çekti çünkü farklı renklerde ve desenlerdeydi ve bazıların ki daha kaliteli görünüyordu. Hizmetçi kadınlara dikkatle baktığımı gören Prens Cheol, "Hizmetçilerden tanıdığın var mı diye mi bakıyorsun?" diye sordu. Dikkatimi ona verip, "Hayır," dedim. "Neden bazılarının kıyafetleri farklı diye merak ettim." Kaşları havalandı. "Onları da mı hatırlamıyorsun?" Başımı olumsuz şekilde iki yana salladım. Bu durumu garipseyerek dudak büktü. "Sen yeni doğan bir bebek gibi olmuşsun." Benzetmesi güldürdü. Hiç bu yönden düşünmemiştim. "Öyle sanırım..." Burada herkesin giysileri farklıdır. Herkes bulunduğu rütbeye göre giyinir. Mesela hizmetçiler; Sanggung ve Gungnyeo olarak ikiye ayrılır. Gungnyeo'lar, Sanggung'ların emrinde çalışır. Rütbe olarak farklı oldukları için giysilerde farklıdır." Gungnyeo'lar daha gençtir. Sanggung'lar sarayda uzun yıllar geçirdikleri için daha yaşlı ya da orta yaşta olurlar. Buradan da ayırt edebilirsin. Ha bir de harem ağaları var. Onlar hep aynı tip ve renk giyer; bordo. Bir de kafalarında kocaman dikey bir şapka takarlar. Sanki böyle ayağına sert kalıplı ve kocaman bir ayakkabı giymişsin gibi." Bilgilendirmeleri bittiğinde ona minnet duydum. Eh, elbet bir yerde işime yarardı. stediğim fırsatı yakaladığımda vakit kaybetmeden lafa girdim. "Dün beni hamam da baygınken bulmuşlar, hatırlayamıyorum maalesef... Hangi hamam da biliyor musun?" Tek kaşı kalktı ve soru sorar gibi baktı. "Neden soruyorsun?" "Haklısın. Gel ana kapı ve saray arasındaki avluya çıkalım." Duyduğumuz sesle arkamızı döndük ve elinde Kore geleneksel çalgılarından biriyle yanımıza gelen Prensi gördük. Dün de görmüştüm onu. Prens Minseo'ya durumumu haber vermek için giden Prens’ti. Üstünde bu defa mavi Hanbok vardı. Soğuktan yanakları ve burnu kızarmıştı "Hyung, sarayı gezdiriyordum. Yesoo, işte bu da 7. Prens Sunwoo. Benim bir büyüğüm." Prens başını hafifçe eğip beni selamladı. Bende başımı eğip karşılık verdim. Koreliler birbirlerini selamlarken hep eğilirlerdi. Bu, onlarda değişmeyen bir kültürdü ve saygı niteliği taşıyordu. Bu yüzden saygı duyarak karşılık verdim. "Müziğe karşı ilginiz mi var?" diye sordum 7. Prense. "Adı ne?" Çalgıların görünüşlerine ve çıkardıkları seslere aşinaydım ama isimlerini bilmiyordum. Bilsem bile unutuyordum. Şaşkınca bir süre duraksadı ve Prens Cheol'a doğru eğilip fısıldadı. "Ne kadarını hatırlamıyor?" "Yeni doğmuş bir bebek gibi." Şaşkınlığı iki katına çıkan Prense gözlerimi devirdim. "Gayageum'dır bu çalgı," diye cevapladı sorumu. "Müziği seviyorsunuz yani?" Gülümsedi ve dünyadaki en değerli şeymiş gibi çalgısına bakıp tellerini okşadı. Yatay bir çalgıydı. Bir masaya ya da yere konup iki elle çalınabilecek bir çalgı. Çalarken ince ve kalın notalarıyla ahenk oluştururdu. "Çok severim. Akşamları ay’ın karşısında çalarken sende dinlerdin beni." Kaşlarımı kaldırdım. "Öyle mi? Hatırlamıyorum." Gülümsemesi büyüdü. "Sorun değil. Ben hep çalıyorum zaten. Dinlemek için çok fırsatın olacak." Sadece buradan gidene kadar. "Bize diyorsun da kendin lafa tutuyorsun kızı. Bırak da gezdireyim." "Koca saray tek bir günde gezdirilir mi?" Gözlerini kısarak kardeşine baktı Prens Sunwoo. "Kısaca özetleyeyim ben sana Yesoo." Tekrar dikkatini bana verdi ve eliyle yan binaları işaret etti. "Ana bina haricinde diğer binalarda Kraliçenin köşkü var. Ana bina da ne varsa diğerlerinde de onların kopyası var. Bazıları hizmetçilerin kaldığı köşkler. Prens ve Prenseslerin, yani bizim, kaldığımız köşkler var. Ablanı görmek istersen eğer," Kraliçe köşkünün sağında, koca bir alanı kaplayan havuzun hemen karşısındaki köşkü gösterdi. "odası orada." Bu defa göz devirme sırası Prens Cheol'daydı. "Göz devirdiğini gördüm ama kız hasta, yormamalısın." "Hasta değil, sadece hiçbir şey hatırlamıyor." Söylediği bir an için boşluğuma geldi ve kahkaha attım. İstemsizce oldu ve kahkaham bahçedeki herkesin bize bakmasına yol açtı. Kendimi hemen toplayıp, "Pardon, bir an komik geldi." dedim. Prens Cheol da söylediği sözün saçmalığını fark etmiş olacak ki güldü. "Neyse. Ağabeyim sarayı sana özetlediğine göre odana geçip dinlenebilirsin." Dedi kinaye yaparcasına. "Tamam. O zaman hoşça kalın." Yanlarından hızla yürüyüp giderken Prens Cheol'ün şu sözlerini duydum: "Şu reverans işini de konuşmamız gerek. Ben neyse de diğerleri buna takılabilir." Dedi. Burnumdan gülüp iç çekerek kaldığım odaya ilerledim. Ben 21. Yüzyıl kadınıyım. Kölelik devri bizde kapanalı çok oldu, nasıl reverans yapabilirim ki? Türkiye de kimse birbirinin önünde edilmez. Eğildiği devir çoktan kapandı. Ayriyeten buna alışık değilim bu sebeple yapmam gerekse bile unuturum. Odaya girdiğimde Sebeo'nun odanın içinde bir ileri bir geri volta attığını ve kendi kendine sayıkladığını gördüm. Geldiğimi görünce panikle karşıma dikildi. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Onun bu hali kaşlarımı çatmama neden oldu. "Neyin var? Neden bu kadar heyecanlısın?" Resmen yerinde duramıyordu. Havai fişek gibi oradan oraya sıçrayıp duruyordu. "Nasıl heyecanlı olmam, Küçük Hanım. Bir bilseniz ne olduğunu." Yanaklarımı şişirip sabırsız bir nefes verdim. "Sebeo, anlat artık. Taksit taksit konuşma." Kızmaya başlıyordum artık. Bu ne gizem böyle ya? "Artık burası 4. Prens’in evi değil." "Ayin günlerinden birinde saray halkı bahçeye toplanmış. Tören için her şey hazırmış ve herkes çok heyecanlıymış. Uzun zamandır topraklara yağmur yağmadığı için taze sebze ve meyve çıkmıyormuş. Bu sebeple de Kral yağmur ayini düzenlemiş. Tam ayine başlayacak iken Kral fark etmiş ki Veliaht Prens, 4. Prens ve 2. Prens yanlarında yok. Sağ koluna haber verip onları bulmasını emretmişler. Kralın sağ kolu Veliaht Prensi yerde kanlar içinde bulmuş." Anlattıkları beni heyecanlandırmıştı. Devamını merak ederek yerimde kıpırdandım ve yatakta badaç kurarak oturdum. "Devam et. Sonra ne olmuş?" "Shinju da bir saray mı var?" Uzun bir sessizlik oldu. Ölüm ve katliam burada da peşimi bırakmıyor. Gerçi bu iki unsurun en çok barındığı zamanda olduğumu düşünürsek şaşırmamam gerek. Hanedan bile güvende değil. Herkes kurbanlık koyun gibi "acaba ne zaman başımızı keserler" diye bekliyor. "Ne kadar zamandır sürgünde Prens?" "10. Prens İn Baek'in bugün bebeği oldu. Bir oğlan. Hanedanın soyunu devam ettirecek bir oğlan. Kraldan bunun ricasını istemiş olabilir. 4. Prensin suçlu olmadığına inanan tek kişi o. Hatta çıkan dedikodular da onu her zaman savunuyor. Şimdi ise tebrik için geliyor olmalı ama bana kalırsa geri dönmeyecek. Bir yolunu bulup burada kalacak. Belki bir şart koşacak."
Zalim, korkulan, Kana Bulanmış Prens... İhanetle lekelenen Prens. Kardeşleri bile ondan korkar. İsmini kimse anmaz bu sarayda. Anan olursa cezalandırılır." Yutkundum ve susması için elimi kaldırdım. Ben ailesini, kardeşini, hatta annesini katleden çok insan gördüm. Yine de duyunca içim ürperiyordu. Aile bu hayattaki en önemli ve en değerli şeydi benim için. Her şeyi bulursun ama aileyi bulamazsın. Her şeyin yeri doldurulur ama ailenin doldurulmaz. Bu yüzden 4. Prense kızmadan edemedim. Umarım karşıma çıkmaz yoksa yüzüne okkalı bir tokat atacağım. Osmanlı tokadının tadına bakacak. "Sen bu kadar şeyi nerden biliyorsun? Anlatma biçimine bakılırsa burada değildin?" "Hayır değildim. Ben 4. Prens sürgün edildikten bir süre sonra saraya geldim. Bunların hepsini de saray çalışanlarından duydum. Herkesin dilinde olan bir olay bu, bilmemek imkânsız." Anladım dercesine başımı salladım. "Hiç evlenmeyi ya da çocuğun olsun ister miydin Sebeo?" Sorum onu şaşırtarak irkilmesine ve kızarmasına yol açtı. "İsterdim elbet. Ama olmaz. Hizmetçiler evlenemez ve çocuk yapamaz. Bu kesin bir kuraldır." Osmanlı zamanı hizmetçiler evlendirilip saraydan gönderilebiliyormuş, belki durum burada da böyledir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. "Küçük Hanım, hadi gelin pazara gidelim. Biraz kafanızı dağıtmış olursunuz. Hem kendinize yeni giysiler ve takılar alırsınız." Bu kesinlikle iyi fikirdi. Saray da dört duvar arasında kalmaktan bunalmıştım. Hem az önce anlattıklarından sonra kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Hem temiz hava hem de yeni bir yer keşfetmek bana iyi gelirdi. ... Sebeo'yla saraydan çıkmadan önce Yesoo'nun ablasına haber verdik. Benim için endişeliydi çünkü aylardır hiç iyi durumda değilmişim. Sanki üstümde bir kara bulup varmışçasına tüm neşemi kaybetmişim. Eski halimi özlediğinden yakınıp durdu ve dikkatli olmamızı söyledi. Eskiden nereye gitsem haber verir, kimsenin sözünden çıkmazmışım. Ama şu birkaç aydır fazla başıma buyruk davranıyormuşum. Kimseye haber vermeden saraydan ayrılıyor, pazarları geziyor, kendime giysiler, takılar bile almadan geri dönüyormuşum. Bir şey almayacaksa o kalabalık yere ne diye gidiyordu ki bu kız? İntihar girişiminde bile bulunmuş. İntihar etmeye kalkacak kadar ne yaşamış olabilirdi acaba. Ve bundan neden kimsenin haberi yoktu? Pazar alnına girdiğimizde o kadar kalabalıktı ki insanlarla içe içe yürüyoruz desem yeridir. Küçük çocuklar ellerinde tahtadan yapılma oyuncaklarla bir taraftan annelerinin elini tutmuş yürüyor, yaşlısından gencine kadar alışveriş yapıyorlardı. Pazar ucu bucağı görünmeyen bir alanda kuruluydu. O kadar çok ürün vardı ki hangisine bakacağımı şaşırdım. Kurulan tezgâhların üzerinde baharat çeşitleri, merhemler, ilaçlar, yemek erzakları ve renk renk kaliteli kumaşlar vardı. Deri, ahşap, kenevir ve lastikten yapılan babete benzer ayakkabılar. İsteyene sade, isteyene süslü püslü saç iğneleri ve Hanbok’ların üzerine takılan püsküllü süslerle doluydu. Püsküllü süsler çeşit çeşit taşlarla ve renk renk desenlerle bezenmişti. Bir tür broş gibi düşünülebilir. Öyle güzel görünüyorlardı ki kendime almak istedim. Ama kendi zamanıma dönmenin yolunu en kısa zamanda bulacağım için bir daha takamayacağımı biliyordum, bu yüzden almayı reddettim. Gerçi param da yoktu zaten. Sebeo bana her ayakkabının ve takının soylu sınıflara göre ayrıldığını söyledi. Beynimin tamamen sıfırlandığını, yeni doğmuş bir bebekten farksız olduğumu söylediğim için bana her şeyi anlatıyordu. Bu duruma o kadar üzülüyordu ki sürekli yüzü düşüyor ve ağlamaklı oluyordu. Deri ayakkabıların içerisinde kendine has desenleri ve şekilleri vardı. Soylular ve saray ahalisi giyermiş. Kenevir ayakkabılar, deri ayakkabılarına göre daha demode duruyordu. Sebeo kenevir ayakkabıları daha çok halkın giydiğini söyledi. Hasır ayakkabıları da daha çok halktan kesim giyermiş. Ahşaptan yapılan ayakkabılarıysa her kesimden kadın ve erkeğin giydiğini söyledi. Yani anlayacağınız; kaliteli ürünleri soylular, demode ürünleri halka veriyorlardı. Halbuki o kaliteli giysilere en çok durumu olmayanların ihtiyacı var. Bazı saç iğneleri yapıldığı maddeye göre kadının soylu sınıfını belirlermiş, adına da Binyo derlermiş. Kore hangi yılda olursa olsun her şeye çok dikkat ediyor... kısaca özetlemek gerekirse; giydiğin kıyafet, ayakkabı ve taktığın takı senin seviyeni belirliyordu. Tezgâhları dolaşmaya devam ettiğimde gözüme bazı şapkalar takıldı. Belirli sınıflara ait erkekler için yapıldığını söyledi Sebeo. Taktığınız zaman başınızı tamamen sarıyordu. Kimisi kayışlı, kimisi kanatlaydı, iki yandan sarkıyordu. Buradan bakınca pervaneye benziyorlardı. Nedense komik geldi. Yerler karla kaplıydı ama yürümekte pek zorluk çıkarmıyordu. Kayıp yere düşme tehlikesini saymazsak. Öyle kalabalık bir alandaydık ki bu kalabalığa sanki kar dayanmamıştı da erimiş gibi görünüyordu. Ara sokaklarda gezerken dengemizi sağlayabilmek için kol kola girmemiz gerekti. Kara gömülüp duruyorduk ama pazar yerinde zemin gayet düz ama kaygandı. "Sebeo, ben çok yoruldum, hadi gidelim artık." Dedim sızlanarak. Konuşurken herkesin ağzından uzun buharlar çıkıyordu. O kadar çok gezmiştik ki pazarın sonuna geldik. Hava kararmaya başlamıştı. Daha fazla gezecek dermanım kalmamıştı. Uzun zamandır spor yapmadığımı da düşünürsek güçten düşmüştüm Ayaklarımın altı zonkluyordu. Bir de alışık olmadığım halde Hanbok giyerek dolaşmak daha da yoruyordu beni. Ben pantolon, tişört ya da gömlek giymeye alışıktım. Elbise ve eteği bile gerekmedikçe giymezdim. "Haklısınız, Küçük Hanım, bende çok yoruldum." Dedi alnındaki teri silerken. O da benim gibi yaz kış terliyordu anlaşılan. Tam geldiğimiz yolu geri dönecekken duyduğum bir ses dikkatimi çekti. İki adam karşılıklı oturmuş hararetli bir şekilde tartışıyordu. Birinin üzerinde koyu kahve bir Baci vardı. Diğerindeyse koyu griydi. Başında kıyafetine uygun kuyruklu bir şapka vardı. Gri keçi sakalıyla oynuyordu. Yüzünde bıkkınlığa benzer bir ifade vardı. "Hem geleceğime bak, akıbetimi söyle bana diyorsun, söyleyince de bana çemkiriyorsun be adam!" Diyerek yükselince herkesin gözleri onların olduğu yöne kaydı. "Sende beni memnun edecek şeyler söyle o zaman!" Dedi bir diğeri. Yüzü öfkeden mosmordu. "Yahu, akıbetin parlak değilse bunda benim suçum ne?" Bu adam kâhin miydi? Kâhinlerin sadece fantastik kitaplarda olduğunu sanırdım. Sebeo adamlara dikkatle baktığımı fark etmiş olmalı ki beni bilgilendirmeye koyuldu. "Gökbilimcidir o. Yıldızlara bakar ve söyler geleceğini. Sarayda Kralın himayesinde çalışır." Gökbilimci mi? "Gerçekten söyleyebiliyor mu?" Sebeo umursamaz bir tavırla omuz silkti. "Bilmem. Hiç yıldız haritama baktırmadım. Ama söylenenlere göre gerçekten biliyormuş, insanın ruhunu bile görüyormuş." Ruhunu mu? O zaman o bana yol gösterebilir miydi? Ah, şu halime bak... Eskiden fala bile inanmazken şimdi gökbilimciden medet umar oldum. Ama ne demişler: fala inanma falsız da kalma. "Hadi gidelim artık daha fazla yorulmayın." Sebeo kolumdan tutmuş beni çekiştirirken tek yaptığım ayaklanmış ve gitmek üzere olan adama bakmaktı. Sanki o da ona baktığımı hissetmiş gibi arkasını döndü ve bana baktı. Gözlerini öyle bir üzerime dikti ki sanki ruhumu görebiliyormuş gibi... .. Saraya döndüğümüzde 6. Prensle karşılaştık. Sebeo onu görünce omzuyla beni dürtüp imayla sırıttığında anlam veremedim. Prens'in beni görünce tatlı bir şekilde gülümseyip el sallaması da ayrıca şaşırttı. Elinde bir buket kırmızı gül vardı. Sebeo yanımızdan ayrıldığında 6. Prens beni özlediğini söyleyip elimden tuttu ve sürükleyerek arka bahçeye götürdü. Temasına öyle şaşırdım ki hiçbir şey yapamadım. Soğuk ve kızarmış elleri ellerimle buluştu. Benim de ellerim kızarmıştı. Davranışı sanki baş başa kalmamız için an kolluyormuş gibi aceleciydi. Elindeki kırmızı gülleri uzatırken gözleri büyük bir arzuyla beni süzdü. Bembeyaz bir atmosfer de elimde kırmızı güller ve karşımda güzel bir prensle, yakışıklı değil güzel kelimesi onu tanımlıyordu bana kalırsa, sanki kar küresinin içindeymiş gibi hissediyordum. "Bunları çok seversin." Tebessüm ederek çiçekleri kabul ettim ve burnumun ucunu yapraklarına değdirdim. Kokuları derinliklerime ulaşırken mest olmuşlukla iç geçirdim. Çiçek görünce dayanamıyordum. "Kendini nasıl hissediyorsun? Hiçbir şey hatırlamadığını biliyorum ama herkes sana hatırlaman konusunda yardım edecek merak etme." Gözleri meraklı ve sıcaktı. "Saraydaki şu telaş bir bitsin yanından hiç ayrılmayacağım. Baksana ayrı kalınca başına neler geldi." Beni yalnız bıraktığı için kendine kızdığını anladım. Yani Yesoo'yu. Omuzları gerilmişti ve eli yumruk halini almıştı. Belki yalnız olmasaydı başıma bunlar gelmeyecekti. Şimdi evimde, annemin yanında olur onlara destek çıkardım. Daha iyi hissetmeleri için bir yerlere götürürdüm. Delireceğim ya delireceğim! Düştüğüm şu hale bak! Sinirden gözlerimin dolduğunu hissettiğimde Prensin de bunu fark ettiğini gördüm. Hemen elime hamle yaptı ve sıkıca tutup baş parmağıyla okşadı. Sonra tüm bedenimi kas katı hale getiren bir şey yaptı: Bana yaklaştı ve bir elini belime diğerini çenem ve ensem arasındaki o çizgiye koyup dudaklarını alnıma bastırdı. Gözlerim kocaman olurken öylece de kalakaldım. "Şşt, ağlama. Geçecek her şey, iyi olacaksın. Ben yanındayım istesen de istemesen de seni asla bırakmayacağım. Sen benim kırmızı gülümsün." Burnundan derin bir nefes alıp geriye çekildiğinde gülümsüyordu. Yesoo ve Prens Minseo sevgili! Ve eminim ki Saraydaki herkes de bunu biliyor. Gördüğüm o kadar saygı ve yakınlık sadece Yesoo'nun bir prensin baldızı olması değil aynı zamanda başka bir prensin de sevgilisi olmasıydı. Bunlar yakında evlenirlerdi de şimdi... Düğünden önce buradan kesinlikle gitmem gerekiyor. Şaşkınlığımı ve paniğimi belli etmemeye çalışarak, "Gitsem iyi olacak, çok yoruldum bugün. İyi akşamlar." dedim. Öyle hızla yanından ayrıldım ki az daha önümdeki taşa takılıp düşüyordum. Odaya girer girmez kendimi yatağa bıraktım. Paniğimi gören Sebeo yanıma geldi, "Neyiniz var, Küçük Hanım?" dedi. "Sebeo, otur ve bana bu sarayda Prenslerle, çalışanlarla artık aklına ne gelirse. Buradaki insanlarla nasıl bir ilişkim olduğunu söyle. Bana sarayı anlat." Yatakta yanıma oturdu ve anlatmaya başladı. "Buradaki herkes sizi çok sever. Herkesle çok iyi anlaşırsınız hatta Prenslerle bile. Birkaç sene önce Büyük Hanım Yoo Li, Prens Seok'la evlenerek bu saraya geldi, sizinle birlikte. Babanız Krallığın askerlerinden biri ayrıca Kralın da gençliğinde dostuymuş. Düğündeyken Prens Minseo ile yakınlaşmışsınız ve ilk tohumlar orada atılmış." Sırıttı. "Aşk tohumları." Tokat yemiş gibi oldum. Haklıydım. Minseo ve Yesoo sevgiliydi. "Kralın on dört çocuğu var." Prenslerin hepsi bu sarayda. Veliaht Prens hariç tabi. Prensesler ise evlendiler ve zevcelerinin sarayında yaşıyorlar. 2. Prens Yeong Jin, aramızda kalsın sarayda pek sevilmez. Kibirli ve sert biridir. İlk zamanları onun himayesinde çalışırdım. Beni çok zorlardı. O kadar çok çalıştırırdı ki bir defasında hastalanıp yatağa düştüğümde beni hizmetinden kovdu. Sonra sizin hizmetinize alındım. Şikayetçiyim diyemeyeceğim. 3. Prens Seok, nazik ve sakin biridir. Babacan tavırlıdır, hatta Prensler başı sıkıştığında hemen ona koşar. Tam bir aile babası gibi." Gülümsedi. "4. Prens So, eskiden halk tarafından çok ama çok sevilirmiş. Hatta sarayda durmak yerine halk arasına karışmayı tercih edermiş. Ta ki o güne kadar... 5. Prens Jiho, kendisi olaylara pek karışan biri değil. Ya atını alır saray dışına çıkıp gezer, kralın emirlerini yerine getirip halkla ilgilenir ya da odasına kapanır." Prens Jiho'dan bahsederken yüzünün kızardığını fark ettim. "6. Prens Minseo," İmayla bana baktığında göz devirmemek için zor tuttum kendimi. "romantik prens deriz kendi aramızda. Güler yüzlü, centilmen. Size sırılsıklam aşık. Tabii siz de ona. Aşkınız bütün halkın dilinde. Nişanlandığınızda sevinç ve cümbüş kopmuş sokaklarda. Size hep kırmızı gül verir. Bir defasında bana kırmızı güllerin aşkınızın simgesi olduğunu söylemiştiniz." Hayran hayran iç çekti. "Bana arkadaş gibi olduğumuzu söylediğiniz için her şeyinizi anlatırsınız." Gülümseyerek ellerime uzandı ama ben Prens Minseo ve nişan kısmında kalmıştım. "Sen az önce Prens Minseo ile nişanlı olduğumu mu söyledin?" Başını olumlu anlamda salladı. "O zaman yakında düğünde olur değil mi?" Paniğimi belli etmemeye çalışırken ter boşaltıyordum resmen. Durum sandığımdan da vahimdi. "Aslında çoktan olması gerekiyordu ama Kraliçe Wang Chae Won'un ölümünden sonra ertelendi. Kendisi kalp hastasıydı. Genç yaşında vefat etti." Hadi dinlenin. Bir şeye ihtiyacınız olursa yan odadayım. Seslenmeniz yeterli." Onu başımla onaylayıp yatağa uzandım ve gözlerimi kapadım. Aslında yorgun değildim. Sadece kaçma planımın ilk hamlesini yapmak için yalan söylemiştim. Gece olup herkes uyuduğunda planımı devreye sokacaktım. Demek yakında evleniyorum ha? Bunun gerçekleşmesine izin veremem. Hele ki Yesoo'nun bedeninde ben varken asla. Ne yapıp edip saraydan kaçmalıyım. Bahçedeki ve koridordaki sesler geceye doğru kesildiğinde hemen ayağa fırladım. Gideceğim ilk yer hamamdı. Nedense o su da bir şeyler olduğuna inanıyordum. Odadan çıkıp Prens Cheol''ün tarif ettiği gibi ana binaya gittim. Bahçede ve koridorda nöbetçi olan birkaç hizmetçi dışında kimse yoktu. Hamamın olduğu tarafa doğru yürürken önümü kesen hizmetçiyle duraksadım. "Küçük Hanım bir şeye mi ihtiyacınız var?" Ama atladığım bir şey olduğunu fark edip duraksadım ve az önceki kadına seslendim. "Ya da bekle. Benim için hamamı hazırlar mısın? Baya sıcak olsun su. Çok sıcak. Öyle seviyorum." Kadın afallamış bir halde yüzüme bakıp istediğim hamama doğru ilerlerken arkasından baktım. Ben burada su nasıl ayarlanıyor, nerden bileceğim ki? Ki zaten hayatımda hiç hamama da gitmedim. Kadın suyu ayarladığında bir şeyi merak ederek kadına sordum. "Bu su nasıl ısınıyor? Herhangi bir yerde ısıtma sistemi göremedim." Şofben gibi mesela. Kadın sanki "bunu nasıl bilmezsiniz" der gibi gözlerini kırpıştırarak bakınca gözlerimi kaçırarak saçımı kaşıdım. "Hafızamı öyle bir kaybetmişim ki temel şeyleri bile hatırlamıyorum. Ondan sordum. Her şeyi yeniden öğrenmek için." Kadın anlayışla gülümseyip, "Ondol sistemiyle Küçük Hanım." dedi. Ah, tabii ya. Duymuştum onu! Tarihin ilk yerden ısıtma sistemi diyebiliriz. "Anladım, teşekkür ederim." "Pekâlâ." Önümde reverans yapıp banyodan çıktı. Çıkmadan önce de, "Bir şeye ihtiyacınız olursa hemen kapının dışındayım." dedi. Kapalı bir havuz gibiydi burası. Küvete benzer kare boşlukta neredeyse ağzına kadar sıcak su doluydu. Yapısı koyu kahve ve karamel tonlarındaydı. Küvete doğru yaklaştım. Üstümü çıkarma zahmetine girmeden suya elimi değdirdim. Resmen kaynar su. Bir anda atlasam, birkaç saniye beklesem? Yanmayı göze almalıydım. Ailem için. Annem ve kardeşim için. Ayağa kalktım ve yavaş yavaş suya girdim. Öyle sıcaktı ki çığlık atmamak için zor tuttum kendimi. Ama böyle olması gerekiyordu. Belki bu su büyülüydü ve büyünün işe yaraması için suyun kaynar olması gerekiyordu. Sebeo ne demişti? Resmen kaynar su. Dayanmak zorundayım. Soyun ortasına kadar geldim. Yavaş yavaş alışıyordum sanki. Birkaç dakika bekledim. Gözlerimi kapadım ve kendimi sıkmamaya, gevşek bırakmaya çalıştım. Yanma hissi dışında hiçbir şey hissetmiyordum. Kalbim boğazımda atıyordu. Ne kadar süre suyun içinde kaldım bilmiyorum ama hiçbir değişiklik olmadı. Yine Yesoo'nun bedenindeydim. Bu defa kafama kadar suya girdim. Belki de her yanıma işlemeliydi bu su. Bir yandan tılsımlı bir söz mü söylemem gerekiyordu acaba? Neden hala hiçbir şey olmuyor? Nefesim kesilen kadar suyun altında bekledim. Ciğerlerimde soluduğum hava yeterli gelmeyince nefes nefese başımı sudan çıkardım. Hiçbir şey olmadı. İşe yaramadı. Ne yapmam gerekiyor? Kaç dakika, kaç saat kalmam gerekiyor bu lanet olası su da? Hiçbir işe yaramadı işte, yaramadı! Zaten ne bekliyordum ki? Öylesine bir suyun nasıl bir büyüsü olabilirdi ki. Marifet su değildi. Yesoo intihar ediyordu. Ve ben bundan farklı anlamlar çıkardım. Ne kadar aptalım! Sudan yavaşça çıktım. Öfkeliydim. Çok öfkeliydim. Yesoo'ya öfkeliydim ama en çok da kendime öfkeliydim. Nasıl bu kadar aptal olabilirim ki? Gerçi bulunduğum durumun da pek mantıklı bir yanı yok ama. Sırılsıklam olmuş bir halde hamamdan çıktım. Arkamdan hizmetçi kadının, "Küçük Hanım, ne oldu size? Kıyafetlerinizle mi girdiniz? Üşüteceksiniz. Durun da yeni kıyafetler getireyim." dediğini duydum ama umursamadım. Bir çuval gibi oradan oraya yalpalanarak koridorda yürüdüm. Beni gören hizmetçiler şaşkınca bakıyor kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Bahçeye çıktığımda kaldığım köşke doğru yürüdüm. Islak kıyafetlerim bedenime yapışmıştı ve soğuk her bir yanıma işliyordu. Az önce cayır cayır yanıyorken şimdi donuyordum ama umursayamadım. Beynim vızıldıyordu sanki. Üzerimde anlamlandıramadığım bir sakinlik vardı. Ne yapacağım ben? Nasıl bulacağım kendi bedenime dönmenin yolunu? Geleceğe gitmenin yolunu? Odanın kapısına geldiğimde Yoo Li'yi gördüm. Sırılsıklam olmuş halimi görünce tokat yemişe döndü ve koşarak yanıma geldi. "Ne oldu sana böyle?! Yesoo, bu halin ne?!" Boş bakışlarımı yüzüne kaldırdığımda olağanüstü bir sakinlikle, "Suya düştüm." dedim. "Nasıl?" Babamla birlikte apar topar hastaneye yetiştirmişlerdi. Eve döndüğümüzde kolumu kaldıracak halim bile yoktu. Hatta bilincim bile tam anlamıyla yerinde değildi. İyileşene kadar annem beni yedirir, içirir, giydirdi. Hayatımda hiç öyle hasta olduğumu hatırlamıyorum. Gözümde canlanan anılar yüreğimi kabarttı. "Annemi özledim." Diyerek çocuk gibi ağlamaya başladım. "Babamı özledim. Ah, baba..." Ellerimle yüzümü kapatıp içli içli ağlamaya başladığımda Yoo Li bir kez daha şaşkına döndü. Beni kollarının arasına alırken sesi titriyordu. "Kardeşim neyin var senin böyle? Babamızla daha yeni görüştük sayılır." Yesoo ne şanslıydı ki babası hayattaydı. Daha yakın bir zaman önce görüşmüşlerdi. Bense babamı görmeyeli aylar olmuş gibi hissediyordum. "Keşke anne ve babalar ölmese." Ağlamamı durduramıyordum. O kadar çok ağlıyordum ki yakında göz pınarlarım kurusa şaşırmazdım. Gülmek bile suçlu hissettiriyordu artık. "Şşt, böyle söyleme." Saçlarımı okşayıp benden uzaklaştı ve dolaptan çıkardığı temiz, beyaz Hanbok'u giymem de bana yardım etti. "Hadi uyu ve dinlen biraz. Yarın daha iyi hissedeceksin." Saçlarımın arasına öpücük kondurdu ve üstüme yorganı örtüp odadan çıktı. Akan gözyaşlarımı silip küçük oval pencereden ay’ı seyrettim. Bu gece çok büyük görünüyordu. Sanki yanımdaymış gibi. Işığı odamı aydınlatıyor, yüzümün yarısına vurup diğer yarısını gölgede bırakıyordu. Sanki bana evimin varlığını hissettirmek ister gibiydi. Sonra yanına parlak bir yıldız ilişti. Ay ve Yıldız birleşmişti sanki. Karanlık gökyüzünde göz alıcı şekilde parlıyorlardı. "Yalnız değilsin, evin burada, yanında," diyorsunuz bana değil mi?" Buruk bir şekilde gülümsedim. Kendimi evimde, ailemin yanında hayal ederek uykuya daldım. Yarın ne olursa olsun bu saraydan gidecektim. Tanımadığım bunca insanın arasında onlara ayak uydurarak yaşamaya çalışmak yetmiyormuş gibi bir de tanımadığım bir adamın aşk dolu sırnaşmaları ve düğün saçmalıklarıyla uğraşamazdım. Gidecektim. Gerekirse bir at çalıp kaçacaktım bu saraydan. Kendi ülkeme, evime dönecektim.
Her cumartesi pazar bölüm yayınlamayı planlıyorum. Bölümler kısa olduğu için böyle bir şey düşündüm ama son bölümler fazlasıyla uzun olduğundan sadece tek bölüm yayınlayacağım, sindirme açısından.😅 |
0% |