Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm ~ Gölge.

@theragn_

Keyifli okumalar!✨

Yesoo'nun bedenine girip onun hayatını yaşamaya başladığımdan beri tek düşündüğüm şey geri dönmekti. Bedenime kavuşmak ve kendi zamanıma dönmek. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Kaçmak istiyordum bu saraydan. Çok uzaklara kaçmak. Kendi ülkeme dönmek. Hele ki şu an başımda bir evlilik mevzusu varken burada kalamazdım. Tanımadığım bir adamla nasıl evlenebilirdim ki? Bu imkânsız. Buna izin veremem, bu düğün gerçekleşmemeli.

Kaçacağım, bu gece herkes uyuduktan sonra ahıra gidip bir at kaçıracak ve kaçacağım, başka yolu yok. Bu bedenden kurtulamıyorsam bu bedenle kendi ülkemde yaşarım. "Yesoo, hadi aç ağzını artık, bitecek bu yemek." Dün gece yaşadığım duygu boşalması sonucu, -kelimenin tam anlamıyla ağlaya ağlaya uyumuştum.- Yoo Li sabaha kadar başımda beklemiş sabah olunca da elinde gümüş bir tepsiyle beni uykumdan uyandırmıştı. Şimdi de yemek yedirmeye çalışıyordu ama ben inatla reddediyordum. Tek lokma yiyecek halim yoktu. Dün yaptığım -inandığım- saçmalıktan sonra yeterince yıpranmıştım ve iştahım yoktu.

Başımı iki yana sallayıp copstick'le uzattığı balığı reddettim. "Tanrı aşkına Yesoo, ne oldu sana böyle? Hiç yapmayacağın şeyler yapmaya başladın." Diyerek yakınınca iç çektim. "Aç değilim sadece."

"Konu sadece aç olmaman değil. Her neyse." Ağzıma tepmeye çalıştığı hiçbir yemeği yemeyeceğimi anlayınca yataktan kalktı ve elindeki tepsiyi Sebeo'ya verdi. "Şimdi benim gitmem gerekiyor. Öğleye doğru geleceğim ve yine yemek getireceğim. Eğer onu da yemezsen seni Prens Minseo'ya şikâyet edeceğim bilesin. Benim elimden yemiyorsun ama belki onun ısrarıyla yersin." Sıkılmış bir halde başını iki yana sallayıp odadan çıktığında Sebeo hemen ayak ucuma kıvrıldı.

Yüzünü buruşturup bana bakıyordu. "Neyiniz var, Küçük Hanım? Hasta olmadığınızı söylüyorsunuz ama hiçbir şey yemiyorsunuz. Bir anda ağlamaya başlıyorsunuz. Hatta rüyanızda sayıklıyorsunuz. Dün Prens Minseo’nun verdiği gülleri bile ben vazoya koydum. Normalde bunu hevesle siz yapardınız." Rüyamda ailemi görüyordum. Annem telefonla beni arıyor ve ulaşamıyordu. Sonra da büroya geliyordu ve orada beni göremeyince panik olup baygınlık geçiriyordu. Sonra babam geliyor annemin elinden tutup götürüyordu.

Nereye götürdüğünü bile bilmiyordum. Yesoo benim bedenimden çıkıp Miray'a saldırıyordu. Bedenim cansız bir beden gibi yere yığılıyordu falan... Saçma sapan rüyalar. "Bir şeyim yok, Sebeo. Uyusam geçer merak etme. Lütfen beni biraz yalnız bırakır mısın?" Sebeo başını sallayıp onayladı ve ayağa kalktı.

Gitmeden önce yan odada olacağını ve bir şeye ihtiyacım olursa seslenmemin yeterli olacağını söyleyip gitti. Kendimi yatağa bırakıp yorganı kafama kadar çektim. Hiç kimseyi görmek ya da konuşmak istemiyordum. Bu şekilde yatıp gece olmasını bekleyecektim. Öyle de yaptım. Odamın kapısının sürgüsünü çekip kimseyi odaya almadım. Yerimden de kalkmadım çünkü halsiz hissediyordum. Ve heyecanlı, biraz da gergin. Eğer planım işe yaramazsa bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Gece olduğunda saraydaki hizmetçilerin odalarına çekilmelerini bekledim. Dışarıdan hiç ses gelmeyince nihayet yataktan kalktım ve giysi dolabına yaklaştım.

Dolaptaki rafta katlı duran pembe pelerini alıp üstüme geçirdim. Odanın kapısını elimden geldiğince sessiz bir şekilde açmaya çalıştım ama ağır tahta birbirinden ayrılırken ister istemez ses yapıyordu. Başımı dışarıya uzatıp ortalığı kolaçan ettim kimsecikler görünmüyordu. Rahatlayarak dışarı çıktığımda kalbim göğsümde öyle hızlı atıyordu ki canım yandı. Sakin ol Aylin, başarabilirsin, yapabilirsin! Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım ama nafile bir çabaydı. Adrenalinden bayılacak gibiydim. Hızlı adımlarla koridoru geçtim. Gerçekten de ortalıkta hiç kimse yoktu. Herkes odalarına çekilmişti. Koridorda ilerlemeye devam ettim. Sağa döndüğümde köşkün kapısı beni karşıladı.

Gözlerimle sürekli etrafı gözlüyordum. Öyle ki başım dönmeye başlamıştı. Bahçeye çıktığımda etrafta dolaşan birkaç hizmetçi ve muhafız görmemle dona kaldım. Neyse ki bahçe yeterince karanlıktı da yüzler seçilmiyordu. Onlar da zaten ayakta uyuyordu. İki muhafız ellerini arkalarında bağlamış sohbet ede ede -sözde nöbet tutuyorlardı- bir aşağı bir yukarı yürüyorlardı. Kadın hizmetçilerden dört kişilik bir grup ellerinde boş çamaşır sepetleriyle tam yanımdan geçtiler. Ama onlarda ayakta uyudukları için beni fark etmediler. Bir an için hallerine acıdım. Kim bilir saat kaçta uyanıp onca işi yetiştirmeye çalışıyorlardı.

Üstüne bir de gecenin geç saatlerine kadar çalışmaya devam ediyorlardı. Bazıları ise nöbete kalıyordu. Benim de çalışma saatlerim çok uzun ve yoğun olduğu için onlarla ister istemez empati yapabiliyordum. 

Planına odaklan Aylin, planına. Önce ahırı bulmam gerekiyordu. Ama ahırın nerede olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Koca sarayda ahır nerede olurdu ki? "Dong Gi'yi göreniniz var mı?" Duyduğum ses bir muhafıza aitti. "En son ahırı temizliyordu." Ona cevap veren ise yanlarına yeni gelen uzun boylu ve yapılı diğer muhafızdı. "Ne oldu ki?" Muhafız sırıttı. "Çarşı da bir esnaftan siparişi vardı. Onu almam için rica etmişti bana da onu verecektim."

"Niye sırıtıyorsun o zaman böyle?" Adam daha fazla sırıttı. "Broş almış bizimki, kadın broşu. Artık gönlünü kime kaptırdıysa." Adamların üçü de gülmeye başladı, bu durum çok hoşlarına gitmiş gibiydi. "Eh, ben ahıra gideyim de vereyim bari." İşte sana fırsat kızım. Bu gece şans benden yana. "Biz de mutfağa gidip iki içki patlatalım be nasıl olsa ne gelen var ne giden." Yanındaki bunu makul bulmuş olacak ki ikisi omuz omuza verip mutfağın yolunu tuttu. Ben ise ahıra giden adamın peşindeydim.

Sessizce on adım gerisinde ilerliyordum. Ahır ana kapının hemen sağında ve epey uzağında kalıyordu. Hemen karşısı arka bahçeyi gösteriyordu. Arka bahçedeki göleti ve tepesindeki köprüyü görebiliyordum. Muhafız ahırı temizleyen bekçinin yanına geldiğinde bende köşklerden birinin arkasına saklandım ve onları izlemeye başladım. Adam elinde tuttuğu keseden çıkardığı broşu adama verdi. Adam sevinçle karşısındaki muhafıza sarıldı ama muhafız onu hemen itip yüzünü buruşturdu. Kötü kokuyor olmalıydı.

Onunla birlikte istemsizce bende yüzümü buruşturunca kendime güldüm. Muhafız adamın yanından ayrıldığında bekçi yalnız kalmıştı. Alnından akan teri elinin tersiyle silip küçük bir sandalye çekti ve nefes nefese oraya oturdu. Umarım uyurdu da bende rahatça ahıra girerdim. İstediğim gibi de oldu. Bekçi öyle hızlı bir şekilde uykuya daldı ki on dakika ya oldu ya olmadı. Çok yorulmuş olmalıydı. Horultusu tüm sarayı inletiyordu neredeyse. Horlamıyor adeta kükrüyor. Harekete geçme zamanımın geldiğini bildiğimden yavaş ve küçük adımlarla ahıra yaklaştım. Fark ettiğim şeyle sıkıntıyla bir iç geçirdim. Ahır tabii ki kilitliydi. Ama neyse ki bekçi de anahtar vardı. Tek sorun, o anahtarı nasıl alacağım?

Küçük adımlarla sandalyeye yayılıp fosur fosur uyuyan bekçiye yaklaştım. Yaklaştıkça buram buram tezek kokusu burnuma dolunca kusmamak için elimle ağzımı kapatmak zorunda kaldım.  Allah'ım, bir insan böyle kokarken nasıl uyuyabilir?! Benim yapacağım ilk iş duş almak olurdu.

Anahtar adamın beyaz ve siyah karışımı Baji'sine takılı duruyordu. Kemer takılması gerek boşlukta anahtar demiri takılıydı. Elimi anahtara uzatıp dokunduğum anda bekçi kıpırdadı. Kendimi nasıl geriye attım bilmiyorum bile. Nefes alışverişim hızlanmış, alnımdan soğuk terler boşaltıyordum. Allah'ım şu işten bir kurtulayım kurban keseceğim... Bekçi tekrar horlamaya başladığında elimi kalbime koyup derin bir nefes aldım. Tekrar anahtara uzandığımda nihayet tutabildim.

Anahtar demirini kumaştan kurtardığımda ellerim deli gibi titriyordu. Hatta az daha anahtarı düşürecektim. Bir tane anahtar vardı ve muhtemelen bütün kapıları açıyordu. Siyah ve ağır bir anahtardı. Hangi atı alacağımı bilmiyordum ama uzun bir yolculuk olacağı için iri bir at olmalıydı değil mi? Hayatımda hiç ata binmediğim ve atlarla ilgim olmadığı için sadece tahmin yürütüyordum. Atlara şöyle bir göz gezdirdim; siyah, kahverengi yine kahverengi ama alnında beyaz bir lekesi var. Beyaz bir at da vardı. Öyle güzellerdi ki hayran kalmıştım. Hayatımda ilk defa bir atı bu kadar yakından görüyordum. Tabi küçükken az daha bir at tarafından tepilmek üzere olduğumu saymazsak.

Küçükken mahallede babamın bana aldığı topaç'la oynarken arkamda duran eskici arabasını görmemiştim. Topaç'a öyle bir dalmıştım ki az daha at tarafından tepilmek üzereyken benden beş yaş büyük komşumuzun oğlu tarafından kurtarılmıştım. Öyle korkmuştum ki rüyamda günlerce siyah ve devasa bir at tarafından kovalanıp durmuştum. Şu an bu atların karşısında durmak bile benim için bir mucizeydi. Bu yüzden siyah olan attan uzak durup cüsseli kahverengi ata doğru ilerledim. Hem çok korkutucu hem de asil görünüyordu. Baştan ayağa titriyordum. Hem korkudan hem heyecandan. 

Sanırım travmam tetiklendi. Elimdeki anahtarı kapı deliğine sokup çevirdim. Kapı açılır açılmaz at homurdanmaya başladı ve yerinde kıpırdandı. "Şşt, sakin ol. Benden sana zarar gelmez." Senden bana daha çok zarar gelir...

Ata korka korka yaklaştım. Korktuğumu hissetmiş olacak ki daha çok huzursuzlanmaya başladı. Sakin olmalıyım, cesur olmalıyım... Ata biraz daha yaklaşıp tüylerine uzandım ve yavaşça okşadım. Çok yumuşaktı. Derisi elimin altında kayıp gittiğinde huylanarak geri çekildim. Size hayvanlara dokunamadığımı söylemiş miydim? Mübarek, hepsiyle bir anım var çünkü! Elimi bu defa başına uzattım ve sakin sakin okşadım. Benim için zordu ama ona ihtiyacım vardı. Sakinleşmesi gerekiyordu. Nihayet huysuzluğu bırakıp sakinleştiğinde bacaklarını sağa sola savurmayı bıraktı.

Dizginleri tutup onu ahırdan çıkarmaya başladığımda bekçinin hala uyuduğunu fark ettim. Ne uyku ama...

At ahırdan çıktığında onu dört kapıdan birine yönlendirdim. Bakıldığında kapıların dizilimi kare şeklini oluşturuyordu. Ana kapıdan çıkamayacağım için ortadakini tercih ettim. Zaten ahırla arasında pek bir mesafe yoktu. At öyle ağırdı ki dizginlerini tutup çekiştirirken daha fazla terliyordum. Dizginleri tutan elim acıyordu. Ellerimin de buz kestiğini düşünürsek iyi dayanıyordum. Hava çok soğuk of! "Bana hiç yardımcı olmuyorsun, biraz da hızlı ol hadi." Koca cüssesi buna müsaade etmiyor galiba. Nihayet kapıya geldiğimde dizginleri bıraktım ve kapıya ilerledim. Kocaman ve uzun bir kilitle korunuyordu. Açmak için iki elimi de kullanmam gerekti. Ağırdı ve kilidi kendime doğru çekerken dişlerimi sıkmama sebep oldu.

Nihayet kapı açıldığında atı saraydan çıkardım. O da kapalı alanda kalmaktan sıkılmış olacak ki beni fazla zorlamadı. Sarayın çıkışında durduğumuzda atın karşısında dikiliyordum. Ellerimi belime yerleştirip atı süzdüm. At çok büyüktü. 1.90 boyundaki bir insanın bile başını en az beş, altı santim geçerdi. Yesoo'nun boyu toplasan 1.63 falandı. Ben bu ata nasıl bineceğim şimdi?  "Tamam, hadi bakalım..." Önce sağ bacağımı kaldırıp ayağımı üzengeye yerleştirdim. Eyere tutunup kendime yukarı çektiğimde ayağıma giren kramp sunucu kendimi yerde buldum. Tam kalçamın üstüne. "Çok acıdı lan! Off geberiyorum! Galiba kalçam kırıldı." Ben kalçamı ovalayıp acıyla inlerken at hiç oralı olmadı. Ayağıma giren krampla mı yoksa kalçamdaki zonklamayla mı uğraşayım bilemiyordum.

Zorlukla ayağa kalktığımda tekrar denedim. Tekrar ve tekrar... Sürekli yere düşüyordum ya da bacaklarıma kramp giriyordu. O kadar çok düşmüştüm ki kalçam ve sırtım felaket ağrıyordu. Hatta acıyordu. Son kez denediğimde nihayet binebildim. Yine düşseydim bu defa avazım çıktığı kadar bağırırdım. Sonra da at korkar ve kaçardı bende dımdızlak ortada kalırdım. Dizginlere sıkıca tutunup bacaklarımı atın gövdesine yasladım. Yerle olan mesafe fazlasıyla yüksekti ve bir an için dağın tepesine çıkmışım gibi hissettim. Kalbimin atışı maraton koşmuşum gibi hızla çarparken dizginlere asıldım ve komut verdim. "Hadi bakalım koca adam, beni yarı yolda bırakma sakın."

İLAHİ BAKIŞ.

Genç kız içini kemiren bir sıkıntıyla uyandı. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Üzerindeki yorganı çekip ayaklandı ve odasının kapısını araladı. İçindeki bu sıkıntı onu Küçük Hanımının odasına sürükledi.

Odanın kapısına geldiğinde yavaşça kapıyı tıklattı. "Küçük Hanım, uyuyor musunuz?" Küçük Hanımından ses gelmeyince bir kez daha tıklattı kapıyı. Yine ses yoktu. İçine daha büyük bir sıkıntı çöktü.

Yavaşça kapıyı araladı, demek ki sonunda kilidi açmıştı. Başını içeriye uzattı. Küçük Hanımından eser yoktu. Aniden içini bir panik kapladı ve odaya daldı. Oda bomboş olmasına rağmen seslendi genç kız. "Küçük Hanım! Küçük Hanım, neredesiniz!"
Sessizlik.

Genç kızın içini daha büyük bir panik dalgası sardı. Hızla odadan çıkıp bahçeye daldı. Seslendi, arandı ama cevap alamadı. Yoldan geçen hizmetçilere sordu ama onların da haberi yoktu. Böyle olmayacaktı. Hemen Büyük Hanımına, Yesoo'nun ablasına koştu. Odanın kapısına geldiğinde sırılsıklam olmuş, gözlerinden hızla yaşlar dökülüyordu.

Kapının önünde bekleyen hizmetçilere feryat ederek, "Büyük Hanımı uyandırmam gerek, çekilin lütfen!"
"Olmaz, uyuyorlar." Dedi hizmetçi düz ve ifadesiz bir biçimde. "Çok önemli ama lütfen!"

Büyük Hanım ve 3. Prens sesleri duyup uyandılar ve merakla birbirlerine baktılar. İkisi de aynı anda ayaklandı. Prens kapıyı aralayıp sırılsıklam ve ağlamaktan perişan olmuş genç kızı görünce afalladı.

Zevcesi de hemen sol yanında yerini almıştı. O da genç kızın bu halini görünce şaşırdı. "Sebeo-ya, neyin var? Ne bu halin?" Dedi şoka girmiş bir halde. "Büyük Hanımım!" Genç kız hıçkırıklara boğuldu.

Dizlerinin üzerine çökmeden önce Prens onu tam zamanında yakaladı. Endişeyle sordu nazik Prens. "Sebeo, anlat n'oldu? Daha çok meraklandırma bizi." Şaşkınlıkla gözleri yuvalarından fırlamıştı.

Genç kız hıçkırıklarını dindirmeye çalışırken derin bir nefes aldı ve ağlamaktan kızarmış gözlerini Büyük Hanımına çevirdi. "Küçük Hanım, hiçbir yerde yok. Kayıp."

AYLİN.

Fazla kolay olmuştu.
At kaçırmam, saraydan kaçmam ve şimdi sokaklarla rahat rahat dolaşıyor olmam fazla kolay olmuştu. Sokaklarda birkaç adam görmem dışında kimsecikler yoktu. Gördüklerimse içki içip sarhoş olan, önünü bile zor gören adamlardı.

İç sesime güvenerek bir sağ sokağa, bir sol sokağa sapıyordum. Nereye gittiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Üstüne üstlük hava da çok soğuktu. En azından gözlerim karanlığa alışmıştı da önümü görebiliyordum.

Atın üstünde oturmaktan hem kalçam hem de sırtım daha fazla ağrımaya başlamıştı, malum alışık değildim. Kore sokaklarının gece vakti bu kadar ıssız olabileceğini tahmin etmezdim. Kore sokakları. Ben Kore’deyim...

Hala inandırıcı gelmiyordu. Sanki aniden biri önüme kamerasıyla atlayacak ve kamera şakası! diye bağıracakmış gibi geliyordu. Ya da ben öyle ümit ediyordum.

Kaç saat geçtiğini bilmiyordum ama orman yolunu bulabildiğime göre baya uzun olmalıydı. Gittikçe at tepesinde daha çok yorulmaya başlamıştım. Aniden başlayan yağmur da cabasıydı tabii. Kocaman bir ormanın içindeydim. Saray dağlık bir tepede, ormanın yamacında inşa edildiği için ormana yakındı. Yerde çok fazla kar vardı ve yolculuğumuzu zorlaştırıyordu. Hayvancağıza acımaya başlamıştım. Kara bata çıka ilerliyorduk resmen.

Orman Kocaman ve karanlıktı. Duyabildiğim tek ses kuş sesleriydi. Yarasa sesleri bile duyduğuma yemin edebilirim. Yarasalardan çok korkarım. Yağmur öylesine şiddetliydi ki önümü göremiyor, körü körüne ilerliyordum.

Atın huysuzluğuysa içimi sıkıyordu. Anlaşılan yabancılaşmıştı beni. Çok susamış ve acıkmıştım. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmursa deli gibi titrememe sebep oluyordu, çok üşümüştüm.

Derken bir ses duydum. Ağaçların arasından sanki biri beni izliyordu, hissediyordum. Bu kesinlikle kuş ya da yarasa değildi. Ve ben hislerime her zaman güvenirdim. Seslenmeli miyim?

"Kim var orada?" Bir an için sessizlik, daha sonra tekrar çıtırdama sesi duydum. Kalbim ağzımda atıyordu. Nefeslerim sıklaşmış, ellerim dizginin üzerinde hafifçe titriyordu. "Ba-bak eğer beni korkutmaya çalışıyorsan hiç komik değil!"

Toynak sesi duydum. Yavaş yavaş ve temkinli bir şekilde bana doğru gelen bir at. Atın üzerinde bir insan silüeti. Gözlerim dolmaya başladı. Yağmurdan ve karanlıktan dolayı kim olduğunu seçemiyordum. Kimdi bu?

"Ki..kimsiniz siz? Ne isti...yorsunuz benden?" Sesimin titremesine engel olamadım. Derken hiç beklemediğim ve yüreğimi ağzıma getiren bir şey oldu: tanımadığım bir gölge ata komut verip üzerime sürmeye başladı.

Ben daha ne olduğunu anlayamadan üzerine bindiğim at benden önce telaş yapmış, nalları dikmişti. Dengemi sağlamaya çalışıyım derken az daha düşüyordum. Kalbim korku ve telaşla çarpıyordu. Bu at daha bir saat önceye kadar zor yürüyordu!

Neydi bu şimdi? Bu adam delirmiş! Kaç. Kovala. Kaç. Kovala. Neyin peşindeydi bu adam?! Amacı beni öldürmek olsa böyle oyun oynar mıydı? Sadistse evet, dedi iç sesim.

Ben atı hızlandırdıkça ve dört nala koştukça, o da arkamdan daha hızlı geliyordu. Hayatımın boyunca hiç ata binmemiş biri olarak bu kadar hız yapmam hiç sağlıklı değildi.

Koskoca orman. Neredeyse zifiri karanlık. Deli gibi yağan yağmur ve peşimden koşturan ve bana ne yapacağını bilmediğim bir yabancı. Üstelik at siyah! Rüyalarımdaki gibi simsiyah! Her şey çok kolay olmuştu demiştim değil mi? Bok kolay oldu!

At üstünde koştururken bir taraftan da bağırıyordum. Kalbim öyle hızlı ve şiddetle atıyordu ki kendi sesimi duyamıyordum. "Bakın, benimle derdiniz ne bilmiyorum ama bu yaptığınız hiç hoş değil!"

Yabancı bu söylediğimden sonra kahkaha attı ve hızını kesmeden peşimden gelmeye devam etti. Gür ve sinsi bir kahkahaydı. Sanki o boğaydı, bense kırmızı bir bez parçası. Daha başıma ne gelebilir diyordum ki, atın beni üzerinden atmasıyla sözüm yarı da kaldı. Tam karın üstüne… buz kütlesiyim artık hayırlı olsun.

Öyle sert düştüm ki zaten ağrısı yeni dinmiş olan sırtım bu sefer daha beter ağrımaya başladı. Ve eminim ki kemiğim bu sefer kesinlikle kırıldı. "Hey nereye! Bırakma beni burada!" Diye bağırdım zalim canavara. Ben aptal aptal atın arkasından bağırırken yabancı kendi atından inerek üzerime gelmeye başladı.

Tamamen siyahlara bürünmüştü. Üzerinde siyah bir pelerin vardı ve yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştu. Havanın karanlığıyla kamufle oluyordu resmen. Hem geri geri kaçıyor hem de titriyordum. Gözümden akan bir damla yaşı silmeye bile cesaret edemiyordum. Öylesine korkuyordum ki bayılacak gibiydim. "Be-benden ne istiyorsun?" Yabancı önümde dikildi ve bir süre öylece bekledi.

Daha sonra beni dehşete düşürecek bir şey yaptı; Önümde tek dizinin üzerine çöküp üzerime eğildi ve baş parmağıyla gözümden akan bir damla yaşı sildi. Ben ne olduğunu anlayamadan bir anda beni kucakladı. Benimse tek yapabildiğim aval aval ona bakmaktı. Şu an ne yaşadığım hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Saniyeler sonra kendime geldim ve sanki aydınlanma yaşamışım gibi hayata döndüm. Yabancının kucağında debelenip beni bırakması için omuzlarından itmeye başladım. "Bıraksana beni!" Dedim son gücümle bağırarak. Ama o istifini hiç bozmadan yürümeye devam etti. Beni duymuyor gibiydi. "Bırak beni! Kimsin sen!"

Nihayet yüzüne attığım tokat sayesinde durdu. Anlaşılan attığım tokat şok etkisi yaratmıştı. Tepkisinin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu çünkü yüzünü göremiyordum. Tek görebildiğim uzun çenesi ve dudaklarıydı. Dudağı hafifçe yukarı kıvrıldı. Bana yandan yandan baktığını tahmin ediyordum.

"Bana vurarak büyük bir cesaret gösterdin, cesur kız." Sesi derinden geliyordu. Çekici bir ses tonu vardı, insanı hipnotize eden türden. Sonunda pelerinin şapkasını indirip delici bakışlarını bana dikti.

Gözleri resmen bir karadelik gibiydi, gözlerimi esir aldı. Siyah, beline kadar uzanan saçları vardı. Yüzünün tek tarafından sarkan kalın bir perçemi vardı, saçlarını siyah bir kurdeleyle bağlamıştı. Uzun ve pürüzsüz bir yüzü vardı. Boyu da uzundu, epey uzun. Zayıftı ama çekici bir fiziği vardı. Geniş omuzları da dahil.

Model gibiydi sanki. Ama dikkatimi asıl çeken şey yüzünde kan olmasıydı. Kanı gördüğüm an gözlerim yuvalarından fırladı ve bir çığlık koyuverdim. Yabancı çığlığımı duyar duymaz beni kucağından attı, yere bir çuval gibi düştüm. Beni kucağından attı! Adi herif! Bu sefer kesin kalçamı kırdım. Adamın yüzü öyle ifadesizdi ki sinirlerimi bozuyordu. Yürüyüp atına atladı ve sakin sakin ilerlemeye başladı, benimse tek yaptığım arkasından bakmak oldu.

 

İLAHİ BAKIŞ.

Sebeo Küçük Hanımın kaybolduğunu haber verdikten sonra 3. Prens'in yaptığı ilk iş Yesoo'nun nişanlısına yani 6. Prense haber vermek oldu. 6. Prens haberi alır almaz telaşla odasından çıktı ve ağabeyini soru yağmuruna tuttu. "Hyung, Yesoo nerede? Bir kişi bile görmemiş mi nereye gittiğini?"

3. Prens'in bu sorulara karşın verebildiği tek cevap hayır anlamında başını sallamak oldu. Bu sırada Yesoo'nun ablası haberi aldığında ufak bir baygınlık geçirse de hemen kendini toparladı ve Sebeo'yu da yanına alarak zevcesi ve 6. Prens eşliğinde Yesoo'yu aramaya koyuldular. "Yesoo hafızasını kaybetti, bu halde nereye gider, ne yapar..." Dedi kadın ağlayarak.

İki Prens'te diğer kardeşlerine haber vermeyi ihmal etmedi. Büyük Hanım ve Sebeo sarayı ararken Prensler de ahıra koşup atlarını aldılar. Atın tepesinde nalları dikerek akıllarına gelebilecek her yere baktılar. Nihayet yağmur dinmişti de önlerini görebiliyorlardı.

3. Prens ve 7. Prens sokakları ararken, 5. Prens ve 9. Prens'te pazar alanlarını ve hanları aradılar. Hiçbir yerde Yesoo'ya dair bir iz yoktu. 6. Prens endişelenmeye başlamıştı artık. Yesoo nereye gitmişti?

Prensler olanı biteni anlatmak için bir araya toplandıklarında hepsinin yüzünden düşen bin parçaydı. "Ben ormana doğru gideceğim, belki orada bulurum onu," diyerek fikir attı ortaya 6. Prens Minseo. Kardeşlerinden olumsuz yanıt alınca omuzları düştü ve sıkıntıyla iç geçirdi. Kendini çok çaresiz hissediyordu. Nişanlısı ilk defa böyle kayboluyordu.

Normalde de bir yerlere gidip gezerdi ama son zamanlardaki halleri özellikle hiçbir şey hatırlamıyorken böyle kaybolması onu daha çok endişelendiriyordu. Kalbi onu kaybetme korkusuyla ikiye bölünüyordu sanki.

7. Prens lafa girdi, Yesoo'nun ormana gidebileceğine inanmıyordu. "Ağabey, onun ormana gidebileceğini nasıl düşünürsün? Bu hiç mantıklı değil."
"Ama görmedin mi, ahırda atlardan biri eksik. Atla başka nereye gidebilir ki?" Diyerek kardeşine zıt bir yanıt verdi 9. Prens. Hepsinin kafası karışmıştı.

Akıllarına gelen her yere bakmışlardı halbuki. Hanlar, pazarlar, eğlence yerlerinden tut sokakları didik didik etmişlerdi. Tapınaklara dahi bakmışlardı. Lakin Yesoo'dan hiçbir iz yoktu. Saraydan da bir haber gelmemişti.

"Minseo, en iyisi saraya dönelim. Yesoo'nun ormana gidebileceğini bende düşünmüyorum. Belki çoktan dönmüştür," diyerek teskin etti 5. Prens kardeşini. Prens Minseo'nun aklı hala ormana gitmekteydi lakin kardeşlerinin sözünü dinleyerek sarayın yolunu tuttu.

Saraya vardıklarında, saray çalışanlarının da aramaya katıldıklarını gördüler. 3. Prens zevcesinin hala telaş içinde olduğunu fark ettiğinde Yesoo'nun dönmediğini anladı. O da gittikçe meraklanmaya başlamıştı. Derken bir kıpırtı oldu. Saraydaki bütün gözler kimisi rahatlama, kimisi şok ifadeleriyle kapı girişine kilitlenmişti.

Prens Minseo gördüğü manzaraya karşında dehşete düştü ve bedeni kaskatı kesildi, kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibiydi adeta. Yesoo kapı girişindeydi; Üstü sırılsıklam ve bitap haldeydi. Ama Prensi dehşete düşüren, kalbinin sıkışmasına sebep olan şey sadece bu değildi: Yesoo 4. Prens'in kucağında baygın bir şekilde yatıyordu.

Loading...
0%