@theragn_
|
Keyifli Okumalar!✨ Prens Minseo'nun yüzü söylediğim berbat yalandan sonra bembeyaz kesildi. Öylesine çıkmaz bir yola girmiştim ki nasıl çıkacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kendime gerçekten inanamıyorum..."Veba mı? Se-sen ciddi misin? Ah, bunu daha önce neden bana söylemedin Yesoo!" Diyerek adeta gürledi. Olduğum yerde sıçradım. Prens Minseo söylediğim yalana öyle bir inanmıştı ki gözlerine sinen korku, içimdeki paniğin daha da artmasına sebep oldu. Küçücük oda da volta atıyordu. Yüzü endişeyle çarpılmıştı, sık nefesleri odanın içinde yankılanıyordu. Bula bula bu yalanı bulduğuma gerçekten inanamıyorum. Ama başka çarem yoktu. Tanımadığım bir adamla evlenmektense bu yalanı sürdürmeyi tercih ederim. Ki öyle de yaptım. "Ben... Saraya döndüğümden beri pek iyi değilim. Aslına bakarsanız siz gelmeden önce hastalıktan kırılıyordum." Sesime halsiz bir tını koymaya çalıştım. Prens’in aldığı yüz ifadesine bakılırsa başarılı da olmuştum. "Bunu bana daha önceden söylemeliydin! Sen böylesine acı çekerken ben..." Dedi kendi de acı çeker gibi. Öylesine korkmuş görünüyordu ki ona bunu yaptığım için kendimden nefret ettim. Bir anda durup yanıma yaklaştı ve yatağın ucuna oturup ellerimden tuttu. Daha sonra yüzümü ellerinin arasına aldı ve geçen sefer ki gibi alnıma sevgi dolu öpücüğünü bıraktı. Sevgi dolu ve sıcaktı. Veba denen illetin kendisine bulaşmasından hiç korkmuyor gibiydi. Gerçi vebalı gibi zerre görünmüyordum. Karşımda kim olsa turp gibi sapasağlam olduğumu hemen anlardı ama Prens anlamamıştı. Aşk gerçek anlamda gözünü kör etmişti bu adamın. Sen bizim zamanımızda olsaydın seni çatır çatır harcarlardı be Prens… O an anladım ki Prens Minseo Yesoo için ölüme bile giderdi. Ama ben kendini feda edeceği aşkı Yesoo değildim. Ondan ayrılarak aramıza mesafe koydum. Gözlerini gözlerime kenetleyip, "Çok mu kötü hissediyorsun? Hemen şehrin en iyi hekimlerini çağıracağım." Dedi. "Bir an önce iyileşmen için her şeyi yapmaya hazırım." Hekim. İşte şimdi yandım..."Ha-hayır, hiç gerek yok. Be-ben bir süre dinlensem eminim ki iyi olacağım." Bu adamın yanındayken neden hep kekeliyordum ki? "Hem belki de ben yanlış anlamışımdır. Bir gece boyunca yağmurun altında kaldığımdan fena üşütmüş olmalıyım. Eh, kar kışta malum…" Dedim panikle. Prens bu söylediklerime hiç inanmadı. Kendi bildiğini okuyarak ayaklandı ve kapıya doğru ilerledi. Bir anlık durup omzunun üzerinden bana baktı. Yüzü sert bir ifadeye bürünmüştü. "Sebeo'ya da bu durumu benden sakladığı için ağır bir ceza vereceğim." Deyince ayağa fırladım. Sebeo eğer veba olduğumu öğrenirse ortalığı velveleye verirdi. O yetmez, tüm saray öğrenirdi. Benim yüzümden Sebeo'nun başına dert açılacaktı. Buna izin veremezdim. Prense yaklaştım ve iki elimle bileğinden sıkıca kavradım. Teni buz gibiydi. Söylediğim yalanın onu bu derece korkutacağını hesaba katmamıştım. Prens, Yesoo'nun küçük elleriyle kavradığım bileğine baktı ve bakışlarını tekrar gözlerime kenetledi. Her zaman gözlerimin içine bakıyordu. "Lütfen Prensim, Sebeo'nun bir suçu yok. Ona ben söyledim saklamasını. Lütfen benim için affedin onu." Dedim ağlamaklı bir ifadeyle. Oscarlık oyuncuyum yemin ediyorum. Ona karşı bulunduğum yakınlık anında zırhını indirmesine sebep oldu. Yesoo'nun Prens üzerinde çok büyük bir etkisi vardı. Umarım kendi bedenime bu evlilikten önce dönebilirdim de Yesoo ve Minseo aşkını mahvetmezdim. "Pekâlâ nasıl istersen. Ama mutlaka hekimi çağıracağım, bundan kaçışın yok." Sözlerindeki keskinliği fark ettiğimde susmam gerektiğini anladım ve itiraz etmedim. Belki hekimle bir anlaşma yapabilir, bu yalandan sıyrılabilirdim. En azından inandırıcı bir açıklama yapmasını sağlayabilirdim. "Peki, nasıl isterseniz." Prens sıcak bir gülümseme sundu, gözlerindeki derinlik içime işledi. "Saranghae, Yesoo-ya.” Dedi. (Seni seviyorum, Yesoo.) Kalbim tekledi. Bu söylediğini bana söylememişti belki ama sesindeki yoğunluk ve gözlerindeki şefkat beni öylesine içine çekmişti ki arkasını dönüp gittiğinde olduğum yerde çakılıp kaldım. Gidişini izlemekten kendimi alamadım. Nefesimi tuttuğumu bile yeni fark ediyordum. Yesoo gerçekten şanslı bir kızdı...
İLAHİ BAKIŞ. Gün akşam üzerine yaklaşırken Prens Kang So kütüphanede vakit öldürüyordu. Yanına onunla ilgilenmesi için tek bir hizmetçi verilmişti onun dışında yalnızdı. Ama alışıktı o yalnızlığa. Ne bir arkadaşı vardı ne de onu seven biri. Tek başın aylarca hayat mücadelesi vermişti. Sürgünde sadece bir buçuk yıl geçirmiş olsa bile Shinju’da geçirdiği zaman ona bir ömür gibi gelmişti. Tamam belki son günlerinde yanında “arkadaşım” diyebileceği insanlar olmuştu ama şimdi onlar yoktu ve doğrusunu söylemek gerekirse onları özlüyordu. Eğer zekasını kullanmasaydı şu an hala sürgünde olacaktı. Neyse ki artık oradan kurtulmuştu. Shinju ondan çok şey alıp götürmüştü. Ama yüzüne taktığı, hiçbir şey olmamış gibi davran, umursamaz ve gamsız ol, maskesi herkesi kandırmaya yetiyordu. İşlemediği bir suçla damgalanmış, bu sebeple herkes ondan uzaklaşmıştı. Uzaklaşmayan tek bir kişi vardı: kardeşi İn Baek. Belki yanında olduklarını bildiği birkaç kardeşi daha vardı ama hiçbiri İn Baek kadar açık değildi. Onunla da pek görüştüğü söylenemezdi. Kendisi yeni baba olduğundan mütevellit vaktinin çoğunu zevcesi ve oğluyla geçiriyor, aklına düştükçe abisini ziyaret ediyordu. Kang So bu durama kızmıyordu. Sarayda kalabilmesindeki etkenlerden biriydi neticede. En azından o öyle sanıyordu. Bebeğini görmeye gittiğinde zevcesinin rahatsız olacağını ya da korkacağını sanmıştı ama onun da İn Baek’ten bir farkı yoktu. Kang So’yu gayet sıcak ve saygıyla karşılamıştı. Yeğenini en başta kucaklamak istememişti. O çok temizdi, çok güzeldi. Ama Kang So kirliydi. Öyle hissediyordu. Ama kardeşi onun böyle olmadığını, bebeğini onun kollarına bıraktığında kanıtlamıştı. Bu onun itiraz ediş şekliydi. Kendisi babalık duygusunu henüz tadamamıştı ve kardeşinin nasıl hissettiğini anlayamazdı. İleride bu duyguyu tadabilmeyi umdu. Prens camın eşiğine yaslanmış elindeki şiir kitabını okuyordu. Şiir sevdiğini bilen çok az insan vardı. Nedense bunun bilinmesini istemiyordu. Şiir sevmek görünüşüne çok zıt kalıyordu. En azından şu an için böyle düşünüyordu. Belki de gelecekte bu fikri değişirdi bilemiyordu. Sarayda yapabileceği tek şey ya kılıç sallamak ya da kitap okumaktı. Artık halkın arasına da karışamıyordu. Karışırsa eğer neler olacağını düşünmek bile istemiyordu. Gitmeden önce halkı onun halkıydı. Ama şimdi çok yabancı hissediyordu. Elindeki kitaba daldığı sırada duyduğu bir sesle irkildi. Başını kaldırdığında orta yaşlı bir kadın dikiliyordu karşısında. Dikkatini kadına verdi. Kadın Prens'in karşısında reverans pozisyonunda duruyor, ona bakmıyordu. Alnından terler aktığını fark etti Kang So, ondan çekindiği bariz ortadaydı. "Kraliçe Hazretleri sizi görmek istiyor Prensim." Dedi kadın ürkek bir sesle. Annesinin onu görmek istemesi şaşırtmıştı Prensi. Elindeki kitabı camın eşiğine koyup üzerine çekidüzen verdi. "Gidelim." Dedi kendinden emin bir tavırla. Sağlam adımlarla hizmetlinin önünden ilerlemeye başladı. Kalbi aniden gerginlik ve merakla çarpmaya başlamıştı. Geldiğinden beri annesiyle görüşmeye çalışıyor ama her seferinde geri çevriliyordu. Ne olmuştu da birdenbire kabul edilmişti? Ne konuşacaktı annesi onunla? Yoksa saraydan gitmesini mi emredecekti? Bunu kabul etmeyeceğini bile bile böyle bir emirde bulunmazdı. Bir şart koşmuştu Prens, Kral da bu şartı kabul etmişti. Kraliçe buna söz söylemezdi. Peki o zaman ne için çağrılmıştı? Prens annesinin odasına gelince durdu. Hizmetli kadın haber verme bahanesiyle içeri girdi. Girmesiyle çıkması bir oldu. "Kraliçe Hazretleri sizi bekliyor." Dedi kadın. Kesik bir nefes verdi Kang So, omuzlarını dikleştirdi ve odaya ilerledi. İçeri girer girmez arkasından kapı kapandı. Kang So Kraliçe'ye doğru ilerledi ve önünde diz çökerek reverans yaptı. "Majesteleri..." Kraliçe tüm asaletiyle sedirinde oturuyordu. Öyle bir havaya sahipti ki göreni adeta titretebilirdi. Üzerinde kırmızı, yer yer altın işlemeli bir Hanbok vardı. Saçını simit şekilde koca bir örgüyle topuz yapmış, zümrütten iğnelerle süslemişti. Küçük ve pürüzsüz yüzüne rağmen insanı ürkütüyordu. Son et parçasını yerken sanki Prens orada değilmiş gibi davranıyordu. Üzerindeki Hanbok odasıyla adeta uyum içindeydi. Kırmızı ve altın sarısı gayet lüks ve büyük bir odaya sahipti. Küçük sehpaların üzerinde altın sarısı vazolar, çeşit çeşit çiçekler vardı. Odaya hoş bir koku yayıyorlardı. Duvarda asılı tablolar odaya renk katıyordu. Duvarların yanında da kahve tonlarında uzunlamasına konsol vardı. Neredeyse üç kişinin sığabileceği kocaman bir yatak vardı. Bir duvarın tamamını kaplayan camları yazın tüm odayı ışıkla aydınlatıyordu. Öyle ki muma bile ihtiyaç duymayabilirdi. Camları lacivert ahşap ızgara panel koruyordu aynı sarayın diğer camlarında olduğu gibi. Kang So öylesine gergin hissediyordu ki alnından soğuk terler akıyordu. Bir çocuğun annesinin yanında bu kadar gergin olması normal değildi. Yaşadıkları o trajik günden sonra ilk kez bu derece yüz yüze geliyorlardı. Nasıl bir tepki alacağını, annesinin ona ne söyleyeceğini kestiremiyordu. Kraliçe oturduğu sedirden kalktı ve oğlunun tepesinde adeta heykel gibi dikildi. Bakışları bir kılıç kadar keskindi. Emindi Kang So, Kraliçe saraydan gitmesini isteyecekti. "Ayağa kalk Kang So." Sesi de en az bakışları kadar keskindi Kraliçenin Tereddüt etti Prens, aklında bin bir türlü düşünce dolaşıyordu. İstediğini yaptığı an ya tokat yerse? Ya onu daha derinden yaralayacak sözler işitirse? Dışardan bakıldığında bir kurt, belki bir aslan gibi görünüyor olsa dahi söz konusu annesi olunca adeta kediye dönüşürdü. "Ayağa kalk dedim!" Daha fazla diretemeyeceğini anlayınca ayaklandı ve Kraliçenin karşısına dikildi. Her ne kadar kendinden emin bir duruş sergilese de kadının yüzüne bakamıyordu. "Jaljinaess-eo?" (Nasılsın?) Kraliçenin sesi aniden yüzü gibi yumuşadı. Kang So annesinin bu ani değişimi karşısında afalladı. Ne cevap vereceğini bilemedi. Sanki dili tutulmuştu. Annesinin gözlerindeki merak ve şefkati fark etti ve bundan cesaret alarak, "Gwaenchanh-a, eomeoni." Diyebildi. Hala annesinin yüzüne bakamıyordu. (İyiyim, anne.) Kraliçe oğlunun bu çekingen hallerini fark ettiğinde dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. Eteğinin uçlarından narince tutarak ona yaklaştı ve ince uzun parmaklarını oğlunun çenesine dayayıp başını yukarı kaldırdı. Kang So annesinin bu hareketinden sonra hafifçe yutkundu, onunla göz göze gelmek kalbini teklemişti. "Seni özledim oğlum..." İşte bu beklenmedik bir sözdü. Kang So ne yapacağını şaşırdı. İçinde sanki nehirler akıyordu da tüm ateşini söndürmüş gibi hissediyordu. Gözpınarları yaşla doldu. "Bende seni özledim." Sesinin titrekliği Kraliçenin kırılma noktası oldu. Oğlunu kollarının arasına alıp sıkıca sardı ve kokusunu içine çekti. Gözyaşları oğlunun siyah elbisesine akıyordu. "Özür dilerim, So-ya..." Bu bile yetmişti Kang So'ya. Annesinin ona gösterdiği şefkati, kollarının arasında olup anne sıcaklığını hissetmesi yetmişti. Aylardır hasretti bu ana. "Aylarca bizden uzak kaldığın, bunca zulme katlanmak zorunda kaldığın için özür dilerim. Elimden hiçbir şey gelmedi. Babanın sözünü çiğneyemedim. Onunla defalarca konuştum, anlatmaya çalıştım." Kadının yaşadığı keder Prens'in kalbini kırdı. Adeta acı çeker gibiydi. "So yapmaz dedim ama dinlemedi. Gözlerine perde inmiş gibiydi, aklı durmuş gibiydi. İnandıramadım... Seninle görüşmemi yasakladı. Özür dilerim oğlum, bunca zaman katlandıklarına göz yummak zorunda kaldım. Senin ağabeyine asla böyle bir şey yapamayacağını biliyorum. Senin için kardeşlerinin ne kadar önemli ve değerli olduğunu biliyorum. Her şeye rağmen beni affetmezsen seni anlarım." Tek eliyle Kang So’nun yüzünü okşadı. Yumuşacık eli oğlunun yanağına sürtündüğünde Prens’in göz bebekleri titriyordu. “Başkası yapmıştır, 2. Prens yanlış görmüştür ya da geç kalmıştır, asıl suçluyu görmemiştir dedim ama dinletemedim.” Kraliçe sözlerini bitirdiğinde nefes nefeseydi. Kadının gözyaşları durmaksızın akarken oğlunun kollarında kuş gibi titriyordu. Prens daha sıkı sardı onu. Artık biliyordu; Annesi masumiyetine inanıyordu. Kang So için bu en büyük hediyeydi. "Affediyorum anne. Bana inanarak, size ihanet etmediğime inanarak en büyük iyiliği yaptın. Bunca zaman çektiklerimin acısını bana inanarak hafiflettin. Bana inanan tek kişinin İn Baek olduğunu sanırdım ama meğer..." Kraliçe oğlunun kollarından uzaklaştı ve yüzünü avuçlarının içine aldı. Yüzü yaşla ıslanmıştı. "Sana elbette inanıyorum. Sen benim oğlumsun. Canımdan, kanımdan bir parçasın. Eğer sana inanmazsam anneliğimin ne anlamı kalır? Kim ne derse desin, kalbimle hissediyorum; sen masumsun." Baş parmağıyla oğlunun yüzünü okşadı. "Söyle bana oğlum, o gece neler oldu?" ... AYLİN. Ertesi sabaha kadar Prens Minseo'nun çağırdığı hekimler beni tedavi etti. Hepsi de aynı şeyi söylemesine rağmen Prens Minseo bir türlü ikna olmuyor, iyi olduğuma inanmıyordu. Yoo Li, 3. Prens ve Sebeo da kapı girişinde bekliyorlardı. Hatta 7. Prens Cheol, 11. Prens Jun, 8. Prens Sunwoo ve 5. Prens Jiho bile. Onunla tanışma fırsatım olmamıştı ama o buradaydı. Benim için olmasa bile Yesoo için. Öyle sanıyor olsa bile. Prens Minseo hiçbirini odaya sokmamıştı. Öylesine titiz hareket ediyordu ki, hekimlere beni tedavi ederken dikkatli olmalarını söyleyip duruyordu. Sanki porselen bir bebekmişim gibi. Bu kadar ilgi ve alaka belki Yesoo'nun hoşuna gidebilirdi ama kesinlikle benim gitmiyordu. Boğuluyormuş gibi hissediyordum. Ama sesimi çıkarmaya hakkım yoktu sonuçta bu belayı başıma kendim açmıştım. Sebeo'nun kapı girişinde ağlayıp durması da cabasıydı. Ablamdan daha çok ağlıyordu kız. Yesoo'nun ablasına, abla demek geliyordu içimden. Bana o hissi gerçekten veriyordu. O güveni ve şefkati. Kendi ablam yoktu ve o kadın da abla sıcaklığı vardı. Yesoo ablasına abla dememe kızmazdı değil mi? Gerçi bedenini bile çalmıştım, ablasını çalmışım çok mu? Prens Minseo nihayet iyi olduğuma, sadece üşüttüğüme ikna olduktan sonra hekimler dağıldı. Ki gerçekten de üzerimde bir kırıklık hissediyordum. Kış ayında kar ve yağmurun altında kalınca normal tabii. Saat neredeyse akşam üzerine geliyordu. Ablam, 3. Prens ve Sebeo odaya girdiklerinde ablam hemen baş ucuma kıvrıldı. Prens Minseo sesini çıkartmadan kenara çekildi. "İyisin değil mi?" Onaylarcasına başımı salladım. "İyiyim, merak etme. Prens biraz fazla evham yaptı." Dedim gülmemeye çalışarak. "Evham değildi, çok endişelendim." Dedi Prens. Sesindeki kırgınlığı hissettiğimde rahatlaması için ona gülümsedim. "Üzgünüm..." Prens gülümsememe karşılık göz gülümsemesi sundu ve hafifçe iç çekti. "Benim de sana güzel haberlerim vardı, bu durum çıkınca söyleyemedim." Ablamın sesindeki heyecanlı tını merakımı artırdı. Dikkatimi ona verip, "Neymiş o söyleyeceğin şey?" Dedim. Nedense bende heyecanlanmıştım. "Şey..." Utangaç bir gülümseme sundu bana. Yanakları al al olmuştu. "Ben... hamileyim." Hadi canım! İşte bunu beklemiyordum. Beklenmeyen bu haber karşısında gözlerim irilişti. Sebeo ve Prens Minseo'ya baktığımda benden bir farkları yoktu. Prensler ise feryat figan odayı inlettiler. Öyle sevinmişlerdi ki birbirlerine sarıldılar. "Bu harika bir haber! Tebrik ederim!" Gülümseyip ona sarıldım o da karşılık verdi. İçim aniden sıcacık olmuştu. Onlara alışıyordum gerçekten... "Teşekkür ederiz. Artık darısı sizin başınıza." Bunu söylerken Prens ile beni kastettiğini biliyordum. Prens'in gözleri ışıl ışıl oldu, bense sadece geriliyordum. Bu evlilik mevzunu ne yapacağım ben? "Artık gidelim de Yesoo dinlensin." Dedi 3. Prens. Resmen hayatımı kurtarmıştı. Eğer bu sohbet uzasaydı düğün tarihi bile ayarlarlardı. Ablam diretmeyerek zevcesiyle birlikte yanımdan ayrıldığında Prens Minseo'da yalnız kalıp dinlenmemi söyleyerek onlarla birlikte gitti. Prensler bana geçmiş olsun dileklerini ilettikten ve Prens Jun yine elindeki bir buket çuha çiçeğini bana verdikten sonra odadan çıktılar. Sebeo'yla baş başa kaldığımda yatakta doğruldum ve badaç kurarak Sebeo'yu karşıma oturttum. Sebeo bir şey söyleyeceğimi anlayınca merakla bana bakmaya başladı. "Sebeo, Prens Minseo ile nasıl bir ilişkimiz vardı tekrar anlatsana." Dedim. Sebeo'nun yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu ve anlatmaya başladı. "Siz çok güzel bir çiftsiniz Hanımım. Yalnız kaldığımız zamanlarda hep onu anlatırdınız bana. Size her buluşmanızda renk renk çiçekler verirdi siz de kalıcı olmaları için kitaplarınızın arasına koyardınız. Onun çok romantik, nazik ve tatlı olduğundan bahsederdiniz. Hatta bazen ona mektup bile yazardınız. O da size yazardı tabii. Saraydaki herkes sizin aşkınızdan söz ediyor." Vay be, ne aşkmış... ama ben o aşkın zerresini dahi hissetmiyorum. "Hatta bir defasında siz çok hastalanmıştınız, bulaşıcı olduğunu söylemişti hekim. Prens bunu öğrenince kapınızda yatmıştı. Sabaha kadar kapıda beklemişti. Kral bu davranışını kınamış ve bir prense yakışmadığını söylemiş hatta. Öyle duydum. Buna rağmen Prens kimseyi dinlememiş." İçimde karmaşık duygular dolanmaya başlamıştı öğrendiklerimden sonra. Böylesine saf ve güçlü bir aşkı bozmaktan korkuyordum ama ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum. İstemeden de olsa bu aşkı bozacağım için hem çok üzülüyor hem de endişeleniyordum. Ama nereye kadar sabredebilirim ki? Bir yerden patlak verecek illaki. "Yoksa şimdi böyle şeyler hissetmiyor musunuz?" Ne cevap vermem gerektiğini bilmiyordum. Artık bir bahane sunmam gerektiğinin farkındaydım. "Aslına bakarsan bu evlilikten korkuyorum. Sanırım daha hazır değilim." Dedim. Doğruya en yakın yalan buydu. Sebeo şok etkisiyle yerinden fırladı, ağzı bir karış açık kalmıştı. "Mwo? Jinsim-iya?" Öyle bir bağırdı ki kulaklarımı kapatmam gerekti. (Ne? Ciddi misiniz?) Bir şey söylemeyince sözüne devam etti. Sesi kısık ve hüzünlüydü. "İyi ama siz evlenmek için can atıyordunuz. Prens size evlenme teklifi ettiğinde heyecanla gelip bana anlatmıştınız. Hatta bana yarın bile evlenebileceğinizi söylemiştiniz. Birden ne değişti böyle?" Hah! Şimdi gel buna bir cevap bul. "Ben..." İç çekip ayaklandım ve ellerimi saçlarımdan geçirdim. Başım ağrımaya başlamıştı. "Sadece son yaşadıklarımdan sonra çok yoruldum, yıprandım. Dinlenmeye ihtiyacım var. Bu evliliğe henüz hazır değilim." Dedim durgun bir ifadeyle. "Kendimi toparlamam gerek. Eğer bu haldeyken evlenirsem kötü sonuçlar elde edeceğimden korkuyorum." Sebeo dudak büküp anlayışlı bir ifadeyle başını salladı. "Ah, Küçük Hanım, anlıyorum..." Hafifçe tebessüm edip ona baktım. Bunları söylemek bir nebze de olsa içimi rahatlatmıştı. Çünkü söylediklerimde doğruluk payı vardı. "Ona bu hissettiklerimi nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum çünkü evlilik için çok hevesli görünüyor. Konusu açıldığında gözleri parlıyor." Diyerek sözlerime devam ettim. "Onu hayal kırıklığına uğratmak, hevesini kırmak istemiyorum." Sebeo uzanıp ellerimden tuttu ve yumuşak bir gülümseme sundu. "Bana soracak olursanız, ona bu hislerinizi aynı bana anlattığınız gibi anlatmalısınız. Eminim ki anlayışla karşılayacaktır. Son birkaç ayda yaşadıklarınızı o da biliyor, sizi anlayacaktır." Haklı olabilirdi. Prens Minseo anlayışlı biriydi, beni zorlamazdı. En azından onu bir süreliğine daha oyalayabilirdim. Eğer bu süre bittiğinde hala Yesoo olarak kalırsam, ki bu isteyeceğim son şey bile değil, o zaman bir çaresine bakardım. "Peki o zaman, konuşacağım." Dedim. Sebeo başıyla onaylayıp yanımdan kalktı ve kapıya ilerledi. "Siz biraz dinlenin, bende size yemek getireyim, acıkmışsınızdır." Haklıydı, çok acıkmıştım. Sebeo odadan çıktıktan sonra yatağa uzandım ve gözlerimi kapadım. Yarım saat bile olsa uyumak iyi gelirdi.
... "Küçük Hanım, uyanın!" Sebeo'nun sesiyle uyandığımda kendimi sersem gibi hissediyordum. Gün içinde uyuyup tekrar uyandığımda hep böyle hissederdim. "Yemeğinizi getirdim." Dedi elinde yemek dolu koca bir gümüş tepsiyle. Oturmam için minder de vardı. “Kimchi, pirinç yanında da tatlı olarak ballı bisküvi var. Siz seversiniz, bol bol yiyin." Yataktan kalkıp yere çömeldim. Pirinci zaten severdim. Kimchi'yi amcamın evine gittiğim zaman yengem sayesinde yemiştim ama pek hoşuma gitmemişti. Lahana ve baharatlardan yapılıyordu. Lahana sevmezdim. Baharatlı yiyeceklerde pek yiyemezdim. Ama belli ki Yesoo seviyordu. (Geleneksel Kore yemeği. Kore turşusu olarak da biliniyor.) El mahkûm yiyecektik artık... Ballı bisküviyi duymuştum ama yeme fırsatım olmadı. Yengem bir zamanlar yapmıştı lakin çalıştığımdan ötürü aile yemeğine katılamamıştım. Demek ki yemek şimdi nasip oldu. Türk yemeklerini özledim... Geldiğimden beri Kore yemekleri yiyordum. Onlar da güzeldi elbette ama Türk yemeklerinin yerini tutmuyordu. Buna bir el atmam şart olmuştu artık. "Eline sağlık." Dedim gülümseyerek. İlk iş pirinçle başladım. Mideme iner inmez bir gurultu duydum. Muhtemelen karnımdan geliyordu. Açlıktan ölmek üzereymişim de haberim yokmuş. Neredeyse yirmi dakika yemek yedim. Yemeklerin ikisi de ağır olduğunda yavaş yiyordum, sonra mide ağrısı çekmek istemiyorum. "Hanımım, bu arada size bir haberim var." Elimdeki kaşığı tepsiye bırakıp ona döndüm ve devam etmesini bekledim. "Nedir?" "Buraya gelirken Gökbilimciyi gördüm. Muhtemelen Kralın yanına gidiyordur. Onu aradığınızı söylemiştiniz, fırsat ayağınıza geldi." Dedi. Heyecanla yerimde kıpırdandım. Gerçekten de büyük bir fırsattı. Bir an önce onu bulup konuşmalıydım. "Hadi o zaman gidelim de onu kaçırmayalım." Ayaklanıp kırışmış eteğimi düzelttim ve hiç vakit kaybetmeden kapıya koştum. "Ama yemeğiniz..." "Boş ver yemeği. Doydum zaten." Sebeo'yu kolundan çekiştirip odadan çıkardım ve onunla birlikte sarayın bahçesinde turlamaya başladık. Gözlerimi durmaksızın etrafta dolaştırıyordum. Lütfen hala sarayda ol, lütfen... "Küçük Hanım?" Bunu söyleyen Sebeo değildi, bizden yaşça büyük hizmetli bir kadındı. Koridorda dolaşırken önümüzü kesmiş, tek kaşını kaldırarak şüpheci bir tavırla beni süzüyordu. "Veba olduğunuzu duydum. Ama görünüşe bakılırsa gayet iyisiniz?" Dedi kinayeyle. Gözlerim Sebeo'ya ilişti. Mahcup bir ifadeyle yerinde sinmiş, gözlerini kaçırıp duruyordu. Ah, Sebeo, ah! Bunun olacağını biliyordum. "Gayet iyiyim, teşekkür ederim." Dedim onun aksine tebessüm ederek. "Neyse, hadi gidelim Sebeo." Sebeo'nun koluna girip çekiştirdim ve hizmetli kadının yanından ayrıldık. Arkamızdan baktığına emindim. Sebeo'ya dönüp ters bir bakış attım. "Hemen ortalığı velveleye verdin değil mi?" Yüzü kızardı ve mahcup bir ifadeyle bana baktı. "Ne yapsaydım? Çok paniklemiştim. O an saklamak aklıma gelmedi." Dudak büküp başını eğdiğinde o an ne kadar tatlı olduğunu düşündüm. İstemsizce gülümsedim. "Chesohamnida, Agassi..." (Özür dilerim, Küçük Hanım.) "Tamam, her neyse. Hadi gidelim de şu Gökbilimciyi bulalım." Birlikte Kral köşküne gireceğimiz sırada önümü gökkuşağı misali renk renk Hanbok’lar içinde hizmetçiler hatta harem ağaları kesti. Afallayarak geri çekildim. “Küçük Hanım, hasta olduğunuzu duyunca çok endişelendik. Nasıl hissediyorsunuz?” Dedi endişeli gözleri ve tatlı sesiyle genç hizmetçi kız. “Size hemen şifalı bitkilerden şurup yapmalarını isteyeceğim, saray hekimi bu işte ustadır, iki güne bir şeyciniz kalmaz.” Diye ona katıldı kırklı yaşlarda görünen bir harem ağası. Prens Cheol’ün dediği gibi bordo giyinmiş, başına siyah sert kalıplı ve dikey şapka takmıştı. Böyle ön kısmı yatsı arkası dikeydi. Hemen yanındaki kız, “İstediğiniz bir yemek var mı, hemen yaparım.” Dedi. O kadar hevesli ve ilgiliydiler ki ne yapacağımı şaşırdım. Ellerimi öne uzatıp onları susturdum ve gülümsedim. İçtenlikle gülümsedim hem de. Öyle ki gözlerimin içi gülüyordu. “Çok teşekkür ederim gerçekten, ama ben iyiyim. Ufak bir soğuk algınlığı o kadar.” “Olur mu hiç öyle, Küçük Hanım? Siz hasta olursanız biz çok üzülürüz.” Yesoo’yu seven ne çok insan vardı böyle? Buna rağmen neden intihar etmek istemişti merek ediyordum. Ne olmuştu bu kadar ciddi gerçekten? “ Sebeo, Küçük Hanımımıza iyi bak. Resmen yüzü solmuş.” Sebeo yediği azardan sonra somurttu ve alıngan bir tavırla, “elimden geleni yaparım…” dedi. Onu böyle üzgün görmeye dayanamadığım için hemen lafa atladım. “O bana gayet iyi bakıyor, hastalanmam benim dikkatsizliğim.” Sebeo onu savunduğumu görünce yüzü ışıldadı. Bende sıcak bir şekilde gülümseyip koluna girdim ve onunla birlikte Kral köşküne girdik. Tek tek odaları gezdik ya da çalışanlara sorduk. Birçoğu görmediğini söyledi, birçoğu da işleri olduğunu söyleyip geçiştirdi. "Ah, Hanımım bakın! Gökbilimci orada, Kralın odasından çıktı." Sebeo'nun işaret ettiği yöne baktığımda Gökbilimcinin Kralın odasından çıktığını ve bize doğru geldiğini gördüm. Üzerinde gri bir Hanbok vardı. Kafasında yine kuyruklu şapkası. Vakit kaybetmeden önünü kestim ve saygı niteliğinde hafifçe başımı eğdim. Ufak bir yağcılık belki... "Merhaba." Dedim. Bir an için çekinmiştim. Gökbilimci ufaktan bir afallasa da aynı şekilde karşılık verdi. "Ben sizden geleceğime bakmanızı isteyecektim. Yani öyle bir şey. İnsanın ruhunu görebildiğiniz söylendi..." Aniden içimi bir gerginlik sardı. Sebebiyse Gökbilimcinin pür dikkat bana bakmasaydı. Normal bir bakış değildi bu, derin derin bakıyordu. Aynı o, pazara gittiğimde ve onunla karşılaştığım günkü gibi. Ürperdim. "Benimle gelin, Küçük Hanım." Sebeo'yla birkaç saniye bakıştıktan sonra arkasından ilerlemeye başladık. "Nereye gidiyoruz dersiniz?" Diye fısıldadı kulağıma Sebeo. "Bilmiyorum. Herhalde yalnız kalabileceğimiz bir yere gidiyoruzdur." Dediğim gibi de oldu. Yalnız kalabileceğimiz bir yere gideceğimizi biliyordum lakin kütüphane hiç aklıma gelmemişti. "Rafların arkasına geçelim." Dediğinde ona uyduk. Bize yere oturmamızı işaret etti. Niye bilmiyorum ama ne derse ikiletmeden yapasım geliyordu. "Sen çık bakalım, küçük kız." Adam resmen tatlı tatlı Sebeo'yu kovmuştu. Ona bakıp tebessüm ettim. "Çık hadi. Beni merak etme." Sebeo tereddüt etse de kabul etti ve ayaklandı, yanımızdan ayrılıp beni Gökbilimciyle baş başa bıraktı. Onunla yalnız kalmak istemsizce beni geriyordu. Başımı Sebeo'nun gittiği yerden Gökbilimciye çevirdiğimde göz göze geldik. Bu adam niye hep bana derin derin bakıyor? "Sen..." Sesi gizemli bir hal alınca gerginlikle yutkundum. Gizemli ama bilge bir tavrı vardı. Bilge insanlara bayılırdım ama bu adam çok ürkütücüydü. "Sen bir hırsızsın, sen bir tutsaksın." Gizemli sesiyle söylediklerinden sonra gözlerim kocaman oldu. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Dilim tutulmuştu sanki. Bir şey söyleyecek gibi oluyordum ama sesim çıkmıyordu. "Seni pazarda gördüğüm ilk an, o kısacık anda, sende bir gariplik olduğunu hissetmiştim." Yüzüme doğru yaklaştı, bense geriledim. Böyle yapması beni daha çok korkutuyordu. Söyle bana, Küçük Hanım. Sen kimsin? Ya da nesin?" Ne demem gerektiğini bilmiyordum ama bu adam beni görmüştü. Yesoo'yu değil, Aylin'i. Ona anlatacaktım, söyleyecektim kendimi. Onu bunun için aramıyor muydum zaten? "Ne söylesem inanacak mısınız?" Sesimin güçlü çıkmasını bekliyordum lakin cılız çıkmıştı. "Elbette! Ben kimsenin inanmadığına inanır, kimsenin göremediğini görürüm. İnkâr edilenleri bilir, hissederim." Dedi büyük bir coşkuyla. Bana daha çok abartıyor gibi geldi. Ama çıktık bu yola bir kere, geri dönüş yok. "Aslında ben..." Diye başladım çekinerek. "Herkesin bildiği o, Yesoo değilim." Gökbilimci devam et dercesine başını oynattığında, "Ben aslında buraya ait bile değilim." diyerek devam ettim. Gerginliğim an be an artıyor, yüzümün yandığını hissediyordum. Bu içinde bulunduğum durumu ilk kez birine anlatıyordum. O da beni ilgiyle dinliyordu. İster istemez tuhaf hissediyordum. "Ben bu bedene hapsoldum. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama ruh benim ruhum, beden başkasının bedeni." Dedim ve devam edemedim. Boğazım düğüm düğüm olmuştu. Söylediklerim, bilmeme rağmen yine de ağır gelmişti. "Ben gelecekten geldim. Başka bir milletten ve gelecekten. Bu bedenden nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Birçok yol denedim." Saçma sapan yollar... "Belki siz bana yardım edebilirsiniz." Söylediklerim ona da ağır gelmiş gibi afalladı ve bir süre öylece yüzüme baktı. Anlattığıma şimdiden pişman olmuştum. O Gökbilimci bile olsa söylediklerim deli saçmasıydı. "Sana inanıyorum." Dedi gırtlaktan gelen hırıltılı bir sesle. İşte bu beklenmedik bir cevaptı. Bana inanması karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. "O zaman bana yardım edeceksiniz?" Diye sordum öne doğru eğilerek. Onaylarcasına başını bir kez salladı. "Doğum haritamı çıkarmam gerek o zaman. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Tarihleri size söylemem mi gerekiyor?" Gökbilimcinin yüzünde bilge bir gülümseme oluştu. "Bazı ruhlar için haritalara ya da fallara gerek yoktur kızım." "Bazı ruhlar öylesine saftır ki; bir bakışında, gözlerinin bir parıltısında anlarım her şeyini. Beni Gökbilimci, başka bir deyişle Kâhin yapan da bu. Ben her ikisiyim. Ayrıca bunun doğum haritası ya da yıldızlarla hiçbir ilgisi yok, bu çok başka bir mesele.” Vay be. Güzel konuştu. "Bu bedenden kurtulmanın tek bir yolu var. Zor ve acılı bir yol." Yine de bilmek istiyordum. Sırf acılı diye, zor diye bu bedende bir ömür geçiremezdim. Ailem vardı benim. İşim vardı. Kendi hayatım vardı. Kendi bedenim. Bir yabancı olarak hayatımı sürdüremezdim. "Bilmek istiyorum. Ne olursa olsun bilmek istiyorum." Adam ellerini uzatıp ellerimi tuttu ve bir süre öylece bekledi. Gözlerimin içine uzun uzun baktı ve, "Ölmen gerek," dedi. Tamam... bu kadarını düşünmemiştim. "Aslında zaten ölüsün." Ölü müyüm? Madem ölüysem, tekrar nasıl ölebilirim ki? "Ne demek ölüsün?" Dedim kaşlarımı çatarak. Kesinlikle dediğini anlamamıştım. Gökbilimci söylediklerini anlamadığımı anlayınca devam etti. "Yabancı bir benden de yaşayan bir ruh ölü sayılır. Kendinle olmana rağmen başkası gibi davranmak ölümden başka nedir ki?” Kuyu gibi gözleriyle bilgiç bilgiç bana baktı. “Seni gerçek aşkın yediği darbe öldürecek." Bu da ne demekti şimdi? Beynim uyuşmaya başlamıştı. "Gerçi bedenine geri döneceğine göre yaşatacak da diyebiliriz." Dedi alaycı bir sırıtışla. Hiç de komik değil. Boğazım kuruyunca yutkunma ihtiyacı duydum. "Nasıl yani? Prens Minseo mu beni öldürecek? Ya da yaşatacak? Eğer ölürsem buradan kurtulacak mıyım? Kendi bedenime kavuşacak mıyım?" Ben sorularımı sıralarken o tek tutam sakalını sıvazlıyordu. Başını hayır anlamında iki yana salladı. Dudakları sırıtmayla yukarı kıvrıldı. "Prens Minseo Yesoo'ya aşık, sana değil. Sende ona aşık değilsin. Senin âşık olduğun kişi," baş parmağını uzatıp sol göğsüme baskı yaptı." ve sana âşık olan kişi. O senin gerçek aşkın olacak; ve o senin kurtuluşun olacak. Acı ama kurtuluş." Tüylerim diken diken oldu. Ruhum çekilmiş gibi hissettim. Eğer dedikleri doğruysa... "Pekâlâ. Bir şey daha." kaşları yukarı kalktı ve devam etmemi bekledi. "Dinliyorum." "Ben Yesoo'nun bedeninde olduğuma göre, Yesoo'da benim bedenimde mi?" Bilmiyorum dercesine omuz silkti. "Ola da bilir, olmaya da bilir. Belki de öyledir. Belki de sen onun bedenine geçtiğinde o ölmüştür. Bunu bilemem." Her şeyi biliyordu da bunu bilmiyordu yani? Sıkıntıyla iç geçirip yanaklarımı şişirdim. Umarım bu dediği doğru değildir. Umarım hala hayattadır. Ölmesindense benim bedenime geçmiş olmasını tercih ederim. Bu zamana kadar bunu hiç düşünmemiştim. Kendi derdime düşüp Yesoo'yu unutmuştum. Ben onun bedenindeysem ve o hala hayattaysa o zaman Yesoo'nun ruhu neredeydi? |
0% |