Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm ~ İlk Kıvılcım.

@theragn_

Keyifli Okumalar!✨

Prens Yeong Jin'in bu hakareti herkesi şaşkına çevirdi. Prens'in sözleri adeta zehir gibiydi. Her ne kadar Kang So ihanet etmiş olsa da bu kadar insanın içinde hakaret etmesi çok yanlıştı. Ne de olsa o bir prens'ti. Yapılan yanlışı herkes farkında olsa dahi o yanlış dile getirildiğinde daha fazla can yakardı. İnsanlar yanlışlarıyla ve hatalarıyla kolay kolay yüzleşemezdi ve kimisi bundan kaçardı. Kang So ise bundan kaçıyor muydu yoksa yüzleşecek miydi bilmiyorum.

Madem aralarındaki sorun bu kadar büyük ve hala sıcaklığını koruyordu, o zaman özel olarak bunun tartışmasını yapabilirlerdi. Bu kadar insanın arasında koskoca adamı rencide etmeye gerek var mıydı? Hele ki böylesine özel bir günde. Özel anların mahvolmasından nefret ediyorum. İki prens birbirlerine öldürücü bakışlarını sunarken kimse kılını kıpırdatmadı. Hani size prenslerinin hepsinin bebek yüzlü olduğu söylemiştim ya? Prens Yeong Jin kesinlikle bu kategoriye girmiyordu.

Uzun boylu ve yapılıydı hatta epey yakışıklıydı. Uzun bir yüzü, belirgin çekik gözleri vardı ama öyle sinsi bakıyordu ki insanı korkutuyor muydu yoksa siniri mi bozuyordu emin değilim. Uzun siyah saçlarını yarım şekilde toplayıp alnını açıkta bırakmıştı ve bu da uzun yüzünü daha çok ortaya çıkarmasını sağlamıştı. Yakışıklı ve tekrar tekrar bakılası bir adam olsa bile tehlikeli bir aurası vardı.

Prens Seok karşısındaki manzaraya daha fazla katlanamamış olacak ki araya girdi ve elini ikisinin arasına koyup birbirlerinden uzaklaşmalarını sağladı. "Yeter bu kadar, ikiniz de durun. Biz bu daveti eğlenmek için organize ettik, sizin kavgalarınızı dinlemek için değil!" Prens Seok sert bakışlarını ikisine dikti, bakışları en çok Yeong Jin'in üzerinde gezindi.

Gözlerini ondan ayırmadan, "Yul. İn Baek. Ağabeyinizi şifahane'ye götürün." Dedi. İki Prens abilerinin koluna girip ona yardım ettiler ve birlikte ayrıldılar. Gözümü Kang So'dan alamıyordum. Canı çok yanıyor olmalıydı. Bedende açılan yara bazen sadece bedeni yakmazdı.

"Verilen rahatsızlığı lütfen görmezden gelin ve keyfinize kaldığınız yerden devam edin." Kralın sesiyle herkes kendine geldi ve hiç bir şey olmamış gibi kendi hallerine geri döndüler. Çalgıcı kadında geleneksel müzikleri çalmaya devam etti. Kralın öyle bir sakinliği vardı ki, sanki az önce birbirlerine kılıç çeken kendi oğulları değilmiş gibi.

Prensler sahneden ayrılarak bir bir sol masaya yanaştılar ve yerlerini aldılar. Onlar gelince bende ablamın yanına geçtim. Yüzü bembeyazdı. Elini tutup endişeli gözlerimi ona diktim. "İyi misin?" Yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana baktı ve başını salladı.

"İyiyim, merak etme. Sadece biraz gerildim o kadar." Dedi. Anlayışla ona gülümsedim ve arkama yaslandım. Tam o sırada Prens Minseo'nun yanımda olduğunu fark ettim. "İyisin değil mi?" Dedi yumuşak bir sesle. "İyiyim, ya siz?"

Onaylarcasına başını salladı ve uzanıp elimi tuttu, dudaklarına götürüp bir öpücük kondurdu. Aniden bir ürperti hissettim. Sanki Prens’in dokunduğu ve öptüğü yer yanıyor gibiydi.

Az önceki buz gibi ortama rağmen elleri sıcacıktı. Elimi çekemedim ve öylece oturmamıza izin verdim. Eğer geri çekersem yanlış anlaşılabilirdi. Kesinlikle bu yüzden başka hiçbir sebep yok.

Sanki daha on dakika önce ortama kaos hakim değilmiş gibi herkes keyfine bakıyordu. Aile üyeleri hala biraz gergin olsa da onlar da hafiflemiş gibiydiler. Gözlerim Sebeo'yu aradı. Yanına gitmek istiyordum. Etrafa bakındığımda onu göremedim.

"Nerede bu kız?" Prens Minseo mırıldandığımı duymuş olacak ki dikkatini kız kardeşlerinden bana verdi. "Bir şey mi dedin?" Sakin bir sesle, "Sebeo'yu arıyorum ama görünürde yok." dedim. "Saray mutfağında olabilir belki," dedi Prens.

Yüzüme yumuşak bir ifade kondurarak, "O zaman ben gidip bir bakayım." Ayağa kalkıp eteklerimi topladım. Tam yanından ayrılacak iken aklıma kaideler geldi ve durup Prense döndüm. Alışabilecek miyim acaba ben bu duruma?

O hala aynı yumuşak ifadeyle bana bakıyordu. "İzninizle ona bakmaya gidebilir miyim?" Dedim. Prens yüz ifademden olacak ki kocaman bir gülüş sundu bana. Gülüşü neden bu kadar güzel? "Git tabi. Sıkıldın değil mi?" Dedi yüzünü hafifçe buruşturarak.

"Ah, hayır sıkılmadım," dedim inkar eden bir tavırla. "Sadece Sebeo'yu merak ettim. Onunla hep birlikte olduğumuzdan bu kadar zaman göremeyince ister istemez merak ediyor insan," diyerek kendimi savundum. Gitmeden önce onu selamlayıp yanından ayrıldım.

Ayaklandığım zaman ablamın meraklı gözleri bana çevrildi. Sebebini söyleyip yanlarından ayrıldım ve sarayın arka bahçesine doğru ilerledim. Orada da giriş kapısı vardı ne de olsa. Bahçeyi turlayıp Sebeo'ya seslenmeme rağmen yanıt alamayınca içeri girdim ve Prens Minseo'nun da dediği gibi saray mutfağına girdim.

Üç aşçı bir de yardımcılarıyla birlikte yemek pişiriyorlardı. Sebeo da yanlarında koca bir tepsiyle bekliyordu. "Hey, Sebeo!" Sebeo sesimi duyar duymaz başını çevirdi ve kocaman bir gülümsemeyle elini salladı. Bu kızı gerçekten çok sevmeye başlamıştım.

Keşke farklı şartlar altında karşılaşabilseydik... "Hadi bırak onu yanıma gel, çok sıkıldım." Dedim dudak bükerek. Sebeo elindeki tepsiyle yanıma geldi ve biraz yaklaştı. "Size karşı gelmiş gibi olmak istemem," dedi mahçup bir ifadeyle. "Ama şimdi gelemem, Kral ve Kraliçenin tepsisini götürmem gerekiyor. "

"Siz isterseniz bahçede bekleyin, ben tepsiyi götürüp yanınıza geleyim." Başımı sallayıp onu dinledim ve mutfaktan çıktım. Kral ve Kraliçenin emri Küçük Hanım'dan üstün geliyordu tabii. Son anda aklıma gelen şeyle geri döndüm ve Sebeo'ya tekrar seslendim. "Sebeo baksana, şifahane nerede?" Sebeo şaşkınca kaşlarını kaldırdı ve baş parmağını koridora doğru uzattı.

"Üç oda sonra hemen sağda." Sonra başını bana çevirip devam etti. "Ne yapacaksınız ki? Prens Kang So orada." Onu geçiştirerek, "Sonra anlatırım." dedim ve söylediği odaya doğru yol aldım. Kang So'yu deli gibi merak ediyordum.

Aslında onu neden bu kadar merak ettiğimi bende bilmiyordum ama bugün gördüğü o muamele sinirime dokunmuştu. Ayrıca Prens Yeong Jin’in yaptığı kurallara aykırıydı. Diğer Prensesler sahte kılıç kullanırken, -Kang So dahil- 2. Prensi’n gerçek kılıç kullanması düpedüz planlanmış bir şeydi. Bana kalırsa amacı onu yaralamaktan çok öldürmekti. Ama onca insanın içinde bunu yapacak kadar aptal mıydı bu adam? Veliaht Prens’in ölümüne şahit olduğundan dolayı Kang So'ya öfkeli olabilirdi ama aynı duruma kendisini düşürecek kadar aptal mıydı?

Odaya ulaştığımda gerginlikle atan kalbimi görmezden gelerek kapıyı çaldım ve temkinli adımlarla içeri girdim. Kang So hasta yatağında ayaklarını sarkıtarak oturuyordu. Üzeri çıplaktı ve omzu sargılıydı. Boynuna da pansuman yapılıp bantlanmıştı. Beni görünce başını kaldırdı ve gözlerini bana dikti, bakışları buz gibiydi. "Ne işin var burada?" Dedi düz bir sesle. "Şe-şey ben..." Niye kekeliyorum ki ben şimdi?

"Sizi merak ettim ve gelip görmek istedim." Dedim çekinerek. Prens bu söylediğimi beklemediğinden merakla tek kaşını kaldırdı ve sorgulayıcı bir biçimde beni süzdü. "Sen kimsin de beni merak ediyorsun?" Bu sert karşılıktan sonra donakaldım ve gözlerimi kaçırdım.

Kalbim tedirginlikle çarpıyordu. "Şey, sanırım rahatsız ettim, gitsem iyi olacak." Tam arkamı dönecektim ki sesi beni durdurdu. "Bu üçüncü karşılaşmamız. İlkinde beni tanımıyordun bu yüzden benden korkmadın. Daha doğrusu hatırlamıyorsun." Dedi. Bu sefer sesinde tuhaf bir merak vardı.

"İkincisinde kim olduğumu bilmene rağmen bana baş kaldırdın." Diyerek devam etti. "Şimdide nasıl olduğumu soruyorsun. Tanrı aşkına, deli kız. Sen benden korkmuyor musun?" Sesindeki hayret beni afallattı ve ne diyeceğimi bilemedim.

Korkuyor muydum? Hayır. Ama beni tedirgin ettiği kesindi. "Korkmamı mı istedin... İsterdiniz?" Diye sorumu düzelttim. "Bu kadar insan sizden korkuyorken bir kişinin bile korkmaması hoşunuza gider sanmıştım." Prens sadece gülmekle yetindi. "Bana bir zararınız dokunmadı." Diyerek devam ettim.

"Ormanda beni atla kovalamanız dışında bir kötülüğünüzü görmedim. İnsanların söyledikleriyle sizden korkacak değilim." Ben bir avukattım. Kimsenin sözüyle hareket etmez, kendi bildiğim doğrultuda ilerlerdim. Kang So saraydan sürgün edilmişti evet. Hayvanları, belki insanları katletmişti.

Ama hepsini hayatta kalmak için yapmıştı. Ne yani? Hayatta kalmaya çalışmak suç muydu? Ben buna avukat dilimle nefsi müdafaa derim. "Beni şaşırttın." Dedi. Yüzünde hala bir gülümseme vardı, bakışları ısınmıştı. "Arkadaşım mı olmak istiyorsun yoksa?" Bir prensle arkadaş olmak. Kulağa hiç fena gelmiyordu. Ama bu prens kötü unvana sahip bir prens'ti. Yine de ne değişirdi ki? İçimden bir ses, evet de, evet de, evet de, diye haykırıyordu, bende ona uydum.

"Evet istiyorum. Yani aslında bilmiyorum. Sonuçta sizi tanımıyorum. Yani hatırlamıyorum. Buradaki herkesi yeniden tanıyor gibiyim ben." Prens bu söylediğime kıkırdadı. Tok bir kahkahaydı. "Peki o zaman, beni yeniden tanı ve arkadaşım olup olmayacağına kendin karar ver." Dedi gözlerimin içine bakarak. Sesinde yoğunluk hakimdi. “Başıma bela açılmayacaksa denerim.” Dedim bende yarım bir gülüşle. "Bu konuda söz veremem." Dedi gülüşümü taklit ederek. "O zaman elinizden geldiğince açmamaya çalışın, arkadaşım.

... 

Çalışmaktan yüzüm solmuş bir halde ofisimden çıkıyordum. Saçım başım dağılmış, sabah tek bir kırışıklığı bile olmayan gömleğim buruş buruş duruyordu. Eve gitmek için can atıyordum. Duş almak, uzanmak ve derin bir uyku çekmek...

Ah, tek istediğim buydu. Ofisimin kapısını kilitlediğim sırada duyduğum bir sesle başımı çevirdim ve aynı büroda çalıştığım avukat arkadaşımın bana doğru geldiğini gördüm. "Çıkıyor muydun?" Dedi yüzünde hafif bir tebessümle Selim Bey.

"Ah, evet. İşim bitti nihayet." Dedim bıkkınlıkla. "Anladım. Bugün doğum günündü değil mi?" Doğum günüm mü? Tabi ya! Bugün 11 nisan. Onu tamamen unutmuştum ben. "Evet öyle." Dedim utangaç bir gülümsemeyle.

"Doğum günün kutlu olsun o zaman!" Diyerek adeta şakıdı Selim Bey. "Teşekkür ederim." Dudaklarımdan çıkan kıkırtıya eşlik etti. "Eminim ailen senin için sürpriz hazırlamıştır." Dudak büktüm. "Belki de..." dedim dalgın bir şekilde. "Burada da bir parti ayarlayalım mutlaka!"

Başımı sallayıp onu onayladım ve konuşmamız bittiğinde anahtarı çantama atıp bürodan çıktım. Taksiye binmekle uğraşmak istemediğimden yürümeyi tercih ettim. Zaten evim çok da uzak değildi. Hayatta o trafiğe giremezdim şimdi.

Eve vardığımda anahtarı apartman kapısına taktım ve içeri girdim. Evim üçüncü kattaydı. O kadar yorgundum ki, şu üç katı çıkmak işkence gibi geliyordu. Ayağımdaki topuklular da cabası... üç katı da çıkıp evimin kapısına ulaştığımda rahatlamayla bir iç çektim.

Bacaklarım zonkluyordu resmen. Zile basıp açmalarını bekledim. Neredeyse iki dakika kapıda beklemiştim. "Nerede bunlar?" Tam tekrar zile basacaktım ki kapı ardına kadar açıldı. İçerisi zifiri karanlıktı. "Ne bu karanlık böyle? Elektrikler mi gitti?"

Nereye gittiğimi görebilmek için ellerimi kullandım ve sağ salim içeriye vardım. Yine ellerimi kullanarak prizi aradım ve bulduğumda ışığı yaktım. "SÜPRİZZZ!! İYİ Kİ DOĞDUN!" Beklemediğim bu süpriz karşısında şoka uğramış bir vaziyette aileme bakıyordum.

Amcam ve yengem bile buradaydı. "İyi ki doğdun Aylin." Dedi yengem bozuk bir aksanla. Türkçeyi gayet akıcı konuşuyordu ama bazen telaffuz konusunda aksaklıkları oluyordu. Ama ben bu durumu tatlı buluyordum. Evi balonlarla ve süs eşyalarıyla süslemişler, kendileri de parti şapkalarından takmışlardı.

Miray'ın elinde krem şantili, meyveli bir pasta vardı ve ağzı kulaklarında bana bakıyordu. "İyi ki doğdun abla!" Dedi. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Heyecanlı bir gülümsemeyle yanlarına gittim ve tek tek hepsine sarıldım. Miray'ı da yanağından öptüm.

Öyle mutlu hissediyordum ki tüm günün yorgunluğu bir anda uçup gitmişti sanki. "Çok teşekkür ederim..." bundan başka ne diyeceğimi bilemiyordum. Tek yapabildiğim mutluluk gözyaşları akıtmaktı. "Hadi ama. Ağla diye yapmadık bu sürprizi." Dedi annem sırıtarak.

"Ah, sayenizde tüm yorgunluğum uçup gitti." Dedim ağlamaklı ve sevinç karışımı bir duyguyla.
"Eh, ne mutlu bize o zaman." Babamın sözüyle ona döndüm ve sıkıca sarıldım. "Hadi abla, üfle şu mumları da pastayı yiyelim ya."

Miray'ın sabırsızlıkla söylediğine kahkaha atıp pastaya doğru eğildim. Tam üfleyecektim ki Miray'ın sözüyle duraksadım. "Dilek tut!" Söylediğini yapıp gözlerimi kapadım ve dileğimi tutup mumları üfledim.

Lütfen hiç ayrılmayalım...

... 

Uyandığımda kendimi yatağımda buldum. Bir zamanlar Yesoo'nun ama artık benim olan yatağımda. Rüyaymış... Hayır, iki sene önceki doğum günümden bir anıydı. Babam gayet sağlıklı ve hayattaydı. Annem neşeliydi. Miray her zaman ki çocuksu hallerindeydi. Şimdiki gibi durgun değil ve kendini herkesten soyutlamamıştı. Annem tek kalmaktan korkmuyordu ya da beni saat başı aramıyordu. Babam şefkatle bana bakıyor, sarılıyordu. Bana sarılabiliyordu... İçime düşen bir ateşle kalbim sıkıştı, sanki geçirebilirmiş gibi göğsümü ovma ihtiyacı duyarak elimi göğsüme bastırdım.

Ailemi deli gibi özlemiştim ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Nasıl olduklarını deli gibi merak ediyordum. İyiler mi? hastalar mı? Ya da yanlarında olmadığımı farkındalar mı? Benden bağımsız olarak bir gözyaşı süzüldü yanağıma doğru. Elimin tersiyle sildim o damlayı.

İç çekerek doğruldum ve dün geceden kalan kıyafetlerimi katlayan Sebeo'ya baktım. Dün geceki eğlenceden çok geç ayrılmıştık. Sebeo'yu işlerinden alıkoyarak pazara götürmüş, oradaki eğlenceleri görmek istemiştim. Pazardaki insanların bizden daha çok eğlendiği su götürmez bir gerçekti.

Hokkabazlar, ateş yutanlar, müzisyenler... Tezgâhlara kurulu çeşit çeşit yemekler... Bir taraftan karnını doyuran bir taraftan da dans eden kalabalık. Yüzlerindeki ışıltı ne kadar eğlendiklerini belli ediyordu.

Kalabalığa karışıp Sebeo'yla birlikte şafağa kadar el ele dans ettik. En sonunda ayaklarımız zonklamaya başladığında durmamız gerektiğini anlayıp saraya döndük. Karnım tıkabasa doluydu ve öylesine yorgundum ki ne ara yatağa girdiğimi ve ne ara uykuya daldığımı bile hatırlamıyordum. Deliksiz uyumuştum.

"Günaydın, Küçük Hanım." Sebeo'nun ışıldayan sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona gülümedim ve, "Günaydın, Sebeo." Dedim. "Ne zaman uyandın?" Sebeo kıyafetlerimi dolaba yerleştirirken sorumu yanıtladı. "Ben uyanalı çok oldu." Çok geç uyumuştuk ve o erken mi uyanmıştı?

Bir hizmetçi olarak nasıl yoruluyordu kim bilir. Bu kadar çalışmaya ve uykusuzluğa rağmen her zaman güler yüzlü ve enerjikti. Ona imreniyordum. "Ben biraz bahçeye çıkıp hava alacağım." Dedim. Sebeo beni başıyla onayladığında ayaklanıp odadan çıktım ve bahçeye doğru ilerledim.

Hizmetçiler işlerine koyulmuş bir halde önümden geçiyor, beni gördüklerinde selam veriyorlardı. Bahçede bir süre öylece ilerledim. Arka bahçeye geçtiğimde kocaman bir gölet karşılıyordu beni. Üzerinde de bir köprü. Ana bina ve Prenslerin kaldığı köşkü birbirine bağlayan bir köprüydü burası. Ayrıca orta kısımda sadece kütüphanenin olduğu bir bina vardı. Diğer binalara nazaran bunun beşgen bir yapısı vardı ve açıkçası hoşuma gidiyordu. Diğer binaların yanında şirin kalıyordu. Kırmızı, siyah ve yeşil tonlarında boyanmıış, desenli şeritler çekilmişti. Arka bahçeyi sevmiştim çünkü ön tarafın kalabalık ve hengâmesindense burası sakindi.

Suyun süzüle süzüle ilerlerken çıkardığı akıntı sesi içime işliyor, huzur veriyordu. Yaz ayında eminim ki lotus çiçekleri açıyordu bu gölette. Belki bende görebilirdim o anı. Lotus çiçeklerini severdim. Ama o zamana kadar burada neredeyse beş ay geçirmem gerekirdi ve bu çok uzun bir süreydi. Taş yapı ve seyrekleşmiş çimlerin üzerinde yürüyerek büyümeye yüz tutmuş ağaçların arasından geçtim ve köprüye tırmandım.

Tam ortasına geldiğimde kıyıya yanaştım ve altımdan akıp giden göleti izlerken dans eden lotus çiçeklerini hayal etmeye başladım. Bu bir bakıma kafamdaki düşünceleri toplamamı sağlıyordu. Sarayda böylesine güzel bir bahçe olması bir lütuftu. İçime dolan huzurla iç geçirdim. Yine lapa lapa kar yağmaya başlamıştı. Saçlarıma düştüklerini hissedebiliyordum. Neyse ki üzerime beyaz yün şalımı almayı akıl etmiştim.

Bu sabah gördüğüm rüya dur durak bilmeden aklımda dolanıp duruyor, aileme olan özlemimi kat be kat arttırıyordu. Artık onların yanında olmak istiyordum. Her şeye rağmen onları gezintiye çıkarmak istiyordum. Ne biliyim, arabaya biner birlikte bütün İstanbul’u turlardık mesela. Birlikte piknik yapardık. Artık babam olmadığı için mangal yapma işini ben üstlenirdim mesela. Her ne kadar dumandan nefret etsem de yapardım yani. Yeter ki ailemin yanında olayım. Onları gerçekten ama gerçekten çok özledim... ben onlardan hiç bu kadar ayrı kalmadım ki.

"Küçük Hanım?" Düşüncelerime dalmışken duyduğum sesle yerimden sıçradım. Bugünlerde çok mu fazla korkuyordum yoksa bana mı öyle geliyordu? Sesin sahibini görmek için başımı çevirdiğimde karşımda Sebeo'yu buldum. Kolunun altına sıkıştırdığı çamaşır sepetiyle bana doğru geliyordu. Başını bir kedi edasıyla uzatıp ceylan gözlerini bana dikti ve endişeli bir halde süzdü.

"İyi misiniz? Sabahta pek iyi görünmüyordunuz." Bu kızın bana karşı bu kadar ilgili olması içimde katı ne varsa hepsini eritiyordu. Kanatsız melek dedikleri Sebeo olsa gerekti. "İyiyim, merak etme." Dedim sakin bir tavırla.

"Sebeo bir şey soracağım, benim doğum günüm ne zaman?" Yesoo'nun doğum gününü kast ediyorum. "Yazın doğduğunuz, Küçük Hanım. Yani Haziran da. Bildiğim kadarıyla da 22 Haziran oluyor." Yani onunkine daha varmış. Ay olarak ondan büyük olsam da yıl olarak o benden çok ama çok büyüktü.

Gerçi buradaki herkes benden büyüktü. Hatta aynı yaştaymışız gibi davransam ve içimden sürekli ona tatlı ya da kanatsız melek desem de Sebeo bile benden çok ama çok büyüktü. Boşuna demiyorum peri masalındayım diye.

"Bir şey daha, dün geceki olaydan sonra Prens Yeong Jin ceza aldı mı?" Dün yaşanan o rezaletten sonra herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebilirdi ama ben edemezdim. Adalet duygum buna izin vermezdi bir kere. Sebeo dediğimi anlamamış gibi kaşlarını çattı, sonraysa jeton yeni düşmüş olacak ki haa gibi bir ses çıkardı.

"Elbette hayır." Dedi alay eder gibi. "Ne demek, hayır?" Diyerek aniden sert çıkıştım. "Yaptığı suç! Cezasız kalamaz! Öldürmeye teşebbüs!" Sebeo bu tepkimi beklemiyor olacak ki afalladı ve bir adım geriledi. "Küçük Hanım, siz neler söylüyorsunuz böyle?" Öylesine afallamış görünüyordu ki kendimi dizginleme ihtiyacı hissettim. "O bir prens, Kral ona ceza verecek değil ya." Dedi inatla. O bir prens öyle mi? Peki Kang So neydi? Ona da ceza vermemişler miydi? Hem de Veliaht Prens’i öldürdüğü için.

"Ama 4. Prens’e ceza verilmişti. Onu sürgün etti Kral. Şimdi neden aynı şey Yeong Jin'e yapılmıyor?" Dedim. Kendimi dizginlemeye çalışsam da konuştukça daha da asabi bir hal alıyordum. "Aynı şey değil!" İkna eder gibi bir sesle karşılık verdi Sebeo. "Nesi değil?" Dedim dik bir tavırla.

"Çünkü, yeni veliaht prens, Kang Yeong Jin. Onu sürgün edemezler ya." Hiç beklemediğim bu cevap karşısında neye uğradığımı şaşırdım. Tabi ya! Prens Yeong Jin oğullar arasında ikinciydi. Yani Merhum Veliaht Prens'ten sonrakiydi. Bu durumda Yeong Jin veliaht oldu.

Ama bunda bir tuhaflık vardı. Sebeo bana, 4. Prens'in tahta geçmek için Veliaht Prensi öldürdüğünü söylemişti. Ama Kang So dördüncüydü. Tahta geçmesi için önünde iki rakibi daha vardı. Bu durumda sadece veliaht'ı öldürmesi mantıksızdı. O zaman...

Tam cevabımı verecektim ki karşıdan bize doğru gelen hizmetçi kadını görmemle çenemi kapadım. Bu kadını tanıyordum. Kraliçe'ye hizmet ediyordu. Yanımıza iyice yaklaştığında önümde durup reverans yaptı. "Küçük Hanım. Kraliçe sizi huzuruna bekliyor."

Kadının söylediğiyle gözlerim şaşkınlıkla açılırken Sebeo'yla birbirimize baktık. Kraliçe beni niye istiyordu ki? “Neden beni görmek istiyor?” dedim meraklı hem kuşkulu bir tavırla. “Bir malumatım yok, Küçük Hanım.” O da haklıydı tabii. Hizmetçilere kimse gerekmedikçe bilgi vermezdi. Kadını ikiletmeden arkasından ilerlemeye başladım. Başımı çevirip hala köprünün başında duran Sebeo'ya baktım.

Fazla meraklı bir hali vardı. Ama benden daha fazla meraklı olamazdı. Kraliçenin odasına geldiğimizde hizmetçi kadın geldiğimi haber vermek için içeri girdi ve saniyeler içinde geri çıktı. Fazla hızlı olmuştu. Yavaş adımlarla içeri girdiğimde kapı arkamdan kapandı. Kraliçenin karşısına geçip tam selam verecekken ablamın da burada olduğunu fark ettim ve bir duraksama yaşadım. Neler oluyor? Yaşadığım duraksamadan sonra kendimi toparlayıp selam verdim. "Majesteleri..." Kraliçe beni sıcak bir gülümsemeyle karışıladı.

Dün geceden sonra onu ikinci defa görüyordum. Kalbim heyacan ve merak karışımı bir tonda atıyordu. "Geç otur Yesoo." Onu dinleyip ablamın yanındaki mindere oturdum. "Seni neden aniden çağırdığımı merak etmiş olmalısın." Başımı sallayarak, "Evet... “ Dedim. Gözlerine bakacak cesareti bulamıyordum, öylesine asil görünüyordu ki kalbim pır pır atıyordu.

Kraliçe bir iç çekerek, -gözlerini benden hiç ayırmıyordu- devam etti. "Prens Minseo ile olan izdivacınızı artık gerçekleştirmenin zamanı geldi de geçiyor bile." Dedi. Beklemediğim bu ani karar karşısında şok geçirerek nihayet Kraliçe'ye bakabildim. "Ne?"

Eyvahlar olsun... "Niye şaşırdın ki bu kadar? Olması beklenen bir şeydi zaten." Ablam geldiğimden beri ilk kez konuşmuş ve ateşi körüklemişti. Çünkü Kraliçe de ona katılır gibi başını salladı.

"Yoo Li-sshi haklı. Niye şaşırdın ki bu kadar?" Kendimi toparlamaya çalışarak boğazımı temizledim ve sırtımı dikleştirdim. "Ah, hayır, şey... şaşırmak değil de heyecanlandım diyelim." Yalana bak yalana. Boş at da dolu tutsun bari. Bu iç sesim ne zamandan beri bana dikleniyor?

Karşımdaki iki kadın aldıkları cevap karşısında birbirlerine bakıp tatlı tatlı kıkırdadılar. Bense ecel terleri döküyordum. Anlaşılan bu evlilikten kaçamayacaktım. Belki Gökbilimci yanılıyordur.

Belki gerçek aşkım Kang Minseo'ydu ve onun sayesinde gerçek benliğime dönecektim. Ama o, Yesoo'yu öldürür müydü ki? Hiç sanmıyorum. Tabi o yaşlı bunağın kast ettiği gerçek bir ölümse. Herif resmen bilmece anlatır gibiydi. Kesin benimle dalga geçti Sümbül ağa kılıklı budala!

"Eh, düğün hazırlıkları epey sürer, bundan sebep iki haftaya ancak gerçekleştiririz diye düşünüyorum. Kral ve Prens Minseo da benimle aynı fikirdeler." Demek Prens Minseo'nun haberi vardı. "Peki nasıl isterseniz, Majesteleri." Demek zorunda kaldım.

Mutluymuş gibi görünmeye çalışsam da daha çok gergin gibi göründüğüme emindim. "Gelinlik seçmen için hizmetlilerle birlikte kumaş modelleri de göndereceğim. En güzellerini seçeceğinden hiç şüphem yok." Dedi Kraliçe tatlı bir gülümsemeyle.

Başımla onaylayarak, "İzninizle artık gitsem iyi olacak. Henüz kahvaltı bile yapmadım." Dedim. Aslında aç değildim ama daha fazla kalmak istemiyordum. Konuşma devam ettikçe gerginliğimde artıyordu. "Ah, baştan söyleseydin ya."

"Git tabi, düğünden önce hastalanmanı istemeyiz." Zorlama bir tebessümle ayaklandım ve selam verip odadan ayrıldım. Bir süre kapının önünde dikilip sıkıntıyla bir nefes verdim. Tam o sırada Prens Minseo yanımda beliriverdi.

Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle bana bakıyordu. "İzdivaç meselesini konuşmuş olmalısınız." Dedi. Hevesli olduğu her halinden belliydi. "Evet konuştuk." Onun gibi hevesli görünmeye çalışsam da pek başarılı olamadım. Öyle ki, "Hoşlanmadın mı?" Diye sordu Prens.

Yüzü düşmüştü. "Ah, hayır." Dedim neşeli görünmeye çalışarak. "Sadece biraz gerginim. Evlilik sonuçta, kolay değil." Prens anlayışlı bir tavırla bana yaklaştı ve kollarını bedenime sardı. Kalbim tekledi ve içgüdüsel olarak karşılık verdim.

Ellerimi sırtına, çenemi de omzuna koyduğum an Prens bir iç çekti. "Endişelenme. Her şey çok güzel olacak." Dedi sırtımı sıvazlayarak. Beni teskin etmeye çalışıyordu. Keşke aynı şeyi söyleyebilsem...

Geri çekildiğinde elleri omuzlarımdaydı. "Hadi köprüye gidelim. Su sesi ve temiz hava iyi gelir. Yaz ayında olsak lotus çiçeklerini izlerdik beraber. Lotus çiçeklerini ne kadar sevdiğini biliyorum.” Demek onları Yesoo'da seviyordu ha? Dediğini yaparak onunla birlikte arka bahçeye gittim.

Bir köşeye sinmiş dedikodu yapan hizmetliler dışında kimse yoktu. Onlar da bizi görünce tabanları yağladı zaten. Prens’le baş başa kaldığımda köprüye doğru ilerledim. Prens tam karşımda durdu ve elini iç cebine atarak bir toka çıkardı. "Sana bunu vermek istiyorum."

Lale desenli bir saç tokasıydı. "İzninle takabilir miyim?" Tebessüm ederek hediyesini kabul ettim. Bana yaklaşarak örgülerimin arasına tokayı taktı ve sanki bir sanat eseriymişim gibi beni süzdü.

"Çok yakıştı." Parmaklarımı tokada gezdirerek ve tebessümümü silmeden, "Teşekkür ederim." dedim. Prens nazikçe elimi tuttu ve parmaklarını benimkilere kenetledi. İçimden nedense ağlama isteği geçti. O kadar iyi biriydi ki...

Ne yapmalıydım cidden? Bulunduğumuz bu durumu nasıl normale, olması gerektiği şekle çevirebilirdim? İkimizde sessiz kaldık ve bir süre öylece karşımızdaki manzarayı izledik. Prens'in arada bir bana baktığını hissediyordum. Nasıl içli içli baktığını...
...

"Bu kadar romantik bir ilişkiniz olduğunu bilmiyordum." Prens Minseo bir kaç önemli işi olduğunu söyleyerek yanımdan ayrıldığında ben hala köprünün başındaydım. İçimdeki huzursuzluğu lotus çiçeklerini hayal ederel bir nebze olsun dindirebiliyordum.

Normalde çok fazla ağlayan biri değildim ama tam şu an, şurada oturup ağlamak istiyordum. Bunun yerine dirseklerimi köprüye dayayıp yüzümü ellerimin arasına alarak iç çekmekle yetindim. Tam o sırada Prens Kang So yanımda beliriverdi.

Bu ziyaretini beklemediğim için şaşırdım. Gelir gelmez ilk söylediği şeyin Minseo ve aramızdaki ilişki olması anlamadığım bir şekilde komik gelmişti. Söyleyecek bir şey bulamadığımdan tebessümle karşılık verdim.

"Doğrusunu söylemek gerekirse midemi bulandırdı." Bu sözünü iğneleyici bir tavırla vurguladığında gözlerimi kırpıştırarak baktım. Nesi mide bulandırıcıydı ki? Bana göre saf bir sevgiydi bu. "Minseo her zaman böyle romantikti zaten." Dedi.

Konuşmasını sürdürdüğü süre boyunca yüzüme bakmıyor, kollarını köprüye dayamış bir vaziyette karşıya bakıyordu. Nihayet bana döndüğünde dudağı hafifçe yukarı kıvrıldı. "Evleniyormuşsun? Aslına bakarsan bu kadar uzayacağını tahmin etmemiştim. Minseo'nun çoktan seni zevcesi yapmadığına şaşırdım."

Bu alaycı tavrına gözlerimi kısarak baktım. Neydi bu şimdi? Benim bir tarafım tutuşuyorken onun bu tavrı sinirime dokundu. "Ne zaman düğün?" Sorusuna karşın öfkem aniden yatışıvermiş, panik duygusu tekrar kaplamıştı tüm hücrelerimi.

Başımı eğip ellerime odaklandım, kalbim gümbür gümbür atıyordu. "İki hafta sonra." Prens gerginliğimi anlamış olacak ki başını hafifçe yana eğdi ve tek kaşı havada, meraklı gözlerle bana bakmaya başladı. "Neden gerginsin? İstemiyor musun yoksa?"

Savunmaya geçerek hızla ona döndüm. "Ha-hayır, tabi ki istiyorum!" Dudak büküp iç geçirdi ve tekrar önüne döndü. Sanki aklına komik bir şey gelmiş gibi sırıtmaya başlayınca anlam veremedim.

"Sen yoksa... gerdekten mi korkuyorsun?" Yok artık! Aklına gelen ilk şey bu olamazdı değil mi? Ah, bu adam... "Alakası bile yok." Dedim kızararak. Tam o anda beynimin içinde çanlar çalmaya başladı, adeta aydınlanma yaşadım.

Hadi evlendim diyelim, ya düğün gecesi? Ondan nasıl kaçacağım ben? Hayır, hayır. Prens istemediğim bir şeye beni zorlamaz. Öyle biri değildi o bir kere. "İstersen seni bu düğünden kurtarabilirim." Aniden içimde kahkaha atma istediği uyandı, onun yerine hafifçe gülmekle yetindim.

"O nasıl olacak?" Prens başını çevirdi ve gözlerini gözlerime dikerek muzip bir tavır takındı. "Düğünü basar, "bu kız benimle evlenecek" derim." Dedi. Beklemediğim bu cevap karşısında sanki boğazıma bir şey kaçmış gibi öksürmeye başladım. Prens ise bu durumuma kahkahayla karşılık verdi. "Sevmedin mi? O da prens, bende prens'im. Yani tamam, onun kadar romantik sayılmam ama eğlenceliyim. Sarayda tıkılıp kalacağına seni istediğin her yere götürebilirim."

Öksürüğüm nihayet geçtiğinde kendimi toparlayıp aynı alaycı tavrı takınmaya çalışarak, "Eğer bu yaşanırsa, bu sefer sürgün edilmekle kalmaz, ikimiz de idam ediliriz." dedim. Düşüncesi bile tüylerimi diken diken ediyordu. Ben ve Kana Bulanmış Prens? Hayal bile edemeyeceğim bir kombinasyon. "Sürgün edilmek o kadar da kötü bir şey değil." Dedi aynı alaycı tavrıyla ama gözlerine hüzün çökmüştü. "Saraya tıkılıp kalmak ve devlet işleriyle ilgilenmek yerine özgürsün. Karışanın yok ya da senden bir şey bekleyen. Sadece kendin için yaşıyorsun. Bundan daha iyi ne olabilir ki?"

"Yalnızlık sadece Tanrıya mahsustur Prens. İnsan insanı sever ve yanında bir yoldaş, bir arkadaş, bir aile ister. Kendi isteğinle yalnız kalmakla, yalnız bırakılmak aynı şey değildir." Gülüşü soldu, kara gözleri yoğun bakmaya başladı ve gözlerime öyle bir kenetlendi ki, sanki bir saniye benden ayırsa ortadan kaybolacaktım. "Yalnız değilim ki. Artık bir arkadaşım var. Sen varsın."

... 

Bacaklarımın köprüde dikilmeye daha fazla takati kalmayınca paşa paşa odama dönmek zorunda kaldım. Odaya girer girmez yatağımda oturan Sebeo ayağa fırlayıp meraklı gözlerle sorularını sıralamaya başladı. "Ne oldu, Küçük Hanım? Ne dedi Kraliçe? Meraktan öldüm!"

Bu kız nefes almadan konuşmayı nasıl başarıyor böyle? "Hadi anlatın!" Diye bağırınca onu susturmak için elimi dudaklarına bastırdım. "Eğer izin verirsen anlatacağım." Sesimdeki sertliği fark etmiş olacak ki başını sakince salladı.

Odadaki sessizliğin verdiği rahatlamayla yatağa oturdum ve ağrıyan başıma masaj yaparken haddinden fazla meraklı olan bu kızın sorularını yanıtlamaya başladım. "Kraliçe, Prens Minseo ile olan evliliğimizin vaktinin geldiğini söyleyip tarih belirlediler." Dedim.

Son cümleyi bastırarak biraz da iğneleyici bir tavırla söyledim. Sebeo bu haber karşısında adeta havalara uçtu. Bu sarayda evlenmek için can atmayan tek kişi bendim herhalde. Bu halleri aynı annemi anımsatıyordu.

O da sürekli, evlenmenin vakti gelmedi mi? Torun sevmek istiyorum artık! diyerek başımın etini yiyordu. Adeta kanatlanıp uçacak olan Sebeo yüzümdeki ciddiyeti fark ettiğinde yer yüzüne geri döndü ve yüzündeki aydınlatıcı gülüş soldu.

Yanıma oturarak masum bakışlarla beni süzdü. "Neyiniz var. Hanımım? Yoksa bu evliliğe hala hazır değil misiniz?" Hazır olmasam ya da istemesem ne çıkardı ki? Yesoo ve Minseo aşkı tüm Krallığın dilindeydi zaten.

Herkes bu ikilinin evlenmek için ne kadar can attığını ama Kraliçe Wang Chae Won'un ölümünden sonra ertelenmesi üzerine ne kadar hüsrana uğradıklarını konuşuyordu. Bu evlilikten kaçamayacağımı nihayet anlamıştım ve kaçmayacaktım da.

Prens Minseo'nun istemediğim şeyler için beni zorlamayacağını biliyordum. Mesela gerdek gibi. Kang So bu konuyu açtığında ona içten içe ne kadar kızsam da haklıydı.

Düğün gecesi kaçınılmaz bir sondu. Ama Minseo bunun için beni zorlamazdı. O iyi yetiştirilmiş, nazik ve kibar bir adamdı. Gerçi onu ne kadar tanıyordum k? Çenemi adeta Kraliçe edasıyla dikleştirip kararlı bir tavır takınarak Sebeo'nun beklediği o cevabı verdim: "Evleneceğim.”

Loading...
0%